peyami safa

Son güncelleme: 16.07.2008 19:06
  • Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa'nın oğlu olan Peyami Safa, 1899'da İstanbul'da doğdu. İsmail Safa'nın Sivas'ta sürgünde iken ölmesi üzerine iki yaşında yetim kalması, sekiz dokuz yaşlarında kemik veremine yakalanması nedeniyle 17 yaşına kadar ruhsal ve fiziksel acılarla yaşadı. Maddi ve manevi olumsuzluklar nedeniyle Vefa İdadisi'ndeki öğrenimini yarıda bırakan Peyami Safa, bir süre matbaada çalıştıktan sonra Posta-Telgraf Nezareti'ne memur oldu ve Birinci Dünya Savaşının başlamasına kadar (1914) orada çalıştı. Bundan sonra Rehber-i İttihat Mektebi'nde öğretmenliğe başladı. 1918'de öğretmenlikten ayrılarak Yirminci Asır gazetesinde "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yazmaya başladığı öykülerle gazetecilikte karar kıldı. Sırasıyla, Son Telgraf, Tasvir-i Efkar ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdı. Server Bedii takma adıyla para kazanmak için populist birçok roman ve hikâye de yazan Peyami Safa, yazılarını, 27 Mayıs askeri darbesinden sonra Son Havadis gazetesinde sürdürdü ve oğlu Merve'nin askerde ölmesi nedeniyle geçirdiği sarsıntıya dayanamayarak 15 Haziran 1961 tarihinde İstanbul'da öldü.

    Öykü Kitapları



    Bir Mekteblinin Hâtırâtı, Karanlıklar Kralı (1913), İstanbul Hikâyeleri (1919), Gençliğimiz (1922), Siyah Beyaz Hikâyeler (1923), Aşk Oyunları (1923), Süngülerin Gölgesinde (1924), Ateşböcekleri (1925). Tüm hikâyeleri Hikâyeler (1980) adı altında toplu halde de kitaplaştırıldı.

    Bir Öykü - GENÇLİĞİMİZ



    Annem dün sessizce odama girdi.
    Beni yine, yorgun gözlerimin önünden hiç ayrılmayan, bir gün bile elimden düşmiyen, beyaz ve mecalsiz kanatlarile parmaklarımın arasında ezilip büzülen kitabımın karşısında okumaktan gözlerimin feri kaçmış, düşünmekten alnımı kırışmış gördü. En ziyade düşman olduğu bu cansız arkadaşıma kinli bir nazar attıktan sonra bir iskemle çekti, karşıma oturdu, bol bir nefes aldı.
    Belli ki mühim bir şey, çok düşünülen ve az söylenen endişelerden, aile üzüntülerinden birini bana açmak istiyordu. Bunu ben onun bir iğne izi kadar ince iki gölge ile, belirsizce çatılan kaşlarından anlamıştım, hattâ bu keşfimde o kadar ileri gittim ki, bana, artık bu sefer kat'î bir tarzda, izdivaç meselesini açacağına bile hükmettim. İzdivaç meselesi... hakikaten de hiç yanılmamıştım. "Kızım!" diye resmî, ciddî, yüksekten, kalın bir ses perdesile başladı, bir çok defalar dinlediğim fikirleri, sebepleri, delilleri, mukayeseleri kendine mahsus muntazam bir mantık zincirine bağlayarak, sakin, heyecansız ve soğukkanlı, söyledi, söyledi, son hükmünü de verdi:
    -Sen ilkbahara kadar, mutlaka evleneceksin!
    Ben susuyordum; kendi kendime, bitmeyen uzun gecelerde, binbir defa tekrar ettiğim ayni sebepleri, fikirleri, mukayeseleri dinlemekten bezmiş bıkmış, usanmış gibi, zoraki bir itaatle boynumu bükerek, hak verir göründüm ve ses çıkarmadım.
    Fedakâr kadın, ağır ve güç nutkunu bitirdikten sonra, sözlerinin kızındaki tesirini anlamak için meraktan büyüyen gölzerile, kırpılan kirpiklerinin arasındaki firarî mânaları keşfetmeğe çalışıyordu. Her vakitkinin aksine, kızmadan durgun bir inkıyat ile sordum.
    -Zevcimi intihap ettiniz mi?
    -Babanın eski kararını biliyorsun ya...
    -Muhasebedeki mümeyyiz.
    -Evet!
    Elimde olmadan, alay, kin, tahkir dolu bir kahkaha ile güldüm. Asî fikirlerimi hülâsa eden bu kelimesiz cevap, zavallı kadını sarstı, daha ziyade ciddileşerek fikrini müdafaaya sevketti.
    -Biliyorsun ki, dedi, bu gencin dairede istikbali var.
    -Rica ederim sus.
    -Bu günde seksen lira kazanıyor.
    -Rica ederim...
    -Hem çirkin bir genç de değil.
    -Rica ederim...
    -Baban onu terfi ettirecek.
    -Rica ederim...
    -E.. ama kızım..
    Hiddetlenerek her vakit olduğu gibi bir kelime ilâve etmeden, dargın bir yüzle ayağa kalktı, çıkıp gitti.
    Hakkı var mıydı? Yüzlerce defa kendi kendime sorduğum bu suale içimizdeki yanık, hicranlı sesten ayni cevabı alıyordum: Evet, bir noktada o zavallıların hakları vardı, yirmi üç yaşını geçen kızlarının artık evlenme zamanı gelmişti, her ana baba gibi, o zavallılar da, vakti gelince isyan eden heveslerin, arzuların sevkile kızlarının saadet ve şeref gününü görmek, yeni kurulan bu çatı üzerinde taze emeller, taze hayaller beslemek istiyorlardı. Eskiden "mürüvvet görmek!" dedikleri bu canlı arzunun bütün o zavallı ana, babalara göre çok kuvveti var, bu onlar için inatçı ve müstebit bir gayedir, bunların hepsi doğru, ah, bunları hayatımın hiçbir gününde inkâr etmek haksızlığına düşmedim, biliyorum ki onların ölüme akan günlerinde son saadet, benim mesut olduğumu görmektir. Benim mesut olduğumu görmek, şüphesiz, fakat nasıl mesut? Hangi kusursuz, mükemmel izdivaç hayaline göre? Hangi şarklı kadın gibi ki, bu tehlikeli ve uçurumlu körebe oyununda, gözü bağlı, kolları tereddüt ve korku ile titreyip açılarak talihini kucaklamış, fakat korkulu rüyasından güler yüzle uyanmıştır.
    Mahut meseleler.
    ***
    Akşam üstü sofrada babam ve annem, ikisi de sessiz ve neş'esiz yüzleri bulutlu, gözleri dalgın ve düşünceli idiler. Annem, kısa kesik hecelerle hizmetçiye bazı isteksiz emirler veriyor; babam, eğilen başı, ileriye doğru çıkık buruşuk alnı ile susuyordu. Asrî kızlarına karşı bu şefkatli ana babanın şu sessiz ittifakında ne yüksek bir vakar var!
    İştihasız yenen yemekten sonra, annem hizmetçiyi yanına katarak, galiba evvelce verilmiş bir karara göre, odadan çıktı ve beni babamla yalnız bıraktı.
    Kendi âleminde çok ciddi, vazifesine çok bağlı, eski terbiyenin yetiştirdiği âkil ve tedbirli, fakat ara sıra, ansızın bütün muvazenesini kaybederek sinirlerinin ânî bir kaynaşmasına mağlûp olan, kart ve buruşuk sesile haykıran, bağıran bu ihtiyar adam karşısında o akşam, ilk defa kendimde bir ürperme duydum. Kirpiksiz kapakların içinde, parlak kabuklu birer siyah böcek gibi asabî ve haşin kımıldayan, dönen, çırpınan gözbebeklerinden anlıyordum ki babam beni bu gece, acı sözlerle hırpalamağa karar vermişti.
    Fırtınaya hazırlandım.
    Evvelâ, dairesinin küçük ve korkak memurlarına emir verir gibi kuru bir ciddiyetle "Melâhat, azıcık dur!" dedikten sonra, karşısına düşen minderi göstererek:
    -Şuraya otur!
    Diye mırıldandı. Söylediğini yaptım.
    -Verdiğimiz kararı annen sana söylemiş.
    Diye sukûnetle başladı. Mahut geçinme zorluklarından, piyasa fiyatlarının günden güne yükselmesinden bahsetti. Her zaman dinlediğim bu maişet hikâyesinden nefret eder gibi:
    -Bunları biliyorum, dedim.
    İzdivaç yaşımın geldiğini, bir baba için kızının saadetini düşünmek borç olduğunu, ihtiyar kızlığın muhite karşı çirkin ve acı tesirlerini anlattı:
    -Bunları da biliyorum, dedim.
    Beni ikna etmek için sarfettiği gayretin faydasızlığını gördükçe coşan zayıf sinirlerile azar azar öfkelenip, nihayet babalığın verdiği hakkı kullanabileceğini düşünerek nefsine emniyet, emir, tahakküm dolu bir sesle eski terbiyenin faziletini, bugünkü gençlerin manasız eblehçe, cahilâne bir firenk mukallitliği yüzünden kendilerini felaketlere sürüklediklerini roman, tiyatro, sinema gibi "misyoner" eğlencelerile zehirlendiklerini söyledi.
    Müstehzi:
    -Bunları da biliyorum, dedim.
    Öfkesi arttı, gözlerinin akı büyüdü, kaşları sivrildi, gittikçe titreyen, pürüzlenen kalın sesile bağırdı:
    -Sen de onlardansın, sen de dine hürmetini, vazifeye muhabbetini, aileye itaatini kaybetmiş, hayalâta ve nazariyata düşkün, avukat, çaçaron ukalâsın.
    Ben de kızıyordum:
    -Ooo.. baba!
    -Sen de, fırsat eline geçince koluna züppe, muvazenesiz bir kaldırım beyini takarak mahalleni, aileni, akrabanı bırakıp kaçmağa âmâde, isiyana müheyya, arabalarda, otomobillerde, tiyatrolarda etrafa cilve saçmağa hazır, vicdanı erimiş mahlûklardansın.
    -Baba...
    -Sen de bir nankörsün ve bir aşifte olacaksın, sözüne dikkat et, sen buna mahkûmsun. Derme çatma Fransızcanla İngilizcenle frenklerin hâyâsızlık öğreten yüzlerce romanlarını gece gündüz hatmetmekten, öndeki asude, temiz, müreffeh hayatı tahkire yeltenmekten fırsat düştükçe zavallı annenle benim yüzümüze havlamandan ve nihayet bugünkü isyanından anlıyorum ki sen buna mahkûmsun.
    -Baba susmalısınız.
    -Baba, susmalısınız.. baba susmalı ve kız söylemeli, o kız ki anasını, babasını değneklere takılmış hacivatlar gibi oynatmak, kendi heveslerine alet etmek ister, haklı çıkmak için bin dereden su getirir, yalan söyler, tahrik eder, lâzım gelirse ağlar, yalvarır, yumuşak bulursa haykırır, çığlık koparır, bütün mânasile çaçaron ve edepsiz..
    Artık köpürdüm:
    -Haddi tecavüz ediyorsunuz.
    -Ben mi haddi tecavüz ediyorum? Ben baban... haddini tecavüz ediyor ha... Şunu bir daha söyler misin? Tekrar et bakayım?
    -Evet, sen, haddi tecavüz ediyorsun.
    Çınarları deviren bir kasırga şiddetile yerinden fırladı. Önündeki masaya çarparak, iskemleleri yere düşürerek üzerime atıldı. "Ah! Hâyâsız..." diye haykırarak saçlarıma yapıştı, hoyratça, delice bütün kuvvetiyle bir tutam saçımı çekti ve kopardı.
    Ondan ötesini bilmiyorum.
    ***
    Ondan ötesini bilmiyorum, şuurumu kaybetmiş, bayılmış, minderin üzerine uzanmıştım. Gözlerimi açtığım zaman, başımın ucunda annemin mahzun ve şefkatli yüzünü gördüm:
    -Geçti bir şey yok.
    Diyordu. Zayıf kemikli ellerile yanaklarımı dolduran ve gıcıklayan serseri saç büklümlerimi kaldırıyor, alnımı ve şakaklarımı okşuyor, yüzüme gülmeğe çalışıyordu.
    Beni yatak odama çıkardı ve karyolamın başına oturdu.
    Titrek bir sesle, babamın hasta sinirlerinden, yorgun vücudundan bahsetti. Ve bu kaba hareketinin sırf bana olan şiddetli muhabbetinden ileri geldiğini söyledi, anlattı. Yüzlerce sebep buldu, beni teselliye çalıştı, zekâsının bütün kuvvetiyle, lisanının bütün telâkatiyle bana biraz, biraz ümit, biraz neş'e vermeğe uğraştı ve sustu.
    Annem zeki bir kadındı. Soyca da asaleti kibar, zengin, refah içinde geçmiş günleri vardı. Kızken çok mesut olmuştu. Babamla evlendikten sonra, gençliğin çılgınlıklarından kendini kurtararak Erenköyündeki evini satmış, Üsküdarda babamın yanında daha alaturka, daha sakin, daha basit hayatı kabul etmişti. Babamın bir kadı ailesinden getirdiği sükûn, itidal, dinî akidelere derin bir tazim, büyük ve eski olan her şeye hörmet prensiplerine boyun eğmiş, tam mânasile bir "kadı gelini" olmağa çalışmıştı. Fakat fikirlerinde hürriyetini feda etmekten ekseriya kaçtı, ailesinden aldığı yarı alafranga terbiyenin tesirile eskiye karşı nefretini söylemekten çekinmedi. Babama gelince, düşüncelerinde çok müstebit olan bu adam, annemin yumuşak ve maharetli telkinlerine rağmen prensiplerini müdafaada mermer gibi sağlamdı. Ben ekseriya, altın kol saati, ipek kıravatı ve alâmot bonjurile karşımda duran bu adamın nasıl olup ta babadan kalma fikirlere ve itiyatlara bu derece esir olabildiğine şaşardım. Büyükbabam olan kadı efendiyi hiç hatırlamıyorum. Fakat tasdik ediyorum ki bu kadı efendi felsefesi de imanı kadar sağlam bir adammış.
    Anneme, dedim ki:
    -Hiç üzülme. Nasıl isterse öyle olsun. Muhasebedeki genç mümeyyizle evleneceğim, pekâlâ.
    Bu cevap annemin üzerinde serin ve tatlı bir bahar tesiri yaptı. Hemen canlandığını gördüm. Daha ince ve mülâyim bir dille dedi ki:
    -Fakat kızım, artık arzu hilâfında izdivaçlar yapacak devirde değiliz, senin ben cebren bu gence varmanı istemem, eğer sen de bizim düşündüğümüz gibi, bu gencin yüksek olan âtisine, herkesin tasdik ettiği nezaketine, iyi ahlâkına ve bugünkü âmirlik mevkiine riayetle onu biraz sevmeye çalışsan mesele hallolur gider. Ben de pek iyi bilirim ki sen tahsili eksik, terbiyesi pek eski, giyinmesi mânasız, sözleri âmiyane bir gençle Nazır bile olsa evlenmek istemezsin. Ben de bilirim ki sen hassas, zeki, tecrübe görmüş, lisan ve musıki bilir bir genç tahayyül edersin. Bu gençte düşündüğün meziyetlerin hepsi var. "Mümeyyiz" denilince, senin aklına sakalı göğsüne inmiş, saçları ağarmış, evrak arasına zihnini düşürmüş, bunak, pinpon biri geliyor.
    Halbuki bu mümeyyiz, genç, tahsil görmüş, Fransızca biliyor, İtalyancaya çalışıyor, hem alaturka hem alafranga keman çalıyor...
    Kendimi güç zaptederek onu sükûn ile dinliyor: "Pekâlâ, iyi" diye mırıldanıyordum. Bendeki sun'i tasdik halini ve içimdeki isteksizliği hisseden bu zavallı kadın, müstakbel damadını ne kadar methetse, bana hiçbir tesir yapmayacağını anladı ve ümitsizlikle ayağa kalkarak vaadimi tekrar ettirdi:
    -Kabul ediyorsun ya, değil mi?
    -Evet!
    ***
    Kabul... Artık muhasebedeki mümeyyiz benim müstakbel kocam... Babam bu itaatli cevabım üzerine odama kadar geldi, soluk ve titrek dudaklariyle yanaklarımı öptü zavallı adam, gözleri adetâ yaşarıyordu - en halâvetli ifadesile:
    -Kızım, bilmezsin böyle lâzım... Ah siz taze insanlar! Daha hayatın ne olduğunu bilmiyorsunuz, anlamıyorsunuz, dedi. Bunları söylerken çok müteheyyiçti.
    Annem de, her iki tarafı haklı çıkarmak, hususile beni müdafaa için diyordu ki:
    -Nedimenin de hakkı var, bir genç kız hiç tanımadığı bir erkekle nasıl evlenebilir. Sonra, bugünkü günde, genç kızlar için kocalarını serbestçe intihap etmek en birinci hak... Fakat bugüne kadar kendisi bir genç beğenmedi, çünkü bizim evimizde bir çok gençleri yanyana toplayan meclisler yok, beğenemeyince onun zevcini biz aramağa, tayin etmeğe mecbur olduk. Maamafih, Nedime, kızım, sen bu adamla görüşeceksin, konuşacaksın, birbirinizin huyunu iyice anladıktan sonra izdivaç edeceksiniz.
    Babam pek ziyade iştirâk etmediği bu fikirlere hafif hafif başını sallıyor, çaresiz "öyle ya, öyle ya" diye mırıldanıyordu. Birdenbire canlanarak dedi ki:
    -Canım bu genç benim dairemde, benim kalemimde... Son derece müstait, nazik, halûk bir insan. Ben istersem onu kısa bir zamanda muavin bile yapabilirim, o vakit maaşı çoğalacak, itibarı artacak, ben başka yere tayin edilir, tekaüde çıkarılır, belki de... Ölürsem müdür olacak. Hem meseleyi ben kendisine biraz çıtlattım.
    Sonra, kendine mahsus safiyane bir hareketle gözlerini açtı, dudaklarını ileri uzatarak sordu:
    -Kuzum, Allah aşkına, benim bir türlü anlamadığım şey bu: Nedime bizim Şevki beyle niçin evlenmek istemez?
    İşte bunu sana anlatmak güç, zavallı ihtiyar! Sana nasıl anlatmalı ki kadın denen şey bir hissiyat yığınıdır, bu hissiyatın kendine göre tahavvülleri, nefret, muhabbet, sükûn zamanları, galeyanları vardır; öte taraftan erkek de hususi bir mizaç ve seciye sahibidir, başka türlü düşünür, başka türlü anlar, başka türlü hareket eder, bir izdivacın tam ve mükemmel olabilmesi için iki taraftaki bütün hissiyatın düşünüş ve anlayış tarzlarının birleşmesi lâzımdır. Bunun için de bir genç kızın, izdivaçtan evvel, bir çok muhtelif genç adamlarla hisce, fikirce, muvakkat, fasılalı, devamlı rabıtalar akdetmesi, hayattaki eşini kendi tecrübelerile bulması icap eder. Daha sonra gençlik nedir? Bu ebedî ömür arkadaşını bulmak vesilesile bir çok kez ruhlarda seyahat etmek, ihtirasın her nevini, ruhanî incizapların her türlüsünü, heveslerin her tarzını yudum yudum tatmak, kanatlanan muhayyilenin tatlı gölgesi altında hakikatın kâh inişli yokuşlu ve çarpık yollarını kâh bahar, sevinç ve neşe dolu vadilerini yürümek değil mi? Hayatın bu ihtiraslı safhalarını yaşamıyan bir genç kızın, evlendikten sonra talihsiz erkeğini aldatmakta hakkı yok mudur? Zavallı baba! Sen aşka da inanmazsın. Sen tekâmül etmiş bir ruhun aşkın ruha nasıl susadığını, bir an için buhar halinde, zerre zerre yükselerek vücudun hırs ve iştaha dolu arzularını unutmağa nasıl muhtaç olduğunu aşk denilen kudretle ne mucizeler yaratıldığını da bilemezsin. Senin yıpranmış itikatlarına göre aşk, küçük zekâların, mütereddilerin, zayıf ahlâk sahiplerinin bir fantazisi bir (bid'at)ıdır. Bence aşk ruhumuzun en son yetiştiği merhale, bize vaadedilen ruhanî lezzetlerin en büyüğü ve hakikate sadıkane dönmek için hayalin safiyane yaptığı hamlelerin en sonuncusudur.
    Ben bunları düşünüyor ve susuyordum, babam ve annem de kendi düşünce âlemlerine dalmıştılar, odada üç ayrı zekâ, kendi telâkkisinin hesabını, tahmininin çizdiği yolda yürüyordu.
    Bu sükûna annem nihayet verdi:
    -Perşembeye Macidenin düğününe gidecek misin? diye sordu.
    Kaşlarımı kaldırmak, boynumu ileriye doğru bükmekle cevap verdim. Annem tehalükle devam etti:
    -Kumaşını terziye ver. Önümüzde altı gün var, kostümünü hazırlar.
    Ve babamı gösterdi:
    -O vakte kadar maaşı da çıkacak!
    Fedakâr adam, ölgün bir tebessümle gülüyor, artık beni memnun etmeğe karar verdiğini hissettirmek istiyordu.
    ***
    Macidenin düğünü! Bunu düşünmek beni nedense tehyiç ediyor. Bu düğüne hem gitmek, hem gitmemek istiyorum. Gitmeliyim, çünkü İstanbulun en lüks, en ihtişamlı cemiyetlerinden birinde, tuvalet, âdet ve muaşeret itibarile en yüksek içtimalarından birinde bulunacağım.
    Gitmemeliyim, zira bu ne acı bir emel sukutudur! Modanın güzel bir köşkünde, Macide gibi, hem de akrabamdan olan bir servet, itina, süs ve debdebe içinde, masallardaki sultanlara lâyık bir ehemmiyetle tesit edildiğini görmek, sonra da küskün Üsküdarın tevekkül, miskinlik ve sükûn dolu bir mahallesine dönmek güç...
    Fakat bir taraftan da hazırlanıyorum, terziye kumaşımı verdim, yakası sade, redingot biçimi kahve rengi bir tayyör. Şimdiden tahayyül ediyorum: Bir amazon! İnce uzun bacakları, narin beli, yuvarlak kalçaları üzerinde, henüz diri, sert ve taze memelerile, beyaz sarışın. Maviş bir genç! Burnu biraz basıkça, fakat gözleri derin ve güzel, alnı küçük ve dar, fakat saçları altından bir duman gibi yumuşak ve seyyal, dişleri biraz eğri, fakat dudakları çilek gibi küçük, toplu ve yuvarlak... Güzel değilse bile çirkin hiç değil.
    Oooh... Eğlenmeğe ne kadar ihtiyacım var! Kadın ve erkek dolu, sıcak, dumanlı yarı aydınlık bir salonda iskarpinlerimin ucuna basarak hafifçe koşmayı, meselâ bir küçük "Padöpâsinor" oynamayı ne kadar istiyorum. Kavalyemin temastan ürperen belim üzerindeki kuvvetli ve metin kolunun asabi sevkile, ayaklarımın ucu yerdeki yumuşak halıdan ayrılmış gibi, musıkinin kulaktan dimağa ve oradan da yavaş yavaş sinirlere yayıldıktan sonra kalbi birdenbire çarptıran, coşturan, çıldırtan sesleri arasında uçmak, uçmak, uçmak... Hele kavalyenin gözleri güzelse...
    Macide zengin bir doktorla evleniyor, doktorun yeni kabine arasında dostları varmış, bu nazır efendilerin hepsi geleceklermiş, Şerefin tabirine göre düğünde, Meclisi Vükelâ toplanacakmış, tabiî Macidenin babasının frenk dostları da gelirler, büyük dayımın frenklersiz eğlendiği vaki değildir. Tabiî Macidenin o mağrur arkadaşları Neziheler, Faizeler, Nazımalar filânlar hep orada olacaklar... Bütün bunların içinde beni çok seven bir yengem, bir de Saimedir, Macidenin ablası. Ben ise oraya Şerefle beraber gideceğim, zavallı çocuk, yeni yazdığı şiirleri okumak için böyle büyük bir toplanmayı ne zamandan beri istiyordu, ben onu vaktile Saimeye takdim ettiğim için düğüne çağrıldı. Annem gelmiyecek, "şimdi düğün için masrafa girecek, yeni esvap yaptıracak günüm değil, lâcivertlerim de maskaraya döndü, onlarla gidilmez!" diyor, hakkı var. Şeref ne yapacak acaba? Mutlaka, bugünden saçlarını kıvırır, siyah şevyot elbiselerini her gün ütüler, yeni bir kıravat alır, şiirlerini temiz kağıtlara, yahut acaip, eksantirik bir deftere yazar Ne tuhaf tesadüf, Saimenin aniverserine de Şerefle beraber gitmiştik, bu ikinci oluyor.
    Muhasebedeki mümeyyiz -bu mümeyyiz lâfı da sinirime dokunuyor- yani müstakbel kocam şimdi ne yapıyor acaba? Babam kararımızda onu haberdar etti mi? Bana bu izdivaç o kadar rüya geliyor ki, şimdi söz verdiğime hiç keder etmiyorum. İçimde "olmıyacak!" diye inatçı bir ses var. Olmıyacak, bu izdivaç olmıyacak, ya babam vazgeçecek, ya ben başka bir koca bulacağım, yahut muhasebedeki mümeyyiz ölecek... Ne bileyim ben... Her halde bir şeyler... Fakat annemin dedikleri de doğru: Bu mümeyyiz genç, tahsil görmüş. Fransızca bilen, İtalyancaya çalışan, alaturka ve alafranga keman çalan, Avrupa görmüş bir adammış. Ben daha bu biçareyi tanımadan, etmeden, yüzünü ve resmini bile görmeden niçin istihfaf ediyorum? Belki kibar, sevimli hassas bir şey? Belki sayısız kadınları ağlatmış, önüne diz çöktürmüş, arkasından koşturmuş tecrübeli ve tesirli bir erkek? Şimdiye kadar aksini söyleyen oldu mu? Hem babamın tarifine bakılırsa çok zeki, ifrit gibi oynak ve parlak bakışları, türlü mânalara gelir, imalı sözleri varmış ve başka bir tarife göre pek güzel bir gençmiş: Elleri küçük, ince uzun, omuzlarının üstünde başı çok mütenasip, adeta heykelî, burnu, kulakları ve ağzı küçük -benimki gibi- teninin rengi tatlı buğdaymış. Edebiyatı ve musıkiyi severmiş. Pekâlâ, daha ne istiyorum? Macidenin kocasının nesi var? Biraz zengin, kadın âleminde fazlaca tanınmış, biraz cazibeli, biraz güzelce, tabiatile zarif ve yüksek mehafille teması var, büyük zevklerin tadını almış, hayatı anlamış, kadınları tanır, zevcesini idare etmesini bilir... Nihayet doktor, fakat ne olursa olsun mükemmel adam.
    Of... Canım sıkılıyor, bu izdivaç meselesi beni sahiden yoracak. Annem benim için: "Bugüne kadar kendisi hiçbir genç beğenemedi," diyor. İşte mühim bir nokta: Hiçbir genç beğenemedim, doğru, muhakkak... Fakat hangileri arasında bir mukayese yaptım da beğenemedim? Şerefin arkadaşları Fahrünnisanın evinde rastgeldiğim bir sürü mektep çocukları, öyle ya, bunların mektep çocuklarından farkları, mekteplerini bitirmeden hayata atılıvermelerinden ibaret değil mi? Hepsi gayet mağrur, atilerinden emin, türlü, türlü felsefeler, nazariyeler sahibi. Aralarında ciddi ciddi kararlar veriyor, kendi kendilerini nezaretlere, sefaretlere namzet görüyorlar. Hepsi filesof, hepsi edebiyata meraklı, hepsi musikişinas, hepsi salon adamı! Halbuki Şereften başka içlerinde şiir yazan yok, musıki hiçbiri bilmiyor, salon adamlıklarına gelince, Fahrunnisa ile ben olmasak müddeti ömürlerinde kadın nedir, görmiyecekler. Bunlardan biri Tıbbiyeye devam etmiş, mektepteki anarşiyi beğenmeyerek dışarı fırlamış. Âkil Muhtarı, Süleyman Numanı tenkit eder, büyük doktorları beğenmez, halbuki kendisi edebiyat meraklısıdır. Fakat Hâmidden nefret eder, Fikret şair değil marangozdur der, yani şairler ona göre keçi boynuzu gibi tatsızdır. Bir diğeri, sultanisinin müdürüile kavga edip mektepten ayrılalı daha dört sene olmuş, ticaret yapmağa kalkmış, muallimlik etmiş, memuriyette bulunmuş, hepsinden kibiri yüzünden muvaffak olamıyarak nihayet "Hayat dikenli bir yoldur!" felsefesile bedbin, müşkülpesent, o da edebiyat meraklısı! Fakat hiçbiri hayatını kazanamıyor, başkalarını beğenmedikleri kadar, birbirlerini de istihfaf ediyorlar, mamafih gece sabahlara kadar sokak sokak dolaşıyor, bağıra bağıra konuşuyor, bazen şiddetli münakaşalar ediyor, bazen adetâ göz yaşları içinde derdleşiyorlar. İşte benim tanıdığım, iskelede veya çarşıda rastgeldikçe gözlerimi kırparak başımla hafifçe selâmladığım gençler bunlar. Öyle gençler ki, beğenilmediklerini keşfetmek şöyle dursun, ilk fırsatta benimle istihza etmeğe de hazırlanıyorlar. Kendi geçinmelerini temin etmekten âciz olan bu zavallıların içinden hangisini tercih etmeli? İçlerinde eskiden tanıdığım Şeref bile onlara yakın, malüldür.
    O halde muhasebedeki mümeyyizle evlenmeği kabul. Ne için? Çünkü başka koca yok, çünkü eşini aramak için bir genç kızın muhtelif erkekleri tanıması yasak! Çünkü o genç kız, gözleri bağlı, elleri titrek, adımlarını şaşırmış, esir, kul, köle, izdivacın açtığı meçhul karanlık, sapa, dolambaçlı bir istikbale doğru koşmağa ve gözleri açılıp aldandığını anladıktan sonra, serin karanlıkla ölümünü beklemeğe mahkûm! Muhasebedeki mümeyyiz, evet, bunu Nedime hanımın tanımasına, görmesine, bilmesine lüzum yok; çünkü Nedime hanım mümeyyiz beyi değil, mümeyyiz bey Nedime hanımı alıyor. Tıpkı arzu edildiği, yahut eskidiği zaman atılan bir eldiven alır gibi.
    Of, ben neler söylüyorum, bunlar hep malûm. Muhakkak olan bir şey varsa ilkbahara daha uzağız, o vakte kadar, üzerinde hâlâ bir ışık gözükmeyen bu dar ve karanlık ormanda yürümek.
    ***
    Babam, Şevki beye meseleyi açmış. (Daha muhasebedeki mümeyyizin ismi Şevki olduğunu yeni öğreniyorum.) Annemin anlattığına göre -babamla Şevki bey arasında sahne şöyle cereyan etmiştir;

    BİRİNCİ MECLİS
    Babam - Odacı

    Babam - (Yazıhanesinin önünde, ayakta ve asabî) Mehmet ağa, Şevki beyi çağırınız, başka biri beni sorarsa, kim olursa olsun yok deyiniz.
    Odacı - (Manidar) Peki efendim (Çıkar)

    İKİNCİ MECLİS
    Babam - Şevki bey

    Babam - (Mütebessim, biraz heyecanlı) Buyurunuz Şevki bey, oturunuz. (Uzakta bir sandalyeye ilişen Şevki beye) hayır hayır, şöyle, biraz yakına geliniz.
    Şevki bey - (Mahcup) Teşekkür ederim.
    Babam - (Sesi titrek) Bugüne kadar sizin hakkınızda beslediğim teveccühü bilirsiniz zannederim.
    Şevki bey -(Mahcup) Teşekkür ederim. Bir sükût.
    Babam -Sizin istidadınızın, zekânızın, terbiyenizin adetâ meclûbuyum... Oğlum!
    Şevki bey - (Kızararak) Mahcup ediyorsunuz efendim.
    Babam - (Masanın üzerindeki kağıtlarla oynayarak) Oğlum, bilirsiniz ki, bizim gibi yaşını, başını almış adamlar için yegâne saadet... (bir sükût, yutkunduktan sonra) sizin gibi gençleri mes'ut görmektir.
    Şevki bey (Minnettar) Allah ömürler versin efendim, kendi ülüvvücenabınız.
    Babam - (Mağrur) Sizi mes'ut etmek için de istikbalinizle meşgul olmak bana bir vazife...
    Şevki bey - Teşekkürler ederim efendim.
    Babam -Bunu düşünerekdir ki... (Etrafına bakar) Size... Zaten vaktile de bir kere söylediğim gibi (sesi titrer) Nedimeyi... Bizim kerimeyi... münasip gördüm!
    [Şevki bey yerinden kalkar, tehalükle koşar, babamın elini yakalar ve öper, babam da Şevki beye sarılarak onu şefkatle kucaklar].
    İşte sahne burada bitiyor. Annemin babamdan aldığı tafsilâta göre, o gün Şevki bey akşama kadar son derece neş'eli imiş, hattâ sebebini söylemeden kalemdeki arkadaşlarına bir çay ziyafeti çekmiş, giderken babama merdivende rastgelerek ihtiramkârane tekrar tekrar elini öpmüş, bütün saadetini babama medyun olduğunu söylemiş.
    Doğrusu bu haber hoşuma gitmedi de değil. Şimdi Şevki beye karşı içimde merhametle karışık bir nevi muhabbet duyuyorum, zavallı muhasebe mümeyyizi her halde müdürün kızını almak onun istikbale ait hulyalarına pek muvafık gelmiş olacak. Ben Şevki beyin yerinde olmak isterdim: hayattaki arzuları ne kadar sade ve basit bir genç, sabahları kalkıyor, sakin sakin giyiniyor, perukârdan öğrendiği kadar tuvaletini yapıyor hava yağmurlu ise şemsiyesini koluna takarak, aheste, aheste kalemine geliyor. Akşama kadar o karanlık, dumanlı, tozlu odanın içinde kalemini kulağına takarak sessiz, gürültüsüz, heyecansız yazıyor, yazıyor, yazıyor ve bu böyle her gün, her hafta, her ay, her sene devam... Bir gün evlenecek, işte yeni bir adım, bir gün muavin olacak, işte bir tahavvül, bir gün çocuğu dünyaya gelecek, işte tebrik edilmeğe bir vesile daha... Ve böylece hayatın muntazam ve pürüzsüz çizilmiş bir hattı müstakimi üzerinde, büyük ihtirasları anlamadan, derin mânaları kavramadan, adeta duygusuz ve heyecansız sinir makinesindeki mekik gibi ıttıratla gidip gelecek, ne iyi, mes'ut, tam, bütün, kusursuz, eksiksiz mes'ut.
    Babam, sofrada dün gece pek mağrurdu. İtidalinin ve kuvvetli mantığının temin ettiği selâmetten haz alıyordu. Kısa ve imalı kelimelerle Şevki beyin sevincini anlattı. Çok bol ve iştahlı yemek yedi, havlusunu titrek ellerile yakalığından kurtarıp ayağa kalkarken anneme dönerek:
    -Artık yavaş yavaş hazırlanmalıyız. kadınca yapılacak şeyleri sen bilirsin. Ben ömrümde bir kere evlendim ve bir izdivaç için yapılacak istihrazatı unuttum. Bu gece seninle hususî görüşelim ve hattı hareketimizi adetâ bir cetvel tahtında tesbit edelim.
    Ben babanım bu "hususî" kelimesi üzerine hemen ayağa kalktım ve odama çıktım, yine kitaplarımın başına geçtim. Bu sakin dostlar karşısında her zaman kendi kendime sorarım: bunlar da olmasaymış, şu mezarlığa yakın mahellede, güneşi, bulutları, yıldızları kapayan hain kafes arkasında, kendi başıma, yalnız, yapa yalnız, arkadaşsız, eğlencesiz, meşgalesiz ne yapabilecekmişim? Yarabbi, acaba medenî hayatın gürültülerinden uzak kalmak da biz Türk kızları için bir kâr mı? Şöyle bir frenk kızı, benim gibi ve benim kadar, böyle küçük kitap dağları arasına gömülerek, bir çok erkeklerin bile nefret ettikleri ağır felsefe mevzuları üzerinde göz, fikir, muhakeme ve muhayyele yorar mı? Daha yirmi üç yaşında bir genç kızın tabiatın verdiği katî emirler hilâfına, bu derece mücerret, seyyal, ağır bir zihin işini bu kadar inat ve ısrarla takip etmeğe çalışması gülünç değil midir?
    ***
    Yirmi üç yaş! Bu cümleyi tekrar etmek beni ekseriya çıldırtır. Gençliğin ilk gününden bugüne kadar, şöyle böyle, on sene geçti. On seneden beri, ben şu sağır ve dilsiz duvarlar arasında, sesimi başkalarına işittirmekten, hislerimi başkalarına duyurmaktan, fikirlerimi başkalarına söylemekten mahrum, kendi kendime bin türlü ihtiyaçlarımı saklıyarak bin bir türlü arzularımın, heveslerimin külden birer kule gibi yıkıldıklarını görerek, talihe karşı bazen müstehzî, bazen mütevekkil, bazen âsî, fakat ekseriya mağlûp ağlayarak yaşıyorum; birinci gençlik, yirmi yaşın gençliği, geçti, heyecanların en taze, kalbin en dolgun, ruhun en çevik ve canlı seneleri geçip gitti. Ben şimdi, yirminci yaşın hazlarını, heyecanlarını tatmamış, ilk gençliğin kendine mahsus hislerini ve galeyanlarını duymamış bir kızım. Hiç kimse beni yirminci yaşın o muattar tazeliği, bekâretin o çılgın ve neş'eli baharı içinde tanımadı. Gözlerimin saniyeler zarfında parlayan, açılan, koyulaşan, derinleşen, kâh bulutlar gibi mavi, kâh dereler kadar sakin, kâh güneşler kadar parlak, sabahleyin açık yeşil, öğleyin sarımtırak, akşamları lâcivet ve geceleri siyah renklerini odamdaki küçük aynadan başka hiç kimse görmedi. Kaç defalar, vücudumun fildişi gibi parıldayan, yanan, arasıra kıvılcımlanan beyaz, ince, yaldızlı nescine bakarak tabiatın pek nafile yere bana verdiği bu gençlik hazinesinin kendi kendine tükenip gittiğine sızladım, sızladım ve sızladım. Kaç defalar kendimi, basık tavanlı odamın içinde, yüz bir senelik korkunç yalnızlık çilesini doldurmağa mahkûm, güneşten uzak, yıldızlardan uzak, nağmelerden uzak, sevgilerden uzak kimsesiz ve himayesiz kürek mahkûmlarına benzetiyorum; kaç defalar karyolama girerken demirlerin müstehzî gıcırtısına yastık örtümün benim kokumu bana iade eden serin ve hissiz temasına haykırmak istedim. Gençlik gidiyor, gençlik gidiyor, arkasında yıkık ve çürümüş bir et yığını paslanmış bir kalp, kanlar içinde bir sinir kümesi bırakarak, gidiyor...
    ***
    Macidenin düğünü yarın. Günler ne çabuk geçiyor.
    Terzi bugün kostümümü getirdi: Enfes, süperrop, fevkalâde, harikulâde: Aferin bu kadına, yalnız modellerdeki incelikleri kavramakla kalmıyor, vücutların hususî teşekküllerini de anlıyor, makasında bir sihir, büyü, efsun var. Memnunum, çok memnunum... Sabahleyin Fahrünnisadan dönerken Şerefe rastgeldim, perişan, dağınık, şaşkın bir halde idi, telâşla anlattı:
    -Nezle oldum, eczaneden mentol aldım.
    -Nezle o kadar korkulacak şey değil!...
    -Evet ya...
    Elimi sıkarak süratle ayrıldı. Zavallı şair, ben onun nezleden niçin bu derece ürktüğünü anlamıyor değildim, adeta büyük bir bayramın arefesinde, sesile muvaffakiyet temin edecek bir gencin nezle olması sahiden felâkettir. Benim nezlem filân yok. Ah! Unutuyordum yeni iskarpinlerimin içine biraz kalın kağıt geçirmek lâzım, çünkü ayaklarıma biraz bol geliyor. Zarar yok, iskarpinler büyük olsun, ayaklar olmasın da... Bir de lavanta alacaktım: "Bir gün gelecek ki..." almalı. Ne güzel isim, bir gün gelecek ki... Bir gün gelecek ki... Kafir ecnebiler, fabrikacıları bile şair insanlar, bir gün gelecek ki... Yani vaid, ümit...
    Nedense, Macidenin düğünü bana, Şevki beyle nişanlanmaktan ziyade heyecan veriyor. Şevki beyle nişanlanmak, bizim eve Feraset dadının arasıra uğraması kabilinden, küçük, küçük, basit, sade bir şey... Fakat şaka değil, nihayet bu Şevki bey bizim eve gelecek, fesini ceketini bana süpürtecek, elbiselerini ütületecek, ihtimal ki kalemdeki yazılarını da yazdıracak, bana dertlerini açacak, ihtiyaçlarını anlatacak, bazen kızacak,
#16.07.2008 19:06 0 0 0