Gölge Oyunu

Son güncelleme: 11.01.2009 17:24
  • Büyük küçük, tekil çoğul kavramlarının dışında var olduğu ruh içinde duyumsuzdu bedeni. Ne kendini görebiliyordu ne de başka bir varın varlığını. İleriki yaşam oyununda yüreğini yakacak olan yalnızlık duygusu olmalıydı bu.

    Varlığı var eden varın, varlık düşünün ilk yansımasında kendi yanılsamasıyla düştü, düş aynasına. Duyumsayabiliyordu kulağı, dokunabiliyordu kadife parmakları. Teklikten kurtulmuş, çoğul bir yaşam oyununun kuralsız kural girdabına sürüklenmişti bir anda. İlk duyduğu tiz ses gittikçe şiddetlenmiş, duyum eşiğinin dışına taşmış, kendi bildiğince yayılıyordu boşluğun sonsuzluğuna.

    Renkler evreninin görsel albenisi düşmüştü ketum perdelerine. En doyumsuz hazzı sınırsız yaşayabiliyordu. Hüzün denen karşıtlık, daha da bir değer katıyordu yeni zirvelere taşınmasına. Diğer bütün çelişkilerde de duyumsadığı gibi çelişkiler bir anda vara dönüşüyor, yeniden boyutlanıyor, bilgeliğin sınırlarını zorluyordu adeta. Galiba yaşam oyununun kendi gerçeğiydi bu. Bilinen gibi algılanan bilinmezliğin bitişine kadar, sürgit bırakmayacak gibi duruyordu yakasını.

    Düş perdesinin binlerce renk örüntüsünde tuhaftı birbiriyle çelişir gibi algıladığı duyguları. Umut umutsuzluk, güzellik çirkinlik, iyilik kötülük, aşk ve nefret gibi duygularla tanışmasındandı, anlam anlamsızlık arası heyecanı. Yanmayı bildiğince üşümeyi de öğrenmişti belleği ve hemen öğretmişti duru bedenine. Sevgi ve düş kırıklıklarından payına düşen kadarını da taşımıştı, dün, bugün, yarın zamansızlığına. Mekân mekânsızlık sarmalında beliren, ilişki ve çelişkiler yumağı olabildiğince ağırlaştırmıştı, dağarcığında dirhem dirhem biriken çile yükünü.

    Yaşam bilincinde ilk taptığı kadın oldu ana bildiği ve ana diye saldırdığı sütlü memesine. Yavrusunun üzerine titriyor, benzersiz tatta iksiriyle besliyordu doyururcasına. Ne tuhaf, en kısa sürede doyumsuzluğunu yeniden tadıyordu, beyaz yumuşak ve ılık bereketin.
    Acaba daha sonraki zaman aralıklarında da duygularını karmakarışık eden ürpertinin ilk denemesi miydi bu? Adı her ne olursa olsun sevebilme yetisi ile donanmış cömert akışların verdiği tokluktan mutluydu yüreğinin her çırpınışı.

    Uzayan karanlıklarını, hazzının zirvesinde taşırdı görkemli aydınlığına. Ama yok, karanlığını da sevmeli, sıklıkla aydınlık taşımalıydı ona da. Aydınlığına anlam katan, bu kadar sevimli kılan değil miydi karanlık? Hem en sessiz, en duru ve en üretken anları olmayacak mıydı duygusal doğurganlığının?

    Var olan bütün duyguları öğrenebiliyordu. Acı ve tatlının mayhoş izdüşümü akmıştı yanaklarına. Çiğdem yanağında çiy, kardelen dudağında karla tanışmış, tadını tatmış, içini yakan ürpertileriyle ürpermişti. Bütün çiçekleri, börtü böceğin uyumlu sesini, pınarlardan doğup derelerde, nehirlerde özlemle akıp deryalarda vuslata eren su damlacıklarını görmüş, hissetmiş ve doyasıya sevmişti her birini.

    Rüzgârı saçlarında yakalamış, dağları, ovaları en ilginci de ufkun kızıldan mora oynaklığını resmetmişti gönlünün tuvaline. Bütün meyve çiçeklerine özenle yer açmıştı duygu yelpazesinde. 'Gül dudağında şebnem olmayı ne kadar da çok isterdim, bir bilseniz" diyebilecek kadar içselleştirmişti doğaya tutkusunu.

    Farkında olmak ya da olamamak arası bir başka duygunun ağırlığı düşmüştü benliğine. Yüzünü bir türlü seçemediği, bilinmeyen bir kadın giriyordu dur duraksız düşlerine. Büyülü gölgelerin mavi penceresi ipeksi dokunuşlarla alazlanıyordu hayal meyal. Perdelerini yaşanılası kılan duygu motiflerinin her dalgalanışında,
    'aradığın bendim, bak işte sana geldim" diye belireceği o anı umutla beklemeye koyulmuştu. 'Doğum günüm o gün olmalı" diye düşünüyordu. İlk kadın algısı ve deneyiminin dışında sayısız başka kadın silueti dans ediyordu ufkunun öte yüzünde. Birinin belirginleşmesini, tanınır olmasını ne kadar da çok istemişti. Gönlünü aydınlatan o gizemli ışık yanmalı, tepeden tırnağa aydınlığa boğmalıydı umutlarını.

    'Ne kadar da çoğul bir yaşamı bir arada sürdürmekteyim" diye düşünmekten de alamıyordu kendini. Yüzünü bir türlü seçemiyor, duygularında damıttığı en seçkin renklerle renklendiremiyordu paletini. Zaman zaman göklerine yağan beyazla karışıp, grileşmiş olsalar da her defasında fırçasına karanın belirsizliği bulaşıyor, umutsuzluğunu fısıldıyordu kulaklarına. Bir yağmur sonrası görsel zevkini tattığı renk kuşağının yeniden yağacak yağmurlarla yağmasını bekliyordu yüreğinin en derin vadilerine.

    Erkenci yıllarında belli belirsiz duyduğu, daha da tuhafı, yaradılışı anından beri içini yakıp kavuran garip duygu da neyin nesiydi?
    Aşk dedikleri bu olmalıydı. Resmetmeli, çığırmalı, şiirlere dökmeli, iç dünyasından taşırmalıydı yaşadıklarını. Bir tek dününü, bugününü değil yarınlarını da doyasıya doyurmalıydı aşka.

    Ta ki, gerçek vuslat anına kadar.
#11.01.2009 17:24 0 0 0