Yaban otlarının arasında sıkışıp kalan papatya kadar acı ve huzursuz kılıyorsun tahtadan parmaklarımı...
Oysa iki öykü vardı hep dilimizde, iki kısacık yaşam çizgisi. Sağdan düşen parmak izlerim dolaşırken içimin en akılsız ezgilerinde, özgürlüğüm silkelenirdi sanki her dokunduğunda tenime.
Şimdi her vurduğunda gözlerin sabahın üzerine, şimdi her düşündüğünde parmak uçlarımdan sana inen sokakları; sakın eski bir ihanetin hatrına düşme yine yollara...
Sakın yapma bunu. sakın yapma... sakın yapma... Sakın.
Bir ömrün fedaisi uyuyakalır en olunmadık bir zamanda, düşer kale, gül dikenleri papatyaları kandan kaderlere hapsedip kızıl topraklara vurur ne varsa istilacılar.
Dedim ki inan, bir gün gelecek atlılar düşünden
Dedim ki inan, sabah olmadan kapın çalacak karanlıktan, iki çocuk sesi karışacak sonra sana, vurulacaksın ardından, gök yerle bir olacak vebali boyunun erişemediği zamanından.
Dedim ki inan, soyun kuruyacak şerhin gazabından...
Şimdi bir intihar sesidir her bir nota, ve her dokunduğun yer. Uzun yollar ve yolsuz korkuluklar.
dedim ki; kal, dedimki; senin için dilim kahpeliğe lâl...
Şimdi dinlen bakalım, şimdi sensin haramdan hidayete ermiş bütün helallerimde ihtilal. Ne secdedir sana bu yollar ne de tuttuğum oruçlar...
Dedim ki, bir ömür aradığım sensin diyar diyar...
Şimdi sen bir gelincik gibi düşlerimden akıyorsun ölümsüz yâr...
Sloganı susmuş bir yürüyüşün adımları düşüyor kaldırımlara. Yorgun tuşlar bir bir ölüyor, bak...