Biz hacca gidiyoruz

Son güncelleme: 22.10.2008 03:19
  • noimage


    Biz hacca gidiyoruz. Peki, hacc bize nasıl geliyor?

    Hac yolculuğu keskin sınamalardan geçtiğimiz kocaman bir gelişim fırsatıdır. İncelip incelip de varlığımızdan koptuğumuz, çoğalıp çoğalıp varlığın kalbine taştığımız demdir haccımız. Hac kişiliğimizi de gözden geçirme fırsatı olabilir. Haccın rükünleri, yeni bir kişilik inşa eder içimizde.


    Niyet: Hacca niyetlenmekle, o zamana kadarki bütün niyetlerimizden vazgeçiyoruz. Çevreden merkeze dönüyoruz; çokluktan biri varıyoruz. 'Lâ ilahe illallah" diyerek her birimiz çok niyetlerimizi bire indiriyoruz, birini tercih edip başkalarını terk ediyoruz. Öyleyse, tercih ettiğimiz Bir'i, terk ettiğimiz çoklar kadar çok sevmeliyiz. Bizi, yüzümüzden parmak uçlarımıza, saç rengimizden göz bebeğimize kadar "tek ve biricik" olarak var edip, çoklarını emrimize veren Rabbimize, o çokların çokluğuna kanmayacak bir sadelikte ve içtenlikte kul olmalıyız.. Bir'e olan sevgimizi çok etmeliyiz. Bir'e olan kulluğumuzu çoğaltmalıyız. Rabbimiz için terkettiğimiz çokları terkettiğimize hacca gitmek kadar çokça sevinmeliyiz.

    İhram: İhram, elbiselerimizden çıkmayı gerektirdiği kadar, takındığımız tavırlardan, benimsediğimiz hallerden soyunmayı da gerektirir. Kişiliğimizi sadeleştirmemizi, varlığımızı durulaştırmamızı ister. Sıfatlar erir, makamlar yıkılır, rütbeler sökülür ihramın içinde. Kategoriler iptal olur. Ayırımlar ve sınıflar geçersizleşir. İhram, önce "insan" olmaya çağırır bizi. "İnsan" olmakta, herkesle aynı olan yanımızı bilme, kötülük edebilir tarafımızı hatırlama, ölüme yakın halimizi fark etme saklıdır. Nasıl ki ihram bizi, sıfatlardan azade, sade birer insan olarak resmeder, "Müslüman" olarak da başkalarından üstün ve ayrı olmaya değil, herkesle bir ve birlikte olmaya teşvik eder. Mümin kardeşler olarak, başkalarının yanındaki sıfatlarımızı soyunmuş olarak birlikteyizdir. Kardeşlikte birbirimize karşı ünvanların, makamların, rütbelerin kârı yoktur. Neysek oyuzdur; öylece kabulleniriz birbirimizi. Zaaflarımızla, kusurlarımızla, eksiklerimizle yanımızda tutarız sevdiklerimizi. Öyle ki başkalarına aşikâr olmayan nice kusurlarımızla varızdır dostlarımızın yanında. Aslında, dostlukta ve kardeşlikte birbirimize karşı ihramlıyızdır. Öyleyse, birbirimizi hesapsız kabulleniyor olmalıyız. Yeryüzünde başka hiçbir şey olmasa, başka kimse kalmasa da, birbirimize razı mıyız? Elimizde hiçbir şeyimiz kalmasa da, hiçbir rütbemiz olmasa da birbirimizi değerli görüyor muyuz?

    Tavaf: Varlığımızın kulluk havuzunda eridiği demdir tavaf. Kâbe'nin etrafında herkes bütün yakınlıklarından soyunur, Rabbinin yakınlık çağrısında kaybolur. Çokluğun içinde, yatay düzlemdeki bağlılıklarımız çözülür, dikey düzlemde Rabbimizle irtibatlanırız. Rahmet-i Rahmân herkesi alnından tutup kalabalığın ortasından çeker ve huzurunda bir ve biricik eyler. Tavafın insan seli içinde tüm bağlarımız çözülür. Sonsuz bir tekillik kazanırız. İnsanların hepsinin gözü bir olan Kâbe'ye odaklıdır. Bir aradayızdır ama bir başınayızdır. Sanki "kimsenin kimseye fayda vermediği o hesap günü"nü tasvir ederiz. Eşler, dostlar, komşular, arkadaşlar, birbirleri için taşıdıklarını düşündükleri varlıklarını Bir Olan'a teslim ederler. Birbirlerine karşı yalnızlaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar. O demde cümle yatay sıfatlar iptal olur. Birbirimizin yanında ama birbirlerine bağlı olmayan "kul"lar olarak var oluruz. Tıpkı yan yana durup birbirlerine gölge etmeden göğe doğru yükselen ağaçlar gibiyizdir. Birbirimizi gölgelemeyerek, köklerimizin bağımsızlığını ve meyvelerimizin sonsuzluğunu fark ederiz. İşte bu hal, ilişkilerde insanların birbirlerini tüketmeleriyle sonuçlanan "yakınlık suistimalini" gözden geçirme zamanıdır. Kardeşler, eşler, dostlar, arkadaşlar birbirlerine Yaratan'ın hediyesidir; Yaratan izin vermeseydi birbirimizle yan yana olamazdık. Bedenimizi ve nefsimizi elinde tutan Mâlik-ül Mülk'ün izniyle ancak etkileşime girer, iletişim kurar, ilişkiler sürdürürüz. O'nun izni ve takdiri olmasaydı, ne kendi iznimiz, ne ailemizin izni, ne devletimizin izni bizi birbirimize yakın etmeye yetmeyecekti. Şu halde, biz birbirimize Rabbimize "kul" sıfatıyla yakın olduk; Rabbine "kul" olanı kendimize "kul" ve
    "köle" edinme hakkına sahip değiliz. Rabbimize "kul" olana da "kul" ve "köle" olmak zorunda değiliz. Başkasına kul olmamakla başkalarından özgürleşiriz, başkalarını kul etmekten vazgeçerek kendi bencilliğimizden özgürleşiriz. Varlığımızı "Ben-Sen" ekseninden, "kul-Rabb" eksenine taşırız. Bir kez daha anlarız ki, diğer insanlarla alışverişlerimizde aslında Rabbimizle alışveriş halindeyiz. Diğer insanlar üzerinden ilişkilerimiz aslında Rabbimizle ilişkimizi izlemekteyiz. Ne gelirse O'ndan gelir, ne verirsek O'na veririz. Fakat ne yazık ki, her insanı, her eşyayı karşımıza Rabbimizin bir kasıtla koyduğunu, bizi onunla sınadığını unuttuğumuzda, yakınlıklarımızı öylesine yorumluyoruz ki, örneğin "o benim her şeyim nasılsa!" diyerek eşimizle aramızdaki kul haklarını ihlal edebiliyoruz. İki kul arasında olması gereken saygı mesafesini sevgimiz adına yok ediyoruz. Bize uzak ve "başkası" olanlara gösterdiğimiz saygıyı yakınlarımızdan esirger hâle geliyoruz. Bu durum, en çok da sevgiyi yaralıyor; bir süre sonra uğruna saygı ve mesafeyi kurban ettiğimiz sevgi de gereksiz ve yersiz hale geliyor. Sevgiyi besleyen iltifatlar, gönül almalar, takdirler yerini yersiz eleştirilere, gönül kırmalara bırakıyor. Oysa, nezaket, saygı ve mesafe üzerinden inşa edilir. Sevgi tek başına nezaketi beslemez. İşte tavaf anında, yanmızda bize ait olmayan, ama bizim yanımızda-kendi tercihiyle-duran "kul"lar olduğunu hatırlarız, herkesle ve herşeyle, yeniden saygılı ve sevgili bir ilişki başlatıyoruz. Kâbe'yi bize sevimli kılanın dostlarımızı da sevimli kılan olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Kalbimizin kıblesini kardeşlerimizin kalbine yöneltiriz.. Kâbe hürmetinde bir "kul"un sırf Rabbi izin verdiği için, sırf kendisi tercih ettiği için yanımızda ve yakınımızda durduğunu hatırlarız.

    Sa'y: Hz. Hâcer'in telaşı ve teslimiyetine denk düşer Safa-Merve arası. Çaresiz ve yalnız bir kadının, rütbesiz ve makamsız bir insanın çölün kumları arasındaki hal duasını canlandırır hacılar. Her birimiz kocaman bir Hacer silüetini tamamlarız sa'y sırasında. Hiçbir engebesini ve köşesini tahmin edemeyeceğimiz bir çöl gibi değil mi hayatımız? Bütün ilişkilerimiz, özlemlerimiz, hüzünlerimiz, hasretlerimiz, hayal kırıklıklarımız, sevinçlerimiz, coşkularımız, umutsuzluklarımız, pişmanlıklarımız, en nihayet, kalpler arasında bir koşuşturmadır. Emin olduğumuz tek şey kalplerin birbirine bakışındaki içtenliktir. Kalpleri birbirine ısındıran Rabbimiz, kalpler arasında koşuşturabileceğimizi, şaşkın kalabileceğimizi, çaresizliğe düşebileceğimizi hatırlatır bize. En azından iki kalbin, cümle tensel kaygıları silerek, bütün dünyevi tartıları hafifleştirerek, birbirine sonsuz aynalar gibi duru ve berrak bir bakış sağlayabilmesi, bu dünya çölündeki tek "zemzem"si serinlik umudumuzdur. Yeter ki, kalpler bir Hacer coşkusuyla birbirine doğru koşsun, bir Hacer sabrıyla eli boş döndürüldüğü köşelerden yeni umutlarla hareket edebilsin. Ancak o zaman muhabbetin zemzemini dudaklarımıza ve kalplerimize taşıyabiliriz.

    Vakfe: Sabahtan akşama, akşamdan sabaha bir koşturma içinde geçiririz ömrümüzü. Sürekli koşmak önerilir bize. Her anımız yetişme/yetişememe bıçağının sırtında kalır, bin parçaya bölünür. Bir yerlere, bir şeylere yetişiriz yetişmesine ama, kendimizle buluşamayız bir türlü. İç huzurumuzu, ruhî dinginliğimizi, kalbî doygunluğumuzu, bir şeylere sahip olmak, bir yerlerde bulunmak, birilerinin yanında/tarafında/yakınında yer almak diye tarif ederken, bir türlü hızına yetişemediğimiz bir amansız koşu bandı üzerinde buluruz kendimizi. Huzur referanslarımızın hepsini gelip geçici "öteki"ler, vurdumduymaz "başkaları" üzerine kilitleriz. Sanki kendimiz olmaktan kaçar gibiyizdir. Burada "aziz" bir misafir olduğumuzu unuturuz. Kendimizi gündelik hesapların sığlığına zincirleriz. Varlığımızı çok şeye sahip olmanın terazisinde tartarız. Yeryüzündeki gölgemiz gelip geçerken, niyetimizle, kulluğumuzla sonsuzluğu inşa ettiğimizi aklımızdan çıkarıveririz. Haşir Sûresi'nde hatırlatıldığı gibi, "taş'ı unutan insana, taş' da kendisini unutturur." Kendisini unutan biz insanların, kendini yeniden hatırladığı, varlığını Rabbine göre yeniden tanımladığı bir duruluş/duruş mekânıdır Arafat.. Dünyanın telaşlarının dindiği, kalbimiz üzerinde yanıp duran hırs ve haset ateşlerinin söndüğü demdir vakfe... İlk defa, açıktan ve net olarak, Rabbimiz tarafından varlığımızın "onaylandığını" hissedecek bir iç yolculuğun eşiğine taşır bizi Arefe...


    Müzdelife: Ben'imizi sivrilte sivrilte başkalarına batırmalarımızın sona ermesinin umulduğu/beklendiği yer Müzdelifedir. Müzdelife, mekân ismidir aslında. Müzdelife'de yerine getirdiğimiz hacc rüknünün adı "Meş'ar"dır.. Şuurlanmaya denk gelir Meş'ar.. Mahşer kalabalığının ortasında, gecenin koynunda çaresizliğimizi ve yalnızlığımızı hissettiğimiz o an, varlığımızın kırılgan yanlarını yeniden hatırlatır bize. Tevazu halini kuşanmak, alçakgönüllülüğü baştan kazanabilmek için, kendi zavallılığımızla tanışma yeri olmalıdır Müzdelife..Böylece ilişkilerimizi sıfırdan başlatabilir. Bize yapılan her iyiliği, hakettiğimiz bir şey olarak değil de bir sürpriz olarak okumaya başlarız. Sevdiklerimizin varlığını onların mecburiyeti olarak değil de, bize sürekli ve ısrarlı iltifatları olarak görmeye başlarız. Her yeni günü sıradan bir gün değil de, yine, yeni, yeniden verilmiş, hak ettiğimiz değil-hakkını vermemiz gereken bir fırsat olarak değerlendiririz. Varlıkla sözleşmemiz tazelenir. Yeni doğmuş bir bebek heyecanıyla bakarız âleme. Üzerimizdeki sonsuz merhameti ana sütü gibi ak ve pak tatmaya başlarız. Etrafımıza borçlu olduğumuz şefkati de bir anne gibi gönüllü olarak vermeye hazırlanırız. Şuurlanırız; yeni baştan varlığın içine buyur edilmiş gibi yaşamaya başlarız.

    Şeytan Taşlama: Sembolik anlamıyla, hep yanımızda duran ama bizden yana olmayan şeytanla ilk defa "karşı karşıya" durma yeridir burası. Duygusal anlamıyla, hep bize düşmanlık eden ancak üzerimizdeki hâkimiyetini kendi varlığını bile unutturacak/inkâr ettirecek denli sinsileştiren şeytanın varlığını ilk defa nefes nefese hissettiğimiz yerdir burası. Şeytana taş atmak, şeytana tavır almak demektir. Şeytana taş atmak, şeytana uyan yanlarımızı o taşla birlikte uzağa savurmak demektir. Şeytana taşmak atmak, içimizde en az yedi tane "kötülük" bulup, sancıyla da olsa, hepsini o "şeytan"lara iade edip, orada bırakarak eve dönmek demektir. Böyle oluyor mu gerçekten? İçimizden kaç tane kötülüğü seçip de kendimizden uzaklaştırıyoruz?

    Kurban: İbrahim(as) için en sevimli olan İsmail(as) idi. Bizim de nice İsmail'lerimiz vardır. Sevgisinin Rabbimizden geldiğini unuttuklarımız var. Sevdirenin Rabbimiz olduğunu unuttuğumuz sevdiklerimiz var. Sevgilerinin Rabbimizin üzerimizdeki sevgisinin bir gölgesi olduğunu unuttuğumuz sevenlerimiz var. İşte kurban o unuttuklarımıza bıçak çekmek demektir. Unuttuklarımızı kurban edip, yeni hatırlamalarla hacdan dönmeye var mıyız? Eğer böyle olursa, sevdiklerimiz bize, tıpkı İbrahim'e(as) İsmail'in (as) bağışlanması gibi yeniden ve ebediyen bağışlanacaktır. Onları daha çok seveceğiz, onlarla daha çok sevineceğiz, onlarca daha çok sevileceğiz. Sevenin de, sevdirenin de, sevilenin de O olduğunu bileceğiz. Aşklarımızı hiçbir ayrılık bıçağı kesemeyecek. Ölüm bile aşklarımızın boynuna yara açamayacak... Kurbanın sırrıyla, daha çok sevilerek, sevinerek, severek, gerçek bayrama erişiriz.
#22.10.2008 03:19 0 0 0