Depresyon: Öğrenilmiş Çaresizlik
Depresyon, yaşadığımız olumsuz deneyimler sonrasında, bazan da belirli bir neden olmaksızın yaşamdan aldığımız zevkin, geleceğe dair umutlarımızın ve yaşamdan beklentilerimizin azaldığını veya tükendiğini hissettiğimiz çökkün ruh hali.
ÖğrenilmiÅŸ Çaresizlik Kuramı 1970′lerde yaptığı öğrenme deneyleri sonucunda Martin Seligman tarafından ortaya atıldıktan sonra bugün de halen depresyon modellerinde büyük rol alıyor. İlk önce, davranış laboratuarının kapısını aralayarak deneyin orijinaline bir göz atalım isterseniz. Seligman, deneyinin ilk yarısında denek olarak kullandığı köpekleri sürekli ama kısa aralıklarla ÅŸiddetli elektrik ÅŸoklarına maruz bırakıyor. Laboratuardaki köpekler, maruz kaldıkları ve daha da önemlisi engelleyemedikleri bu ceza karşısında çaresizlik geliÅŸtiriyorlar. Daha sonraysa, deneyin ikinci ayağına oluÅŸturan klasik kaçınma eÄŸitimine geçiliyor. Normal ÅŸartlar altında, bu eÄŸitim sırasında kutucuklardan birinin zeminine uygulanan elektrik ÅŸoku zil, ya da bir ışık kaynağıyla beraber koÅŸullandırılarak hayvanın diÄŸer kutucuÄŸa zıplaması ve elektrik ÅŸokundan kaçınması öğretiliyor.
Ancak Seligman’ın köpekleri, ilk etapta ÅŸoku engelleyemeyeceklerini öğrenerek çaresizlik geliÅŸtirdiÄŸinden, ikinci aÅŸamada düzenek zıplayarak karşı tarafa geçebilmelerine ve ÅŸoktan kurtulabilmelerine el vermesine raÄŸmen kontrol grubundan farklı olarak bu davranışı geliÅŸtirmeyi öğrenemiyorlar. DiÄŸer bir deyiÅŸle, çaresizlik, kaçınma davranışını inhibe ediyor.
Şimdi isterseniz, bu çalışmanın depresyon modellerine yansıyan karşılıklarını irdeleyelim. Sürekli ve şiddetli elektrik şoklarını hayatımızdaki stres unsurları olarak düşünebiliriz. Okul ya da iş ortamındaki olaylar, sosyal çevreyle yaşadığımız çeşitli sorunlar bizleri sürekli olarak sıkıntı ve üzüntüye sokabiliyor. Tüm bunlar birikim yaparak depresyon belirtilerini tetikliyor.
Günlük hayatımızda karşılaştığımız pek çok sorun bizleri sürekli olarak sıkıntı ve üzüntüye sokabiliyor.
Başlarda sıkıntılara karşı koymaya çalışsak da, birikim yapmaya devam ettikçe çaresiz olduğumuza ve onları engelleyemeyeceğimize inanmaya başlıyoruz. Kontrolsüzlük hissi hayattaki hemen hemen tüm aktivitelere karşı ilgimizi kaybetmemize ve onlardan aldığımız zevki azaltmaya başlıyor. Öğrenilmiş çaresizlik çalışmalarında hayvanlar travmatik durumlarda hayatlarını bile yitirebiliyorlar. Araştırmacılar, depresyon sırasındaki ölüm ve intihar düşünceleriyle laboratuarlardan çıkan bu sonuçlar arasında da ilgileşim kuruyorlar. Diğer bir deyişle depresyon, öğrenilmiş bir çaresizlik olarak da tanımlanabiliyor.
DEPRESİF SIKINTILAR KÜLTÜRLE ŞEKİLLENİYOR
Gözlerimiz kapalı, parmaklarımızı bir dünya haritasının üzerinde gezindirip rasgele duraksatalım. SeçtiÄŸimiz o bölgeye ait yerli halk, depresyonu bir hastalık olarak tanımıyor bile olsa, o halk içinde depresif belirtiler gösteren bireylere rastlama olasılığımız oldukça yüksek. Çünkü depresyon ya da benzer türevleri her kültürde gözlemleniyor. Kültürden kültüre farklılık gösteren ise yalnızca bu sıkıntının kiÅŸi tarafından nasıl görülüp deneyimlendiÄŸi. ÖrneÄŸin, Nijeryalılar içinde bulundukları durumu “beynimde karıncalar yürüyor” gibi deyimlerle tanımlarken, Çinliler sinir yorgunluÄŸu yaÅŸadıklarını ve kalplerinin sıkışıp ağırlaÅŸtığını dile getiriyorlar. Bu farklılığa genel hatlarıyla bakacak olursak, Batı kültürleri depresyonun kendi içlerinde çekirdeklendiÄŸini düşünme eÄŸilimindeyken geleneksel Asya toplumları, üzüntü gibi sıkıntı uyandırıcı duygusal durumların dış dünya kaynaklı olduÄŸuna inanıyor.
Peki, tüm bu örneklerden varacağımız çıkarım depresyona dair öznel deneyimlerin kültürler arası bir fark mı gösterdiği acaba. Yanıtımız, evet gibi görünüyor. Çünkü bireyselciliğin yaygınlaştığı toplumlarda depresyondan şikâyetçi olan kişiler içlerindeki çaresizlik, umutsuzluk, suçluluk ve kendine güvensizlik hislerine vurgu yaparken, daha az bireyselci toplumlar yorgunluk, iştah kapanması, hareketlerin yavaşlaması gibi davranışa yönelik belirtilere odaklanıyorlar.
Depresyonda yoÄŸun olarak deneyimlenen “suçluluk” hissi ise 16. ve 17. yüzyıllara deÄŸin bu hastalığa ait bir belirti olarak ortaya konmuyor. AraÅŸtırmacılar, Endüstri Devrimi ile beraber adı depresyonla beraber anılmaya baÅŸlayan suçluluÄŸun fark ediliÅŸindeki bu gecikmenin doÄŸal olduÄŸunu söylüyorlar. Teknolojideki geliÅŸim, beraberinde sosyal yapıda da farklılaÅŸma getirerek bireyselleÅŸme sürecine salık veriyor ve bireysel sorumluluk ön plana çıkıyor. Bireysel sorumluluktaki bu öne çıkış, olumsuz sonuçlar karşısında bireysel suçluluk duygularını da tetikliyor.
Sonuç olarak, tüm bu örneklerde de gördüğümüz gibi, kültür bir hastalıktan duyduğumuz sıkıntıyı hangi kelimelerle, nasıl ifade edeceğimizi etkilemekle kalmayıp, fiziksel deneyimlerimizin niteliğine bile yansıyabiliyor.
Alıntıdır