Ahirette Şefaat

Son güncelleme: 30.01.2009 09:06
  • Kur`ân-ı Kerim, peygamberlerin küçümsenmelerini de öteki hayatta kurtarıcı kabul edilmelerini de istikametten sapma olarak niteler. Birine Hz. İsâ`nın peygamberliğini inkar edenleri, diğerine de onu şefaatçi ilan edenleri örnek verir. İnkarcı Yahudileşme zihniyetini konu edindiği kadar, peygamberleri yücelten ve onları kurtarıcı kabul eden Hıristiyanlaşma zihniyetini de en az onun kadar gündemine alır. Sadece şefaat köklü kelimelerin bulunduğu bölümlere bakanlar bile, şefaatin, Kur'ân'ın ana konularından birisi olduğunu görürler.


    Meseleye daha yakından bakanlarsa; başka birçok sözcükle de bu konuya temas edilmiş bulunduğunu kavramakta gecikmezler. Ne var ki bu konu, üzerinde çok tartışmalar bulunan başka meselelerle de direkt alakalıdır. Bir açıdan büyük günahlarla, başka bir açıdan da imanın bölünme kabul edip etmeyeceğiyle ilişkilidir. İslam Tarihinde; bağımsız düşünen kimi ulema ile, merkezi otoriteye boyun eğmeyen bazı siyasi fırkaların, şefaatle ilgili fikirlerinin aynı kulvarda örtüşmüş olması da her hâlde bundandır. Bu nedenlerle konu, bazı ilim ve siyaset otoritelerinin yönlendirmesinden azade olamamıştır. Şefaat, ikilemek, çift yapmaktır. Kim, kendisine bir iyilik ulaştırması için, makama yakın bildiği birisinden, makam sahibi nezdinde aracılık etmesini isterse, talep makamını ikilemiş olur. Aslında, başkasının hukukuna müdahale etmediği takdirde, aracı kılınanın, hayra vesile olabileceği düşünülebilir. Nitekim, bir çığır açan kimse, o işi yapan gibi görüleceğinden, Kur'ân-ı Kerim; iyi bir işe şefaat edenin o işten bir nasibi olacağını, kötü bir işe şefaat edenin de ondan bir pay alacağını söyler. (Nisâ 4/85)


    Ancak, hemen kaydetmek gerekir ki bu kural, şimdiki hayat için geçerlidir. Öteki hayatta ise kazanmak; hayır ve şerre rehberlik etmek diye birşey yoktur. Aksine orada herkes, şimdiki hayatta kazandığının karşılığını bulacaktır. Dolayısıyla Kur`ân, öteki hayatta kişinin kendisine fayda veya zararı dokunacak olan hayra, ya da şerre delalet etme anlamında bir şefaati konu edinmemiştir. Kur`ân`ın önemle üzerinde durduğu ise, günahkar birisinin, Yargı Günü`nde azabı gerektiren bir sonuçtan kurtulmak için, Allah katında, değerli birisini aracı edinmesidir. Zaten şefaat deyince de yaygın olarak bilinen; hadislerle ispat edilen ve az farklarla da olsa mezheplerin akaidinde yer almış bulunan şefaatin anlamı budur. Ne var ki Kur`ân, kişinin kurtuluşunu kendi ameline ve Allah`ın mağfiretine bağlar. İmanı bulunan kimsenin, sürekli salih amel yapmasını vurgular. Günahkarın cezalandırılmaktan kurtulması için, öncelikle ondan vaz geçmesini teklif eder. Hiç bir bölümde, müspet bir üslupla okuyucusunu şefaat beklemeye yönlendirmez. Bununla birlikte pek çok ayet, hiç kimsenin Yargı Günü`nde, hiçbir kayırmaya, hiç bir yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel bağlamamasını telkin eder. (Bakara 2/48) Yargı Günü`nde, günahkarın azaptan kurtulması için düşünülen şefaat formülünün de fayda vermeyeceğini söyler. (Bakara 2/123) Suçluların şefaatçi edindikleri kimseleri bırakıp hesaba yalnız başlarına çıkacaklarını, (En`âm 6/94) şefaatin de tamamının Allah`a ait olduğunu (Zümer 39/44) belirtir. Kur`ân-ı Kerim, konunun önemini birçok kez, bizzat şefaat kelimesiyle vurguladığı gibi, farklı kelimelerle de gündeme getirir. Bir pasajında, çok nadir kullandığı bir üslupla, hem de dört defa Yargı Günü`ne dikkat çektikten sonra; ''Kimse, kimse için bir şeye mâlik olamaz, emir o gün yalnız Allah`ındır'' der. (İnfitâr 82/19)
    Bu son ayette, şefaat sözcüğü yerine, "mlk" kökü kullanılmıştır. Bu sözcük şefaatin talep edileceği makama işaret eder. Bu da, melikin işlerinde tek söz sahibi olması gerektiği çağrışımıyla, Yargı`da her türlü müdaheleyi nefyeder. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir: "Hayır, hayır, doğrusu siz Yargı`yı yalanlıyorsunuz. Halbuki, üzerinizde gözcüler var. Değerli yazıcılar. Her ne yaparsanız bilirler. İyiler nimet içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Yargı Günü ona yaslanırlar. Onlar ondan çıkacak da değiller. Yargı Günü`nün ne olduğunu sen bildin mi? Evet, bildin mi nedir o Yargı Günü? O Gün kimse kimse için bir şey`e mâlik olmaz, emir o gün Allahındır." Aslında sadece bu bölüm bile meselenin vuzuha kavuşması için yeterlidir. Kaldı ki Kur`ân, şefaati, nüzulünün hemen her döneminde gündemine almıştır. Fatiha Suresinde de konuya, aynı sözcükle değinilmiştir. Yargı Günü`nün mâlik ve melikinin Allah olduğu belirtilerek mesele, namazlarda okunan bu sureyle hayatın hemen her anına taşınmıştır: "O Yargı Günü`nün mâliki Allah. Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inâyeti."
    Ancak, Yargı Günü`nde muhtemel görülen şefaate şartlı bir üslupla değinen bazı ayetler vardır ki genelde bunların şefaati olumladığı sanılır. Böyle düşünen çoğunluk, yukarıda işaret ettiğimiz ayetleri bu doğrultuda yorumlayarak; Allah`ın razı olduğu kimselere, yine O`nun izin vereceği kimselerin şefaat edeceğini söyler. Kur`ân`ın bu husustaki yönlendirmesini anlamış görünen Muhammed Esed bile, çoğunluğa uyar. Kur'an`ın aslında şefaati reddettiğini kabul eden, peygamberlerin ve velîlerin şefaat edebilecekleri yolundaki inancı avâmi bulan Esed, öte yandan Allah`ın rızâsını kazanmış bulunan günahkarlar için Yargı Günü`nde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izninin verileceğini kabul eder. Ona göre, peygamberlere verilen bu şefaat hakkının, tek anlamı, Allah`ın o günahkarları kendisinin bağışlamasının bir ifadesidir. İşte bu bakışıyla Esed, yukarıda temas ettiğimiz şefaatin tamamını Allah`a tahsis eden ayeti, "Şefaat hakkını verme yetkisi yalnız Allah`a aittir" şeklinde yorumlar. Doğrusu bu yorum, şartlı bir bakışın sonucudur. Sözün akışını da oldukça zorlamaktatır. Çünkü, söz konusu ayet, bir önceki ve bir sonrasıyla okunduğunda, böyle bir anlama hiç de müsait görülmemektedir. Ayetin bulunduğu bölüm şöyledir:
    "Yoksa Allah`tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar bir şeye mâlik olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi? De ki: "Bütün şefaat Allah`ındır. Göklerin ve yerin mülkü O`nundur. Sonra O`na döneceksiniz. Böyle iken Allah tek olarak anıldığında ahirete inanmıyanların yürekleri burkulur, ondan berikiler de anıldığı vakıt derhal yüzleri güler." Bu bölümde ifade edildiği gibi, mülkün hepsi Allah`ındır. Mülkün sahibi O olduğu gibi, bütün şefaatin sahibi de O`dur. Çünkü, şefaat talep eden de şefaat edeceğini düşündüğü de bu mülktendir. Mülkünde O`na kendisi dışında bir ortak düşünülemeyeceği gibi, şefaatinde de bir ortak düşünülmemelidir. Peki, acaba O şefaatine; ahit, rıza ve izin gibi bazı şartlara bağlı olarak başkasını ortak eder mi? Sorunun cevabını, bu üç şartı konu edinen bölümlerde aramak gerekir. Biz bu yazımızda, şefaatle ilgili bütün ayetlerin değil de, meseleyi sadece şartlı üslupla konu edinen ayetlerin üzerinde düşünmek istiyoruz.

    VARSAYILAN AHİT ve İZİN

    Şefaati mutlak anlamda reddeden ayetleri değil de, sadece şartlı üslupla değinenlerin üzerinde duracağımızı söylemiştik. Konuya devam ediyoruz.

    Şefaati, şarta bağlı olarak konu edinen ayetlerden birisi, Meryem Suresinin 87. ayetidir. Bulunduğu bölümden anlaşıldığına göre, ayet Yargı Günü`nden söz etmakte ve şefaatin gerçekleşmesini ahit şartına bağlamaktadır. Ayetin geçtiği bölüm şöyledir:
    "O gün, takva sahiplerini, heyet olarak Rahmân`ın huzuruna toplarız. Suçluları da susuz olarak cehenneme sevk ederiz. Rahmân`ın nezdinde bir ahit almış olan kimseden başkaları şefaate malik olamazlar. Rahmân çocuk edindi dediler. Pek çirkin bir iddiaya cüret ettiniz. Az daha ondan gökler çatlıyacak ve dağlar yıkılıp yerlere geçecek; Rahmân`a çocuk iddiasında bulundular diye. Çocuk edinmek Rahmân`a yaraşmaz. Göklerde ve yerde, Rahmân`a kul olarak gelmeyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, onların hepsini kuşattı, kendilerini ve yaptıklarını bir bir saydı. Hepsi de Diriliş Günü O`na tek olarak gelir."
    Ayetin "Rahmân`ın nezdinde bir ahit almış olan kimseden başkaları şefaate malik olamazlar" kısmı, acaba, şefaati olumlu görüyor, Yargı Günü`nde bazı kimseler için de olsa şefaatin olacağını ilan ediyor şeklinde yorumlanabilir mi?

    Hayır. Çünkü burada, öne sürülen şart ahittir. Ahit, ise yükümlülük taşıyan, değişen her durumda riayet edilmesi gereken ve hukuki bir değeri olan sözleşmedir. Bu durumda ahdin, elbette yargıdan önce yapılmış olması gerekir. Kur`ân da böyle bir ahitten bahsedilmemektedir.

    Allah, Adem oğullarıyla, kendisini bilmeleri ve şeytana tapmamaları hususunda ahitleşmiştir. (Yâsîn 36/60) İnsanlardan bir kısmı bu ahdi sürdürmekte, bir kısmı bozmakta ise de (Bakara 2/27), temelde herkes, bu bilinen ahde dahildir ve ondan sorumludur. (İsrâ 17/34)

    Oysa yukarıdaki ayette, ahdin herkese değil bazı kimselere verilmiş olmasından söz edilir. Bu, henüz konuşulmamış, gerçekleşmemiş, varsayılan bir ahit, daha doğrusu farzımuhal bir vaaddir. Tıpkı, "Ateş bize sadece sayılı birkaç gün değecek" diyenlere karşı, "Allah`tan bir ahit mi aldınız?" (Bakara 2/80) cevabındaki gibidir.

    Ne var ki ayetin öncesinde de, sonrasında da, Kur`ân`ın başka bir pasajında da şefaat için Allah`tan böyle bir ahit almış kimseden söz edilmemiştir. Aksine, bu pasajın hemen öncesinde, benzer zihniyet mensubu kimse; "Gaybe muttali mi olmuş? Yoksa Rahmân`dan bir ahit mi almış?" diyerek kınanmıştır. Bunun bir reddetme üslubu olduğu da açıktır.

    Ayrıca bu ayette, Allah`ın pek çok güzel isminden "Rahmân" tercih edilmiştir. Bu isim, şefaat mucitlerinin suçluya merhamet etme gerekçelerine cevap teşkil ettiği için, şefaat ayetlerinde hep konuyu olumsuzlama kontekstinde bulunmaktadır. Aynı isim, bu bölümde arka arkaya tam altı kez tekrarlanmıştır. Bu seçim ve tekrar, elbette tesadüfi değildir.

    Bunlardan başka, dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, ayetin devamında olumsuzlama vurgusunun sürdürülmüş olmasıdır. Nitekim onların "Rahmân çocuk edindi" dedikleri belirtilmiş, bunun, gökleri çatlatacak ve dağları yıkacak çirkin bir söz olduğu ifade edilmiştir.

    O zaman yukarıdaki ayetin anlamı, "Eğer Allah birisini çocuk edinmiş olsaydı, hem ona şefaat edebilmesi için önceden bir ahit de vermiş olsaydı, ancak o zaman Yargı Günü`nde şefaat gerçekleşirdi. Ama çocuk da edinmemiştir, kimseye bir ahit de vermemiştir, bu durumda kimse şefaate mâlik olamaz" demek olur.

    Allah, Yargı Günü`nde şefaat için kimseye bir ahitte bulunmamış ama o gün, birisine böyle bir şey için izin verir mi? Kur`ân, bunu da gündemine alır. Ancak her şeyden önce Kur`ân üslubunda "izn"nin anlamına bakmamız gerekir.

    İyi bir diyarın bitkisi, Rabb`ın izniyle çıkar. (A`râf 7/58) Hiç bir elçi, O'nun izni olmadan bir delil getirememiştir. (Gâfir 40/78) Harut ve Marut'un yaptıkları iş, Allah'ın izniyle gerçekleşmiştir. (Bakara 2/102) Cinlerin, Hz. Süleyman için yaptığı harika işler de Allah'ın izniyle gerçekleşmiştir. (Sebe 34/12) Bu kanun, şefaatçi ilan edilerek tanrılaştırılan İsa (a.s.) için de değişmemiştir. O, insanlarda şaşkınlık uyandıran bazı işler yapmıştır. Dokunduğu âmâ ve cüzzamlı iyileşmiş, elindeki kuş tasvirleri ve ölüler de hayat bulmuştur. Ancak, Kur'ân'ın anlatımına göre bunların hepsi, onun emri değildir, ama "Allah'ın izni"yle olmuştur. (Mâide 5/110)

    Öyle anlaşılıyor ki Kur'ân`ın eşsiz üslubunda; Allah`ın izni, uluhiyetiyle ilişkilidir. O`nun izni, bir anlamda meliklik emridir. Ancak, emri, her türlü işinin çeşitli vasıtalarla hayat bulmasını sağladığı hâlde, izni bütün bu emirlerin sadece zatına bağlı bulunan yönünü anlamlandırır. İzin, varoluş kulağına (üzün) iletilen bir duyurudur (ezan). Bu nedenle Kur`ân, Allah'ın emrini "biz" şeklindeki çoğul zamire, ama iznini sadece tekil zamirlere izafe eder.

    O hâlde Allah`ın izni her iradeyi, her talebi, ve her işi geçecektir. İnsanların şefaat taleplerini de, şefaatçi ilan edilen elçilerin ve hatta meleklerin işlerini de geçecektir. Yani hiç kimse şimdiki hayatta Allah`ın izni olmadan birşey yapamadığı gibi, Yargı`da da, ondan sonra da, Allah'ın izni olmadan kimse birşey, isteyemeyecek, konuşamayacak ve yapamayacaktır.
    Şefaate, izin sözcüğü ile temas edilen ayetlerden birisi Sebe Suresindedir:

    "De ki: «Allah`ın berisinden tanrı saydığınız tanrılarınıza istediğiniz kadar yalvarın. Onlar, ne gokte ne de yerde zerre miktarına mâlik olamazlar. Onların, bunlarda bir ortaklığı da yoktur. O`nun da onlardan bir yardımcısı yoktur. Onun katında şefaat, kendisine izin verdiği kimseden başkasına fayda veremez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine «Rabbiniz ne söyledi?» diye sorarlar; «Hak söyledi» derler. O, yücedir, büyüktür. De ki: «Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?» De ki: «Allah`tır. Öyleyse doğru yolda veya apaçık bir sapkınlıkta olan ya biziz ya sizsiniz." Sebe 34/22-4

    Görüldüğü üzere bu bölümde, "Şefaat, kendisine izin verilen kimseden başkasına fayda veremez" kaydı vardır. O hâlde izin verilen kimseye fayda veren bir şefaatten söz etmek mümkündür denebilir mi?

    Hayır. Çünkü ayetin öncesinde şiddetli bir uyarı yer almaktadır. Bu da açıkça şu anlama gelir: Tanrı saydıklarınıza, yani şefaatini beklediklerinize, istediğiniz kadar yalvarın, yani istediğiniz kadar şefaatlerini isteyin, onlar bir şeye mâlik olamazlar, yani meliklik edemezler, çünkü onların varlığa bir ortaklığı yoktur, yani böyle bir idda Allah'a ortak koşmak olur, çünkü bir yardımcısı yoktur, yani O, yanına vezirlerin oturduğu bir melik değildir.

    Şimdi, bu söz akışından sonra; ayette izin şartına bağlanan bir şeyi olumlu anlamak mümkün olabilir mi? Hem, kelimenin tam anlamıyla bir "izin"den sonra, şefaatin bir anlamı kalır mı? Şefaatçilerin o izne refakatten başka rolü ne olabilir ki?

    Aslında şefaatten "izin" kelimesiyle söz eden bu ayette üslup öncekilerden biraz da farklıdır. Yargı anından ziyade, öncesini ve sonrasını da mevzubahistir. Ayetlerdeki dileme ve yaratma gibi bir takım "umur" konteksi; dünyevi ve uhrevi derece yükseltilmesine de işaret eder gibidir. Bu ise, Yargı Günü`ndeki gibi bir aracılık sayılmayacağı gibi, esasen aracılık türünden de değildir. Çünkü seyri aşağıdan makama doğru değil, makamdan aşağıya doğrudur. Bu ise şefaat değil bir ikram olur.

    Yunus Suresi`ndeki bir bölümde de şöyle buyrulur:
    "Rabbınız o Allahdır ki gökleri ve yeri altı günde olarak yarattı sonra arş üzerine istivâ buyurdu emri tedbir ediyor, hiç şefaatçi yok ancak onun izninden sonra, işte bu Allah`tır Rabb`ınız, o hâlde ona ibadet edin, artık düşünmez misiniz!" (Yunus 10/3)
    Bu ayetin şefaatle ilgili kısmına, "Hiç şefaatçi yok ancak onun izninden sonra", yahut, "İzni olmadan kimse şefaat edemez", ya da "hiç şefaatçi yok meğer ki o izin vere" şeklinde anlamlar verilebilir. Ama nasıl anlam verilirse verilsin, buradaki izin sözcüğü gerçek anlamıyla düşünüldüğünde, bu ayetin de şefaati olumladığı söylenemez?

    Kaldı ki bu ayette de Yargı`dan söz edilmemektedir. Yaratmaya dikkat çekilmekte ve, herkesin yaptıklarıyla cezalandırılmaları için tekrar diriltilecekleri daha sonra vurgulanmaktadır. Yani sözün bağlamı Yargı değil, Allah`ın işleridir.

    Buradan anlaşılması gereken, bütün işlerin akıbetini tayin eden Allah`ın hükmü olduğu, O`nun işlerine karışacak, tedbirine müdahale edebilecek bir ortağı, bir yardımcısı olmadığıdır. Bu söz akışında "eğer izin verirse başka" dendiğinde, O`nun işlerinde bir ortak ve yardımcı da edineceği mi anlaşılır? Elbette hayır.

    O hâlde, şefaati izin şartına bağlayan ayetlerden anlaşılması gereken de, mutlak olumsuzlayan ayetlerden farklı olmamalıdır.

    Peki, bazı ayetlerde, izin şartına bir de rıza şartı eklenmektedir. O zaman durum nasıl olur? Bunu da gelecek yazıda ele alalım
    MEĞER Kİ İSTEYE VE RAZI OLA

    Şefaate kapı araladığı zannedilen kimi ayetlerde gördüğümüz ahit ve izin şartına, bazı bölümlerde bir de Allah`ın dilemesi ve razı olması şartı eklenmiştir. Buradan hareketle; " Eğer Kur`ân, şefaati mutlak anlamda reddetmiş olsaydı, tutup bir de Allah`ın dilemesinden ve razı olmasından bahsetmezdi. Eğer birşeyin tahakkuku şarta bağlanmışsa, şart vuku bulunca, o şey de tahakkuk eder" denebilir mi? Önce bir örnek görelim:

    "Yoksa, her umduğu şey insanın mıdır? Ama ilk de son da Allah`ındır. Göklerde nice melek vardır ki şefaatleri hiç bir şeye yaramaz, meğer ki Allah dileyip razı olduğuna izin verdikten sonra ola. Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adını takarlar..." (Necm Suresi 24-7)

    Evet, bu bölümde şefaat, Allah`ın dilemesi, razı olması ve izin vermesi şartına bağlanmaktadır. Ancak, söz akışında menfi bir tutum da hemen hissedilmekte; insanın her kurduğu hülyayı elde edemeyeceği, ardından da hem dünyanın, hem de ahiretin Allah`a ait olduğu vurgulanmaktadır.

    Şefaati açıkça olumsuzlayan bu üslup, daha sonra da devam etmekte; meleklere dişi adı takarak onları aracı edinenler kınanmakta, onların bu konuda hiçbir bilgileri olmadığı, yalnızca zanlarının ardından gittikleri, zannın da hiçbir şekilde gerçeğin yerini tutamayacağı dile getirilmektedir.

    İki olumsuzluk arasına sıkıştırılmış olan bu şartlı istisna, herhâlde şefaatin bir gerçek değil, daha çok zan olduğunu anlatır. Benzer bir bölüm de Tâhâ Suresi`nde bulunur:

    "O gün hiçbir yana sapmadan davetçiye uyarlar. Rahmân`ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey işitmezsin. O gün şefaat fayda vermez, ancak Rahmân`ın izin verdiği ve sözüne razı olduğu kimse müstesnâ. O, onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir, onlar ise onu ilmen ihata edemezler. Bütün yüzler, o diri ve her şeyi gözetip durana baş eğmiş ve bir zulüm yüklenen gerçekten hüsrana uğramıştır." (Tâhâ 20/108-111)

    Aslında, olumsuz bir cümleden istisna edilen şey neticede olumludur. Bu ayette olumsuz cümleden, iki şarta bağlı olarak istisnada bulunulduğuna göre, şefaat de gerçekleşir denebilir.

    Ancak o zaman da; aynı bölümde Yargıç`ın kendisinin Rahmân olduğunu, onların yaptıklarını ve yapacaklarını, (yani kimin ne hak ettiğini), zaten bildiğini söylemesi anlamsız kalır. Oysa bunlar, şefaat için iznin ve konuşmanın gerekçelerini boşa çıkartacak hususlardır.

    Kaldı ki şefaatin tahakkuku için öne sürülen bu şartların ikisinde de tasarruf hakkı Allah`a bağlanmıştır. Bunlar da, başka ayetlerde, başka açıklamalara tabi tutulmuş; Allah`ın huzurunda kimsenin konuşamayacağı, konuşsa bile ancak doğruyu söyleyebileceği ifade edilmiştir.

    Bu ise; bir melikin ben izin verirsem ancak o zaman konuşabilirsiniz dedikten bir zaman sonra, huzurumda konuşmanıza izin vermiyorum diyerek önceki sözüne açıklık getirmesi gibidir. Şefaati rıza şartına bağlayan başka bir bölüm bu hususa işte böyle bir açıklık getirir niteliktedir:

    "Senden önce gönderdiğimiz her elçiye: "Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk edin" diye vahyettik. "Rahmân çocuk edindi" dediler. Haşa; hayır, şerefli kılınmış kullardır. O`nun sözünü geçemezler; ancak O`nun emri üzerine iş işlerler. Önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler; O`nun korkusundan titrerler. Bunlardan kim, "Ben, Allah`tan başka bir tanrıyım" derse, onu cehennemle cezalandırırız." (Enbiyâ 21/25-9)

    Burada, "O`nun sözünü geçemezler" yani Allah`tan önce söz söyleyemezler deniyor. Bu hüküm gayet sarihtir. Ayrıca, burada da Rahmân isminin anılması, "Allah, bir çocuk edindi" şeklindeki batıl inanca temas edilmesi, "O`nun korkusundan titrerler" denmesi, ardından da, birisinin kendisini şefaatçi ilan etmesinden tanrılık iddiasına geçiş yapılması, yine Allah`ın, zaten onların önlerindekini de arkalarındakini bildiğinin vurgulanması kontekstin amacını belirleyen hususlardır.

    Görüldüğü gibi, şartlı ifadeli ayetlerin bulunduğu bütün bölümlerde, şefaat hep olumsuzlanmaktadır. O zaman ayetlerdeki "şartlı istisna"dan anlaşılacak şey, bu maksada uygun olmalıdır.

    Zaten Kur`ân, başka bölümlerde; kimsenin Yargı Günü`nde, hiçbir kayırmaya, yardıma ve fidye karşılığında kurtulmaya bel bağlamamasını (Bakara 2/48), suçluların şefaatçi edindikleri kimseleri bırakıp hesaba yalnız başlarına çıkacaklarını (En`âm 6/94), şefaatin tamamının Allah`a ait olduğunu belirtir (Zümer 39/44). Kim ortaya bir iyilik korsa o gün ona kat kat verileceğini, bir kötülük koyanın ise misliyle cezalandırılacağını (Enâm 6/160), bedbahtların, cehennemde, mesutların ise cennette temelli kalacaklarını (Hûd 11/105-8) kesin bir dille ifade etmektedir.

    Kaldı ki hiç kimse kendisinden daha merhametli olduğunu bildiği bir hakimin önünde, merhamet gösterisinde bulunamaz. Herşeyin ayrıntılarıyla sicilinin bulunduğu bir mahkemede, kimse, olmayan şeyleri varmış gibi gösterme gafletine düşmez.
    O zaman, şefaatle ilgili ayetlerdeki şarta bağlı söyleyişlerden, şefaat olabileceğini değil de, aksine; bunun için Allah`ın hiç kimseye ahit vermediğini, O`nun izni, dilemesi ve rızası olmadan birşeyin tahakkuk etmeyeceğini, hiç kimsenin Rahmân`dan daha merhametli olamayacağını anlamak gerekir.

    Bütün bunlara rağmen, yine de, "Bu olumsuz beyanlar, müşrik ve kafirleri kapsamına alıyordur. Şartlı ifadeler ise günahkar müminleri bundan istisna eder" denebilir

    EY İNANANLAR

    Yazımızın ilk üç bölümünde, Yargı Günü`nde şefaati şartlı bir üslupla yadsıyan ayetlerin üzerinde durduk. Denebilir ki "Bu yadsıyışın dozajı ne olursa olsun, inkar edenler içindir. Bu üslup, müminlerden günahkar olanlara şefaat edilmesine mani değildir." Aslında böyle bir iddia, Kur`ân`da çelişki bulunmayacağını bilen bir kimse için, şefaati mutlak olumsuzlayan diğer ayetlerin yanında mesnetsiz kalır. Ama biz yine de meselenin müminlerle ilgili boyutuna değinmek istiyoruz. Bu hususta ileri sürülebilecek bir bölümde şöyle denir: "O`ndan başka yalvardıkları kimseler, şefaate malik olamazlar, meğer ki bilerek hakka tanıklık eden kimseler olalar. Sorsan onlara: "Kendilerini kim yarattı?" Elbette Allah derler, o halde nasıl çevriliyorlar?" (Zuhruf 43/86-87)
    İddiaya göre; kendisine yalvarılanlar, putlardır. "Hakka tanık olanlar" da, bir anlamda kelime-i tevhidi bilinçli söyleyen inananlardır. Ancak yine de metne; "Fî-men" veya "Li-men" gibi bir kelime eklendiği tekdirde, inananlar, puta tapanlardan istisna edilmiş olur. Oysa, putlara tapanların arasında müminlerin bulunduğunu düşünmek bir çelişkidir. Aslında, metinde "yalvarılanlar"a, "ellezine" ile işaret edilmiştir. Bunlar da putlar olamaz. Ancak bazı nakillerde olduğu gibi; melekler, azizler ve özellikle Hz. Üzeyir ve Hz. İsa gibi tanrılığa yüceltilen peygamberler olabilir. Ayette geçen "Hakka şahadet etmek" deyimi de, kendisine şefaat edilecek olanın niteliği değildir. Eğer ayete harf eklenmez, söz kendi akışına bırakılırsa, "Hakka şahadet etmek" deyiminin şefaatçileri nitelediği görülür. Bu durumda anlam, "Meğer ki şefaatçiler, şefaate müstahak olanı bileler" demek olur. (İbn Aşûr) Nitekim bazı müfessirler, bu ayetten hukuki bir şahitlik yapabilmek için görmek gerektiği usulünü çıkarmışlardır. (Cessâs) Yani bu bölümde meleklere inanan, peygamberleri de tasdik eden, ancak kimi insanları tanrılığa yücelterek Yargı Günü`nde onların şefaatlerini bekleyenler kınanmaktadır. Ayetin mefhumu ise, "Meğer ki şefaatçiler, işin doğrusunu bileler ve bildiklerini de doğru anlatalar" demektir. Her şeyin künhünü bilen, istediğini zaten bağışlayacak olan bir hakim karşısında kim daha doğru bilme iddiasında bulunabilir? Delaleti sarih olmayan böyle şartlı bir istisna, başka ayetlerde sarahatle reddedilmiş olan şefaati ispat için yeterli sayılabilir mi? Kaldı ki bu ayetlerin öncesinde; "De ki: "Eğer, Rahmân olan Allah`ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben olurdum. Bırak onları, kendilerine söz verilen güne kavuşana kadar, dalsınlar, oynasınlar" şeklinde bir temas vardır. Aynı bölümde, gökte de, yerde de Tanrı`nın Allah olduğu ifade edilmektedir. Şimdi bu uyarılardan sonra, birden şartlı bir istisna bazılarına şefaati ilan edildiği düşünülebilir mi? Zaten Kur`ân, Yargı Gün`ünde şefaatin olmayacağını, şefaat konusunda şartlı üslup taşıyan bölümlerin belki de en özelinde, iman edenlere seslenerek açıklar. Üzerinde yeteri kadar durulmayan bu bölüm, konuyu şartlı olumsuzlayan Mekki ayetlerle, mutlak olumsuzlayan Medeni ayetler arasında yer alır. Burada, adeta bir meydan okuma hissedilmektedir. Zaten hemen sonra buna işaretle, "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır" ayeti gelmektedir. Bakara Suresi`ndeki bu bölüm şöyledir: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz şeylerden infak edin: bir gün gelmeden evvel ki onda alım satım yok, dostluk da yok, şefaat de yok, kâfirler ise hep zalimlerdir. Allah`tan başka hiç bir tanrı yoktur. O, daima yaşayan, daima durandır. O`nu ne gaflet basar, ne de uyur. Göklerdeki ve yerdeki herşey O`nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir.'' (Bakara Suresi 2/254-5)
    Görüldüğü gibi bu bölümde, kesin bir dille meselenin uluhiyetle ilgisine işaret edilmiş, sonra da Allah`ın hiç birşeyden gafil olmadığı vurgulanmış, böylece aracılık düşüncesine şartlanmış olanların avami gerekçeleri de iptal edilmiştir.
    Bunlardan daha önemlisi ise yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şefaatin, iman edenlere seslenilirken olumsuzlanmış olmasıdır. "O gün alış veriş yok, dost edinme yok, şefaat de yok" seslenişinin iman edenlere yapılması, meselenin şümulü açısından dikkat edilmesi gereken bir husustur. Bu üç şey de, Kur`ân`ın başka hiçbir bir yerinde, buradaki menfilik sarahatiyle müspet görülmemiştir. Bir ayette, "O gün müttekiler hariç, dostlar birbirlerine düşmandırlar" (Zuhruf 43/67) şeklinde olumlanan dostluğun, şefaatle ilişkilendirilmesi ise çok gariptir. Oysa, ayetin anlamı, müttekiler dışında bütün eski dostlar ogün düşman olur; dostluklar, günah ve küfür üzerine kurulmuşsa, ogün düşmanlığa dönüşür, ama takva temeli üzerine bina edilenler düşmanlığa dönüşmez demektir. Yoksa, burada üzerine düşeni terk eden birisi, orada eksiklerini telafi etmek maksadıyla kendisine bir dost bulur anlamında değildir. Kaldı ki başka ayetlerde de, hesap için toplanma gününde cezadan kurtulmak için dost edinmek, şefaatçi edinmek ve fidye vermek bağlamında reddedilmiştir. (En`âm 6/51 ve 70) Abese Suresinde ise; o gün, herkesin kendine yeter derdi olacağı, insanın kardeşinden, anasından, babasından, refikasından ve hatta çocuklarından kaçacağı beyan edilmektedir.
    Bütün bunlara rağmen, yine de, "Kur`ân, niçin meseleyi sade bir dille kesin olarak tavzih etmiyor da, böyle şartlı sözler söylüyor?" denebilir. Bu sorunun cevabını da son bölümde ele alalım

    ``ŞEFAAT YA...``

    Şefaati şartlı bir üslupla konu edinen ayetlere topluca bakıldığında; hepsinde de genel olumsuzlamadan sonra bir istisna edatı bulunduğu görülmektedir. Bu durumdan ilk bakışta, kısmi bir olumluluk çıkarılabilir gibidir. Ancak, bu edat her zaman muhtevadan bir kısmını dışarıda bırakmak için değil, aksine kimi zaman sözü pekiştirmek için de kullanılmaktadır.
    Mesela, ''Sana okutacağız da unutmayacaksın'' ayetinden sonra gelen ''Ancak Allah`ın dilediği başka'' (Alâ 87/6-7) kısmı, bir miktar unutacaksın demek değil, aksine hiç unutmayacaksın demektir. Önceden geçen ''unutmayacaksın'' anlamını pekiştirmektedir. Hz. Şuayb'ın Medyenlilere; ''Dininize dönersek, Allah`a karşı yalan uydurmuş oluruz, Allah dilemiş başka'' der. (Arâf 7/89) Buradan, Hz. Şuayb ve ona inananların kafir topluma dönmelerinin muhtemel olduğu değil, tam aksine kesinlikle onlara dönmeyecekleri anlaşılmalıdır. Kaldı ki özellikle Yargı Günü`ne vurgu yapan şartlı ayetlerde, daha özel bir durum vardır. Bu ayetlerde istisna edatı, "İlla men" şeklinde gelmiştir. Bu formun, benzer bir kullanımı, Gâşiye Suresi`ndedir. Hz. Peygambere seslenilen bir bölümde; "Sen bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin, ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa..." buyrulur. Bu istisnadan da, "Küfredenlere zor kullanmalısın" anlaşılamaz. "Kim, küfrederse onun durumu başka, ona yeni bir hüküm var" demektir. Zaten bu şartın cevabı, hemen sonraki ayette; "Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır" şeklinde açıklanmıştır. Bu tür örnekleri artırmak mümkündür. Ama en anlamlısı herhâlde şu iki ayettir:
    "O gün, ne mal fayda verir ne de evlât, ancak kim Allah`a selim bir kalple varırsa..." (Şuarâ 26/88-9)
    "Ey insanlar! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; ancak bir kimse inanıp yararlı iş işleye..." (Sebe 34/37) Bu ayetlerin mefhumu, "Ogün mal ve evlat hiçbir durumda fayda vermez" demektir. Önceki ayette, ogün, ancak Allah`a selîm bir kalple gelenin zenginliğinden başka hiçbir zenginliğin fayda vermeyeceği (Bkz. F. Râzî) ikinci ayette ise, insanı Allah`a yaklaştıracak şeyin mal ve çocuklar olmayıp kişinin kendi ameli olduğu belirtilmiştir. Bu formdaki ayetlerin, meseleyi kesin olarak tavzih etmeyip de, bazı ihtimaller düşündürmesinin ve açıklamalara ihtiyaç bırakmasının sebebi ise bir üslup meselesidir. Bilinmelidir ki toplumsal alışkanlıklara ve avami inanç şartlanmışlıklarına karşı Kur`ân`ın metodu hep böyle derece derece anlatım (tedrîc) dır. Gün olmuş içkinin sadece zararlarını dile getirmiş, ama gün gelmiş içkiyi şeytan işi pisliklerden saymıştır. Kur`ân`ın bölümleri ise, çelişkili değil, ikili (mesânî) ve birbirine benzer (müteşâbih) dir. (Zümer 39/23) Sözlerin ikili oluşu, tekrarlanmış anlamında değil, tafsil edilmiş anlamındadır. Bir konuşmada; "İşte böyle, böyle" denmesi, söylenenlerin tekrarlandığını değil, detaylandırıldığını gösterir. "Gözü iki kere çevir" ayetinde olduğu gibi, meseleyi defalarca ve çeşitli yönleriyle anlatmış demektir. Fatiha Suresi`nin "mesânî" oluşu da, "Onu da bunu da" ihtiva etmesindendir. Yani Kur`ân`da bölümler birbiriyle desteklenmiştir. Bunlar; birbirini neshetmez. Salt tekrarlanmış da çelişkili de değildir. Muhkem olanlara zemin hazırlaması için söylenmiş müteşabih ve mesânî sözlerdir. Her biçiminde farklı faydalar olan açılımlardır. Bu tür ayetler, muhataplarını kalplerinin derinliklerinden yakalar. Onlara, önce değerlerin derece düzenini öğretir. Bu süreçte, eğrilikte ısrar etmek isteyenlerle, öğüt almak isteyenleri, birbirinden ayrıştırır. Sonra da öğüt alanları, nihai maksadı belirleyen muhkem sözlere taşır. Bu durum, daha çok, insanın zaafı bulunan meselelerin değişim seyrinde görülür. Alışkanlık veren içki böyledir. Kur`ân, toplumsal değişim seyrini hep göz önünde bulundurmuş, bu metodu, inanç konularında da izlemiştir. Mesela, müşriklerin ağaç ve taşlardan edindikleri putlar için, Kur'ân, başlangıçta nihai maksadı söylememiştir. İlklerden olan Kureyş Suresi`nde, Kâbe`den bahsederken, "Bu evin sahibine ibadet edin" demekle yetinmiş, ama içindeki putları hiç anmamıştır. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, "Putlarımızı kötülemeyen bu değini, bizim inancımızı onaylıyor" şeklinde düşünmüş olabilirler. Ama hakka geçmek isteyenler, bu üslupla putların kutsallığının tasdik edilmiş olduğu sonucunu çıkarmamışlar, aksine, içindeki putlar anılmadan Ev`e yapılan vurgudan, sözün nihai maksadını anlamışlardır. Kur`ân, bu metoduyla, önce şartlanmışların kalplerinde küllenmiş bulunan hayırlı alanı tahrik etmeyi hedeflemiş, bunu da başarmıştır. Muhataplarını, 29. sırada inen Kureyş Suresi döneminden, putların birer pislik olduğunu ilan eden, nüzulde 110. sıradaki Mâide Suresi`ne taşımıştır. Mekke`nin fethi de, Kâbe`nin putlardan temizlenmesi de işte bu Rabbâni üslupla müyesser olmuştur. Hıristiyanları muhatap alan bazı ayetlerde de durum aynıdır. Bunlarda, Mesih, Allah`tan bir ruh ve O`nun kelimesi olarak anılır. (Nisâ 4/171) Bu üslup başlangıçta onları pek de rahatsız etmemiş, hatta kalplerinde eğrilik olan Necranlılar, bu üsluba takılıp kalmışlardır. Oysa aynı Kur`ân, Adem oğullarının hepsinde Allah`ın ruhu olduğunu, bütün varlıkların O`nun kelimeleri olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Allah katında İsa`nın durumu, Âdem`in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı sonra da ona "ol!" dedi, o hâlde olur" (Âl-i İmrân 3/59) diyerek Mesih`in diğer insanlardan, yaratılışının da diğer yaratılışlardan bir farkı bulunmadığını tavzih etmiştir. Kur`ân`ın, şefaat hakkındaki şartlı üslubu da işte böyle sosyal bir zemine oturmaktadır. Görüldüğü gibi, Kur`ân, hiçbir yerde, müstakil olarak şefaati ispat için bir bahis açmamış, şefaat istemeye rehberlik etmemiş ve şefaat talebinde bulunacaklar için tek bir örnek form göstermemiştir. Bununla beraber şartlı ifadeleri; hep meleklere dişi isimler takan, onların Allah`ın kızları olduğuna inanan, bazı peygamberleri Allah`ın oğlu sayan, onların şefaatlerini dileyen, dinlerini temenni üzerine kuran müşriklerin kötülendiği bölümlerde sunmuştur. Şefaat için Allah'ın kiminle ahitleştiğini, kime izin vereceğini ve kimin sözünden razı olacağını belirtmemiş, üstelik şefaati Allah`ta başlatıp yine onda bitirmiştir. Bunun yanında, avamın şefaatle karıştırdığı dua, tövbe ve istiğfar için, Kur`ân`nın üslubu hiç de böyle değildir. Duaya rehberlik etmiş, tövbeyi teşvik etmiş ve pek çok örnekler vermiştir. Sahabe de istiğfarda bulunmuş, tövbe etmiş ve dua yapmıştır. Ama hiçbir sahabi, ezan okunurken, baş parmağını tükrükleyip "Şefaat ya RasulAllah" diyerek kaşlarına sürmemiştir. İslam`ın bidayetinde, yemek duasında "Şefaat senden ya RasulAllah" dendiğini nakleden zayıf da olsa tek bir rivayet mevcut değildir.
    Ne var ki ucuz kurtulma formüllerine karşı insanın hep zaafı olagelmiş, kendisine göre bir yol icat etmiştir. Kur`ân`ın şefaati konu edinmesinin sebebi de, işte bu beşeri zaaftır. Şefaat için ahit, izin ve rıza şartını ileri süren ayetleri, kontekstinden ayırarak, sunulan gerekçeleri göz önüne almadan ve bu konuda muhkem olanları da göz ardı ederek okumak, kayırma ve fidye gibi şeylerle kurtulmaya ve ucuza kapatmaya şartlanmış toplumların zaafıdır. Kur'ân ise, her meselede olduğu gibi, şefaatte de ilk ve son sözü Mabud`a tahsis eder. Yunus Suresi`nin 18. ayetinde buyurduğu gibi: ''Allah`ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyenlere tapıyorlar: Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir, diyorlar, de ki: siz göklerde ve yerde, Allah'a bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz?" Allah`ın ilminde bulunmayan şey yok hükmündedir. O hâlde bir şefaatçi edinmenin gerekçesi de yoktur. Hiçbir şefaatçinin olmayacağını söylemenin en güzel yolu da herhâlde budur. Bu ayetin metninde kapalı bulunan iki kelimeye de dikkat etmek gerekir. Birisi, kendisine tapılan şey anlamında kullanılan "mâ", diğeri ise bunlar anlamındaki "hâulâi" dir. Bu kelimelerin ikisi de, hem eşya için, hem de âkıl varlıklar için kullanılır. Bu durumda Allah katında şefaatçi kılınanlar; hem melekler ve salih kimseler, hem de onlara ait şeyler; soy, hırka, sakal, mezar ve benzeridir. İlahi bağışı tekelinde düşünen Yahudileşmenin kaynağı, nebevi soy ağacına atfedilen tanrısallık değil midir? Bu tanrısal akrabalık (!), zürriyeti bulunamayan peygamberden sonra dini kurumlara verilmemiş midir? İslam coğrafyasında, şefaat anlayışına daha çok meyledenlerin değişmez ölçüsü, nebevi soya (silsileye) itibar değil midir? Dini pratikleri daha az olan müslümanların, hiçbir nassa dayanmayan bazı mekanları ve eşyaları kutsallaştırmalarının, bazı kabirleri festival yerlerine çevirmelerinin sebebi, onlara tanrısallık atfetmeleri değil midir?

    Peki onlar, göklerde ve yerde Allah'a bilmediği bir şey mi haber verecekler?
    __________________
#30.01.2009 09:06 0 0 0