Umudu Gören Kör

Son güncelleme: 31.03.2009 21:50
  • Orhan kendine geldiğinde yumuşacık bir yatakta yatıyordu. Gece olmalıydı; çünkü hiçbir şey göremiyordu. Hafifçe doğrulmak için davrandığında vücudunun her yerine binlerce iğne batırılmış gibi hissetti. Biraz düşündü ve "Ne oldu bana böyle?" dedi. Hatırladığı kadarıyla en son okul çıkışında arkadaşlarıyla basketbol takımının antrenmanına gitmek üzere minibüse binmişlerdi. Gerisi ise kafasında bir boşluktan ibaretti sadece. Kendini zorladı ve biraz toparlandı. Odada bir hıçkırık duyduğunu sandı; dikkat kesildi. Evet evet biri ağlıyordu. Sağına doğru döndü. Bu arada vücudu ona yine ağrı vermeye başlamıştı. "Kim var orada" diye seslendi. Hıçkırıkları "Yavrum, Orhan'ım!" diye bir ses takip etti. Orhan "Anne, niye karanlıkta konuşuyoruz? Hem bana ne oldu?" dedi. Makbule Hanım'ın hıçkırıkları arttıkça Orhan tedirginleşti. "Anne yeter artık! Yok mu tüm bunların bir açıklaması?" Hıçkırıklar seyreldi ve kısa bir sessizlikten sonra Makbule Hanım "Dün sizi antrenmana götüren minibüs kaza yapmış. İki arkadaşın ölmüş, sen kurtuldun yavrum." Bir süre Orhan'ın sessizliğine Makbule Hanım'ın hıçkırıkları eşlik etti. "Peki anne..." dedi ve bir süre duraksadı. "Ben göremeyecek miyim?" Makbule Hanım "Göreceksin ama.." "Aması ne anne? Para mı? Zaten her 'ama' sözünden sonra parasızlığımız gelmiyor mu?"

    Beynini durma noktasına getiren bu gerçeği kabul ettirmeye çalıştı kendini. Bir gün kör olabileceği bugüne kadar hiç ama hiç aklına gelmemişti. Düşündü, düşündü, düşündü... Her düşünüşünde biraz daha, biraz daha eridi. Tüm duygularını, düşüncelerini, kısacası içindeki her şeyi boşaltmak istercesine ağlamaya başladı. Yastığının sırılsıklam olduğunu hissedene kadar ağladı. Hissetmek... Sahi ya o artık hissederek yaşayacaktı. Çünkü o artık bir kördü. Hissettiği ilklerden biri de kendine olan güveninin ve yaşama sevincinin kendisinin terk ettiği olmuştu.

    Avazı çıktığı kadar "Ben bunları hak edecek ne yaptım, söyle ne yaptım anne? " Makbule Hanım hiçbir sözün onu sakinleştiremeyeceğini bildiği halde -anne olmanın doğası gereği olduğu için midir bilinmez- Orhan'ı teselli için "Yavrum öyle söyleme. Şükür ki yaşıyorsun. Hem insanoğlu kaderinde ne varsa onu yaşar. Ayrıca ben seni her halinle seviyorum." dedi.
    "Yaşamak buysa üstü kalsın anne! Kör geçecek bir ömrü kim ister." Makbule Hanım hıçkırıklarla çıkış işlemleri için odadan ayrıldı.
    Aradan geçen yıllar Orhan için tam manasıyla bir sıkıntıydı. O yıllar ne Orhan'ın umutsuzluğundan ne de Makbule Hanım'ın üzüntüsünden bir şey kaybettirdi. Orhan şu hayatta kimseyi sevmiyordu. Herkes ona, onu sevdiğini söylüyordu ama o herkesin bunu kendisine acıdığı için yaptığını düşünüyordu. Günlerce evden çıkmadı ama şu son bir yıldır biraz toparlanmıştı. Kendi deyimi ile körlüğü kabullenmişti. Bu bile büyük gelişmeydi. Oysa geleceğe dönük eski hayallerini düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu bir aralar. Öğleden sonra dışarıda oturdu biraz. Yalnızlık çok iyi geliyordu ona. Zaten fikren bir yalnızlığının varlığının farkındaydı ve kendisi gibi düşünmeyenleri anlayamıyordu. "Dünya'nın sonu değil" diyorlardı durumuna. Nasıl sonu değildi? İnsan göremediği, varlığını anlayamadığı bir ortamda yaşasa ne olurdu. Nereye baksa karanlık, karanlık, karanlık... Eski renkli kişiliğini hatırlatacak hiçbir emare yoktu üzerinde.
    O gün günlerden pazartesiydi. Aslında bu günün Orhan için diğer günlerden bir farkı yoktu. Nasıl olsa gün boyu tek yaptığı yemek, içmek ve kayısı ağacının dibinde oturmaktı.

    El yordamıyla pencereye doğru gitti. Anladığı kadarıyla dışarısı güneşliydi. Kahvaltıdan sonra bahçenin köşesindeki kayısı ağacının dibine oturdu. Bu ağaç onun son dört yıldır sohbet edip dertleşebildiği tek arkadaşıydı. Kimse Orhan'ı bu ağaç kadar anlayamazdı. Kazadan sonra tüm dostlarının tavırları değişmişti kendisine karşı. Kimsenin onu sevmediğini düşünüyordu o günden beri. Ama ağacı... Diğerlerinden farklıydı ağacı. Orhan'ı hiç terk etmemişti. İçinden geçen her şeyi ve tüm düşüncelerini bu ağaçla paylaşmıştı. Dost dediğin şu ağaç gibi olmalıydı. Ne seni zor durumda olduğun için, ne de menfaat için sevmeliydi. Bir ses onu tüm düşüncelerinden sıyırdı. "Merhaba ben Mehmet. Apartmana yeni taşındık. Senin ismin ne?" Orhan isteksiz, zayıf bir sesle "Orhan" dedi ve ağır ağır eve doğru yürüdü. Kimseyle tanışmak istemediğinden emindi. Sabah onları eve eşya taşırken fark etmiş ancak ilgilenmemişti. Karşı daireye taşınmış olmalıydılar. Kapıyı açan annesine bir söz söylemeden doğruca odasına gitti, saatlerce ağladı. Artık hiçbir şeye yaramayan gözlerini ağlamak için kullanıyordu artık. Hissederek yaşamak zorunda kalmak ama umudu hissedememek... Derin bir "Ah!" çekti. Hayat o kadar acımasızdı ki...

    Sonraki gün ağacının yanına gittiğinde bir ses duydu. Kayısı ağacının altında biri olmalıydı. "Kim var orada?" dedi. "Benim Mehmet." Ağacın dibine oturdu ve bir süre sessiz kaldı. Sonra birden " Bu kadar sıcak bir günde neden buradasın? Gezip eğlenebilirsin oysa." dedi Orhan. "Güzellikler görebilenler, yürüyebilenler veya duyabilenler için değil tüm yaratılmışlar içindir. Hem ben böyle günlerde bu tip yerlerde olmayı daha çok severim. Ayrıca insanlar insan oldukları için değerlidirler. Altın çamura bulanmakla değerinden bir şey kaybetmez. Belki bir gün sen görebilirsin ama ömür boyu karanlığa mahkûm olanları asla unutma."
    Sohbet uzadıkça uzadı. Aynı konu hakkında bu kadar farklı bir bakış açsısın olabileceğine ihtimal vermemişti Orhan. Hava serinleyince akşam olduğunu anladı ve eve doğru yürüdü. "Aslında Mehmet hiç de haksız değil." diye düşündü. Perşembe günü Mehmet Orhan'ı evine davet etti. Birlikte çok iyi vakit geçirdiklerini anladı ikisi de. Sonunda kendini anlayan birini anlayan birini bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla konuşuyordu Mehmet'le. Orhan'ın içindeki karamsarlık yerini yavaş yavaş umuda bırakıyordu. Buna kendisi de şaşıyordu ama gözlerinin görememesi ile hayatın sona ermediğinin bilincine varmıştı. Yalnız kaldığında hep bu konu üzerinde düşündü ve intiharı bir an bile aklından eksik etmediği o günleri getirdi hatırına. Annesine, arkadaşlarına, yakınlarına ettiği sitemleri hatırladı. Çok üzdüğünü düşündü onları. Her tarafını pişmanlık sarmıştı bir anda.

    Aradan geçen günler Orhan, Mehmet ve kayısı ağacı üçgeninde sıkı bir dostluğun doğuşuna şahit oldular. Adeta yeniden doğmuş gibiydi Orhan. En çok şaşırdığı nokta ise Mehmet'in onu çok iyi anlıyor olmasıydı. Böyle bir dostu olmamıştı şimdiye değin.
    Makbule Hanım ise oğlundaki değişikliği hemen fark etmiş ve onun tekrar görebilmesi için canla başla çalışmaya başlamıştı. Bileziklerini, yüzüğünü ve ana yadigârı kilimlerini satmış, ameliyat parasının bir kısmını toplayabilmişti. Bu işin olmasını en çok o istiyordu. Çünkü "kuzum" dediği oğlunu bu şekilde görmeye dayanamıyordu.

    Makbule Hanım bir gün eve sevinçle geldi ve Mehmet ile Orhan'a parayı denkleştirdiğini söyledi. İki gün sonrası için doktordan söz almıştı. Hayatının en unutulmaz anlarını yaşıyordu Orhan. Sevinçten deliye döndü. Mehmet'le sarmaş dolaş oldular. Bir süre sonra Mehmet aniden durgunlaştı. Orhan "Neyin var Mehmet? Farkında olmadan seni üzecek bir şey mi yaptım yoksa ?" "Hayır, nerden çıkardın bunu? Gözlerin açıldığı zaman benimle arkadaşlığını kesmenden korktum bir an." Orhan gayet sevecen bir ses tonuyla "Sen hayatımda tanıdığım en mükemmel insansın. Milyonlarca kişinin arasında seni kalp gözümle bulurum ben. Çünkü hissederek, inanarak görmeyi sen öğrettin bana." dedi.
    Ameliyat günü için Orhan annesine mavi ve kırmızı gömleğini ütülemesini rica etti. Mehmet iyi geceler dileyerek evlerine gitti. Orhan için yarın önemli bir gündü. Uyuması gerekiyordu. Orhan yastığa başını koydu ama gözüne bir türlü uyku girmiyordu.

    Sabah erkenden kalktı ve mavi gömleğini giydi. Kahvaltıdan sonra hastaneye doğru yola koyuldular.
    İki saatlik bir ameliyatın ardından doktor sargıların birkaç gün içinde açılacağını söyledi. Orhan ise kendine görebileceği gerçeğine inandırmakla meşguldü. Mehmet ile uzun uzun gözleri açılınca yapacaklarını konuştular. Neler yapmayacaklardı ki: basketbol oynayacaklar, gezecekler, eğleneceklerdi. Beklenen ana bu kadar yakın olmak herkeste tuhaf hisler uyandırmıştı. Ancak iki günlük sürede dakikalar saat gibi geldi Orhan'a. Bu noktaya gelmesinde Mehmet'in etkisi çoktu elbette. Çünkü Orhan Mehmet ile tanışmadan önce umut deryasının suyundan haberdar değildi.
    Sargıların kaldırılacağı an geldi ve doktor Orhan'ın gözlerini açmak için geldi. Herkes büyük bir heyecan içindeydi. Karanlığa alışık gözler evvela kamaştı ve bir şey göremedi. Bulanık bakışlar odada dolandıktan sonra annesi olduğunu kuvvetle tahmin ettiği bayana doğru "Anne görüyorum! Yaşasın görüyorum!" diye bir sevinç narası attı. Makbule Hanım ağlıyordu. Sımsıkı sarıldı oğluna ve "Senin göremediğin her saniye kaç defa öldüm ah bir bilsen yavrum, ah bir bilsen!" dedi. Sonra Mehmet'i sordu Orhan annesine. Makbule Hanım Mehmet'in bu heyecana daha fazla dayanamayacağını ve onu evde beklemek istediğini söylediğini bildirdi.

    Annesiyle birlikte eve gitmek üzere hastaneden ayrıldılar. Sıcak bir yaz günüydü. Orhan görmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu bir kez daha anlamıştı dışarı çıkınca. Harika bir hava vardı dışarıda. Dünya tüm renkleriyle Orhan'ın sevincini paylaşıyor gibiydi. Hayatın tüm güzelliklerini içine çekmek istercesine derin bir soluk aldı.
    Annesi apartmana geldiklerini söylediğinde birden heyecanlandığını hissetti Orhan. Zili çaldılar ve beklemeye başladılar. Hayatının en önemli işini yapıyor gibi düşündü Orhan bir an. Kapıyı Mehmet'in annesi Ayşe Hanım açtı. Gözleri ıslak ıslaktı. Makbule Hanım'ın onu teselli etmek ister gibi bir hali vardı. Orhan bu durumdan bir şey anlamakla birlikte merak da etmedi. Çünkü o birazdan hep yakınında olduğu halde ona daima özlem duyduğu arkadaşını görecekti. Ayşe Hanım Mehmet'in içerde onları beklediğini söyledi. Evin Orhan'a asla bitmeyecek gibi gelen koridorunu geçtiler. Mehmet salonda sırtı onlara dönük olarak duruyordu. Pencereden dışarıyı seyrediyordu anlaşılan. Orhan gizlice biraz yaklaştı ve "Görüyorum can dostum, görüyorum!"dedi. Mehmet bir robot edası ile yavaş yavaş geriye doğru döndü. Her şey birkaç saniye içinde olmasına rağmen zaman ağır çekimde ilerliyor gibiydi. Gözlerinde siyah bir gözlük, elinde bir baston ile "Evet dostum, harika görünüyorsun! Bu kırmızı gömlek sana ne kadar da yakışmış!" dedi. Eve derin bir sessizlik çöktü.

    Cemalettin Kaya
#31.03.2009 16:27 0 0 0
  • kızma ama senin yazdıın seyler uzun oluo ondan pek okuyasım gelmio

    neyse okucam ama

    ayy okudum çok güzel sonu acıklı biraz
#31.03.2009 17:05 0 0 0
  • Ard Arda Mesaj Yazmak Kurallara Aykırıdır..

    Siz Okumazsınız Ama Başkaları Okur..
#31.03.2009 18:44 0 0 0
  • Güzel paylasim ellerine saglik.Keske insanlar bu kadar duyarli ve gönül gözü acik olsa,ALLAH kimseyi karanlikta birakmasin.AMIN.
#31.03.2009 21:50 0 0 0