Almanya Rüya Ülkeydi

Son güncelleme: 06.01.2009 08:09
  • noimage

    Türk işçilerinin Almanya'ya gitmelerinin 40. yılı yaşanıyor. Ancak 40 yıl önce sadece işçiler için değil bütün Türklerin gitmek, görmek ve eğitim almak istedikleri ülke idi Almanya. Yani bir zamanlar Almanya, 11 Eylül öncesinin Amerikası gibiydi.

    Henüz fikren emeklemeğe başladığım dönemlerde büyüklerimiz İngilizci, Amerikancı, Alamancı idi ama Türkiye taraftarı değildi. İhtimal yabancı ülke hayranlığı, eski tabirle muhipliği, belki de bir bakıma Türkiye'den yana olmaktı! Onlar, başlarda da belirttiğim gibi büyüklerimiz, ayakta kalabilmek için ancak bu saydığım ülkelerden birinin yandaşı olmakla mümkün olabileceğini sanıyorlardı. Birinci Büyük Savaş sırasında da Yunanlıların, İstanbullu Rumların bir çatı altında birleştikleri Etnik-i Eteria cemiyetleri bulunuyordu.
    Ermeniler de keza yine birlik ve beraberlik içinde olmak için çeşitli dernekler oluşturmuşlardı. Bunlardan gregorienler, Dr. Rıza Nur'un iddiasına göre "kuyruksuz" yan'sız Ermeniler aslen Türk soyluydular. Elbette bunu kesin şekilde bilmek mümkün değil. Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa'nın yardımcılığını yapan araştırmacı Rıza Nur, böyle diyorsa belki böyle olabilir!
    Almanya'ya 50 saatte gidiliyordu
    noimage
    Sözün özü, Türkiyemizde yabancı muhipleri adeta cirit atıyorlardı. Bunların pek çoğu köşe başlarını da tutmuşlardı. Ne muazzam bir dalga, ne muazzam bir propagandadır ki, genç olduğumdan ben de etkilendim. Son Posta Gazetesi'nde çalışırken Almanya'ya gitmenin yollarını aradım. O dönemlerde Almanya'ya trenle 50-55 saatte ve banliyo koltuklarına havi vagonlarla gidilebiliyordu, bacakları uzatmak dahi mümkün değildi.
    Biz, 4 kardeştik, babam rahmetli varlıklıydı ve ben de Türkiye Vücut Kralı, Milli Halterci, güreşçi, sözün kısacası sosyal yaşantımda hayli popüler bir gençtim. Ne var ki bir defa "şarbon" hastalığı gibi Alamanya tutkusu kanıma girmişti.
    noimage
    Ne yapacaktım edecektim, Alamanya'ya gidecektim. Sonunda bunun da yolunu buldum. Galatasaraylı basketbolcular İstanbul'dan Amsterdam'a kadar otobüsle uzanacaklardı. Gazetecilerden o dönemde gidiş-dönüş sadece ve sadece bin Türk Lirası talep ediliyordu. Galatasaray Basketbol Şubesi Genel Kaptanı Avukat Süha Özgermi'ye 800 lira verdim, geri kalanını dönüşte kendilerine teslim edecektim. Tek gidiş 5 yüz liraydı ama ben bir süre dönmeyip Almanya'da kalacağımı söylemek istememiştim.
    Bizden vize istenmezdi
    Parayı denkleştirmiştim ama pasaport nasıl alacaktım? 27 Mayıs İhtilali ortamında İstanbul 4. Şubesi'nden pasaport verilmiyordu, bu seyahati gerçekleştirebilmek için Ankara'ya gittim. Son Posta Gazetesi'nin Ankara Temsilcisi Attila Onuk'tu. Onun, Ankara'da yapamayacağı bir iş yoktu. Kendisini bulup konuştum, bazı tavsiyelerde bulundu ama akşam büyük bir rastlantı sonucu uluslararası hakemlerimizden Cezmi Başar'ı gördüm. Ona da Almanya'ya gitmek istediğimi, en kısa şekilde nasıl pasaport temin edebileceğimi sordum. Cezmi ağabey, güldü: "Bu da sorun mu?" dedikten sonra ekledi: "4. Şube Müdürü Mehmet Akzambak'tır. Bu arkadaşımız koyu Beşiktaşlıdır. Yakana Beşiktaş rozeti tak ve Pasaport Şube Müdürlüğü'ne git, işin hemen hallolur."
    Alman propagandası
    Cezmi Başar'ın dediğini yaptım, en fiyakalısından bir Beşiktaş rozeti bulup, peto cebinin üstüne iliştirerek 4. Şube Müdürlüğü'nden içeri girdim. Mehmet Akzambak, tıpkı Cezmi Başar'ın dediği gibi bana son derece yakın davrandı ve hiç bekletmeden de, evraklarım hazır olduğundan pasaportumu aldım. 40 yıl önce Almanlar Türklerden vize talep etmiyorlardı. Şimdilerde yurt dışına çıkmak isteyenler kapı-kapı dolaşıyor ya da seyahat şirketi ilgililerine dünyanın parasını ödeyip de "vize" alabiliyorlar.
    1960 yılında Almanya'nın kapıları Türklere alabildiğine açıktı. 27 Mayıs İhtilali'nden hemen sonra İstanbul'dan bir otobüse binerek rüyalarımın ülkesi (elbette olağanüstü propaganda Almanya'yı benim gibi milyonlarca Türkün rüyalarının ülkesi yapmıştı) Almanya'ya doğru yola çıktım. Bulgarlar, Yugoslavlar ve de Avusturyalılar kafilemizi saygıyla selamlayıp "vizeniz var mı yok mu?" diye sormadan bizi ülkelerine buyur ettiler.
    Kafilede yer alan dostları şöyle bir düşünüyorum da çoğunu geçen zaman içinde elbette hatırlamıyorum: Prof. Dr. Ali Uras ekip şefiydi. Avukat Süha Özgermi, bugün "Dünya Güzellik Yarışmaları" ile ilgilenen Süha Özgermi, o dönemde Avusturya ordusunun mensuplarının "iç giyimleri"ni, çoraplarını temin eden kişiydi ve çok varlıklıydı.
    Şube Kaptanı Savan Zorlu ile Şamil adlı basketbolcumuz, Gümülcine'ye geldiğimizde coşku ile karşılandılar. Gümülcine kentinin ana meydanı o akşam Türklerle doluydu ve bize sessiz ve sakin ama yürekten hoşgeldinde bulunmuşlardı. Avusturya'da Hitler'in doğduğu evin "Kartal Yuvası"nın her tarafı karla kaplıydı. Bu evin önünde alabildiğine akrobasi hareketleri yapmıştım. Yıllar sonra Savan Zorlu: "Senin hareketlerini filme almıştım, istediğin zaman gel birlikte izleyelim" dedi ama hâlâ bu gözlem için vakit bulamadım.
    1 Türk Lirası 2.80 Mark

    noimage
    ALMANYA'DA TÖRENLE KARŞILANDILAR- 40 yıl önce Almanya'ya çalışmak için gidecek olan Türk işçileri ilk sözleşmelerini Tophane'deki İşçi Bulma Kurumu'nda yapıyordu. O dönemde işçilere ihtiyacı olan Almanya'ya trenlerle giden Türk vatandaşları büyük törenler ve sevgi gösterileriyle karşılanıyordu...

    Şimdi yavaş yavaş Alamanya'ya giriyoruz. Öylesine heyecanlıydık ki, Salzburg'a ulaştığımızda otobüsümüzde bulunan Süleyman Ağabey adındaki beyaz saçlı bir Galatasaraylı verilen moladan yararlanarak Salzburg Oteli'ne gidip bir kahve içmişti. Döndüğünde macerasını bize anlatmıştı: "Beyler, sadece ve sadece bir fincan kahve içtim ve tam 200 Avusturya Şilini ödedim."
    Süleyman Amca'nın anlattıkları herkesin adeta dudaklarını uçuklatacak türdendi. Bir Avusturya Şilini 100 bin lira olduğuna göre demek ki bu sıralarda aynı otelde Süleyman Amca'nın 40 yıl önceki keyfinin bir benzerini yaşamağa çalışsam o günkü meblağın en az 100 mislini ödemek gerekecekti.
    Hitler'in Kartal Yuvası
    Güle-oynaya, Hitler'in doğduğu ve Kartal Yuvası olarak adlandırılan eve baka-baka Alamanya sınırlarından içeri girdik. Vakit, gece yarısını hayli geçmişti. Profesör Dr. Ali Uras, Avukat Süha Özgermi, yönetici Savan Zorlu gibi basketbolcu arkadaşlarımdan Yavuz Demir, Dr. Tuğrul Demir, Özer Salnur ve Ünal Büyükaycan'a "Alamanya'ya, Heidelberg yakınlarına geldiğimiz an otobüsten ineceğimi" söylememiştim. Salzburg Kapısı'nda gümrük işlemlerimiz birkaç dakika içinde tamamlandı. Türkler, o yıllarda itibarlı konuklardı. Heidelberg'e doğru yola vurmuştuk ki, Avukat Süha Özgermi, otobüsün arka koltuklarından öne doğru bağırdı: "Beyler, beyler! Şu anda Almanya topraklarına ayak bastık. Bu bir rüya değil, inanmıyorsanız bir yerlerinizi cimcikleyin!"
    Bir TL 2.80 DM idi
    İşte Alamanya, o dönemlerde böyle bir rüyaydı. Paraları da bizim paramız karşısında doğrusu beş para etmiyordu. 1 Türk Lirası 2.80 DM gibi birşeydi! Bir Türk Lirası'na 2.80 Alman Markı alabiliyorduk. Gümülcine'ye vardığımızda ise 1 Türk Lirası'na tam 5 Drahmi vermişlerdi. Şimdi ise tek Yunan Drahmi'si alabilmek için tam 4 bin liraya yakın ödeme yapmamız gerekiyor. Banka soygunları, kredilerin geri ödenmemesi, batakçıların adlarının sır gibi saklanması Türkiyemizi ne hale getirdi.
    Gece yarısı saat 00.2 civarında bir tabela gördüm: "Heidelberg-giriş" yazıyordu. Hemen otobüsün durdurulmasını istedim. Yıllardan beri Varan Turizm'in sahibi olan arkadaşımız 1960 yılında işte bu otobüste şofördü! Durdu. İndim. Prof. Dr. Ali Uras, Almanca'dan beni imtihan etmeden bırakmadı. Bütün sporcular çevremi kuşatmışlardı. İmtihandan yüzümün akıyla çıktım. Onlar, Amsterdam'a gideceklerdi...
    Heidelberg Giriş tabelasından içeri doğru yola vurduğumda sadece bir sırt çantam vardı. Herhalde 10 kilometre kadar yürümüş olmalıyım. Bir otele yerleştiğimde hiç unutmuyorum, önce kahvaltı etmiş, sahanda 3 yumurta yemiş, çay içmiş ve bir gecelik kahvaltı, yatak ücreti olarak sadece ve sadece 30 DM ödemiştim.
    Güzel bir uyku çektikten sonra saat 14.00 sularında otelden ayrılıp tanıdığımı, oralardaki tek yakınımı aramağa koyuldum. Adı: Ali Hamza Öztürk'tü. Orient Teppish İmport (Halı Mağazaları) vardı. Frederik Anlage 72 numaralı mağazasını bulup içeri girdiğimde Ali Hamza Öztürk Beyi gördüm, bir halının üstüne uzanmış, sökük-bozuk yerlerini arıyordu ki, hiçbir şey söylememe meydan vermeden "Bana yardım eder misin?" dedi. Bir koşturmaca, bir koşturmacı onbeş-yirmi halı bir kamyonete yüklendi ve yakınlardaki bir eve gidildi. Evsahibesi bizleri güleryüzle karşıladı. Halıların biri salona serildi, diğeri alındı, evin hanımı 2 halı beğendi. Bu halılar orada bırakıldı, ne çek, ne senet, ne para!
    Dönüş yolunda Öztürk benimle konuşmağa başladı: "-Neden Almanya'ya geldin?" Ona, Almancamı ilerletmek istediğimi, ayrıca Heidelberg Üniversitesi'nde okumayı arzuladığımı, ancak böyle bir imkan sağlanamayacaksa geri döneceğimi söyledim. Bana hiç nefes almadan: Buranın en önemli gazetesi Frankfurter Algemaine ve bu gazete 100 sayfadır ve bu büyük iletişim organının en azından 75 sayfası "İşçi Aranıyor" ilanlarıyla doludur. Senin bana bir yükün değil, yararın olur" cevabını verdi.
    Ali Hamza Öztürk, Enver Paşa tarafından Almanya'ya gönderilmişti. Kendisinden 50 yıl hiç haber alınamamıştı. Darmstad Üniversitesi'ni bitirmiş ve daha sonra da oralarda kalmıştı. Zaman zaman bana: "50 yıldan beri Almanya'dayım ama asla ve asla Türklüğümü yitirmedim, bak, hala Türk Pasaportu taşıyorum" derdi.
    Son Posta'ya yazılar
    Bu harika büyüğümle, ana tarafından dayım olan bu değerli dostla birlikte sayısız anılarım oldu. Onların hemen tümünü bir yana bırakarak şimdi Türklerin Almanya'ya göç etmeğe başlamalarına geliyorum:
    Öztürk, daha beni ilk gördüğünde doğruyu söylemişti. Frankfurter Algemaine gazetesini alıp bakıyor ve 100 sayfalık gazetenin en az 75 sayfasında işçi aranıyor ilanları ile karşılaşıyordum. Heidelberg Üniversitesi'ne giderken 1960 yıllarında Son Posta'nın yönetimi Çetin Emeç'teydi. Gazetenin Genel Yönetmeni yıllarca Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreterliği yapan Mustafa Yücel'di. Ben, boş durmuyor, sürekli Emeç'e Heidelberg'ten yazılar postalıyordum. Son Posta'nın Spor Müdürü, Osmanlı İmparatorluğu'nun PTT Nazırı'nın oğlu, Sorbon'da okumuş, Dünya Edebiyatı'ndan tercümeler yapmış olan Adnan Fuat Aral'dı. Adnan Ağabey, devasa bir yapıya sahipti ve tıpkı Nazım Hikmet'in "O, mavi gözlü bir devdi/Minnacık bir kadın sevdi" şeklindeki tasvirine benzer şekilde ufak bir Fransız hanımla evliydi.
    Mutluluk veren imza
    Türklerin Almanya'ya göçe başladığını, Almanya'da sınırsız iş imkanları olduğunu Çetin Emeç'e yazıp durdum. Aradan 10 ay geçip İstanbul'a döndüğümde Çetin Emeç beni büyük bir yakınlıkla karşılamıştı. Baktım, yazılarımın çoğunu "Günün Makalesi" başlığı altında ikinci sayfadan kullanmıştı. Henüz 20 yaşlarında bir gazeteci idim ve Son Posta gibi politik ağırlığı olan bir gazetenin ikinci sayfasında "Günün Yazısı" başlığı altında makalelerim yayınlanmıştı. Bu yazıları görünce duygulandım. Çetin Beyle yaptığım görüşmeden sonra Spor Servisi'ne uğramıştım. Adnan Fuat Aral, Spor Müdürümüzdü ya, o da beni hasretle kucakladı, sonra yurt dışında bulunduğum dönemlerde Heidelberg'ten postalamış olduğum yazıları aramağa başladım. Bu yazıların çoğunda "Adnan Fuat Aral" imzası vardı. Bunları ben yazmıştım ama Adnan Ağabey, kendi imzasını atmıştı. O zaman hiç sesimi çıkarmadım, hatta bundan büyük bir mutluluk da duydum: "Dünya Edebiyatı'ndan Türkçemize sayısız tercümeler yapan, ustam, ağabeyim Adnan Fuat Aral, benim yazdığım makalelere hiç dokunmadan kendi adını koyduğuna göre "bu meslekte, spor yazarlığında bana ekmek var" diye düşündüm.
    Nereden nereye geldik!
    O dönemlerde Alamanya'ya giden (Anadolu insanı genellikle Almanya değil, Alamanya der) Türkler'in çoğu tuvalet bekçiliği, çöpçülük filan gibi işler yapıyorlardı. Şimdi, vakit bulup da oralara uzandığımda 2 milyon Türk'ün Alman bankalarında en az 100 Milyar DM'larının bulunduğunu, çoğunun mükemmel işler sahibi olduklarını öğrenip bu ülke insanı gibi onlarla ben de iftihar ediyorum. Ne var ki, para herşey elbette değil! Onların
    Türkiyemizle olan bağlarının koparılmaması için başta Kültür Bakanlığı olmak üzere hükümetimizin her birimine önemli görevler düşüyor. İkinci Büyük Savaş'ta bütün gençlerini yitiren Almanlar, sadece Türkiye'den değil, Avrupa'nın pekçok ülkesinden işçi aldılar, çoğaldılar, çöken ekonomilerini yeniden bir yıldız haline getirdiler. 40 yıl önce oralara giden vatandaşlarımızın torunlarını yeniden kazanabilmek dileğiyle...
#05.01.2009 10:59 0 0 0
  • Nerden Nereye.. O zaman kutlama yapilmis, bugünse ellerinden gelse bi kasik su da bogar bi cogu eminim. Ama duygular karsilikli sonucta..

    Te$ekkürler agbi, güzel bilgiler.. En cokta 1 Lira = 2,80 Mark mi$ he vay be
#05.01.2009 12:44 0 0 0
  • Rüya kabusamı dönüşüyor artık özer abi :)
#06.01.2009 08:09 0 0 0