Türk Büyükleri

Son güncelleme: 10.01.2013 15:02
  • Mehmet Akif Ersoy

    İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. 1873'te İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır.

    Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

    1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.

    1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.



    Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

    Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır...


    Eserler


    Safahat, 1911; Süleymaniye Kürsüsünde, 1911; Hakkın Sesleri, 1912; Fatih Kürsüsünde, 1913; Hatıralar, 1917; Âsım, 1919; Gölgeler, 1933



    iSTiKLAL MARŞI

    Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
    Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
    O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
    O benimdir, o benim milletimindir ancak.

    Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
    Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
    Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
    Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

    Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
    Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
    Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

    Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
    'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

    Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
    Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
    Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...
    Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

    Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
    Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
    Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
    Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

    Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
    Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
    Canı, c*, bütün varımı alsın da hüda,
    Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

    Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
    Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
    Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
    Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

    O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
    Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
    Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
    O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

    Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
    Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
    Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
    Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
    Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal.

    işte eserlerin eseri..






    Çanakkale Şehitlerine

    Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
    En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
    Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya
    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
    Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"
    Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
    Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud ****si!
    Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
    Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
    Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
    Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
    Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
    Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
    Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ!
    Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
    Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
    Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
    Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
    Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
    Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
    Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
    Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

    Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
    Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
    Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
    Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
    Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
    Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
    O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
    Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
    Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
    Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
    Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
    Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

    Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
    Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
    Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
    Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
    Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
    Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm.
    Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
    Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
    Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
    "O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.
    Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
    İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
    Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
    O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
    Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
    Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
    Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
    Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
    Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
    Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
    "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.
    Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
    Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
    "Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
    Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
    Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
    Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
    Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
    Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
    Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
    Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
    Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
    Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
    Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
    Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

    Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
    Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
    Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
    Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
    O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
    Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
    Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
    Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
    Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber...

    Mehmet Akif Ersoy


    İBNİ SİNA

    savaş kazanan, ülkeler fetheden önderlere "kahraman" diyoruz. Ya doğayı fetheden, onu sırlarını çözen, insanı doğa ile boğuşturan bilim adamlarına ne diyelim?... Asıl kahraman onlar değil mi?

    İşte İbni Sina, evren ded
#18.04.2009 17:49 0 0 0
  • Aşık Veysel

    Ben giderim adım kalır
    Dostlar beni hatırlasın
    Düğün olur bayram gelir
    Dostlar beni hatırlasın
    Can bedenden ayrılacak
    Tütmez baca, yanmaz ocak
    Selam olsun kucak kucak
    Dostlar beni hatırlasın...

    Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde"Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlıŞarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. Anasi Gulizar, bir yaz günükoy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yolüstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmışGülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet;bebenin adini Veysel koymuş. Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüşVeysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgınıolmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, cicegin beyi çıkmışkendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnızışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, oradabu gözünü açacak bir doktor var." demişler. Sevinmiş Ahmet emmi. Gel gör kitalihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babasıyanına gelmiş. Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucuöteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece. Veysel'in Ali adında birağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler Veysel'inkotu kaderine.

    Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirlerokuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz sairleriyledolu. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyledinlermiş calip söylediklerini. Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıpvermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'danalmış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Unlu Halk ozanlarınınşiirlerini çalıp söylemiş bir zaman. Yirmibes yasındayken (1919) anası, babasıVeysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüpgitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotuoyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş,ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay çok koymuş Veysel'e.Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karisi koyup gittiğinde bir kızıvarmış Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmişVeysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar Veysel'i yeniden evermişler. Bukarisi çocuk vermiş Aşığa. Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da18 torun vermiş Veysel'e.

    Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıldönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş.Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizdenrahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'inşiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyükyardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiriGazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi"mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söylerolmuştu. 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde;bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını,köylerini yakından tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoglan'i, Yunus'u,Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı biryeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure sazöğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler,Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu. 1952 yılındaİstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye BüyükMillet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı"özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı.

    Veysel'in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce birtek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini oyetiştirmişti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevizekadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bubahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir isyapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?"demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler öncekidediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olanbizmişiz diyerek Aşık Veysel'i kutlamışlar. iste böylesine uzağı gören birinsandı o... Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Fakatkaranlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle... Halkşiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calipsöyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım simdi de mezarında son uykusunuışıklar içinde uyuyordur. Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonrayasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zamanrahmetle anacaklardır.



    Aşık Veysel'e sormuşlardı:
    - Usta, sazın iyisi nasıl olur?" o, şöyle cevap vermişti:
    - Nasıl mı? İyi saz dediğin, sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur...
    Hemen ardından:
    -Ya iyi sazın, iyi sözü nasıl olur? denilince bakır rengi, kırışık yüzünde olgun bir tebessüm dolaştı:
    - Sazı, eline yakıştıran bilir...



    Yıl 1933 idi. Cumhuriyet'in 10. Yılı kutlanacaktı. Büyük şölen vardı Ankara'da. İşte o günlerde, Atpazarı'ndaki hana, ayağında çarığı, sırtında sazıyle iki gözü kör bir ozan inmişti. Adını soranlara "Veysel" diyordu, "Şatıroğlu Veysel". Köyünü, kentini soranlara anlatıyordu:
    - Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündenim. Anam beni koyun sağarken doğurmuş. Babam, rençberden Karacaların Ahmet Efendi'dir. Anam da, babam da rahmetli oldu...
    Ve gözlerini soranlara acı acı gülümsüyordu:
    - Yedi yaşında çiçek aldı götürdü; sonra, avunmak için bu sazı verdiler elime. Ben ona söyledim, o bana söyledi...


    Uzun ince bir yoldayım
    Gidiyorum gündüz gece
    Bilmiyorum ne haldeyim
    Gidiyorum gündüz gece


    Ama, kimse o gün Veysel'e "Ne'yle geldin" diye sormamıştı. Kara trenle mi? Kamyon sırtında mı? Kağnı üstünde, at terkisinde mi? Hayır. Veysel, Cumhuriyet'in büyük şölenine katılmak için, azığını çıkın etmiş, köyden bir yiğitin yanına düşüp, yürüye yürüye yola koyulmuşlardı. Evet, tam üç ayda gelmişlerdi Ankara'ya... O günlere kadar, "Tezene"yi sazın "Döş"üne sadece köy kahvelerinde vuran Veysel, sesini bütün yurda ilk defa işte o büyük şölende duyurdu. O günden sonra coştu. Herkes "Karacaoğlan'lar, Emrah'lar bitti..." diyordu. Herkes, halk ozanlarının yüzyıllarca süren altın devri kapandı sanıyordu. İşte Veysel, o devrin bittiği yerde, pırıl pırıl, bir başlangıç oldu.


    Karnın yardım kazma ilen, bel ilen
    Yüzün yırttım tırmığınen, el ilen
    Gene beni karşıladı gül ilen
    Beni sadık yarim kara topraktır...


    Anadolu delikanlısı sıkılgandır. Saygılıdır. Şamata bilmez. Bu yüzden, nice halk ozanı ıssız dağ başlarında kaynayan, fakat vadiye varmadan kaybolup giden pınarlar gibidir. Bilinmez.
    Veysel, günümüzdeki bütün bu pınarlara da bir başka gürleyiş, bir başka ses kazandırdı. Şimdi güzel Anadolu'yu dile getiren bunca halk ozanı, hep onun aydınlığında buluyorlar yollarını... Bir sohbet sırasında Veysel'e,
    - Hani mümkün olsa, gözlerini açtırmak ister misin?
    diye sormuşlardı. Başını iki yana sallamış,
    - Hayır, demişti. "İçimde bir dünya kurdum. Onu yıkmak istemem..." Sonra bir çift söz daha eklemişti buna: "Hem ben görüyorum." demişti. "Aşık, gözüyle değil, gönlüyle gören adamdır..."
    Veysel, gözleri görmediği halde, görenlerden daha çok çalışan bir köy çocuğudur. Sivrialan'ın "Çoraktır, emeği inkar eder" dedikleri sarı toprağında, meyve bahçeleri kurmuştur. Kaplan Dere'deki köprü, onun gayretiyle yapılan köprüdür. Hem de iki defa yapılmıştır bu köprü. Köy köy dolaşıp, Kaplan Dere köprüsüne para toplayan Veysel, köprünün açıldığı gün pek coşmuştu:


    Kolay geçmek için Kızılırmak'tan
    Alındı paralar, cemoldu halktan
    Gayret köylülerden, izin Allah'tan
    Yaptırdı köprüyü, güldürdü bizi...


    Kaplan Dere, Kızılırmak'ın dalıdır. Delifişek bir deredir. O güne kadar salla adam geçirip, para alanlar köprüye kızmış, çileden çıkmışlardı. Çok geçmeden kundaklayıp, köprüyü yaktılar. Herkese derin bir üzüntü çökmüş, Veysel hüngür hüngür ağlamıştı:


    Fakir fukaradan alındı para
    Yandı kömür oldu gitti sulara
    Memlekete düşman, bir yüzü kara
    Yaktı köprümüzü, yandırdı bizi...

    Sonra yine önayak olmuş, yine yaptırmıştı köprüyü. Görmedi ama, gönlünce hazzını duydu. Seyretmedi ama, hissetti. Tıpkı şiirleri gibi. Okumadı ama, okutmasını bildi. Aşık Veysel, 1942-1944 arasında Arifiye ve Hasanoğlan, sonra da bir süre Çifteler Köy Enstitülerinde Halk Türküleri Öğretmenliği yaptı. Şiirleri en çok "Ülkü" dergisinde yayınlanmıştır. Ünlü ozanımız evli ve 6 çocuk babasıdır.


    En çok bilinen eserlerinden bazıları :

    Kara Toprak

    Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
    Beyhude Dolandım Boşa Yoruldum
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Nice Güzellere Bağlandım Kaldım
    Ne Bir Vefa Gördüm Ne Faydalandım
    Her Turlu İsteğim Topraktan Aldım
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Koyun Verdi Kuzu Verdi Sut Verdi
    Yemek Verdi Ekmek Verdi Et Verdi
    Kazma İle Dövmeyince Kıt Verdi
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Ademden Bu Deme Neslim Getirdi
    Bana Turlu Turlu Meyva Yetirdi
    Her gün Beni Tepesinde Götürdü
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Karnin Yardim Kazma İle Bel İle
    Yüzün Yırttım Tırnak İle El İle
    Yine Beni Karşıladı Gül İle
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    İşkence Yaptıkça Bana Gülerdi
    Bunda Yalan Yoktur Herkesler Gördü
    Bir Çekirdek Verdim Dört Bostan Verdi
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Havaya Bakarsam Hava Alırım
    Toprağa Bakarsam Dua Alırım
    Topraktan Ayrılsam Nerde Kalırım
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Dileğin Varsa İste Allah'tan
    Almak İçin Uzak Gitme Topraktan
    Cömertlik Toprağa Verilmiş Haktan
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Hakikat Ararsan Açık Bir Nokta
    Allah Kula Yakın Kul Da Allah'a
    Hakkin Gizli Hazinesi Kara Toprakta
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Bütün Kusurlarımı Toprak Gizliyor
    Merhem Calip Yaralarımı Tuzluyor
    Kolun Açmış Yollarımı Gözlüyor
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

    Her Kim Ki Olursa Bu Sırr-ı Mazhar
    Dünyaya Bırakır Ölmez Bir Eser
    Gün Gelir Veysel'in Bağrına Basar
    Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


    Senlik Benlik Nedir Bırak

    Allah birdir Peygamber Hak
    Rabbül alemindir mutlak
    Senlik benlik nedir bırak
    Söyleyim geldi sırası

    Kürtü Türkü ne Çerkezi
    Hep Ademin oğlu kızı
    Beraberce şehit gazi
    Yanlış var mı ve neresi

    Kurana bak İncile bak
    Dört kitabın dördü de hak
    Hakir görüp ırk ayırmak
    Hakikatte yüz karası

    Binbir ismin birinden tut
    Senlik benlik nedir sil at
    Tuttuğun yola doğru git
    Yoldan çıkıp olma asi

    Yezit nedir, ne kızılbaş
    Değil miyiz hep bir kardaş
    Bizi yakar bizim ataş
    Söndürmektir tek çaresi

    Kişi ne çeker dilinden
    Hem belinden, hem elinden
    Hayır ve şer emelinden
    Hakikat bunun burası

    Şu alemi yaratan bir
    Odur külli şeye Kadir
    Alevi Sünnilik nedir
    Menfaattir var varası

    Cümle canlı hep topraktan
    Var olmuştur emir Haktan
    Rahmet dile sen Allah'tan
    Tükenmez rahmet deryası

    Veysel sapma sağa sola
    Sen Allah'tan birlik dile
    İkilikten gelir bela
    Dava insanlık davası


    Ala Gözlü Benli Dilber

    Ala gözlü benli dilber
    Bir gün gelsen bize doğru
    Seni sevdim can u dilden
    Çekme kendini naza doğru

    Ne pervam var ne de perdem
    Sanma beni hali bir dem
    Söyler seni teller her dem
    Kulak versen saza doğru

    Asika zulfukar isen
    Gulsende güle zar isen
    Hakikatli bir yar isen
    Ben geleyim size doğru

    Gönülleri bir edelim
    Gayrileri biz nidelim
    İkimiz de bir gidelim
    Yürüyelim ize doğru

    Bir gün için feryadı zar
    Bülbül eder her dem seher
    Aç sinemi gel gör ne var
    Arttı derdim yüze doğru

    Kafi derdim bir derd katma
    Veysel'i yabana atma
    Kerem eyle çok uzatma
    Kavuşalım yaza doğru.


    Hepimiz Bu Yurdun Evlatlarıyız

    Bu nasıl kavgalar çirkin dogusler
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız
    Yolumuza engel olur bu isler
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

    Birleşiriz bir bayrağın altında
    Biz Türklerin ikilik yok aslında
    Yanar tutuşuruz vatan aşkında
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

    Hedef alıp dövüştüğün kardeşin
    Seni yaralıyor attığın taşın
    Topluma zararlı yersiz savaşın
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

    Herkes ilim deryasında yüzüyor
    Çıkmış ayin çevresinde geziyor
    Yazık bize yollarımız uzuyor
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

    Kitaplar yazılmış nasihat dolu
    Birlikte güçlenir gençliğin kolu
    Gençliğe emanet Atatürk yolu
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

    Söyler Veysel sözlerinden vazgeçmez
    Bulanık çeşmeden kimse su içmez
    Ganadı olmasa kuşlar da uçmaz
    Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


    ATTİLA


    Büyük Türk-Hun İmparatoru'dur. 395 yılında doğdu. Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur. 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti. Orleans'ı kuşattı. Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu. 453 yılında öldü.Tıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu.Gençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti. Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.

    Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı.

    Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı. Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı,

    Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu.

    Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu. Hattâ bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.Sekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis...

    Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır.Attilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı.
    Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi. Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu.
    Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez...


    Piri Reis ( .... - 1554)


    Osmanlı denizci. Dünya haritaları ve denizcilik kitabıyla tanınmıştır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu. Kahire'de öldü.


    Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve Güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.


    1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı I. Selim'e (Yavuz) sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı.1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla I. Süleyman'a (Kanuni) sundu. 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı.


    Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek idam edildi.


    Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak, denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.


    Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.


    1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir. Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, Orta ve Güney Amerika'yı gösterir.


    1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir. Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir. Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir. İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.


    Kitabı Bahriye 'den Piri Reis'in önsözü

    Özellikle , güneş gibi parıldayan ve ay ışığı gibi ışıldayan , Arap ve Acem sultanlarının sultanı ve Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultan Bayezid ( II ) Han'ın oğlu , Sultan Selim (I) Han'ın oğlu Sultan Süleyman (kanuni) Han ki ,

    "Yüce Allah özellikle kendisinden inayetini esirgemesin, devletini güçlendirsin , ona zaferler versin , dünyanın yıkılacağı kıyamet gününe kadar oğullarına ömürler ve kuvvetler bahşeylesin"

    Amin


    Bu kitabın yazılış sebebine gelince , cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın yüce devletine ve mutluluklar bahşeden kapısına , zamanın bilgili kişileri , uğurlu hüdavendigarın sonsuz himmetleri ile isim ve şöhret sahibi olabilmek için , çeşitli bilim dallarında eserler vücuda getirmişlerdir.
    Merhum Kemal Reis'in kardeşinin oğlu olan bu zayıf ve güçsüz Hacı Muhammed'in oğlu Piri Reis de , bu ümitle , padişah hazretlerinin feleğe benzeyen eşiğine , kuretinin yettiği ölçüde "denizcilik ilminden" ve gemicilerin sanatından yadigar olmak üzere bir kitap yazdım.Çünkü , bu ilimde , şimdiye kadar hiç kimse , böyle faydalı bir eser bırakmamıştır.

    Piri Reis Müzesi

    Çimenlik Kalesi içinde bulunan Piri Reis Müzesi'de, Piri Reis'in, Kitab-ı Bahriye'sini yazdığı tarihten itibaren değişik tarihlerde çizdiği üç adet Çanakkale Haritası, Dünya Haritası, Piri Reis'i yaşadığı devre ait Bayrak ve Sancaklar, Osmanlı resim sanatı olan Manzaralı Resim Sanatının üstadı Nasuh Matrak-çı'ya ait kitaplardan örnekler yer almaktadır.



    CENGİZ HAN


    Büyük cihangir, devlet adamı ve kanun uygulayıcısı. Koyduğu kurallara yasa adını veren hükümdardır. 1155 yılında doğdu. Asıl adı Timuçin'dir. Moğol Oymak beylerinden Bahadır (Yesukay Batır adı ile de anılır) Bey'in oğludur. Ömrünü savaş alanlarında geçirdi. 1202 yılında Doğu ve Batı Moğolistan'ı zaptettikten sonra önce Hakan, daha sonra Cengiz unvanlarını aldı. 25 yıl hakanlık yaptıktan sonra, 1127 yılında 72 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu. Mezarının yeri belli değildir.

    Oymak Beyi Bahadır'ın karısı Ulun Hatun 1155 yılında bir erkek evlât dünyaya getirdiği zaman bebeğin bir elinin yumruk gibi sıkı sıkıya kapalı olduğu görülmüştü. Minicik yavrunun yumruğu zorlukla açıldığı zaman avucunun içinde pıhtılaşmış kanı görenler: "Bu çocuk büyük bir cihangir olacak, avucunun içindeki kan buna işarettir" dediler.Ancak Timuçin adı verilen çocuk daha on iki yaşını doldurmadan babası hayata gözlerini yumdu. Annesi Ulun Hâtun zeki ve becerikli bir kadındı. Oymağı dağılmaktan kurtardı, oğlu büyüyene kadar yönetimi ele aldı.

    Timuçin delikanlılık çağına geldiği zaman oymağın idaresini ona bıraktı. Babasından kalan oymak ne kuvvetli bir devletti, ne de doğru dürüst bir ordusu vardı. Timuçin'in ilk işi sağlam disiplin altında kuvvetli bir ordu meydana getirmek oldu. Bu uğurda yılları
    nı harcadı ve sonunda başardı.

    Önce çevresindeki oymakları emri altında toplamak istedi. Bu yüzden ilk savaşlarını yaptı ve ilk zaferlerini kazandı. Sonra sıra Moğolistan'a hâkim olmaya geldi. Yaman bir cengâver ve iyi bir kumandan olan Timuçin bunu da başardı. Uzun savaşlardan sonra Doğu ve Batı Moğolistan'ı egemenliği altına aldı. Bunun için 47 yaşına kadar iç mücadele yapmak zorunda kaldı.1202 yılında bütün Moğolistan'a hâkim olduktan sonra, bütün Moğol ve Tatar hanlarının iştirakiyle yapılan Kurultay'da kendisine Hakan unvanı verildi. Böylece Timuçin, Karakurum'da hükümdarlık tahtına çıktı. 1206 yılında yapılan Kurultay'da bir şaman kâhin kendisine "Cengiz Han" adını verdi. Gökyüzünden geldiğine inanılan bu isim "Başbuğlar başbuğu" anlamına gelmekte idi.

    Cengiz Han işte bu tarihten sonra geçen yirmi yıllık süre içinde, dünyanın en büyük devletlerinden birini kurmayı başardı. Bu arada büyük istilâ harekâtına da girişmişti. Önce Çin'i istilâ etti ve bu büyük devletin merkezi Hanbâlık'ı (bugünkü adıyla Pekin) fethetti (1216).Yaptığı büyük fetihler sonucu Uygurlar, Kalmuklar ve Karahitaylılar da Cengiz Han'ın emri altına girdiler.

    Bundan sonra emrindeki 200 bin kişilik Türk-Moğol ordusuyla batıya döndü ve İslâm âlemine doğru yürümeye başladı Cengiz Han. 1220 yılında İran ve Türkistan'da Büyük Selçuklulara halef olan Harzemşah Doğu Türk Hâkanlığını yıktı. Sonra Orta Asya ve Anadolu'daki bütün küçük devletleri o kudretli istilâ ordusu ile ezip geçti. Böylelikle kurduğu devletin sınırlarını Çin Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzatmayı başardı.

    Cengiz Han daha sonra Kafkaslar'dan Rusya'ya geçip orada dağınık hâlde bulunan Türk oymaklarını bir bayrak altında toplayarak tarihin en büyük Türk devletini ortaya çıkardı.Cengiz Han'ın Börte, Kulan, Yesügen ve Yesüy adlarında dört "Başkadın"ı vardı. Bunların sayısı kadar da karargâh kurmuştu ülkesi sınırları içinde. Her karargâhında bir "Başkadın"ı bulunurdu. Uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı ve sert bakışlı bir insan olan bu büyük hakanın dört oğlu vardı. Ve eski bir Türk-Moğol geleneğine uyarak ülkesini, daha sağlığında iken bu dört oğlu arasında paylaştırdı. Kendi yerine üçüncü oğlu Ügedey (veya Ödebey)'i geçirdi. Cüci'yi avcıbaşı, Çağatay'ı örf ve kanun uygulayıcısı, Tuluğ (veya Tüluy'u) da savaş bakanı yaptı. Kısa bir süre sonra Cüci ile Tuluğ'un araları açıldı. Hattâ Cüci'nin babasına karşı bir ihtilâl hazırladığı dahi söylendi. Ancak Cüci'nin genç yaşta ölümünün sebebi anlaşılamadı.

    Cengiz Han, 1225 yılında Hsia devletine karşı bir sefer düzenledi. Bu onun son seferi oldu. Daha Hsia düşmeden büyük cihangir, Kansu bölgesinde hayata gözlerini yumdu. Cesedi Moğolistan'a götürüldü. Orada, Kerülen ve Onon kaynaklarının yakınında Burhan-Haldun dağlarının bir köşesinde toprağa verildi. Türk-Moğol geleneklerine göre, mezarı gizli tutuldu. Kendisinden sonra gelenler de bu dağlarda çeşitli noktalara gömüldüler. Ne, büyük cihangir Cengiz Han'ın, ne de diğerlerinin mezarlarının yeri belli oldu.
    Ölümünden sonra oğulları ülkenin yönetimini üzerlerine aldılar. Ulus adı verilen ülkeyi dörde böldüler, onlardan sonra gelen çocukları da yeni yeni devletler kurdular. Bunların en ünlüleri Cüci'nin oğullarından Batu Han'ın kurduğu Altınordu, diğer oğlu Togay Timur'un çocuklarının kurduğu Kazan ve Kırım-Hanlıkları, Tuluğ'un oğlu Hülagü Han tarafından kurulan İlhanlılar devletidir.


    DEDE KORKUT

    Büyük Türk destanının yaratıcısı Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca'nın oğludur.

    Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır.


    Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür. Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur:

    (Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi...)

    (Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi...)

    (Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur...)

    (Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi... Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi. Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi... Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi...)

    Dede Korkut'un kitabında on iki destan var. Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir.

    Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.

    Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek'in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ;

    Vay al duvağımın sahibi,
    Vay alnımın başımın umudu.
    Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim,
    Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım
    Han yiğit...
    Göz açıp ta gördüğüm,
    Gönül ile sevdiğim,
    Bir yastığa baş koyduğum
    Yolunda öldüğüm, kurban olduğum
    Can yiğit...

    Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder.

    Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır. Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır.

    Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı'nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır. Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir.
#18.04.2009 17:53 0 0 0
  • Arslan Bey

    Anadolu'da Selçuklu Sultanlığı'nı kuran Oğuz Türkmenleridir. Bu gün Anadolu'yu dolduran Türklerin ataları da Oğuzlardır. Oğuzlar X. yüzyılda Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adı ile anıldılar.

    Oğuzların ana yurdu, ormanlarla kaplı olan Tanrı Dağı'dır. Oğuzlar bu dağa "Gökmen Adağı" derlerdi. Atalarımız Orta Asya'da bulunan bu ilk Türk yurduna (Ortaçağ), doğusuna (Hatay), batı illerine de (Horasan) adını vermişlerdi. Oğuzlar, Ortaç Elinde 34 boy olarak yaşamakta idiler. Sağ tarafa düşen on iki kabileye (Bozoklar), sol taraftaki on iki kabileye (Üçoklar) denilmekteydi. Bozoklar, Oğuz Atanın (Günhan), (Ayhan), (Yıldızhan) adı oğullarından türediler. Üçoklar ise Oğuz Atanın (Gökhan), (Dağhan), (Denizhan) oğullarından çoğaldılar.

    Oğuzların Üçok'larından (Kınık) boyu başbuğlarından Selçuk, XI. yüzyılda Büyük Selçuklu İmparatorluğunu kurmaya muvaffak oldu. Selçuk'un babası Dakak, Uygur Türkleri ülkesinde yaşamakta idi. Ölümünden sonra oğlu Selçuk, Uygur Hükümdarı Beyğu Han'ın hizmetine girerek subaşılık rütbesine kadar yükseldi. Fakat Han'ın karısı, Selçuk'u öldürtmek istediğinden, o maiyetindeki Oğuzlarla beraber Seyhun Nehri kenarında bulunan Cent şehrine gelerek yerleşti.

    Selçuk, civarındaki kavimlerle muharebeye girişerek az zamanda bir şöhret kazandı. Cesur olduğu kadar kuvvetli bir ahlaka da sahipti. Onda devlet kuruculuğu vasfı da bulunduğundan kısa bir zamanda Horasan Elleri Türkmenleri, Selçuk'un etrafında toplandılar. Selçuk'un han seçilmesi hakkında şu tarihî rivayet vardır:

    Günlerden bir gün, Oğuz Beyleri, okdanlıklarından birer ok çıkartıp bir yere toplandılar. Bir çocuğun gözlerini bağlayarak bu oklardan bir tanesini ona çektirdiler. Bu ok, başbuğlardan Selçuk'a aitti. Selçuk'u han seçtiler. Onu Oğuz töresince bir ak keçeye oturtup dokuz defa havaya kaldırıp ordugahta dolaştırdılar. Sonra, önünde diz çöküp bakır kaplarla kımız içtiler. Bütün Başbuğlar:

    "Selçuk, devletin kutlu olsun! Seni han tanıdır." Diye and içtiler.

    Ozanlar kopuzlarıyla Oğuzname'den parçalar okudular. İşte bu suretle Selçuk, Selçuklu Devletini kurmuş oldu.

    Selçuk'un (Arslan, Mikail, Musa, Yunus) adında dört oğlu vardı. Selçuk bu oğullarından en fazla Mikail'i seviyordu. Mikail bir kale muhasarasında şehit düştü. Bundan sonra Selçuk'un Mikail'in oğulları olan (Çakır) ile (Tuğrul)'a karşı sevgisi fazlalaştır. Fakat oğullarından en ulusu Arslan Bey'di.

    O sıralarda Samanoğulları hükümdarı, Selçuk'tan yardım istedi. Selçuk da oğlu Arslan Bey'i bir kuvvetin başında bunlara gönderdi. Arslan Bey, çok cesur ve yiğit bir kumandandı. Yaptığı savaşlarda büyük muvaffakiyetler gösterdi. Maveraünnehir'in asayişini bozan kavimleri birer ikişer mağlup ederek sindirdi.

    Bir müddet sonra Selçuk Han, 1030 tarihinde yüz yedi yaşında olduğu halde vefat etti.

    Artık devletin idaresi Arslan Bey'e kalmıştı. Fakat Arslan Bey'in kuvvetlerinden, o devirde devlet kurmuş olan Samanoğulları, Karahanlılar ve bilhassa Gazneliler korkmaya başladılar.

    Gazneli Mahmut, kendi devletine bir tehlike olarak gördüğü Arslan Bey'le dostluk içinde geçinmenin çarelerini aramaya başladı.

    Bir gün Gazneli Mahmut, Arslan Bey'e bir elçi gönderdi. Arslan Bey de bu elçiye lazım gelen saygıyı gösterdi. Elçi, Arslan Bey'e, Gazneli Mahmut'un selamını söyledikten sonra şunlara tebliğ etti:

    Gazne Sultanı diyorlar ki, biz daima Hindistan'a doğru sefer ediyoruz. Bize birçok Müslüman devletler yardım etmek dileğinde bulunuyorlar. Hayret ettiğim şudur ki, hiçbir gün Selçuk Oğullarından bir bölük olsun bizimle birlikte cenge iştirak etmiyor. Eğer sizler de Hindistan seferlerine iştirak etme arzusu gösterirseniz, Gazne'ye gelip benimle görüşürsünüz!.

    Arslan Bey elçiye şu sözü verdi:

    Eğer sultanınız, biz Selçuk Oğullarından faydalanmak arzu ediyorlarsa, biz kavgadan hiçbir zaman kaçmayız. Derhal Hint seferlerine iştirak ederiz. Bu hususu görüşmek üzere Gazne'ye geleceğim!

    Hakikaten, bir müddet sonra, Arslan Bey, yavuz delikanlılardan oluşmuş ve her türlü teçhizatı tamamlanmış olan 10.000 kişilik Türkmen alayı ile Horasan'dan kalkıp bu günkü Kabil şehri civarında bulunan Gazne şehrine gitti. Gazneli Mahmut bu büyük kuvvetin başkentine yaklaştığını duyunca korktu. Bu kuvvetler, Gazne civarında ordugah kurup konakladılar. Bundan telaşa düşen Gazneli Mahmut Arslan Bey'e hemen bir adamı ile şöyle bir haber gönderdi:

    Hind'e henüz bir seferimiz yoktur. Kuvvetlerinizi geri çekiniz Yalnız kumandanlarınızı sarayımda misafir edeceğim.

    Arslan Bey, Sultanın bu arzusunu kabul ederek kuvvetlerini geri çekip yalnız 300 yiğitle Gazne şehrine girdi. Küheylan atlar üzerinde birbirinden güzel bu yiğit delikanlıların Gazne sokaklarından geçişi büyük heyecan uyandırdı. Oğuzlar simaca pek güzel insanlardı. Beyaz tenli, al yanaklı ve kumral saçlı, iri vücutlu idiler. Oğuzlar, Türk kavimleri içinde en cesurları ve en zekileriydi. Oğuzların güzelliği dillere destan, hele ahlakları bütün Asya kavimlerince hürmete şayandı.

    Arslan Bey, yanında oğlu Kutulmuş olduğu halde Gazne Sultanı'nın muhteşem sarayına gitti. Saray ağaları, Arslan'ı karşılayarak Sultan Mahmut'un huzuruna çıkardılar.

    Bu saray o devirde, dünyanın en zengin saraylarından biriydi. Gazneli Mahmut, sarayında devrinin en yüksek alim ve sanatkarlarını toplamış, meşhur Şair Firdevsî bile Gazne sarayında Şehname'sini yazıp bitirmişti. Sultan Mahmut, altın bir taht üzerinde oturmuş, vezirleri de sağında ve solunda el pençe divan durmakta idiler.

    Arslan Bey, salona girince gayet terbiyeli bir tavırla ilerleyerek eğilip yeri öptü. Arslan'ın bu terbiyeli hali Sultan Mahmut'un çok hoşuna gitti. Bunun üzerine Arslan Bey'e ikramlarda bulundu. Kendi tahtının yanına altından bir kürsü konulmasını emretti. Derhal sultanın yanına alın kürsü konuldu. Gazneli Mahmut, misafirini yanına oturttu. Bir müddet Arslan'la görüştükten sonra dernek kurulmasını emretti. Birçok vezirler ve ağalar yerlerine oturarak, divan toplantısı yapıldı. Gazneli Mahmut, Arslan Bey'in de bu dernekte bulunmasından dolayı hoşlandı. Biraz sonra Gazneli Mahmut, seçkin misafirine dönerek dedi ki:

    Eğer ihtiyacımız olursa bize ne kadar askerle yardım edebilirsiniz?
    Arslan Bey, yanında bulunan okdanlıktan bir ok çıkartıp Sultana gösterdikten sonra:
    Her zaman bu oku oymağıma gönderirseniz size derhal 10,000 sipahi gönderebilirim! diye cevap verdi.
    Bu vaadden son derece bahtiyarlık duyan Sultan:
    Tekrar asker istersem?
    Diye sordu. Arslan ikinci bir ok çıkardı:
    Bu ok da 10,000 askere muadildir.
    Sultan Mahmut hayretle:
    Daha istersem? diye sordu.
    Arslan Bey, bir üçüncü ok çıkardı:
    Bu da 10,000 askere işarettir.
    Sultan Mahmut'un gözleri açıldı ve divanda bulunanlar hayretlerini gizleyemediler. Sultan Mahmut misafirini sonuna kadar yoklamak kararında idi:

    Bu askerler kafi gelmezse?
    O zaman Arslan Bey, omuzunda asılı olan yayı çıkararak vakur bir sesle:
    Ne zaman bu yayı oymağımıza gönderirseniz, dedi; derhal 30,000 asker emrinize gelir!
    Bu sözleri duyan Sultan'ın tavrı derhal değişti. İçine bir korku ile beraber bir de kin düştü. Dernekte bulunanların da tavırları değişti. Sevgi ile başlayan bu görüşme bir kinle sona erdi. Biraz sonra Arslan Bey oğlu Kutulmuş'u alarak sultanın huzurundan ayrıldı. Gazneli Mahmut, vezirlerine döndü:

    Bir adam ki üç ok ve bir yayla 60,000 kişiyi silah erzak ve mühimmatı ile toplayabiliyor; onu küçümsememek lazımdır.

    Vezirler hep bir ağızdan cevap verdiler:
    Bu adam, devletimiz için büyük tehlikedir.
    Bunun üzerine Gazneli Mahmut, Arslan Bey hakkında kötü şeyler düşünmeye başladı:
    Mademki Arslan elimize düşmüştür; onu sağ bırakmayalım.
    Sultanın fikri vezirler tarafından hemen benimsendi. İçlerinden biri:
    Arslan ve kumandanlarını bir nehre atıp boğalım! diye bir teklifte bulundu.
    Önce Gazneli Mahmut, kendisine misafir gelen bir adamın boğulmasına rıza göstermedi; fakat:

    Arslan'ı yakalayıp, Hint hududundaki "Kalincer" kalesine hapsedebiliriz dedi ve gerekli emri verdi. Zavallı Arslan Bey, misafir kaldığı bu sarayın altın yaldızlı bir odasında oğlu ile beraber uykuda bulunuyordu. Sabaha karşı birden bire odasının içine ellerinde kılıçlarıyla on tane saray muhafızı girerek uykuda bulunan Arslan ve oğlunun üzerine saldırdılar. İkisini de kıskıvrak bağladılar.

    Arslan Bey, ne olduğunu ve neye uğradığını bilemedi. Tanrı misafiri bulunduğu bu sarayda bir hıyanete kurban gittiğini anladıysa da iş işten geçmiş bulunuyordu. Gazneli muhafızlar, onu, elleri bağlı olduğu halde, Hint hududundaki bir dağ üzerinde bulunan kalın duvarlı Kalincer kalesinin karanlık bir odasına hapsettiler.

    Selçuk'un büyük oğlu Arslan Bey, Gazneli Mahmut'un hilesinin kurbanı olarak bu karanlık taş odada ömrünü tamamladı.

    Fakat Türkler, Gaznelilerden bunun intikamını almaya ant içtiler. Nihayet Selçuk'un torunlarından Çakır ile Tuğrul beyler, Gazneli Mahmut'un oğlu Mesud'u "Dandanakan" sahrasında mağlup ederek, Gazneli Devletini tarihten sildiler. Gazneli Mahmut, Arslan'ın oğlu Kutulmuş'u serbest bırakmıştı. Kutulmuş'u da saltanat kavgası yüzünden Alpaslan öldürttü. Fakat Kutulmuş'un oğlu Süleyman, Anadolu Selçuklu Devletini kurmaya muvaffak olarak Oğuz Türkmenlerinin Anadolu'da ebediyen yaşamalarını sağlamış oldu.
#18.04.2009 17:53 0 0 0
  • Ahmet Kabaklı

    Hayatı ve Eserleri

    Hayatı
    Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii'nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım'ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 yılında Harput'ta dünyaya geldi. Babasını 1926 yılında daha iki buçuk yaşında iken kaybetti. Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı'nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı. 1931 yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi'nde ilk ve orta öğrenimini, lise öğrenimini ise, Elazığ Lisesi'nde 1944 yılında tamamladı. Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1948 yılında mezun oldu.

    Mezun olduğu yıl Diyarbakır'da öğretmenliğe başladı. Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü. O, Diyarbakır'ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu. Kendisine Halkevi'nin çıkarttığı Karacadağ dergisinin yöneticiliği verildi. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır'ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı. Divan Edebiyatı geceleri düzenledi. Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı. Böylece orada ciddi bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı. Diyarbakır'daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti. Onu gece geç vakitte uğurlamaya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi.

    Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti. Askerliğini Manisa'da tamamlayan Ahmet Kabaklı'yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin etti. Görev yaptığı Aydın'da 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinden, matematik öğretmeni Meşkûre Hanımla tanıştı ve evlendi. Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabilmek için hukuk okumak istedi. 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. 1 Nisan-1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat imzası ve kendisine birincilik getiren "Üniversitede Münazaralar" başlıklı yazısı dahil beş yazı ile katıldı. Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye'de yarışmayla yazar olan iki kişiden birisi oldu. Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğine devam etmekteydi.

    1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesindeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı için bir yıllığına Paris'e gönderildi. 1958 yılında Paris'ten dönüşünde İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı. 1955 yılında Aydın'da öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi'ni 1959 yılında tamamladı. 26 Ekim 1961 tarihinde 4806 sicil numararası ile İstanbul barosu avukatları arasına katıldı. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü. Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak devam etti. Bu görevdeyken 1974 yılında emekli oldu. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda edebiyat dersi verdi.

    Taner isminde yüksek kimya mühendisi bir oğlu ve iki torunu olan Ahmet Kabaklı, 17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı. Önce Türkiye Gazetesi Hastahanesi Kardiyoloji Servisi'ne kaldırıldı. Burada iki gün yoğun bakımda kaldı. Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000'de Florance Nightingale Hastahanesi'ne nakledildi. 23 Kasım 2000'de tekrar kontrolden geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı. Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi. Ancak yoğun bakım ünitesinde enfeksiyon kaptı.

    Buradan üç günde çıkması gerekirken yirmi gün yatmak zorunda kaldı. Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000'de 48 yıllık hayat arkadaşı, emekli öğretmen Meşkûre Hanım vefat etti. Hastahaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşkûre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi. Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastahaneye kaldırıldı. Ahmet Kabaklı, 8 Şubat 2001 tarihinde Perşembe günü saat 14.20'de Florance Nightingale Hastahanesi'nde Hakkın rahmetine kavuştu. 10 Şubat 2001 tarihinde Cumartesi günü tabutuna Türk ve Doğu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi Fatih Camii'ne getirildi. Yakınları, öğrencileri ve sevenlerinden oluşan on binlerin katılımıyla öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası eşi Meşkûre Kabaklı'nın yattığı Eyüp Sultan-Piyer Loti'deki aile mezarlığına defnedildi.

    Kişiliği

    Ahmet Kabaklı, Cumhuriyetin ilk yıllarının yokluk ve yoksullukları içerisinde geçirdiği çocukluğundan beri hayatın zorluklarını bilen birisi olarak sade ve abartısız yaşadı. O, memleket meselelerinde, yazılarında ve konferanslarında ciddî, özel hayatında inanılmaz derecede şakacı, cana. yakın, sevimli, esprili, alçak gönüllü, şen, cömert sevgi dolu, babacan, merhametli bir insan olarak tanınırdı. Yakın çevresi onu Türkçe'ye, Türkiye'ye ve Türk insanına aşkla bağlı, ilim sahibi, araştırmacı, bıkıp usanmadan çalışan, vefalı, yardımsever, merhametli, haklının ve mazlumların yanında olan, halktan kopmayan gerçek aydın, kadirşinas, yeni projeler üretme yeteneğine sahip birisi, kalemini menfaat için kullanmayan, çizgisinde direnen, yürüdüğü yoldan şaşmayan, dünya malına fazla değer vermeyen, bereketli bir fikir pınarı, uzun yıllar fikrini ve kalemini vatan, millet hayrına kullanan bir kahraman, bir mektep adam, haysiyet abidesi, millete ve tarihe malolmuş bir şahsiyet gibi daha birçok özellikleriyle tanımakta ve anlatmaktadırlar.

    Onun şahsiyeti, aile çevresi ve bilhassa annesi Münire Hanımın söylediği ve okuduğu masal, efsane ve türkülerin tesiriyle şekillendi. Annesinden sonra millî duygu ve düşüncelerle onu besleyen ve etkili olan ikinci kadın Türkçe öğretmeni Cemile Hanımdır. Lisede ise hayatının değişmesine vesile olacak edebiyat öğretmeni Cahit Okurer, Fransızca öğretmeni Cemil Meriç, tarih öğretmeni Yahya Pehlivan, matematik öğretmeni Vehbi Güney gibi seçkin ve sahalarında iyi yetişmiş ve etkileyici öğretmenlerin tesirinde kalmıştır. Öğrenci olarak girdiği Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'dan dersler aldı. Başta kendisine yakın bulduğu, ağabey gördüğü hocası Prof. Dr. Mehmet Kaplan olmak üzere diğer hocaları onun iyi bir meslekî eğitim almasında ve milliyetçi fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır

    O, XX. ve XXI. asrın alpereni olarak kalemiyle bütün Türk dünyasında gönüller fethetmiştir. O milleti icin, birliğin sembolü olarak gördüğü ve ideallerini süsleyen bir "alperen" olmak istediğini şöyle ifade etmektedir: "Benim bugüne kadarki hasretim ve geleceklerde yapmak ve anılmak için özlediğim şey, birçok yazılarımda kendisini anlatmaya çalıştığım alperen ahlâkı, alperen yaşayışı, alperen hürriyeti, milletimin her varlığını kuşatan alperen sevgisidir". Onun için "Alperenlik hasretiyle yiğitliğe sarıldım. Her güzelliğin zaferi için çalışmaktan zevk aldım. İşte ben, Çanakkale'den Bolayır'a, Rumeli'ye sallarla geçip kırk mübarek atlı ile Üsküb'ün, Belgrad'ın kalelerini alan kahramanlarla birlikte yaşadım".

    O, Cumhuriyetimizi, millî kültür ve inançlarımızı, bilhassa dilimizi hiçe sayanlara karşı öğrenciliğinde, öğretmenliğinde, yazarlık ve fikir hayatının her safhasında inançla, kararlılıkla kendisi ve milleti adına mücadele etmiştir. O daima inandığı gibi yazmış, dolayısıyla mensubu bulunduğu Türk milletinin, İslâmın, ilmin ve demokrasinin hizmetinde olmuştur.

    Farsça ve Fransızca'yı edebî eserleri tetkik edecek kadar bilen Ahmet Kabaklı, hem doğu, hem batı kültürürü, yetiştiği muhitten ve aldığı meslekî eğitimden dolayı da zengin bir Türk kültürüne sahipti. Başta Anadolu'da olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde verdiği konferanslarda, radyo ve televizyon programlarında Türkün kültürünü, sanatını anlatmak için çaba göstremiş, yanık yürekleri serinletmiş ve cesaretlendirmiştir.

    Sevenleri onu sevgi yüklü olmasından Alperen'e, eserlerinde doğruluğu ve dürüstlüğü anlatmasıyla Yusuf Has Hacib'e, Türk dilinin korunması ve geliştirilmesi için yaptığı mücadele ile Kaşgarlı Mahmut'a, bilgeliği ve otoritesi yönüyle Dede Korkut'a, dünyanın neresinde Türk varsa onların dertleriyle hemhal olmasından dolayı dervişe, gaziye, akıncı beyine, her çağrılan yere gitmesiyle Evliya Çelebi'ye benzetmişlerdir.

    Yazı Hayatı

    Ahmet Kabaklı'nın yazı hayatı daha 22 yaşında üniversite öğrencisi iken 20 Kasım 1946 tarihinde Son Saat gazetesinde "Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı?" başlıklı tenkit yazısıyla başlamıştır. 1947 yılından itibaren "Hareket" dergisinde "Ayın Hercümerci" başlığıyla polemik, mizah ve hiciv yazıları yazmıştır. Diyarbakır'da öğretmenliği sırasında "Karacadağ" dergisini yöneten Kabaklı giderek şiir ve yazılarıyla edebiyat camiasında tanınmıştır. Hareket ve Karacadağ dergilerinden başka Bizim Türkiye, Hisar, İstanbul, Çağrı, Türk Folklor Araştırmaları, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Mavera, Pınar, Kültür ve Sanat, Türk Edebiyatı gibi dergilerde de şiirler, makaleler yazmaya devam etmiştir.

    Asıl ününü Türk basınında duyuran Ahmet Kabaklı, Son Saat, Tercüman, Yeni Haber ve Türkiye gibi gazetelerde idarecilerin ve geniş halk kitlelerinin dikkatlerini uyandıran kültür hayatını ile ilgili konularda yirmi binden fazla fıkra ve makale yazmıştır. Tercüman gazetesindeki yazıları önce "Fıkra Müsabakamızın Birincileri" başlığı altında yarışmayı kazanan diğer iki birinciyle birlikte aynı köşede dönüşümlü yayımlanmıştır. Eğitim stajı yapmak üzere Paris'e gitmesi sebebiyle yazılarını aralıklarla da olsa "Uzaktan Uzağa" başlığı altında okuyucusuyla buluşturmuştur. Bu ayrılık devresinde gazeteye Paris'ten Paris Notları, Paris Mektupları başlıklarıyla yazılar yazmıştır. 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur.

    Avukatlık yapmaya başlamış, tam bu sırada gazete el değiştirmiş ve yeni sahibi Nihat Karaveli kendisinden gazeteye yazmasını istemiştir. Bu teklifi kabul eden Kabaklı, Tercüman'da 1961 yılından itibaren "Gün Işığında" adlı köşesinde yazmaya devam etmiştir. Tercüman gazetesinin sahiplerinin değiştiği dönemlerde milliyetçi fikirlerinden dolayı zaman zaman sıkıntılar yaşamış, aynı zamanda tam iki sene yazdığı yazılardan hiç para alamamıştır. 11 Ekim 1961 tarihinde Tercüman'ın ortakları arasına Kemal Ilıcak da girmiştir. Daha sonra Kemal Ilıcak'ın imtiyaz sahibi olmasıyla birlikte diğer kalem arkadaşlarıyla "memleketi onarma ve kötülerden kurtarma mücadelesi" ne girişmiştir. Gazete milliyetçi-muhafazakâr bir çizgi izlemeye başlamış ve okuyucu sayısı daha da artmıştır. Kabaklı yazılarıyla Türk milletinin bilhassa gençliğinin kalbinde yer etmiştir.

    Kabaklı, dilimizin, edebiyatımızın ve kültürümüzün önemli meselelerini gazetedeki köşesine taşımıştır. 1986 yılında Tercüman'daki yazılarına bir müddet ara vermiştir. 1986'nın Kasım-Aralık aylarında Yeni Haber gazetesinde yazmıştır. Bu gazetenin yayın hayatı 49 gün sürmüştür. Daha sonra 15 ay gibi bir zaman aralığında gazete yazılarına ara veren Kabaklı, boş durmamış, yakın tarihimizi yorumladığı "Temellerin Duruşması" ve senaryo olan "Şair-i Cihan Nedim"i telif etmiştir. 1 Şubat 1988 tarihinde tekrar yazmaya başladığı Tercüman'daki yazı hayatı 2 Mart 1991 'de son bulmuştur. Kabaklı, 19 Mart 1991'den itibaren Türkiye gazetesinde "Gün Işığında" adlı köşede yazmaya başlamıştır. Bu süre 19 Kasım 2000 tarihine kadar devam etmiştir. Türkiye gazetesindeki son yazısı "Damda Deve Aranır mı?" olmuştur.

    Ahmet Kabaklı, 1970 yılında Türk milletinin fikir, sanat ve edebiyat sahasında millî çizgiler içerisinde gelişmesine çalışmak ve genç kabiliyetleri desteklemek için zamanın ilim ve fikir hayatının tanınmış kişileri ile birlikte Edebiyat Cemiyeti'nin kurulmasına öncülük etmiştir. Kurucular arasında Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Oktay Aslanapa, Necmettin Hacıeminoğlu, Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Tarık Buğra, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Nihat Tarlan, Tahsin Demiray, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Çınarlı, Gültekin Sâmancı, Muhittin Nalbantoğlu, Mustafa Necati Karaer, Zeki Ömer Defne, Arif Nihat Asya, İrfan Atagün, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Tahsin Banguoğlu gibi daha birçok siyasetçi, şair ve yazar vardır.

    1978 yılında Türk edebiyatını, sanatını, kültürünü ve bunlara mensup şahsiyetleri tanıtmak ve güçlendirmek gayesiyle Ahmet Kabaklı'nın önderliğinde Meşkûre Kabaklı, Rıfat İzzet Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz, Emine Işınsu Öksüz, Tahir Kutsi Makal, Süha Burçkin, İrfan Atagün, Halis Akaydın, Cahit Dodanlı ve İsmail Gerçeksöz'ün kurucu üyelikleriyle Türk Edebiyatı Vakfı kurulmuştur. Ahmet Kabaklı, vakfın başkanlığına getirilmiş ve bu görevini ölene kadar sürdürmüştür.

    Kitaplarından bir bölümünü vakfa bağışlayan Ahmet Kabaklı'nın bu eserleri ile vakıf bünyesinde Ahmet Kabaklı Kütüphanesi kurulmuştur. Yayın faaliyetine de girişen vakıfta bugüne kadar kırk sekiz adet eser neşredilmiştir. Edebiyat Cemiyeti zamanından beri süren edebiyat, sanat, kültür ve fikir hayatımızın önemli konularının konuşulduğu ve tartışıldığı ve gelenekli hâle gelen Çarşamba Sohbetleri, Türk Edebiyatı Vakfı bünyesinde günümüzde de ilk günlerdeki heyecanıyla geniş dinleyici kitlelerine hizmetini sürdürmektedir.

    Ahmet Kabaklı'nın öncülüğünde çıkartılmaya başlayan ve başyazarlığını yaptığı Türk Edebiyatı dergisi 15 Ocak 1972den beri yayın hayatına devam etmektedir. Türkiye'nin en uzun soluklu fikir, sanat ve edebiyat dergileri arasında yerini alan Türk Edebiyatı dergisi o öldüğünde 328. sayıya ulaşmıştı. Kabaklı'nın derginin 328. sayısındaki son yazısı "Saraybosna'dan Mostar'a" başlığını taşımaktadır. Dergi yayın hayatına başladığı günden beri edebiyatta millîlik çizgisini sürdürmektedir.

    Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı dergisi etrafında toplanan gençlere sahip çıkmış ve günümüzde edebiyat ve kültür hayatımıza hizmet eden genç bir edebiyatçı, şair, yazar grubunun yetişmesine de vesile olmuştur.

    O, Türk fikir, sanat, edebiyat dünyası ve meslek kuruluşları tarafından kararlı ve uzun soluklu, doğru bildiklerini anlatmaktan ve yazmaktan çekinmeyen yönleriyle daima takdir edilmiş ve ödüllendirilmiştir. Aldığı sayısız plâket, şükran belgeleri ve ödüllerden bazıları şunlardır: "Bürokrasi ve Biz" adlı kitabıyla Millî Kültür Vakfı'ndan Fikir ödülü, günümüzde 20. baskıya ulaşan "Temellerin Duruşması" adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği'nden, Fikir ödülü; "Mevlânâ" adlı eseriyle Selçuk Üniversitesi ve Konya Turizm Derneği'nden Edebiyat ödülü, "Sohbetler l-ll" kitaplarıyla Kayseri Yazarlar Birliği'nce Erciyes Dergisi Edebiyat ödülü; Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti Yılın Gazetecisi 1978-1979 Fıkra Dalı Başarı Armağanı ödülü almıştır. Kendisi için en anlamlı ödüllerden birisi de, 14 Aralık 1996'da Aydınlar Ocağı'nın önderliğinde, 55 gönüllü kuruluşun katkıları ve geniş bir davetli topluluğunun katılırnjyla Atatürk Kültür Merkezi'nde verilen "Şeyhülmuharrirîn" unvanı olmuştur.

    Kendisine verilen bu paye ile ilgili duygularını Kabaklı, "sırtımıza giydirilen şeref hırkası, sizden ailemize, torunlarımıza, öğrencilerimize sunulan paha biçilmez bir armağandır" diyerek ifade etmiştir. Bu toplantıda Prof. Dr. Abdülkadir Donuk'un teklifiyle ve dönemin Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Menmet Sağlam'ın söz vermesiyle Kabaklı'nın adı, öğrenim gördüğü ve uzun yıllar hocalık yaptığı Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nun bulunduğu binada hizmet veren Anadolu Öğretmen Lisesi'ne verilmiştir. Ancak daha sonra, yaşamakta olan kişinin ismi müesseselere verilemeyeceği bahanesi ile bu uygulamadan vazgeçilince bu durum Kabaklı'yı çok üzmüştür. Çünkü aynı tarihlerde doğup büyüdüğü ve gelişmesi için çok gayret sarfettiği Elazığ'da Anadolu Öğretmen Lisesine kendisinin adı verilmiş olup, bu okul hâlen Kabaklı'nın ismiyle anılmaktadır. Ayrıca Fırat Üniversitesinde bir amfiye de onun adı verilmiştir. Her zaman, yaşayan Türkçenin koruyuculuğunu yapan ve engin bilgi birikimiyle dilimizin gelişmesine hizmet eden Ahmet Kabaklı, 8 Kasım 1995 tarihinden itibaren Türk Dil Kurumu asil üyeliği de yapmıştır.

    Eserleri:
    Charles Dickens, Pik Vik'in Maceraları, (Tercüme: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1962; Kültür Emperyalizmi, 3. bs., İstanbul 1970; Müslüman Türkiye, İstanbul 1970; Mehmet Akif, 7. bs., İstanbul 1999; Yunus Emre, 6. bs., İstanbul 1991; Mevlânâ, 7. bs., İstanbul 2000.; Ahmet Rasim, Şehir Mektupları l, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1971; (M.E.B.) Ankara 1990; Ejderha Taşı, İstanbul 3. bs., İstanbul 1997. (Eser Azize Ceferzade tarafından 1992 yılında Azerî Türkçesine aktarılmıştır.); Bizim Alkibiades, İstanbul 1977; Ecurufya, İstanbul 1981; Giritli Aziz Efendi, Muhayyelât-ı Aziz Efendi, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1983; Sohbetler l-ll, 2. bs., İstanbul 1991-1992; Temellerin Duruşması, 20. bs., İstanbul 2000; Güneydoğu Yakından, İstanbul 1990; Şiir İncelemeleri, İstanbul 1992; Doğu'dan Doğuş, İstanbul 1993; Sultanü'ş-Şuarâ Necip Fazıl, İstanbul 1995; Şair-i Cihan Nedim, İnceleme-Roman-Senaryo, İstanbul 1996; Türk Edebiyatı, l. cilt, 9. bs. İstanbul 1994; ll-lll. cilt, 9. bs. İstanbul 1997. Türk Edebiyatı, (20. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, Şiir), IV. cilt, İstanbul 1991; Türk Edebiyatı (Hikâye ve Roman), V. cilt, istanbul 1994.

    Sonuç olarak Ahmet Kabaklı, 76 yıldan 77 yıla uzanan ömrünün 55 yılını yazarlık ve öğretmenlik yaparak Türk insanına hizmetle geçirmiştir. O milletine ve okuyucusuna karşı sorumluluğu hiç elden bırakmamış, hiç bedbinliğe düşmemiş, okuyucularını de bedbinliğe ve ümitsizliğe düşürmemiştir. Hep öğrenen ve öğreten birisi olarak yaşamıştır
#18.04.2009 17:54 0 0 0
  • Hoca Ahmet Yesevi

    --------------------------------------------------------------------------------

    Orta Asya Türkleri arasında İslamiyeti yayan, Anadolu'nun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında büyük katkıları olan Hoca Ahmet Yesevî'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak onun Yesi(Türkistan)'de hicrî 5. asrın ortalarında doğduğu tahmin edilmektedir.

    Adı Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi olup, Pir Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diye de tanınır. Yesi şehrinde ilim ve terbiye tahsil etmiştir. Bundan dolayı Yesevî adıyla şöhret bulduğu kabul edilmiştir.

    Hoca Ahmet Yesevi, küçük yaştan itibaren, babası Sayram'lı Şeyh İbrahim Ata'dan feyz aldı. İbrahim Ata, Sayram'ın en meşhur velilerindendi.

    Hoca Ahmed, çok küçük yaşta annesini, 7 yaşında iken de babasını kaybetti. Babasının ölümünden sonra önce Yesi'de Arslan Baba'dan ders alan Hoca Ahmet, kısa zamanda tasavvufta yüksek mertebelere ulaştı. Arslan Babanın vefatından sonra ise Buhara'ya giderek, büyük evliya Yusuf Hamedanî'nin öğrencisi oldu. Hamedanî'den icazet ve hilafet alan Hoca Ahmet, hocasının vefatından sonra bir süre Buhara'da talebe yetiştirdi.

    Daha sonra Yesi'ye dönen ve talebe yetiştirmeye orada devam eden Ahmed Yesevi, çevresindeki Türklere İslamiyeti öğretti ve şöhreti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm'e yayıldı. Yetiştirdiği öğrenciler, çeşitli ülkelere dağılarak, oralarda İslamiyet'in doğru olarak öğrenilmesini sağladılar.

    Ahmet Yesevi'nin yaşadığı dönemde, Türkistan'da ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar hakimdi. Bu yüzden İslamiyet, Seyhun Irmağı civarı ile göçebe Türkler arasında kolayca yayıldı.

    Zamanının en büyük alim ve velilerinden olan Yesevi'nin tasavvufta tuttuğu yola 'Yeseviyye' denildi. Önce Seyhun çevresinde ve Taşkent civarında yayılan Yeseviyye yolu, daha sonra Harezm ve Maveraünnehir'de güçlendi. Ahmet Yesevi'nin sohbetlerinde yetişen birçok derviş, onun tasavvuf yolunu Horasan, Azerbaycan, Hicaz ve Anadolu'ya yaydılar.

    Sade bir Türkçe ile yazdığı derin manalı veciz sözleriyle, 'Hikmet' adlı şiirlerini Divân-ı Hikmet adlı eserinde toplayan Ahmet Yesevi'nin hikmetleri, kısa zamanda doğuda Çin sınırına, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar yayıldı.

    Ahmet Yesevî böylece Anadolu'daki Türk edebiyatının gelişmesine ve Yunus Emre gibi büyük şair-mutasavvıfların yetişmesine zemin hazırladı.

    Hoca Ahmet Yesevî, Peygamber Efendimizin (S.A.V.) sünnetine sıkı sıkıya bağlı idi. Bu yüzden, Hazreti Muhammed'in vefat ettiği 63 yaşına geldiğinde, 'artık yeryüzünde durmamak için' kendisine yer altında bir hücre yaptırdı. Geri kalan uzun ömrünün çoğunu burada yaşayarak, bu hücrede ibadet ve tefekkür içinde geçirdi.

    Yesevî, bir günü üç kısma ayırırdı. Günün büyük bir bölümünde ibadet ve zikirle meşgul olur, bir bölümünde öğrencilerine ders verir, kalan bölümünde de, kendisinin ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tahta kaşıklar yaparak, bunları satardı.

    Hoca Ahmet Yesevî, doğduğu yer olan Yesi'de 1194 yılında vefat etti. O sırada bir rivayete göre 125, diğer bir rivayete göre de 133 yaşında idi. Seyhun'un sağ sahilinde defnedilen Hoca Ahmet Yesevi'nin kabri üzerindeki türbe ve külliyeyi, Büyük İmparator Timur yaptırdı.
#18.04.2009 17:55 0 0 0
  • MİMAR SİNAN

    Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu. Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi. 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu. 48 yıl bu makamda kaldı. 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti. 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü. Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır.

    Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen "Hazreti Süleyman sana galebe çaldım" diye haykırmıştı. İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi. Fakat Koca Sinan "kalfalık devremin eseri" dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu.

    Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi. İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu. Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı.

    İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti. Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı.

    Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve "Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik" demişti. Tarihe adını "Muhteşem" sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek "Bu taşlar da harçta kullanıla" demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı. Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir.

    Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: "Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir" diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, "Kubbenin durmasında şüphesi vardır. Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir..." demeye başlamışlardı.

    Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti. Sinan'ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı. Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman:
    - Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?..." diye gürledi... Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip,
    - Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlüm...cevabını verdi. Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı...

    Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı. Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı. Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken:
    - Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerek...diyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı.

    "Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir" diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı.

    Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu. Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti.

    50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti. Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı. Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi.

    Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye Tezkiretü'l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı. Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize.

    Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadır.



    NAMIK KEMAL


    Şair, romancı, tiyatro yazarı, gazeteci ve idare adamı. 1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. Dedesinin terbiyesi altında özel eğitimle yetişti. Tercüme Odası'nda çalışırken Şinasi ile tanıştı. Küçük yaşta şiire başlamıştı. Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr adıyla çıkardığı gazetede yazarlığa başladı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girdi. 1867'de Paris'e, oradan da Londra'ya kaçtı. 1870'ten sonra İstanbul'a dönerek Gelibolu Mutasarrıfı oldu. 1888 yılında Sakız Mutasarrıfı iken öldü.

    1 Nisan 1873 Akşamı, Gedikpaşa'daki Osmanlı Tiyatrosu olağanüstü bir heyecan içinde kaynaşıyordu. Bir yıl önce Gelibolu'da mutasarrıf bulunduğu sırada Kemal Bey'in yazdığı dram, Vatan Yahut Silistre ilt defa sahneye konacaktı. Gedikpaşa Tiyatrosu'nun beş kat locasında saray mensupları, hatırlı, tanınmış kimseler yer yer göze çarpmaktaydı. Nazırlardan, vezirlerden bazıları da gelmişti.

    Beş yıldan beri Güllü Agop'un metne dayanarak eser oynatma yetkisini padişahtan alması üzerine, İstanbul'da başka tiyatro kalmadığından, Vatan piyesi bu sahnede oynanacaktı. Salon, at nalı şeklinde, kırmızı kadife koltuklar ve aynı renkte kadife kaplı localarla kat kat yükseliyordu. Her yer tıklım tıklım doluydu. O sırada İbret gazetesini çıkaran Kemal Bey'in şöhreti ise herkesin bildiği bir şeydi.

    Daha perde açılıp da İslam Bey ve Zekiye Hanım'ın vatanı yücelten sözleri sahneye yakışır bir yiğitçe tavırla söylenmeye başlar başlamaz, seyircilerde coşkunluk alametleri belirmişti. Zekiye'yi Yeranuhi Karakaşyan oynuyordu. Halk kendini unutmuş, "Aferin!" diye yüksek sesle sahneye bağırıyordu. İkinci ve üçüncü perdelerde coşkunluk daha da arttı. Tiyatronun içinden yükselen sesler, "Yaşa Kemal! Varolsun milletin Kemal'i..." haykırışları sokaktan geçenlerce bile işitilir olmuştu.

    Temsil, coşkun alkışlar, dakikalarca süren haykırışlar arasında sona erdiği zaman halk tiyatroyu terk etmek istemedi. Kemal Bey'in sahneye çıkması arzu olunuyordu. Neden sonra kendisinin tiyatroda bulunmadığı anlaşılınca İbret gazetesi idarehanesine gidilmeye karar verildi. Elliden fazla itibarlı kimse o zamanlar henüz İstanbul sokakları aydınlatılmadığı için ellerinde fenerler ve meşalelerle bir fener alayı ihtişamı içinde ve yollarda yüksek sesle "Varolsun Kemal" diye haykırarak Gedikpaşa'dan Galatasaray'daki Haçapulo Pasajı'na, İbret gazetesine geldiler. Gazetenin sahibi Aleksan Efendi'yi uykudan uyandırdılar. Meramlarını anlattılar. Kemal Bey orada yoktu. Bunun üzerine övgü dolu bir tezkere bırakarak ayrıldılar.

    Ertesi günü İbret gazetesinde olaylar anlatılıyor ve bu tezkere de yayınlanıyordu. Halkın arzusu üzerine tiyatro idaresi, 2 Nisan akşamı da piyesi oynatma iznini kopardı. Bu defa temsil, Zekiye'yi canlandıran Karakaşyan yararına verilecekti.

    4 Nisan akşamı ise tiyatroda Teodor Kasap'ın Pinti Hamit adlı adaptasyonu oynanacaktı. Tiyatronun edebî heyetinde bulunan Namık Kemal ve Mustafa Nuri, idare odasında oturmuş olayları görüşüyorlardı. İbret, bir gün önce süresiz olarak kapatılmıştı. Sebep, olayları anlatış tarzıydı. Halkı padişaha karşı isyana kışkırtır görülmüştü. O sırada kapı açıldı, içeriye bir yabancı girdi. Kemal Bey'in orada olup olmadığını sordu. Kendisini Zaptiye Müşiri Paşa istiyordu. Kemal'i alıp gitti. Az sonra bir zaptiye (askerî polis) binbaşısı geldi. Mustafa Nuri'yi alıp götürdü. O gece temsil sırasında Ahmet Mithat Efendi'yi de aldılar. Ebüzziya Tevfik ve diğerleri birer birer toplandı. Memlekette vatan bilincini uyandırmak için tiyatrodan yararlanan ilk adam, böylece Abdülaziz'in Tanzimat Fermanı'na aykırı düşen emriyle Magosa'ya sürgün edilmiş oldu. Diğerleri de "Hürriyet taraflısı" olmak suçlarıyla çeşitli yerlere sürüldüler, hapsedildiler.

    Namık Kemal, en büyük eserlerini Magosa'da yazdı. 1876'da Sultan V. Murat'ın tahta çıkmasıyla affedilerek İstanbul'a döndü. Çok geçmeden Sultan II. Abdülaziz'in tahta çıkmasıyla yeniden tevkif edildi. Mahkemeye sevk edildi. Bereat etti. Fakat yine de İstanbul'da kalması önlendi. Bu yüzden çeşitli mutasarrıflıklara tayin edildi.

    En son Sakız Mutasarrıfı iken 2 Aralık 1888'de tutulduğu zatürre hastalığından kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu. Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki türbesi yanında toprağa verildi.

    Namık Kemal, bir çok önemli yeteneklere sahipti. Mesela bir kaç kişiye bir kaç ayrı metni aynı anda yazdırdığını oğlu Ali Ekrem Bolayır, Ruh-ı Kemal adlı eserinde yazar. Keza işittiğini hemen hafızasında tutmak gibi üstünlükleri onun genç yaşta gelişmesine yardım etmiştir.


    NENE HATUN

    Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını. 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1255 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti.

    Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi. 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler.

    Bu kahpe baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı. Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.

    Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti. Kocası cephede idi. Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle:
    - Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı.
    Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü:
    - Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle.

    Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı.
    Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmştı. Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru.

    Aziziye'ye yerleşmiş olan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince bir hayli Erzurumlu kırıldı. Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yüklenen kalabalık bir anda içeri doluvermişti. Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü iman karşısında.
    Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu şahlanış karşısında. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlı'yı da kısaltıp sadece "Osman"a çevirmişlerdi. Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu.

    Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki. Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Ne "Osman" dinleyen oldu, ne de "Teslim"e kulak asan... Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı...

    2.000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı. Düşmanın geri kalan kısmı selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu. Onları takip etmek için Erzurumlu'nun atı yoktu. Fakat kaçan atlıyı kovalayan yayalar yine de onu yakalayıp haklamayı biliyordu.
    Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından...

    Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı. Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti.

    Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkomutanına "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı...


    OSMAN GAZİ



    Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi'dir. Kurduğu Devletin adına da Osman'a izafetle Osmanlı denildi. Osmanlı Devletinin kuruluşu bir mucizeler silsilesidir. Söğüt dolaylarında kurulan bu devlet birdenbire gelişerek muazzam bir imparatorluk haline geldi. Osmanlı tahtına geçen on padişah enerjik ve devlet idareciliğinde mahir, aynı zamanda birer büyük kumandan idiler. Hiçbir milletin tarihinde üç asır süren bir müddet içinde birbiri adınca cihangir padişahlar gelmemiştir.

    Osman Gazi'den sonra, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid, Mehmet Çelebi, İkinci Murat, Fatih Mehmet, Bayezid'ı Veli, Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman geldiler. Cihan tarihinde Romalılarla Osmanlılar kadar, devamlı ve uzun ömürlü hiçbir devlet kurulmamıştır. Osman Gazi'nin kurduğu bu devlet tam 624 yıl devam etti. Bu nedenledir ki, Osman Gazi dikkate değer kudretli bir devlet kurucusudur. Osmanlı tarihi muhteşem olaylarla doludur. Osmanlı medeniyetinin eserleri ise, hala bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadır.

    Osman Gazi,1258 tarihinde Söğüt'te doğmuştur. Annesi Hayme Ana'dır. Babası Ertuğrul Gazi, dedesi de Süleyman Şah'tır. Asıl adı Otman'dır. "Ot" kelimesi eski Türkçe'de "ateş", "man" da "adam" demektir. Osman Gazi, Oğuzların Bozok koluna mensup Kayi boyundandır.

    Oğuzlar Müslümanlığı kabul edince Türkmen adını almışlardır. Kayilerin hepsi Türkmen kıyafetinde idiler. Bunlar beyaz tenli, kumral saçlı ela gözlü insanlardır. Vücutça kuvvetli, ahlak itibariyle de çok yüksektirler. Kayiler ırkı vasıflarını, ruhi asaletlerini muhafaza etmek için ne Moğollarla, ne Acem, ne Araplarla ve de Hıristiyan kavimlerle karışmışlardır. Anadolu'yu dolduran Türkler, Türklüğün bütün seciye ve meziyetlerini muhafaza etmişlerdir. Ruhlarında yaşayan cihan hakimiyeti fikri, hiçbir devirde sönmemiştir. Bu sebepledir ki, daima akıncı olarak kıtalar fethetmişler, birçok milletleri hakimiyetleri altına almışlardır.

    Osman Gazi, Söğüt'te büyüdü. Babası ile beraber savaşlarda bulundu. Cesur ve yiğit bir delikanlı idi. Uzuna yakın orta boylu, geniş omuzlu, uzun kollu, yuvarlak yüzlü, siyah çatık kaşlı, elâ gözlü, koç burunlu ve değirmi sakallı idi. Osman Gazi iyi bir asker olmakla beraber edebiyata da meraklı idi. Hayrullah Tarihi'nde, kendisine ait şu şiiri bulmaktayız:

    Kurt olup, gel gir sürüye
    Aslan ol, bakma geriye
    Çar edüp, haydi çeriye
    Dil geçidini hisar yap
    Osman Ertuğrul oğlusun,
    Oğuzhan Karahan neslisin,
    Hakkın bir kenter kulusun
    İstanbul'u aç gülzar yap!

    Osman Gazi'nin, gençliğinde geçirdiği bir aşk macerası zamanımıza kadar intikal etmiştir. Kendisi, babasının sağlığında, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde oturmakta olan Edebalı adlı bir şeyhin evine sık sık giderdi. Bu zat, âhi pîrlerinden idi. Şeyh Edebalı'nın Balahûn adında çok güzel bir kızı vardı. Osman Gazi bu kıza aşık oldu. Onu babasından istedi ise de Şeyh, kızını bir beyzadeye veremeyeceğini bildirdi. Osman ise Balahûn'a candan tutkun bulunuyordu.

    Bir gece bir rüya gördü. Rüyasında, Şeyh Edebalı'nın yanında yatıyordu. Bu esnada Edebalı'nın koynundan bir ay doğdu. Bedir haline gelince, gökten inip Osman'ın koynuna girdi. Bunun üzerine Osman'ın göbeğinden bir ağaç çıkarak yükseldi. Büyüdükçe yeşillendi. Dallarının gölgesi ile bütün dağları örtüyordu. Ağacın yanında dört sıra halinde dağlar gördü ki, bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan Dağları idiler. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri çıkıyordu. Dağlardan çıkan bu sular, gül ve servili bahçeler arasından dolaşarak akıyordu. Deniz gibi üzerlerinde gemiler yüzüyordu. Tarlalar mahsullerle dolu idi.

    Dağların tepeleri de sık ormanlarla örtülü idi. Vadilerin her tarafında şehirler vardı. Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükseliyor, sayısız minarelerinden müezzinler ezan okuyor, bu sesler ağacın dalları üzerindeki bülbüllerin ve renkli papağanların ve kuşların cıvıltılarına karışıyordu. Ağacın yaprakları kılıç kını gibi uzanmaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp, ağaçların yapraklarını, İstanbul şehrine doğru çevirdi. Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde, iki firuze ile zümrüt arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlıyordu. Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin teşkil ettiği yüzüğün kıymetli taşını meydana getiriyordu. Osman bu yüzüğü parmağına takarken uyandı.

    Bu rüyasını gidip Şeyh Edebalı'ya anlattı. Şeyh gülerek

    Osman, padişahlık sana ve senin nesline kutlu olsun. Kızım Balahun da senin helalin olsun. Hemen nikah edelim! Dedi.

    İşte Osman, bu rüya sayesinde sevdiği kıza kavuştu. Fakat Osman Gazi'nin ilk eşi, bir Türkmen Bey'i olan Ömer Bey'in kızı Malhatun'dur. Malhatun, Orhan Gazi'nin annesidir.

    Ertuğrul Gazi ölünce, onun yerine Osman, Bey oldu. Babası gibi Bizanslılarla savaşı devam etti. Fakat Bizans Tekfurları, Osman'ın vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bu işi harple değil, hile yolu ile görmeye teşebbüs ettiler. Bilecik Tekfur'u , Yarhisar Tekfurunun kızı ile evlenecekti. Bu düğüne Osman Bey'i de davet ederek öldürmeye karar verdiler. Fakat Osman Gazi, Rumların bu gizli kararlarından haberdar oldu.

    Osman Gazi yaylaya çıkarken her zaman ağırlıklarını Bilecik Tekfuruna emanet ederdi. Yine aynı şekilde ağırlıklarını Bilecik'e göndermek üzere hazırlattı. Fakat bu defa eşyaların içini silahla doldurdu. Kırk kadar askeri de kadın kıyafetine soktu. Bunları Bilecik'e göndermek üzere hazırlattı. Ertesi gün de kendisi, oğlu Orhan ile birlikte düğüne gitti. Düğün başlayıp da yenilip içildiği bir anda, kadın kıyafetindeki askerler kaleye girerek muhafızları öldürdüler. Bir kısım asker de siperlere yerleşti. Rum Tekfuru Osman Gazi'yi öldürmek için harekete geçtiği esnada, Osman Gazi korkup kaçar gibi kaleye doğru koşmaya başladı.

    Tekfur ve Rumlar, Osman'ın peşine düştüler. Fakat, tam siperlerin önlerine gelince, pusuya girmiş olan askerlerin içine düştüler. Kılıçlarını çekip saldıran askerlerle Rumlar arasında kanlı bir savaş başladı. Bu harpte Orhan'ın çok yararlılığı görüldü. Tekfur da ağır bir yara alarak öldü. Gelin olan Holofira da duvağı ile beraber esir düştü. Bu güzel Rum dilberini Osman Gazi oğlu Orhan Bey'e kılıç hakkı olarak verdi. Eski tarihler bu kızın adını Nilüfer Hatun olarak yazmakta iseler de, aslında Nilüfer ismi başka bir kıza aittir. Nilüfer Hatun, bir Türkmen kızı olup, Orhan Gazi'nin birinci karasıdır. Nilüfer Hatun; Süleyman Paşa ile Murat Hüdavendigar'ın annesidir.

    Bu dönemde Selçuklu sultanları, tamamen Moğol İlhanlıların oyuncağı olmuştu. Anadolu'da Selçuk hakimiyeti kalmamıştı. Anadolu birliği tamamen bozulmuş, çeşitli bölgelerde muhtelif beylikler kurulmuştu. Moğollar, Anadolu halkını soyuyorlardı. Durum bu merkezde iken, Osman Gazi'nin başarılarını gören Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Mesut, ona bir ferman gönderdi. Osman Bey, bu fermanı bütün gazilerin huzurunda okudu (1284). Tam bir tasvip gördüğü için de Bizanslılarla savaşlara devam etti, birçok yerleri zapta muvaffak oldu. Bu başarıları üzerine Selçuklu Sultanı, istiklal alameti olarak (Tuğ), (Alem), (Tabıl) ve bir de altın kılıç gönderdi. Ayrıca beyaz renkte bir de sancak yolladı (1289).

    Aradan bir müddet geçtikten sonra Selçuklu sultanlarının Anadolu'da bir gölge olduğunu gören Kayi Beyleri bir toplantı yaparak Osman Gazi'ye şunları söylediler:

    Sen Kayihan neslindesin, Kayihan, Oğuz Beylerindendir. Günhan'ın vasiyeti Oğuz türesince hanlık, Kayi soyuna düşer. Sen hanlığa layıksın, seni han tanıyalım!

    Toplantıda, Ahilerin Pîri Ahi Evren, Bektaşilerin pîri Hacı Bektaş Veli, Osman Gazi'nin kayınpederi Şeyh Edebalı da bulunuyordu. Oğuz Beyleri, Osman Gazi'yi bir ak keçeye oturtarak dokuz defa havaya kaldırdılar. Huzurunda ant içtiler. Şerefine kımız dolu kadehler kaldırılırken:

    Abu hayatlar, sıhhatler, afiyetler ve padişahlık mübarek olsun! Diye bağırdılar.

    O gün, Türklük için büyük bir bayramdı. Osman Gazi, 1299 tarihinde, han seçilerek bağımsızlığını ilan etti. Hacı Bektaş Veli, Osman Han'ın başına Horasani bir keçe kavuk giydirdi. Ahi Evren de kılıcını kuşattı. Bundan sonra nöbet vuruldu; yani mehter takımı havalar çaldı. Arkasından Selçuk fermanı okundu. Osman Han, bu fermanı bir ikindi vakti ayakta dinledi. Otağının önüne dokuz tuğ dikildi.

    Bütün bu merasim Oğuz töresince yapılmıştı. Bu suretle Osman Gazi, Osmanlı Devletinin kurucusu oldu. Osmanlıların ilk hükümet merkezi olarak Karacahisar uygun görüldü. İlk hutbeyi Tursun Fakih okudu. Fakat namına para basılamadı.

    Osman Gazi, bağımsızlığını ilan ettiği zaman hükümdarlığı altında şu yerler bulunuyordu: Karacadağ, Domaniç, Söğüt, Karacahisar, Eskişehir, Bilecik, İnegöl, Yarhisar, Çakırpınar, Taraklı Yenicesi, İnönü, Köprühisar ve Bozöyük. Padişahlığının üçüncü yılında Yenişehir ve Yunthisar'ı da aldı. Bu defa hükümet merkezi Yenişehir'e nakledildi. Memleketini beş idareye böldü. Oğlu Orhan Bey'e, Sultanönü'nü, büyük kardeşi Gündüzalp'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İnönü'nü, Hasan Alp'e Yarhisar'ı, Turgut Alp'e İnegöl'ü verdi. Diğer oğlu Alaeddin Paşa ile, kayınpederi Şeyh Edebalı'yı da Bilecik'te bıraktı.

    Osman Gazi, bundan sonra, 1302 tarihinde Köprühisarını, 1306'da da Koyunhisarı'nı fethetti. Oğlu Orhan Gazi'yi de Bursa'nın fethine gönderdi. Bursa, 1326 tarihinde fetholundu. Bu sıralarda Osman Gazi, Nikris hastalığından rahatsız olduğundan yatıyordu. Oğlu Orhan Gazi'yi yanına çağırttı. Yatağının başında Ahi Şemseddin, Ahi Hasan, Turgut Alp, Saltuk Alp bulunmakta idiler. Bu zatların huzurunda şunları söyledi:

    Oğullarıma ve dostlarıma birinci vasiyetim şudur:

    Daima gaza ve cenge devam ediniz. Cihadın kemaline varıp, sancağı daima yüksekte tutunuz. Hanedanından ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, o, rûz-i mahşerde, Peygamberin şefaatinden mahrum kalsın!

    Sonra oğlu Orhan'a döndü:

    Oğlum; dünyaya gelen bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin. Şimdi Hakim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı. Bu manevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir. Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emareti sana ısmarlıyorum. Seni Allah'a emanet ediyorum. Bütün işlerinde kanunları üstün tut. Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!

    Dedikten sonra, kendisinin, Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e gömülmesini vasiyet etti. Kısa bir zaman sonra 1326'da 69 yaşında iken gözlerini hayata yumdu.

    Osman Gazi, 19 yıl beylik, 27 yıl da padişahlık etmişti. Öldüğü zaman terekesinden altın, gümüş gibi kıymetli eşyalar çıkmadı. Denizli bezinden içi alemli yapılmış bir yeni sarıklık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir mensucatından kırmızı renkli sancaklar, bir de iki uçlu kılıç, bir tirkeş, tahta bir taht, bir mızrak, birkaç at, üç sürü de koyun çıktı. Türk Milletine koskoca bir devlet bırakan yıllarca gaza yapan Osman Han'ın dünya malı bunlardan ibaretti. Osman Gazi, padişah iken devlet hazinesinden maaş almaz, koyunları ile geçinirdi. Büyük bir ırkın büyük bir padişahı olarak emsalsiz bir feragat sahibi idi.



    FATİH SULTAN MEHMET

    Osmanlı hükümdarlarının yedincisi olup İstanbul'u almak suretiyle tarihte yeni bir devir açan ve Osmanlı devletini de bir imparatorluk haline getiren padişahtır. 1430 yılında doğdu. İkinci Murad'ın oğlu, Çelebi Sultan Mehmed'in torunudur. Annesinin Sırplı veya Zülkadiroğulları soyundan Alime Hatun adlı bir Türk olduğu hakkında iki rivayet vardır. Babası sağlığında onu iki defa tahta geçirerek Manisa'ya istirahata çekilmişti.

    İlk defa 1444 yılında yani 14 yaşında iken hükümdar oldu. Fakat onun çocuk olmasından fayda uman Haçlılar Ordusu hududu aşınca ikinci Murat tehlikeyi karşılamak zoruyla tekrar tahta çıktı ve Varna muharebesinde düşmanı yendi.

    Fatih ikinci defa bir yıl sonra, yani İkinci Kosova savaşının kazanılmasından sonra padişah oldu ama yine çocuk olduğu düşünülerek tekrar Manisa Valiliğine gönderildi.

    Babasının 1451 Şubatında ölmesi üzerine Manisa'dan dolu dizgin Edirne'ye gelerek tahta çıktı. 21 yaşında bir delikanlı idi. Manisa'da hükümdarlık nöbetini beklediği yıllarda bütün zamanını okumaya vermiş olduğunu söylenir. Arapça ve Farsça'dan başka Latin, Yunan ve İbrani dillerini de öğrenmiş olduğu rivayet edilir.

    Taca sahip olunca, vaktiyle tahta geçmişken Manisa'ya dönmesine sebep olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'yı içinde sakladığı hınca rağmen makamında bıraktı. Karamanoğlu İbrahim Bey'in isyanını da bastırdıktan sonra İstanbul'u almak için hazırlığa başladı.

    Önce Boğaziçi'nde şimdi Rumelihisarı dediğimiz Boğaz Kesen kalesini yaptırdı. Bizans'ın yüzyıllarca kuşatmalara dayanmış olan sağlam duvarlarını yıkabilmek için Edirne'de toplar döktürdü ki aralarında o zamana kadar görülmemiş büyüklükte olanlar da vardı.

    Hazırlık tamamlarınca ordusunu İstanbul üzerine yürüttü. 6 Nisan 1453 günü karargahını Eğrikapı karşısındaki tepenin arkasına kurdu. Asker, Marmara'dan Halice kadar yayılarak şehri kuşatıyordu. Orduda üç büyük topla beraber, irili, ufaklı ön dört batarya top daha vardı. Bu üç büyük top şimdi Topkapı dediğimiz Saint Romain karşısına konulmuştu. Bunlardan başka tahta kuleler ve sair kuşatma aletleri de vardı. Denizden de Baltaoğlu Süleyman Bey'in komutasındaki donanma muhasarayı tamamlıyordu.

    İmparator Konstantin Dragazes, Boğazkesen kalesinin yapıldığı günden beri şehri müdafaaya hazırlanmıştı. İmparator askeri ancak sekiz, dokuz bin kişiden ibaretti. Fakat otuz beş bin kişi kadar eli silah tutar İstanbul halkı ile gönüllüler, Cenevizliler, Venedikliler, ve yabancı kaptanlar gibi birkaç bin de yabancı yardımcıları ve Gran adlı bir de Alman topçuları vardı. Haliç, şimdiki Galata Köprüsünün hizasına bir kalın zincir gerilmek suretiyle Türk gemilerine kapatılmıştı.

    Fatih'in Edirne'den getirdiği büyük top, kullanıldığı zaman patlamış ve Macar Mühendis Orban'ı da öldürmüştü. Baltaoğlu'nun komutasındaki donanma da pek iş göremedi. 20 Nisanda erzak ve mühimmat yüklü üç, dört Cenova gemisi, çaplarının büyük olmasından ve o sırada kendilerine elverişli bir rüzgar çıkmasından dolayı küçük gemilerden oluşan donanmayı yararak limanın ağzına geldi ve orada gerili bulunan zincirin indirilmesi üzerine içeriye girdi. Zavallı Baltaoğlu, bir gözünü kaybedecek derecede fedakarlıkla savaşmış olduğu halde bu başarısızlığından dolayı derhal Donanma Komutanlığından azledilmiş ve yerine Hamza Bey geçirilmiştir.

    Bu türlü başarısızlıklar, Rumlardan rüşvet aldığı rivayet edilen Halil Paşa'nın muhasaradan vazgeçmesi için Padişaha bir daha ricada bulunmasına fırsat vermişti. Fakat İkinci Mehmed, azminden döneceklerden değildi. Toplar kara tarafından pek işe yaramıyor ve tahtadan yapılma hücum kulelerini de Bizanslılar Gregeois ateşiyle yakıyorlardı.

    İkinci Mehmet, Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani ve Akşemseddin gibi değer verdiği alimlerden oluşan büyük bir meclis kurdu ve muhasaraya devam kararını verdi. Ve şehri Haliç'ten de sıkıştırarak müdafaa kuvvetlerini dağıtmak maksadıyla dahiyane bir tedbirde bulundu: Dolmabahçe ile Kasımpaşa arasına kızaklar döşeyerek bir gecede 67 parça gemiyi Haliç'e indirdi. Muhasara 53 gün sürmüştür.

    Nihayet 29 Mayıs 1453'te Topkapı ve Eğrikapı üzerinden Türk askeri şehre girdi ve İstanbul alınarak tarihin Ortaçağı sona ermişti.

    Fatih, şehri aldıktan sonra yirmi gün kadar İstanbul'da oturmuş, mağluplara o çağın değil, bu asrın bile galiplerinde rastlanmayan âlicenaplık göstermişti. Rumlara yeniden patrik seçtirmiş, ve sonraları Osmanlı Devleti için büyük güçlükler doğuran imtiyazları vermişti.

    Edirne'ye dönüşünde Sadrazam Halil Paşa'yı öldürttü ve yerine ancak bir yıl kadar sonra Mahmut Paşa'yı Sadrazamlığa getirdi. 23 yaşında İstanbul'u almış olan Fatih, ondan sonra 28 yıl hükümdarlıkta bulunmuş ve bütün saltanatı zarfında iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethederek "Fatih" unvanına tamamıyla hak kazanmıştır.

    Yaptığı savaşlar arasında başarısız olanlar da vardı. Fakat savaşlarının çoğu parlak zaferlerle bitmiştir. 1456'da meşhur Jan Hünyad, Firuz Bey'in ordusunu bozmuş, kendisini esir etmişti. Arnavutlukta yine meşhur İskender Bey, Fatih'in ordularını uzun müddet uğraştırdı.

    1459'da Yunanistan ve Sırbistan istila edildi. 1462'de Trabzon İmparatorluğu da Osmanlıların eline geçti. İki yıl sonra Bosna alındı. Karaman hükümetine büsbütün son verildi. Arnavutluk nihayet istila edildi. 1475'de Gedik Ahmed Paşa komutasındaki ordu Kırım'ı aldı ve ondan sonra Kırım bir Osmanlı eyaleti haline girdi. İtalya topraklarında ve Avusturya içlerinde Türk akıncıları dolaştı.

    Fatih Sultan Mehmet, Rodos kalesini almaya uğraşmış, fakat muvaffak olamamıştır. Rodos Şövalyeleri, Fatih'in torununun oğlu Kanuni Süleyman zamanına kadar Türk pençesinden kurtulmuş oldular. Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan'ın mağlubiyetle neticelenen Otlukbeli Savaşı da 1472'de yapılmıştır.

    25 Nisan 1481 günü Ordu-yu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmet, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı. İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı. Aslen Venedikli bir Yahudi olan özel hekimi Yakup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehrin dozunu artırmakta idi. Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi. Bundan önceki on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile padişahın özel doktorunu elde etmişlerdi.

    Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki otağında kan kusarak öldü. Ancak Yakup Paşanın foyası hemen meydana çıkmıştı. Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi.

    Tarihlerimiz Fatih Sultan Mehmet'i şu suretle tarif ederler: "Orta boylu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, gövdesi bacaklarından uzun, kaşları yüksek ve kavisli, çehresi beyaz üzerine siyah ve kıvırcık, boynu kısarak ve ön tarafına mail, alnı açık, gözleri parlak, ağzı küçük, burnu kiraza sokulmuş şahin gagası şeklinde kemerli idi."

    Kendi adıyla anılan Fatih semtinde yaptırdığı Fatih camiinin bahçesindeki türbede gömülüdür. Camiinin etrafında medreseler de yaptırmış ve bunları o zamana göre mükemmel denecek bir şekilde açtırmıştır. Eyüp camii ile Ayasofya medresesini de o yaptırmıştı.

    İlim adamlarına hürmet ettiği, hocası Molla Güranî'nin daima elini öptüğü, Molla Hüsrev'e camide bile ayağa kalktığı, Molla Cami ve Ali Kuşçu gibi şöhretli alimlere büyük ihsanlarda bulunduğu meşhurdur.

    Fatih edebiyatla da meşgul olmuş ve Avnî mahlasıyla gazeller yazmıştır. 14 gazeli Divân-ı Avnî adı ile 1904 yılında Berlin'de basılmıştır.


    M.FEVZİ ÇAKMAK

    Büyük asker, cumhuriyet ordumuzun Atatürk'ten sonraki tek mareşali 1876 yılında İstanbul'da, Cihangir'de doğdu. Asker bir ailenin çocuğudur. Soğuk, çeşme Askeri Rüştiyesi ve Kuleli İdadisinde okuduktan sonra l898'de kurmay yüzbaşı olarak tahsilini tamamladı. Ordunun çeşitli kademelerinde görev aldı. Birçok savaşlara girip çıktı. Sakarya zaferi ile mareşal rütbesini aldı. 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanlığı görevindeydi. 1950'de öldü.

    Fevzi Çakmak bir asker çocuğu idi. Babası, Miralay Sırrı Bey'di. Çakmakoğulları'ndan Sırrı Bey'in üç oğlu da onun yolunda yürümüşlerdi. Biri Manastır'da, diğeri Çanakkale'de şehit düşmüştü. Bu kardeşlerin üçüncüsünün adı Fevzi idi.

    Kurmay yüzbaşı rütbesiyle ordu saflarına katıldığı zaman önce Erkân-ı Harbiye Dördüncü Şubesi'ne atandı. Sonra da Rumeli'ye tayini çıktı. Balkanlarda geçen sekiz yıllık başarılı hizmet sonunda albaylığa yükseldi Çakmakoğullarından Fevzi Bey. 1908'de Hürriyet ilan edildiği zaman Taşlıca Mutasarrıfı ve 35'nci fırkanın kumandanı idi. Ancak gülünç bir iddia ile, albaylığa terfiinin bir "saray iltiması" olduğu ileri sürülerek rütbesinden iki yıldız geri alındı. Bu düpedüz bir haksızlıktı. Fakat Fevzi Bey mert bir asker ve olgun bir insandı, uğradığı bu haksızlık karşısında dahi bir infial göstermedi. Ancak haksızlıkla elinden alınan yıldızlarını pek kısa bir zamanda yine alnının teri ile geri almasını bildi.

    1910 yılında Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na, kısa bir süre sonra da Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığına tayin edildi. Balkan Savaşında Vardar Ordusu Erkânı Harbiye Harekat Şubesi Müdürlüğü görevinde idi. Savaştan sonra merkezi Ankara'da bulunan Beşinci Kolordu Kumandanlığına getirilirken rütbesi büyümüş ve adı da Fevzi Paşa olmuştu.

    Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Fevzi Paşa, emrindeki kolordu ile Çanakkale'nin savunmasına katıldı. Oradan İkinci Kafkas Kolordusu Kumandanlığına tayini çıktı. Koca bir ömür harp alanlarında geçiyordu. Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar uzayan bu savaş hayatı daha sonra Suriye'de devam etti. Burada ferikliğe (Korgeneralliğe) terfi etti.

    Mütarekeyi müteakip İstanbul'a tayini çıktı. Bir süre İstanbul Büyük Erkân-ı Harbiye Reisliğinde bulunduktan sonra 1920 yılı başlarında Harbiye Nazırlığı'na getirildi. Böylelikle Salih Paşa'nın kurduğu hükümette kısa bir süre Nazırlık da yapmış oldu. Bu makamı işgal ederken, Anadolu'ya askeri eşya ve cephane göndermek suretiyle Milli Mücadele'ye büyük katkılarda bulundu. Bu millî harekât aleyhinde şiddetli tedbirler almak üzere iktidara getirilen Damat Ferit Paşa kabinesinin kurulmasından önce Harbiye Nazırlığı görevinden ayrıldı. Doğruca Ankara'ya giderek millî harekete katıldı.

    1920 yılı Nisan ayında Ankara'ya gelen Fevzi Paşa, bir ay sonra Ankara Hükümeti'nin Millî Müdafaa Vekilliği'ne getirilirken Vekiller heyetine de reis oldu.

    İkinci İnönü zaferini mütekaip orgeneral rütbesi verilen Fevzi Paşa 1921 yılında Erkân-ı Harbiye Reis Vekili oldu. 1922 yılı Temmuz ayına kadar on bir ay süre ile bu vazifede ve Vekiller Heyeti Reisliği'nde kaldı.

    Sakarya'da kazanılan büyük zaferdeki üstün hizmetlerinden ötürü Birinci Ferik (Orgeneral) Fezvi Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile Müşir (Mareşal) rütbesini aldı.

    Mareşal Fevzi Çakmak büyük zafer ve cumhuriyetin ilanından sonra Genelkurmay Başkanı oldu.Yalnız ordunun değil, bütün bir milletin en sevip saydığı bir insandı da. Benliğini saran engin tevazu, sürdürdüğü alabildiğine sade ve tertemiz özel hayatı ona ayrı bir özellik vermekteydi. Bir sembol, bir bayrak olmuştu milletin kalbinde.

    12 Ocak 1944 günü yalnız binbir şan ve şerefle dolu askerlik yaşantısının değil, hayatının da en hazin gününü yaşadı Mareşal Fevzi Çakmak. O gün, emekliye sevkedilmişti. 55 yıl sırtında şerefle taşıdığı üniformasına veda günüydü o gün...

    Genelkurmay Başkanlığı görevine ve vücudunun bir parçası olmuş bulunan ünifarmasına veda etti. Bir süre evinde sakin bir hayat yaşadı. Memleket çok partili bir devreye girince o sıralarda kurulmuş bulunan Millet Partisi'ne girdi. Demokrasi mücadelesine katıldı.

    Sembolleşmiş insan, büyük asker Mareşal Fevzi Çakmak, 10 Nisan 1950 günü İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. Vefatı memlekette öylesine içten kopup gelen büyük bir üzüntü yaratmıştı ki, İstanbul Radyosu'nun müzik neşriyatını kesmemesi yüzünden radyo evi önünde iki gün süre ile büyük nümayişler yapıldı.

    Ve cenazesi 12 Nisan 1950 günü mahşerî bir kalabalığın da katılmasıyla kaldırıldı. Eyüp Sultan kabristanında toprağa verildi.



    YILDIRIM BEYAZIT

    Büyük cesareti ile ün yapan ve savaşlardaki benzersiz sürati yüzünden Yıldırım unvanını alan Osmanlı Padişahıdır. 1360 yılında Bursa'da doğdu. Babası Murat Hüdavendigâr'ın şehit düşmesi üzerine Kosova zaferinin kazanıldığı savaş meydanında padişah oldu. İstanbul'u kuşatıp Anadolu hisarını yaptırdı. Ankara civarında Timur ile yaptığı savaşı kaybederek esir düştü. 4 Mart 1403 günü Akşehir'de kahrından öldü. Türbesi Bursa'dadır.

    Savaş alanlarında gösterdiği benzersiz sürat yüzünden, ona daha şehzadeliği sırasında Yıldırım adı verilmişti. Osmanlı hanedânı içinde onun gibi hızlı at süren bir padişah daha yoktu. Büyük cengâver Murat Hüdavendigâr'ın yanında yetişmiş, onunla birlikte katıldığı savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermişti.

    Nitekim Kosova Meydan Savaşı'nda da kumanda ettiği birliklerin başında gösterdiği büyük kahramanlıklar ve üstün bir idarecilik gücüyle zaferin meydana gelmesinde pek önemli rol oynamıştı. Babası Murat Hüdavendigâr'ın yaralı bir Sırplı tarafından hançerle vurulup şehit edilmesiyle, savaş meydanında padişah olmuştu.

    Padişah olduktan sonra, bir rivayete göre babasının vasiyeti üzerine, bir rivayete göre de etrafındakilerin teşvikiyle, babasının ölümünden haberi olmayan ve asker tarafından çok sevilen kardeşi Yakup Çelebi'yi çadırına çağırtarak orada boğduran Yıldırım Beyazıt, Osmanlı sülâlesinde kardeş katlini başlatan ilk hükümdar oldu.

    Yıldırım, Kosova zaferi ile Balkan yarımadası üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra, gözlerini İstanbul'a çevirdi. Karadeniz Boğazı'nın Anadolu yakasını ele geçirdikten sonra, Anadolu Türk birliğini kurdu. Boğaz üzerindeki ilk Türk kalesi olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Sonra İstanbul'un muhasarasına girişti. Bu muhasara sekiz ay sürdü Bizans'ın Türkler eline geçmek üzere olduğunu gören Hıristiyan âlemi, yeni bir Haçlı Seferi için ayaklandı. Kuvvetli bir ordu meydana getirilerek Tuna boyuna ilerleyen Haçlılar, Türklerin elindeki en önemli sınır kalesi olan Niğbolu'yu sardılar.

    Niğbolu'nun sayıca pek kalabalık olan bir düşman ordusu tarafından kuşatıldığını haber alan Yıldırım Beyazıt, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, büyük bir hızla Niğbolu'ya koştu. Doğan Bey'in kumandasındaki Niğbolu kalesi kahramanca dayanmaktaydı. Cesaretiyle ün yapan Yıldırım Beyazıt, 23 Eylül 1396 tarihinde bir Macar sipahisi kıyafetine bürünüp gecenin geç vakti düşman hatlarını tek başına geçerek kale kapısının önüne geldi:

    - Bre Doğan, bre Doğan!.. diye seslendi. Doğan Bey bunu önce bir düşman hilesi sanmış, fakat padişahın sesini tanımıştı. Heyecanla burca koştuğu zaman, gecenin karanlığına rağmen surun dibindeki o emsalsiz kır atı gördü. Yıldırım:

    - Hâlin nicedir, bre Doğan?, diye soruyordu.

    - Düşman karadan ve nehirden kaleyi tazyik eder, fakat surlar sağlam, erzak boldur. Mâdem ki saadetlü padişahım da yetişmiştir, ne ihtimaldir ki Niğbolu düşe... dedi Doğan Bey. Yıldırım:

    - Bir iki gün dayanasın, yetiştik biz gayri, diye seslendi.

    Bu sesleri duyan Haçlılar kalenin önünde duran kır atlı ve Macar sipahisi kılıklı yabancının üzerine hücum edecek oldular. Ancak Yıldırım'ın yıldırım gibi giden atına yetişemediler...

    25 Eylül 1396 günü Yıldırım Beyazıt, Niğbolu' yu saran o mahşerî Haçlı ordusuna karşı amansız bir hücuma geçti. Uzun sürmedi bu kanlı savaş. Yıldırım, tarihlere nam salan meşhur kıskaç plânı ile o muhteşem orduyu imhâ etti.

    Haçlı ordusunun başında bulunan Korkusuz Jean esir düştükten sonra:

    - Yemin ediyorum ki, bir daha Türklere karşı elimi silâhıma atmam. demişti. Bunu haber alan Yıldırım Beyazıt, onu huzuruna çağırttı:

    - Ettiğin yemini sana bağışlıyorum. Git. Şerefini kurtarmak için Hıristiyanlığın bütün kuvvetlerini bir daha topla ve yeniden gel. Böylelikle bana şan ve şerefimi artıracak yeni fırsatlar verirsin. diyerek kendisini serbest bıraktı.

    1402 yılında Doğudan büyük bir kasırga koptu.

    Timurlenk, başına topladığı büyük bir oldu ile Altınordu devletini yıktıktan sonra İran'ı istila ederek Arap illerine girmişti. Timurlenk'in karşısında yalnız Osmanoğulları kalmıştı. Bunların ikisi de Müslüman Türk devleti idiler. Ne yazık ki bu cihangir Türk hükümdarı anlaşamadılar. Ahmet Celayir ile Kara Yusuf yüzünden birbirlerine hakaret ettiler. Yıldırım'la Timurlenk'in düşmanlığı Ankara Savaşına yol açmıştı.

    İki Türk ordusu Temmuz ayının sıcak bir gününde Çubuk Ovasında kanlı bir savaşa tutuştular. Önce Yıldırım'ın sipahileri Timur ordularını iyice sarstı. Fakat Timur, fillerini bunların üzerine sevk edince savaşın seyri değişti. Bu an Anadolu Beylerinin hıyaneti yüzünden Anadolu askerleri Timur tarafına geçiverdiler. Hıyanet, Yıldırım ordularını paniğe uğrattı. Feci durumu gören padişah, ordugahını kurduğu tepeye çekilerek düşmana karşı mukavemete devam etti. Timur kuvvetleri Çataltepe'de Yıldırım'ın etrafını sardılar. Yanında ancak 300 yüz asker kalmıştı. Yıldırım, elindeki kılıç kırılınca eline bir balta geçirdi. Bu balta ile önüne geleni biçiyordu.

    Sabahleyin altın ışıklarını saçarak doğun güneş, kan renkli bir tablo gibi Çubuk Ovasının mor dağları ardından batıyordu. Her tarafı lacivert bir karanlık kaplamıştı. Yerlerde ölüler birer sarı gül gibi yatıyorlardı. Bu esnada Yıldırım, atını tepenin kuzey batısına doğru sürdü. Fakat her tarafı set set düşman askerleri sarmıştı. Sabahtan akşama kadar harp meydanında durmadan kılıç sallayan Yıldırım'ın kolları yorulmuş, açlık ve susuzluk ise onu takatsiz bırakmıştı. Yıldırım atıyla Mahmudoğlu köyü civarındaki dik ve taşlı yamacından inerken atının ayağı taşlar arasına girerek atı ile beraber yere yuvarlandı. Tam bu esnada Timur'un askerleri karşısına dikildiler. Yıldırım'ın elinde kanlı bir balta üstü başı yırtılmış, kavuğu başına geçmiş, yüzü toz toprak içinde olduğu halde bir kahramanlık tablosu meydana gelmişti. O ateşli gözlerini Semerkandlı askerlere dikerek:

    Haydi yapacağınızı yapınız! Diye bağırdı.

    Çağatay Hanı Mahmudoğlu:

    Buyurunuz... Timur-u Gürgani'nin misafirisiniz.

    Yıldırım esir edilmiş, Timurlenk de otağına çekilmişti. Kumandanlarının zafer tebriklerini kabulden sonra oğlu Şahruh'la satranç oynamağa başlamıştı. Gece yarası, esir edilen Yıldırım, Timur'un otağına getirildi. Timur derhal ayağa kalkıp ona yer göstererek saygısını gösterdi. Konuşma esnasında bir aralık Timur'un gülümsediğini gören Yıldırım hiddetle bağırdı:

    Allahın bedbaht kıldığı biriyle alay etmek fenadır, fena.

    Timurlenk şu mukabelede bulundu:

    Ben, Allah'ın bu dünyayı benim gibi bir topalla, senin gibi bir köre bıraktığına gülüyorum... Akabinde Yıldırım'a şu suali sordu:

    Eğer sen bizi mağlup etseydin, benim askerlerimin akıbeti ne olacaktı?

    Hepsini kılıçtan geçirtirdim.

    Halbuki ben hayır düşündüm, Tanrı bana zaferi ihsan etti. Sen şer düşündün, Tanrının şerrine uğradın. Onun için Cenabı Hakkın bahşettiği zaferin şükranesi olarak size ve sizin mensuplarınıza iyilikten başka bir şey yapmayacağım. Müsterih olun!

    Sonra Yıldırım'a bir sofra hazırlattı. Aynı sofrada beraber yoğurt yediler. Biraz sonra da oğlu Musa Çelebi'yi bulup getirdiler. Ertesi gün Timurlenk, Batı Anadolu'ya doğru ileri harekata geçti. Timur'un askerleri her tarafı yağma ediyorlardı. Hatta bir gün ellerinde Kur'anları bulunan oğlancıklara atlılara saldırtarak bunların hepsini öldürttü. Bursa sarayına girerek hazineyi tamamen yağma ettiler.

    Bir müddet sonra Timurlenk, İzmir'i almak üzere o taraflara gittiği zaman Yıldırım'ı da beraberinde götürdü. İzmir zaferi üzerine Timurlenk, muhteşem bir ziyafet hazırladı. Timurlenk'in bu ziyafetten maksadı Yıldırım'a bir ders vermekti. Yıldırım, Müslüman bir hükümdar olduğu halde, neden bir Hıristiyan kızı ile evlenmişti? Timur buna bir türlü tahammül edemiyordu. Bu ziyafette prenses Olivera'ya sakilik ettirdi. Yıldırım, sevgilisinin sarhoşlar meclisine hizmet ettiğini görünce, esirliğin en büyük acısını hissetti. Bütün tahammülü yıkılıverdi. Ayağa kalkarak Timurlenk'e hakaret dolu sözler söyledi.

    Hadisenin akabinde Yıldırım, başının vurulmasını beklemeye koyuldu. Netice böyle olmadı. Ertesi gün Timur'un emriyle Akşehir'e gönderildi. Fakat Yıldırım'ın bütün yaşama arzuları kırılmıştı. İç acıları içinde kıvranmaya başladı. Mülkü perişan olmuş, oğulları muharebe meydanında kaybolmuş, hazinesi yağma edilmişti. Artık o nasıl yaşayabilirdi.

    Parmağında her zaman taşıdığı bir yüzüğü çıkardı. Bu yüzüğün taşının altında kuvvetli bir zehir saklıydı. Onu yuttu ve akabinde de can verdi. Osmanoğullarının bu kahraman hükümdarı kendi iradesi ile gözlerini hayata yummuştu.

    Bu kanlı faciadan sonra Timur, Anadolu'da durmayarak Semerkand'a döndü. Ruhunda devlet kurmak cevherini taşıyan Türk milleti, derhal teşkilatlanarak devletinin varlığını sağlamaya muvaffak oldu. Osmanoğulları ismi altında 624 yıllık uzun bir egemenlik devresi geçirdi. Fakat Timurlenk ölünce, onun kurduğu devlet kendisiyle birlikte yok oldu.


    ÂŞIK PAŞAZADE


    Âşık Paşazade, 1393 yılında Amasya'ya bağlı Elvan Çelebi köyünde doğdu. Asıl adı Derviş Ahmed Aşıkî'dir.

    On beşinci yüzyılda Fatih Sultan Mehmed'le birlikte İstanbul'un fethini yaşamış ve o günlerin anılarını yalın bir Türkçe ile yazdığı Tevârîh-i Âl-i Osman (Osmanoğulları Tarihi) adlı eseriyle bize sunmuştur. On dördüncü yüzyılın tanınmış Türkçeci, mistik şairi Âşık Paşa'nın soyundan gelir.

    Anadolu'da Türk birliğini temsil eden, Farsça ve Arapça'ya karşı Türkçe'yi savunan ve tasavvufî inançlarıyla Oğuz Boylarını çevresinde toplayan dedeleri gibi, Âşık Paşazade de bir süre Amasya'da baba ocağında uyarıcılık görevi yapmıştır.

    Daha sonra Osmanlı padişahı İkinci Murad'ın ordusuna gönüllü olarak katılmış, askerin moralini güçlendirme görevini almıştır. İkinci Murad'ın Rumeli seferlerinin tümüne katılan ve savaşlarda çeşitli yararlıklar gösteren Âşık Paşazade, bir derviş-gâzi olarak padişahın sevgisini kazanmıştır.

    Fatih Sultan Mehmed'in ikinci kez tahta çıkmasından sonra, Akşemseddin, Şeyh Vefa, Akbıyık gibi ünlü bilginlerle birlikte İstanbul'un fethine katılan Âşık Paşazade, düzgün ve heyecanlı konuşmalarıyla, ordunun manevî desteği olmuştur. Fetihten sonra, İstanbul'da kendisine bir ev verilmiş ve maaş bağlanmıştır.

    Âşık Paşazade, O günlerde, yaşlanmış olmasına rağmen, yine de boş durmamış, Fatih'in Avrupa seferlerine katılmış, Belgrat'ta düşman ordusuyla kılıç kılıca vuruşmuştur.
    Âşık Paşazade, 1476 yılında 83 yaşına geldiği zaman artık bir köşeye çekilmiş, Süleyman Şah'tan başlayarak kendi ömrünün sonuna kadar Osman Oğulları tarihini, destansı ve efsanevî yönleriyle yazmaya başlamıştır.

    Eserini tamamladıktan kısa bir süre sonra, 23 Mart 1481 Cuma günü hayata gözlerini kapamıştır. Âşık Paşazade'nin kendi adıyla tanınan Osmanlı Tarihi, özellikle yazarın gördüğü ve yaşadığı olayları, saf ve katıksız bir Türkçe'yle dile getirmesi yönünden çok önemlidir. Olayları yalnız anlatmakla yetinmeyerek, onların yorumunu ve değerlendirilmesini de ustalıkla yapmış, bu arada kişisel anılarını da anlatmış, konuları yer yer şiirlerle süslemiştir.
    Bu nedenle, sürükleyici, millî heyecanlarla yüklü olan Âşık Paşazade Tarihi adlı eseri büyük bir şöhret yapmış, çok okunmuştur. Dilinin akıcılığını göstermek için tarihinden kısa bir örnek alıntı yapıyoruz.

    Fatih Sultan Mehmed'in şehzadeliği günlerinde, Dulkadiroğulları Beyi Süleyman'ın kızı Sitti Mükrime Hatun ile evlendirilmesi konusu Âşık Paşazade Tarihi'nde şöyle geçmektedir:
    (... Sultan Murad Han Gazi, Kosova gazasından devletle gelince, Edirne'de tahtında karar etti. Bir gün veziri Halil Paşa'ya: (Halil!. Kızımı çeyizledim, çıkardım. Şimdi dilerim ki oğlum Sultan Mehmed'i dahi evlendireyim. Ancak dilerim ki Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızını alayım derim. Hem o Türkmen bizimle gayet dostluk ve doğruluk eder...) dedi. Halil Paşa: (N'ola Sultanım!. Hem lâyıktır...) dedi.

    Amasya'da Hızır Ağanın hatununu gönderdiler. Yürüdü, Elbistan'a, Süleyman Bey'e vardı. O vakit Süleyman Bey'in beş kızı vardı. Beşini dahi ortaya getirdi. Hızır Ağa'nın hatunu, kızları görünce, beğendiği kızın eline yapıştı. İki gözlerinden öptü. Oradan Hünkâra geldi, haber verdi. Süleyman Bey'in itaatını, tevazuunu ve kızın eline yapıştığını, güzelliğini, evsafını, huyunu bir bir anlattı.

    Sultan Murad dahi, Hatunun beğendiği kızı kabul etti. Yine tekrar Hızır Ağanın hatununu ve Anadolu'nun ileri gelenlerinin hatunlarını Elbistan'a gönderdiler. Kızı almaya Anadolu'da ileri gelen beyler de birlikte gittiler. Oraya gelince Süleyman Bey karşılarına çıktı. Büyük hürmetler edüp gelen dünürleri lütufla konağına kondurdu. Usul ve törelerince konuklarını ağırladı. İşin sonunda kızın elinden tutup Hızır Ağanın hatununun eline verdiler. Onlar da, bir alayla kızı alıp doğru Edirne'ye getirdiler.

    Hünkâr, gelinin çeyizi ne ise hepsini gördü. Ve: (Hele benim töremde böyle değildir, bu çeyiz azdır...) deyüp, kendisi padişahlara lâyık zengin bir çeyiz hazırladı. Gelinin çeyizine daha nice şeyler ekledi. Düğün yaptı ve etrafın padişahlarını davet etti. Ulema ve fukarayı topladı. Hepsine padişahın ihsanları sonsuz ve ölçüsüz olarak yetişti. Gelen ulema ve fukara zengin olup gittiler... Bu düğünün tarihi hicretîn 853'ünde Edirne'de vaki oldu...

    Sultan Murad Han Gazi ki, Sultan Çelebi Mehmed Han Gazi oğludur, Onun saltanat devri otuz bir yıl oldu. Bu ben Âşıkî Mehmed Derviş Ahmed, onun gazâlarını, maceralarını, bütün onun halini, yaptıklarını her birisini gördüm ve bildim. Ama ihtisar ettim, bu kitapta yazdım. Ol sebepten ihtisar ettik ki bunun yaptıkları dil ile beyan olunmaz. Ondan sonra nöbet oğlu Fatih Sultan Mehmed'e geçti...)


    ADNAN MENDERES

    Bir döneme adını veren siyaset ve devlet adamı. 1895 yılında Aydın'da doğdu. Annesi çevrenin en köklü ailelerinden olup Ali Rıza Paşa'nın kızıdır. Babası Ethem Bey ise Aydın'da Tahrirat Kâtipliği görevini yürüttükten sonra çiftçiliğe başlamıştı. Adnan Menderes, ailesinin tek çocuğu idi. İzmir ve Aydın'ın işgali sırasında Yunanlılara karşı kurulan direniş hareketlerine yedek subay olarak katıldı. Ege'nin en eski ailelerinden Evliyazâdelerin kızı ile evlendi ve üç oğulları oldu.

    Politika hayatına 1930 yılında Fethi Okyar'ın kurduğu Serbest Fırka'ya girerek atılmıştı. Serbest Fırka'nın Ege çevresinde gördüğü büyük ilgi, Çakır Beyli çiftliğinin sahibi Adnan Bey'i de bu partinin saflarına çekmişti. Ancak ne var ki Serbest Fırka çok geçmeden kendisini feshetmişti.

    Atatürk, bu partinin yarattığı büyük muhalefet cereyanının ana sebeplerini aramak için çıktığı Ege gezisi sırasında Aydın'a uğradığı zaman genç Adnan Menderes'i de tanımıştı. Atatürk, sorduğu sorulara gayet cesur ve mantıklı cevaplar veren bu gencin üzerinde özellikle durmuş ve çok geçmeden kendisine Cumhuriyet Halk Partisi'ne katılması teklif edilmişti. Halk Partisi'ne katılan Adnan Menderes, 1931 seçimlerinde aday gösterilmiş ve milletvekili olarak parlamentoya katılmıştı.

    Adnan Menderes'in Meclis'e girdiği günden 1946 yılında Demokrat Parti'nin kuruluşuna kadar geçen uzun ve kesintisiz milletvekilliği hayatı, kendi deyimi ile "Kendi kendini yetiştirme devresi" oldu. Bu yıllar içinde bir yandan Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirirken bir yandan da parti ve parlamento içinde Türk sporunun ana problemleriyle uğraştı. Eski bir sporcu idi. İzmir'de geçen eğitim devresi sırasında Karşıyaka takımında futbol ve basketbol sporlarıyla meşgul olmuştu.

    Kendi kuşağının hükümet koltuklarını paylaştıkları Saraçoğlu'nun Başbakanlığı devrinde, Toprak Kanunu gibi bazı hareketler Menderes'i Halk Partisi içinde muhalefet safına itmiş ve sesi duyulmaya başlamıştı.

    Adnan Menderes, Celal Bayar'ın bir muhalefet partisi kurma niyetini açıklamasından sonra, meşhur dörtlü takrire imzasını koyarak CHP'den gürültülü bir şekilde ayrıldı ve Demokrat Parti'nin kurucuları arasına katıldı. O günden sonra adı Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte duyulmaya başladı.

    1946 seçimlerini Demokrat Parti kazanamamıştı ama Adnan Menderes'in adı bütün memlekete yayılmıştı. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle, Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Adnan Menderes, Demokrat Parti'nin on yıl süren iktidarının ilk ve son başbakanı oldu.

    Menderes enerjik bir başbakan olarak o zamana kadar alışılagelmiş düzenden dışarı çıkmasını başarmış, halkla ilişkilerini son günlerine kadar devam ettirmesini bilmişti. 27 yıl iktidarda kalan CHP, DP'nin tam tersine, çok bürokratlaşmıştı. Ona oranla halka dayanmasını beceren bir partinin başında Menderes hiç kuşku yok ki büyük ve bulunmaz bir şansa sahipti.

    Ne var ki serbest teşebbüs ve özel sektöre öncelik tanıyan Menderes politikasının ilk hızı kaybolup birçok eski arkadaşları Menderes'ten ve partisinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlayınca gittikçe yalnızlaşan dinamik ve enerjik adamda bir hırçınlaşma başgösterdi. Ekonomik durum da onun iktidarının ilk yıllarındakinden çok farklı bir manzara arzediyordu. Ve Menderes ile memleket aydınları arasında aşılmaz engeller meydana gelmeye başladı.

    Nihayet söz, fikir ve basın özgürlüklerini kısıtlayan kanunların çıkışıyla öğrenci hareketlerinin patlak vermesi Adnan Menderes'i birden bire güç bir duruma sokuverdi.
    İşte Demokrat Parti'nin dört kurucusundan biri genel başkanı ve on yıllık başbakanı olan Adnan Menderes 27 Mayıs 1960'a böyle geldi.

    27 Mayıs Devrimi'yle beraber, anayasayı çiğnemek suçundan bütün arkadaşlarıyle birlikte Yassıada'da kurulan Adalet Divanına sevkedildi. Yapılan duruşmalar sonunda suçlu görülerek idama mahkum edildi.

    1 yıl 3 ay 21 gün Yassıada'da tutuklu kalan Adnan Menderes, hakkındaki idam kararının tasdikinden 36 saat sonra 17 Eylül 1961 pazar günü öğleden sonra mahkumlar adası İmralı'da asılmak suretiyle idam olundu.

    Mezarı, Yassıada'da kurulan Adalet Divanınca ölüm cezasına çarptırılan iki bakan arkadaşı Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu ile birlikte İmralı adasından, yıllar sonra İstanbul Vatan Caddesi'ndeki Anıt Mezar'a nakledildi.
#18.04.2009 17:57 0 0 0
  • BÎRÛNÎ


    Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği büyük bilim ve din adamlarından olan Bîrûnî, bugün İran sınırları içinde bulunan Kas şehrinde 973 yılında doğdu. Harezm Türklerinden olan ve küçük yaşta babasını kaybeden Bîrûnî, kabiliyetleri ve zekası ile hemen dikkatleri çekti. Harezmşah hanedanından meşhur matematikçi Ebu Nasr Mansur, Bîrûnî'yi himayesine alarak yetiştirdi.

    Astronomi çalışmalarına 995'te başlayan Bîrûnî, Harezm civarındaki Buşkatir'de, güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespit etti. Dönemin önde gelen astronomlarıyla birlikte çeşitli rasat çalışmaları yapan Bîrûnî, 44 yaşındayken Gazneli Sultan Mahmut'un himayesine girdi ve çalışmalarını burada sürdürdü. 1011'de Kabil'de çalışmalar yaptı.

    Gazneli Sultan Mahmut'un Hindistan seferine, başdanışman ve hazine genel müdürü olarak katıldı.

    Hindistan'ın fethinden sonra burada çeşitli ölçümler yapan Bîrûnî, yerkürenin yarıçapını 6.324.66 kilometre olarak, gerçeğe çok yakın şekilde hesapladı ve dünyanın yuvarlak olduğunu, tereddüte meydan bırakmayacak şekilde açıkladı.

    Arapça ve Farsça'nın yanı sıra Sanskritçe, İbranice, Rumca, Süryanice ve Yunanca'yı da öğrenen Bîrûnî, astronominin yanı sıra tıp, fizik, matematik, tarih, kronoloji, ve din ilimlerinde de büyük ilerleme gösterdi. Bu bilim dallarında, toplam 196 eser yazdı.

    Sahip olduğu bilimsel araştırma metodu sebebiyle, bilim tarihçileri Bîrûnî'yi, bütün zamanların en büyük mütefekkirleri arasında sayar. Yerçekimi kanunu konusunda, İngiliz Newton'dan önce incelemeler yapan Bîrûnî, dünyanın merkezinin cisimleri çektiğini ve bu yüzden, dünya dönmesine rağmen üzerindekilerin boşluğa fırlamadığını izah etti.

    Bîrûnî, 1049 yılında Gazne'de vefat etti.


    BABÜR ŞAH

    Osmanlı İmparatorluğunun, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yüz ölçümü 8 milyon kilometrekarelik bir araziye sahip olduğu XVI. yüzyıl, Türk tarihinin altın devirlerinden biridir. Çünkü bu dönemde, 5 milyon kilometre yüz ölçümü olan Hindistan'da da bir Türk İmparatorluğu kurulmuş bulunuyordu.

    Hindistan; zenginliği, enginliği esrarla dolu bir dünya olarak, insanlık aleminin hayalinde her devirde yaşamış bir kıtadır. Asırlar boyunca Hindistan'a bir sel gibi akınlar olmuş, birçok kavimler Hindistan'ın her bucağında medeniyetler kurmuşlardır. Arîler, Persler, Büyük İskender ve nihayet Türkler, Hindistan topraklarına girerek birçok devletler meydana getirmişlerdi. Bu devletlerin içinde Hindistan'ın en büyük medeniyetini Babür Şah ve oğulları kurmuştur.

    Hindistan'ın büyük fatihi Babür Şah Ferganalı bir Türk'tür. Babür, Türk Barlas Kabilesine mensup olup, Timurlenk'in torunudur. Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza'nın oğludur. 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkelinde bulunan Fergana'nın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir.

    O zamanlar Timurlenk'in kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı. Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehir'de, Hüseyin Baykara Horasan'da, Babür'ün babası Şeyh Mirza ise Fergana'da hükümdar bulunmakta idi. Şeyh Mirza'nın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı. Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti.

    Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Fergana'ya hücum etmekte idiler. Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı. Fakat Babür'ün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti. Her hadise, zekî ve cesur olan Babür'ün tecrübesini arttırmakta idi. Babür, büyük atası Timur'un muhteşem hükümet merkezi olan Semerkant'ı zaptetmeğe muvaffak oldu. Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânî'ye mağlup oldu. Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi.

    Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağlarına çekildi. Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi. Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı. Bu kadının kardeşi, Timurlenk'le Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi. O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistan'ın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hind'in eski tarihini her gece Babür'e anlatıyordu. Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu. Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı. Atası Timur'un tarihini bularak okumaya başladı.

    Ruhunda yepyeni bir mefkure alevlenmişti: Hindistan'ı zaptetmek, orada büyük bir Türk İmparatorluğu kurmak... Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu. Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi. Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu.

    Bu ordu ile Hindikuş Dağlarını aşarak Afganistan'ın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti. Artık, Hindistan'ın kapısında karargahını kurmuş bulunuyordu. Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timurlenk bu noktadan geçerek Hindistan'ı istila etmişlerdi. Babür'ün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı. Kabil'de kendisini şah olarak ilan etti. Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü. Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu.

    O zamanlar Hindistan'ın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistan'ın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şah'ı, Hind Seferine teşvik etmekte idi.

    Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timurlenk'ten kendisine miras kaldığını bildirdi. Bu haber Sultan İbrahim'e ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistan'a sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu. Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı. Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu. Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahim'in ordusu ise 100,000 kişi idi. Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı. Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistan'ın Pencap bölgesine girdi. Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı. Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti.

    İki taraf kuvvetleri, Hindistan'ın Panipat mevkiinde karşılaştılar.

    Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı. Aralarına da topları yerleştirdi. Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler. Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu. Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü. Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı. 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar. Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi. Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristan'ı fethetmişlerdi.

    Babür Şah, Hind'in büyük şehirlerinden olan Delhi'ye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Cami'de cemaatla birlikte namaz kıldı. Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler. Babür'ün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hind'in meşhur bir şehri olan Ağra'yı zaptetmişti. Humayun, Sultan İbrahim'in Ağra'da bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı. Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahim'in eşi, bütün mücevherlerini Humayun'a hediye etti. Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu. Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi. Babür Şah'ın eline Hindistan'ın hadsiz hesapsız servetleri geçti. Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı.

    O zamanlar Hindistan'da bir çok Müslüman Hint racaları hükümet sürmekte idiler. Türkler bu racaları teker teker kendi hakimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistan'ın birliğini temin ettiler. Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü. Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğu'nu kurmaya muvaffak oldu.

    Babür Şah iyi ruhlu cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi. Devlet kuruculukta müstesna bir zekaya sahip olan Türkler, Hindistan'da da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular. Hakimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler. Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı. Hindistan'ın her bucağında Türk kanunları hakim olduğundan halk saadete erişti. Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü.

    Türkler zamanında Hindistan'da çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi. Hindistan'ın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi. Hint'in her tarafına yollar açıldı. Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı. Mimar Sinan'ın kalfaları Hindistan'a gelerek birçok abideler meydana getirdiler. Babür Şah'tan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistan'ın en büyük sanat eserleri arasındadır.

    Babür Şah, kuvvetli bir şairdi de... Hindistan hatıralarına ait bir de eser yazmıştır. Buna Babürnâme denilmektedir. Babür Şah, bütün şiirlerini öz Türkçe ile yazmıştı. Bu şiirlerde canlı, ince ve neşeli bir ruh hakimdir. Şiirleriyle aşkı pek güzel bir şekilde terennüm etmiştir. Bir şiirinde şöyle demektedir:

    Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım
    Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım
    Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim
    Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim
    Bir rubaisinde de şöyle diyor:
    Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim
    Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim
    Cismim bükülmüştür ben ne ideyim
    Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim.

    Hindistan'da büyük imparatorluk kuran büyük devlet adamı ve şair Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agra'da ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbil'e götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür.

    Babürnâme adıyla Çağatay Türkçe'si ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsça'ya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizce'ye çevrilmiştir. Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır.

    Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistan'ı istilası ile sona erdi. Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hakimiyeti devam etmektedir.


    BARBAROS HAYRETTİN PAŞA


    Denizcilik tarihimizin en ünlü kaptanlarından birisi de Barbaros Hayrettin Paşa'dır.

    Barbaros, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğdu. Babası Midilli'ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova'lı Yakup Bey'dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleri idi.

    Hızır, Barbaros Hayrettin adı ile şöhret bulmuştur.

    Yakup Bey'in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başladılar. Oruç, Mısır, Trablus ve Şam tarafında, Hızır ile İlyas da Selanik taraafında ticaret yapmaktaydılar. İshak ise baba yurdunu bekliyordu. Hızır ile İlyas, Rodos Adasının önünden geçerken karşılarına, korsanlar çıkıverdi. Bu korsanlar, iki kardeşin mallarını yağma etmek istediler. Korsanlarla çetin bir mücadele başladı. Fakat bu çarpışmada İlyas şehit düştü. Hızır da esir edilerek Rodos zindanına hapsedildi. Hızır kısa bir zaman da korsanların elinden kurtuldu, ticareti bırakarak bu olayın etkisiyle korsan olmaya karar verdi.

    O zamanlar Antalya'da Yavuz Sultan Selim'in kardeşi Şehzade Korkut valilik yapıyordu. Şehzade Korkut, Hızır'ı himayesine aldı. Ona 18 oturaklı bir perkende verdi. Barbaros yanına aldığı arkadaşları ile Akdeniz'e açıldı. Arkadaşlarına ilk söz olarak dedi ki :

    Kovalayandan kaçmayacağız, kaçanı da kovalamayacağız!

    Barbaros kardeşi İlyas'ın intikamını almak için Rodos korsanları ile birçok çarpışmalar yaptı. Bunları her taarruzunda yenerek intikamını aldı. Bundan sonra yüzünü İtalya sahillerine çevirdi. Bu sahillerde birçok gemiler zaptetti. Barbaros kış geldiği zaman Afrika sahilinde bulunan Cerbe'ye gidiyordu.

    Barbaros Akdeniz'de dolaşırken ağabeyi Baba Oruç ise her tarafa büyük nam salmıştı. Bütün Hıristiyan gemilerini vuruyor, birçok ganimetler elde ediyordu. Avrupalılar Baba Oruç'a, kırmızı sakalından kinaye olarak (Barbaros) adını vermişlerdi. Baba Oruç, ölünce bu şöhret Hızır'a geçerek Barbaros adını aldı.

    Barbaros ağabeyi ile birlikte çalıştı. On adet gemileri vardı. Bu iki kardeş Müslümanlara zulmeden İspanyollara hiç göz açtırmadılar. İspanyollarla bir savaşta Baba Oruç bir kolunu kaybetti. Artık Barbaros Akdeniz kıyılarından yalnız başına dolaşıyor, birçok gemileri vurarak ganimetlerle dönüyordu. Barbaros bir mevsimde 3800 esir ve 20 parça gemi elde etti.

    Yavuz Sultan Selim padişah olunca, Barbaros Hayrettin yeni padişahı tebrik etmek için, Kemal Reis'in hemşirezadesi Muhittin Reis'le birçok hediyeler gönderdi. Yavuz Sultan Selim de Barbaros'a iki kadırga ile bir hil'at ihsan etti. Bundan sonra Borbaros, Cezayir'i hakimiyetine aldı.

    Adeta Barbaros, Kuzey Afrika'nın bir hükümdarı mahiyetinde idi. İspanyollar Barbaros'u Afrika sahillerinden atmak için Tilmisan'ı zapta karar verdiler. İspanyollar karaya asker çıkararak, Barbaros kardeşlerle mücadeleye giriştiler. Bu savaşta, bir kolu olmayan Oruç Reis ile İshak Reis şehit düştüler. Barbaros, kardeşlerinin şehadeti üzerine şöyle feryat etti :

    Ah, bütün Frengistanı kılıçtan geçirsem, kardeşlerimle yoldaşlarımın intikamını alamam!

    Barbaros, bu acıdan sonra artık Akdeniz'e aman vermiyordu. Ünü her yana yayılmıştı. Askerleri Akdeniz'de şu türküyü söylüyorlardı :

    Deniz üstünde yürürüz,
    Düşmanı arar buluruz,
    Öcümüz komaz alırız,
    Bize Hayrettinli derler.

    O sıralarda Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethetti. Barbaros, Yavuz'a Kurtoğlu Muslihiddin Reis'i göndererek fethettiği yerleri padişaha bıraktığını bildirdi. Artık Barbaros'la Avrupalılar hiç başa çıkamıyorlardı. "Barbaros geliyor!" sözünü duyan karada denize kaçıyordu. Barbaros sayesinde Türkler Akdeniz'e hakim oldular. Barbaros'un maiyetine girmiş olan Turgut Reis, Sinan Reis, Salih Reis, Aydın Reis'ler de her tarafı titretiyorlardı.

    Barbaros'un delaletiyle, Cezayir Osmanlılara bağlı bir eyalet oldu. Yavuz Selim de Barbaros'u bu eyaletin Emiri olarak tanıdı.

    Yavuz Selim ölünce yerine Kanuni Sultan Süleyman geçmişti. O zamanlar Avrupa'nın en büyük imparatoru Şarlken idi. Kanuni karadan ve denizden onun nüfuzunu kırmak için savaşlara girişmişti. Denizlerde, başarı kazanabilecek tek adam Barbaros olabilirdi. Çünkü o zaferden zafere koşan bir denizciydi.

    Kanuni Sultan Süleyman 1533 tarihinde Cezayir Emiri Barbaros'u İstanbul'a davet itti. O zamanlar Barbaros'un 18 parça mükemmel kadırgasıyla bir o kadar da korsan gemileri mevcuttu. Barbaros donanması ile İstanbul limanına girdi. Barbaros, Kaptan-ı Deryâ'nın Atmeydanı'ndaki konağına misafir edildi. Ertesi gün Barbaros ve 18 mücahidi Kanuni'nin huzuruna kabul edildi. Hepsi sıra ile ilerleyip Kanuni'nin elini öptüler. Güneşten tunçlaşmış çehreleri, nasırlı elleri ve iri vücutları dikkat çekiyordu. Kanuni Sultan Süleyman o dönemde Akdeniz'de Barbaros'tan sonra en büyük deniz amirali olan Andra Doria'yı sordu:

    Padişahım, o herifin lakırdısı mı olur? Emredin gemilerini havaya uçurayım. Her tarafta arıyorum, ben yaklaştıkça o kaçıyor.

    Bu sözlerden hoşlanan Kanunî:

    Hızır Bey, sen bu dinin en hayırlı oğlusun. Bundan sonra adın Hayreddin olsun dedi.

    Kanuni, Barbaros Hayreddin'i Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığı'na tayin etti. Bu suretle paşa rütbesini de kazanmış oldu.

    Barbaros Hayrettin Paşa, 84 parça gemiden oluşan bir donanma ile Akdeniz'e açıldı. Barbaros, İtalya sahillerinde birçok kaleler ve şehirler fethine muvaffak oldu. Bu seferinde Fondi kalesinin kumandanlarından Vespasyo Kobona'nın genç ve güzel karısı Colya'yı kaçırmak istedi. Bu kadın Şükûfe-i Aşk lakabı ile şöhret bulmuştu. Barbaros bu kıza gönül verdi. Fakat kaçırmaya muvaffak olamadı.

    Bundan sonra Barbaros Korfo adasını zaptederek, burada birçok ganimetler ve esirler ele geçirdi. Bunlarla beraber İstanbul'a döndü. Bu ganimetlerle esirleri padişahın huzurunda bir alay şeklinde geçirdi. Önde allar giyinmiş iki yüz genç erkek esirin ellerinde gümüş sürahiler ve kadehler ve onları takip eden diğer otuz esirin sırtında birer torba altın, daha sonra gelen iki yüz kişinin her birinin omzunda birer kese akçe bulunuyordu. En sonra 1000 kadar boyunlarından bağlı esirler ise birer top çuha taşıyorlardı. Bunlardan başka 1000 kız ve 500 oğlan da bunları takip etmekte idi. İşte Barbaros'un hediyeleri bunlardı.

    Akdeniz'de Türk hakimiyetine son vermek üzere Papa III. Pol, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz hükümetlerinin donanmalarından oluşan bir deniz haçlı seferi hazırladı. Bu donanma Akdeniz'de Türk donanmasını tamamen mahvedecekti. Bu muazzam donanma Venedik Dukası Amiral Andrea Doria kumandasına verildi. Donanma 600 parçaydı. Bu donanma Preveze önlerinde demirledi.

    Barbaros, Andrea Doria'nın büyük bir donanma ile Preveze önlerine geldiğini duyunca donanmasını hazırladı. Türk donanması 122 parça gemiden ibaretti. Türk donanması Preveze limanı önünde harp nizamı aldı. Türk donanması merkez, sağ ve sol kanat olmak üzere üç gruba ayrıldı. Sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Seydi Ali Reis, ihtiyatta Turgut Reis ve merkezde Barbaros yer aldılar. Türk donanması yarım daire şeklindeydi. Haçlı donanması büyük olmasına karşılık, Türklerin manevî kuvveti pek yüksekti. İlk defa haçlı donanması şiddetli bir topçu ateşi açtı. Bu topçu ateşine karşılık olmak üzere donanmada bulunan Mehter takımı savaş parçaları çalmaya başladı.

    Türk gemileri ağır ağır düşmana doğru ilerlerken bütün asker Allah! Allah! sesleri ile etrafı inletiyorlardı. Korkunç bir fırtına halinde ilerleyen Türk gemilerini gören düşmana bir ürperti geldi. Donanmalar birbirine yaklaştılar. Top, kurşun her tarafa ölüm saçıyor, gemiler yanıyor, Türk leventleri elerindeki palalarla dehşet saçıyorlardı. Kısa bir zaman denizin üstü kanlı cesetlerle dolup taştı. Türk leventleri önüne gelen gemilere rampa ederek kancalıyorlar, ve ellerindeki palalar, baltalarla düşmanlarının üzerine atlıyorlardı.

    Bu korkunç sahneyi gören gerideki gemiler kaçmaya başladılar. Artık zaferin yüzü Türk Milletine gülmüştü. Andrea Doria mağlubiyeti kabul ederek, sakalını yola yola firar etti. İki eline iki gülle alıp dövünmeye başladı. Fakat iş işten geçmiş, Preveze zaferini Barbaros Hayrettin Paşa kazanmıştı. Bu savaşta düşmanın 130 parça gemisi batmıştı. Barbaros Akdeniz'in en büyük deniz savaşını 28 Eylül 1538 tarihinde kazanmaya muvaffak oldu.

    Artık Barbaros iyice ihtiyarlamıştı. 4. Temmuz 1546 yılında İstanbul'da 73 yaşında vefat etti. Barbaros'un türbesi Beşiktaş'tadır. Bu türbenin bulunduğu meydana Barbaros'un bir heykeli dikilmiştir. O, türbesinin de deniz seslerini dinleyerek ebedi istirahatgahında yatmaktadır.

    Fakat o, Türk denizcilerinin bir manevi kudret kaynağı olarak ebedileşmekte, bu da denizcilerimizin her sene onun türbesi önünde yaptıkları törenlerle dile getirilmektedir.




    BİLGE KAĞAN


    Bilge Kağan, 683 yılında doğdu. Babası Göktürk Devleti'ni yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun'dur. 8 yaşında babasını yitiren Bilge, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapağan Kağan'ın elinde büyüdü.

    Bilge Kağan, amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal'ı devirerek 32 yaşında Göktürk Devleti'nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge'nin ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin'i, vezirliğe de Tonyukuk'u getirdi.

    Bilge Kağan'ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, "Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin'e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz " dedi.

    Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm'i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm'in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi.

    Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk'un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.

    Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti'nin sınırları Çin'in Şan-Tung ovasından, İç Asya'da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani ırmağı havalisi ve Batı Demir Kapı'ya (Ceyhun Irmağı'nın yakınında Semerkant-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı.

    Önce veziri Tonyukuk'u sonra kardeşi Kül Tegin'i kaybeden Bilge Kağan'ı, Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor zehirledi. Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734'de öldü.

    Bilge Kağan'ın cenazesi 22 Haziran 735 tarihinde büyük bir törenle defnedildi.



    GAZİ OSMAN PAŞA

    Her sayfası bir kahramanlık menkıbesi ile dolu bulunan Türk tarihinin altın yaldızlı bir sayfası da Plevne müdafaasıdır. Öyle bir sayfa ki, düşman komutanları bile bu sayfa önünde saygı durmuşlardı. Bu sayfayı yazan, şanlı Gazi Osman Paşa'dır. Gazi Osman Paşa,1832 yılında Tokat'ta dünyaya gelmiştir. Kendisi Yağcıoğulları diye anılan bir aileye mensuptur. Babası, memuriyet sebebiyle İstanbul'a yerleşmişti. Küçük Osman ilk tahsilini bir sıbyan mektebinde yaptıktan sonra, Kuleli askerî idadîsine girdi. Bu okulu bitirdikten sonra da Harp Okuluna girerek 1852'de mezun oldu. Ruslarla yapılan Kırım Harbi'nde ve Rumeli'deki muvaffakiyetlerinden dolayı yüzbaşılık rütbesine yükseldi. Bundan sonra Erkan-ı Harbiye sınıfına devam ederek Kolağası oldu. Bir aralık da Bursa vilayeti nüfus yazımına memur edildi.

    GAZIOSMA.jpg (10855 bytes) 1861 yılında Hasa ordusunda binbaşı olarak vazife aldı, Girit isyanında başarılar gösterdi. Bunun üzerine üçüncü rütbeden bir nişanla albaylığa yükseltildi. Üç yıl sonra da Yemen isyanını bastırmaya gönderildi. Buradaki üstün başarılarından dolayı kendisine "paşa"lık rütbesi verildi. Yemen'den dönünce İşkodra ve Bosna Kumandanlıklarına tayin olundu. Sırp isyanında gösterdiği eşsiz kahramanlıklarından dolayı da bu defa kendisine Mareşallik rütbesi verildi. 1877 yılında yapılan Plevne savaşında gösterdiği kahramanlıklar dolayısıyla dünyaca büyük bir şöhrete kavuştu.

    II. Abdülhamit'in tahta çıkışının ikinci yılı Ruslar balkanlara doğru sarkmak emellerini açığa vurdular. Bu arzularını yerine getirmek için Londra Protokolünü hazırlattılar. Fakat Türkiye, Londra Protokolünü reddedince Rus Çarı II. Aleksandr 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı İmparatorluğuna harp ilan ederek, ordularıyla Tuna üzerinden Balkanlara doğru sarkmaya başladı. Birinci Meşrutiyeti ilan etmiş olan II. Abdülhamit ne yapacağını şaşırdı. Halk arasında ise büyük bir galeyan baş gösterdi. Gazeteler ateşli yazılar yayınlıyorlardı.Bu harbe bütün Müslüman devletlerden yardım geleceğini de ilan ediyorlardı. Hariciye Nazırı Saffet Paşa, Paris Muahedesine imza koyan devletlerden yardım istedi.Türkiye'nin bağımsızlığını garanti edeceğini söz vermiş olan devletler şu cevabı verdiler:


    "Muahedeler, mürur-ı zamanla hükümden düşerler."


    Böylece, Osmanlı ile Rusya baş başa bırakıldı.Osmanlı İmparatorluğuna Batı devletlerinin yardım etmediğini gören Ruslar, ordularıyla 3 koldan hudutlarımızı aşarak Romanya'yı istila edip Tuna boylarına dayandılar. Rusların Tuna Ordusu Kumandanı Çar'ın biraderi Nikola idi. Emrinde 250,000 kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Rus generallerinden Malinkov da 60,000 kişilik bir kuvvetle Doğu illerinden İç Anadolu'ya doğru taarruza geçti. Rus kuvvetlerinin karşısına Gazi Ahmet Muhtar Paşa geçti. Burada Ruslara karşı Kars ve Zivin zaferlerini kazandı.Rus Harbi başladığı zaman Gazi Osman Paşa kuvvetleri ile Vidin'de, Süleyman Paşa da Karadağ sınırlarında bulunuyordu. Tunaboyu Orduları Kumandanlığına Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Paşa tayin olundu. Türk Ordusu 186,000 kişiden ibaretti. Rusların Tuna'yı aşıp Bulgaristan'ı işgal etmeleri üzerine Vidin'de bulunan Gazi Osman Paşa, Bulgaristan yollarının bir kavşağı olan Plevne'yi Ruslardan önce elde etmek üzere kuvvetleriyle yaya olarak harekete geçti.

    Dünyada benzerine az rastlanır bir süratle Plevne'ye girdi. Orta Anadolu'nun bu Tokatlı koca Türkü, cihan tarihinde ilk defa olmak üzere Plevne'nin etrafına boy siperleri açtırdı. Bu siperler tabya usulünde ilk keşifti. Topçularını ve kuvvetlerini yerin altına aldı. Ruslar ise meydanda harp ediyorlardı. Cihan tarihinde büyük şan kazanan Plevne harbi, Ruslara pek çok zayiat verdirdi.Kendilerinin itiraf ettiklerine göre bazı taburlarda ancak birkaç kişi sağ olarak geri dönebiliyordu. Rusların attığı mermilerle Plevne şehri alevler içinde yanıyordu. Çoluk çocuk enkaz altında can veriyorlardı. Her ne yaptılarsa Plevne'yi Gazi Osman Paşa'nın elinden almanın imkanı olmadı. Rus kumandanı Nikola deliye döndü. Nihayet Plevne'ye Rus Çarı Aleksandr da geldi. Taarruzla, Plevne'yi muhasara ederek açlık ve cephanesizlikle teslim almaya karar verdiler.

    Gerçekten zaman geçtikçe Plevne'de açlık başladı. Kadınlar çocuklar açlıktan ölüyorlardı. Cephane de bitmek üzereydi. Bütün bunlara rağmen kahramanlığı karakterine yazmış olan Türk oğlu, kuzeyden akan Rus seline iman dolu göğsünü geriyor, vatanseverliğin destanını yazıyordu. Plevne'de bu kanlı savaşlar olurken, İstanbul'dan gazilere bir türlü yardım gelemiyor, diğer taraftan cihanda bir tek el Türk'e uzanmıyordu. Balkan dağlarının en önemli geçidi olan Şıpka'da Süleyman Paşa da kahramanlıklar yaratıyordu. Koca bir Çarlığa karşı bir Osman Paşa ne yapabilirdi.! Nihayet Gazi Paşa muhasarayı yarıp dışarı çıkmaya karar verdi. Bir gece, Türk kuvvetleri Plevne'den çıktı. Ordunun peşine çoluk çocuk, Plevne halkı da takıldı. Fakat Bulgar casusları bu harekatı Ruslara haber verdiler.

    Türk kuvvetleri, 10 Aralık 1877 tarihinde Vid nehrini aşacakları bir sırada Ruslar, Türk kuvvetleri üzerine şiddetli bir topçu ateşi açtılar. Ordunun üzerine yıldırımlar gibi mermi yağdırdılar. Halk ve asker birbirine karıştı. Binlerce insan topçu ateşi altında parça parça oldular. Bu bölge kanlı bir mahşere döndü Nihayet her iki taraf arasında kanlı bir boğuşma meydana geldi. Bu sırada Gazi Osman Paşa yaralandı. Üç defa vukua gelen Plevne Muharebesinden galip çıkan Türkler, dördüncü. Plevne harbinde yenildi. Muhasara 145 gün sürmüştü.

    Gazi Osman Paşa'yı bir değirmenin içine götürüp yarasını sardılar. O esnada iki Rus değirmene gelerek, Osman Paşa'ya: "Kayıtsız şartsız teslim" dedi. Osman Paşa da, "Bir gün bir güne uymuyor; kaderi ilahî bu imiş!" dedikten sonra "gazilik" kılıcını düşman generaline teslim etti. Bu iki general, Osman Paşa'yı ve yaveri Talat Bey'i bir araba ile Plevne şehrine götürdüler. Yolda Rus Kumandanı General Nikola'ya rastladılar. General Nikola, Osman Paşa'ya: "Plevne'yi müdafaa etmekte gösterdiğiniz muvaffakiyetten dolayı sizi tebrik ederim. Bu müdafaa tarihin en parlak askerlik vakalarından biridir" dedi.

    Osman Paşa'yı görmek için koşan Rus subayları, "Bravo Osman Paşa" diye onu alkışladılar. Birçokları da, "Dünyada büyük bir adam yüzü gördük..." diye birbirlerine söylediler.Gazi Osman Paşa'yı, Plevne'de bulunan bir eve götürdüler. Ertesi gün Gazi Osman Paşa'yı, Rus Çarı İkinci Aleksandr'ın karşısına topallıya topallaya götürdüler.

    II. Aleksandr, Osman Paşa'ya :
    Silahınızı niçin teslim etmediniz ? diye sordu.
    Osman Paşa da :
    Devletim bana, 'düşmanı gördüğün zaman silahını terk etme, onu her zaman kullan' diye vermiştir. Beni de buraya kavga için gönderdi... cevabını verdi.

    Çar Aleksandr, bu yüce Türk'ün karşısında çok heyecanlandı ve onun elini sıkarak şu sözleri söyledi : Plevne'yi kuvvetli müdafaanızdan dolayı sizi tebrik ederim. Bu müdafaa askeri tarihin en güzel hadiselerinden biri olmuştur. Siz hakikaten cesur bir askersiniz. Sizin gibi bir kumandanın kılıcı alınamaz. Burada ve Rusya'da kılıcınızı ve nişanlarınızı taşımak hakkına sahipsiniz.

    On beş gün sonra Osman Paşa'yı esir olarak Ruslar Harkov şehrine götürüp bir otele yerleştirdiler. Rus kuvvetleri Bulgaristan'dan İstanbul üzerine akın etmeye başladılar. Nihayet Yeşilköy'e kadar dayandılar. Rus orduları Kağıthane sırtlarında bir manevra yaptılar. General Nikola da bir heyetle İstanbul'a gelerek Beylerbeyi Sarayına gitti ve Osmanlı İmparatoru II. Abdülhamit'le bir görüşme yaptı. Bütün İstanbul bu mağlubiyet karşısında heyecan içinde kaldı. Avrupalı devletlerin ve bilhassa İngilizlerin müdahalesiyle Ruslar İstanbul'a giremediler. Yalnız Yeşilköy'de bu zaferin hatırası için bir anıt diktiler. Bu harbin sonunda Ayastefanos Anlaşmasıyla, Berlin Anlaşması imzalanarak Balkan devletleri bağımsızlıklarını kazandılar.

    İstanbul halkı, Gazi Osman Paşa'nın esir olduğunu duyunca, Paşanın evi önünde toplandılar. Osman Paşa'nın oğlunu bir at üzerine bindirerek, "Paşa'yı karşılayamadık, bari oğlunu gezdirelim..." diye İstanbul sokaklarında dolaştırdılar. İki ay sonra da Gazi Osman Paşa' esaretten döndü. O gün İstanbul yerinden oynadı. İkinci Abdülhamit Osman Paşa'yı Mabeyin müşiri yaparak hiç yanından ayırmadı.

    Nihayet, her fani gibi Gazi Osman Paşa da 5 Nisan 1897 tarihinde 65 yaşında olduğu halde hayata gözlerini yumdu. Öldüğü zaman vasiyeti üzerine Fatih türbesi bahçesine gömüldü.


    GAZNELİ SULTAN MAHMUT


    Gazneliler Devleti'nin en büyük hükümdarı ve Hindistan Fatihi Gazneli Sultan Mahmut, 2 Kasım 971 tarihinde doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Büyük bilginlerin elinde yetişti. Mert ve cesur bir insandı.

    Gazneli Mahmut'un babası Sebüktekin, Samanoğulları Devleti'nin Horasan valisi idi. Sebüktekin cesur ve güçlü bir insandı. Samanoğulları'na karşı bağımsızlığını ilan etti.

    Gazneliler Devleti'nin kurucusu Sebük Tegin'in oğlu olan Gazneli Mahmut, genç yaştan itibaren devlet idaresinde görev aldı. Babası sağ iken Horasan valiliği görevini yürüttü.

    Babası öldüğü zaman yerine küçük kardeşi İsmail geçmişti. Gazneli Mahmut, küçük kardeşini ortadan kaldırarak hükümdar oldu.

    998 tarihinde Gazne tahtına oturan Mahmut, Buhara, Horasan, Herat, Belh, Bust ve Kabil'i Samanîlerden aldı. Daha sonra, bugünkü Afganistan ve Belucistan ile Harezm'e kadar tüm Maveraünnehr'i ele geçirdi. Ardından Rey, İsfahan, Save, Kazvin, Zencan ve Ebher'i alarak, İran topraklarının büyük bölümüne hakim oldu.

    Eylül 1000'de ilk Hindistan seferine çıkan Sultan Mahmut, 1027'ye kadar Hindistan'a on yedi büyük sefer yaptı. Bu seferler sırasında Hindistan'da birçok cami yaptıran ve İslâm Dinini öğretmek üzere alimler yerleştiren Gazneli Sultan Mahmut, İslam Dininin Hindistan'da yayılıp kabul görmesini sağladı.

    Cihangirliği yanında, alim bir kişiliği de olan Sultan Mahmut, sarayında alim ve şairlere çeşitli konularda sohbet ve tartışmalar yaptırırdı. Gazneli Sultan Mahmut'un sarayı bir bilim akademisi haline geldi. Kendisi bilime ve sanata karşı büyük bir sevgi besliyordu. Zamanında Fars kültürü yüksek bir düzeye ulaştı. Bîrûnî ve Firdevsî gibi birçok meşhur İran bilgini Sultan Mahmut'un sarayında himaye gördüler.

    Firdevsî'nin meşhur Şehname'si de dahil olmak üzere, devrinin pek çok kitabı Gazneli Sultan Mahmut'a takdim edildi.

    Gazneli Sultan Mahmut'un sarayında Türk dili konuşuluyordu. O, Türk dilin yayılmasını ve gelişmesini sağlamış olsaydı, Türk kültür tarihi ölmez eserler kazanacaktı. Ancak o, çevrenin ve dönemin etkisiyle Fars kültürüne önem vererek Farsça'nın çok kudretli eserler kazanmasına hizmet etti.

    Türk İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan biri olan Gazneli Sultan Mahmut, İslam dünyasında yayılma istidadı gösteren sapık Batınî-Rafızî akımlarına karşı da mücadele etti. İmar faaliyetlerine büyük önem veren Sultan Mahmut, Gazne'nin yanı sıra Belh ve Nişabur gibi önemli şehirleri de mamur hale getirdi.

    33 yıl hükümdarlık yapan Sultan Mahmut, 1030'da Gazne'de vefat ederek, burada defnedildi.
#18.04.2009 18:00 0 0 0
  • KILIÇARSLAN


    Türk tarihinin büyük kahramanlarından biri de Kılıçarslan'dır. Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı'nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu'yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti.

    Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu'da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan'ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu'nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi.

    Anadolu'nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu'yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu'ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu'nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti.

    Bu iki kardeş, Anadolu'nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur'un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu'nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman'a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan'ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu'da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti.

    Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya'yı da fethetti. O zaman Melikşah'ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti.

    Kutulmuşoğlu Süleyman'ın ölümü ile Anadolu'da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman'ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı.

    Anadolu'nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya'ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti.

    Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu'nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan'ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul'u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler.

    O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma'da oturan Papa Yedinci Greguvar'a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul'a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.


    Bizans'ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul'u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa'da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa'nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa'da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü.

    1095 tarihinde Fransa'nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs'ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa'da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu'ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?

    Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa'dan yaya olarak Bizans'a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti.

    Kılıçarslan, Anadolu'ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu'yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı.

    Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu'ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum'a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı.

    Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs'e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu'da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti.



    Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan'ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti.

    Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi.


    -Bizler ne olacağız?
    Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona:
    -Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu.
    Esir kız:
    - Savaşta esir düşen Efon Ejyid'in kız kardeşi İzabella'yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi.

    Kılıçarslan şöyle mukabele etti:
    -Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim...

    Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan'ın yüzüne dikkatli bakarak:
    -Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu.
    -Her saat, nerede bulunursam!

    Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı.

    Fakat Kılıçarslan, Suriye'de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu.

    KARACAOĞLAN

    XVII. yüzyılda yaşamış saz şairlerindendir. Bu şairler, sazlarını asıp köy köy dolaşır, kahvelerde, meydanlarda, düğünlerde şiir söylerlerdi. Onun için bunlara halk şairi denirdi. Karacaoğlan da Güney illerinden çıkma bir halk şairidir.1606 yılında Adana'nın Fersak köyünde doğmuştur. Sailoğullarındandır. Bu aile o yörede hâlâ yaşar. Küçük yaşta saz çalıp şiir söylemeye başladı. Yeniçeri Ocağı'na girdi. Savaşlara katıldı. Dîvân'ı vardır.

    Karacaoğlan derlerdi adına. Çünkü çok esmerdi. Adana'nın yanık yüzlü, bağrı yanık delikanlılarındandı. Bir de sevgilisi vardı ki, gece gibi kömür gözlü, kara saçlı, kara tenliydi. Karacaoğlan ona, "Karakız" derdi, o da ona "Karacaoğlan" derdi. Köy kızları, Fersaklılar, Kozanlılar, Bahçe ilçeliler, Karacaoğlan'la Karakız'ın sevdasını çekemezlerdi.Sadece onlar değil, Kozanoğulları da çekemezlerdi Karacaoğlan'ın bunca sevilmesini. Günün birinde, güçleri yettiği için onu öldürtmek istediler. Karacaoğlan baktı ki postu deldirecek, kalktı bir kış günü, sazını boynuna astı:

    İncecikten bir kar yağar
    Tozar Elif Elif diye
    Deli gönül hayran olmuş

    Gezer Elif Elif diye... sözlerini diline dolayıp yollara düştü. Çıkış o çıkış... Bir daha ne Karakız'ın yüzünü görebildi, ne Fersak'a dönebildi. Ama Elif'in aşkı yüreğini yakardı. Her gittiği yerde; her baktığı kızda Elif'i görürdü sanki. Karacaoğlan, dolaşa dolaşa Van'a kadar gitti. Oradan Irak'a geçti. Oradan Arabistan'ı dolaştı. Oradan İran'a girdi. Her gittiği yerde korundu, her gittiği yerde insanların gözdesi oldu. Koşma, türkü, mâni, varsağı, kayabaşı, üçleme, ağıt, güzelleme, koçaklama, destan gibi her türden şiir söylemişti. En çok on birli heceyle yazmıştı. Bu, onun bağlamasına daha uygun geliyordu. Sazı üzerinde çırpmayı bir kere gezindirdi miydi, arkası sökün ediveriyordu.

    Kolay ve rahat söyleyişi nedeniyle şiirleri hemen halkın hâfızasına yerleşiyor, bir daha da silinmiyordu. Bu sebeple içtenlikle söylenmiş olan bu deyişler, yüzyıllar boyu halk arasında Yunus ilâhileri gibi söylenir oldu.

    Başka şairler ondan esinlendiler, hattâ onun diline yatkın şiirler söylemek için yanıp tutuştular. Çoğu zaman beceremeyince de onun adının yerine kendi adlarını koyuverdiler. Böylece, Karacaoğlan'ın olup da başkasının adına söylenen çok şiir vardır.Karacaoğlan deyişlerini daima sade, tertemiz bir Türkçe ile dile getirdi. Aruz veznine kulak asmadı. Coştu, söyledi. Çaldı, dinletti. Gerek sazının çırpması, gerek sözünün inceliğiyle, adı Anadolu'nun dört bucağında efsaneleşti.

    Elif kaşlarını çatar
    Gamzesi sinemi yakar
    Ak elleri kalem tutar
    Yazar Elif Elif diye

    Yüzyıllar sonra cönkleri ele geçen Karacaoğlan'ın asıl kişiliği üzerine, ciltler dolusu kitaplar yazıldı. Karacaoğlan günümüzde de bütün canlılığı ile dile getirilir ve halkın en sevdiği ozanlar arasında gönüllerde yaşar.

    Karacaoğlan 1674 yılında öldü.


    NASREDDİN HOCA


    Türk esprisinin büyük zekâsı, tanınmış halk filozofumuz Nasreddin Hoca'yı, yalnız Türk toplumu değil, doğudan batıya her millet sever. Herkes, bu büyük halk filozofunun her devirde aktüalitesini koruyan, güzel fıkralarına hayrandır.

    Tarihî kaynakların verdiği bilgilere göre, Nasreddin Hoca, Anadolu Selçukluları devrinde, 1206 yılında, bugün Eskişehir'e bağlı Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde doğmuştur. İlk öğrenimini Hortu'da bir süre babası Abdullah Hoca'nın medresesinde yapmış, çocukluk yıllarını Hortu' da geçirmiştir. Söylentilere ve onun gerçek fıkralarından çıkarılan sonuçlara göre, Hortu'da çıkan kıtlık yüzünden ailesi ile birlikte Sivrihisar'a yerleşmiş, öğrenimini burada sürdürmüştür.

    Sivrihisar, o zamanlar Selçuklu devrinin küçük, fakat şirin bir kasabasıdır. Küçük Nasreddin, minareyi ilk kez burada görmüş, arkadaşlarıyla hamama gitmiş, bahçelerden çağla yolmuştu. Onun, hamamdayken yumurtladıklarını söyleyen çocuklara karşı horoz taklidi yapması, ağaçtan meyve çalarken bahçe sahibinin yakalaması, (Ağaçta ne yapıyorsun?) sorusuna (Ben bülbülüm) diyerek bülbül gibi ötmesi, sonra da bahçe sahibine (kusura bakma, acemi bülbül bu kadar öter) cevabını vermesi, Sivrihisar'daki çocukluk anıları arasındadır. Nasreddin Hoca bir zaman sonra, öğrenimini ilerletmek amacıyla, başşehir Konya'ya yolcu olmuştur.

    Nasreddin Hoca, Konya'da bir medreseye yerleşmiş ve öğrenimine başlamıştır. O günlerde başından bir olay geçer. Şehirde bıçak taşıma yasağı vardır. Bir gece şehrin Subaşı'sı, Nasreddin Hoca'nın üzerinde koca bir kasatura bulunca, Nasreddin: (Kusura bakmayın!. Ben medrese öğrencisiyim. Bu kasatura ile de kitaplardaki yanlışları kazırım.) diye özür diler. Subaşı'nın: (Bir yanlış için bu kadar uzun kasaturaya ne lüzum var?) demesi üzerine en güzel cevabı verir: (Kitaplarda bazen öyle yanlışlar var ki, bu kasatura bile az gelir!).

    Nasreddin Hoca'nın Konya'da medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, bir ara gölge kadılığı yaptığını görüyoruz. Gölge kadıları, tecrübeli hâkimlerin yanında çalışan ve bazı küçük davalara bakan kadı adaylarıdır. Odun kıran bir adamın karşısında (hınk) diyen birinin oduncudan hak istemesi, vermeyince mahkemeye baş vurması, Nasreddin'in bu davayı görürken, bir kese parayı şıngırdatarak: (Hadi sen de paraların sesini al) diye hüküm vermesi, onun kadılık günlerindeki anılarından biridir.

    Bir süre sonra kadılıktan ayrılan, üstadı, büyük bilgin Seyid Mahmud Hayranî'nin Akşehir'e yerleşmesiyle Konya'yı terk eden ve Akşehir'e göçen Nasreddin Hoca, artık kişiliğini bulmaya ve usta bir sosyolog gözüyle olaylara neşter vurmaya başlar.
    Nasreddin Hoca'yı bundan sonra, Akşehir'de gösterişsiz yaşantısı içinde, dert çeken, uman, isteyen, efkârlanan, sonunda efkârını bir nüktede boğan bir halk adamı olarak görüyoruz.

    Bir ziyafete yeni kürküyle gitmiş. gördüğü itibar üzerine (Ye kürküm ye!.) deyişinde insanı yalnızca dış görünüşü ile değerlendiren toplumun, doğuran kazan hikâyesinde aç gözlülüğün, Akşehir Gölü'ne yoğurt çalarken: (Göl yoğurt tutar mı?) diyenlere karşı: (Ya bir tutarsa!.) cevabındaki gerçek yönleri...

    Bir gün kürsüye çıkıp ta: (Ey ahali ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?) diye sorduğunda, çevresindekilerden bazılarının "biliyoruz" bazılarının da "bilmiyoruz" cevabını vermeleri üzerine: (O halde bilenler bilmeyenlere öğretsin!.) diyerek kürsüden inmesi, az ders mi insanoğluna? Eğitimin temel yapısı, bilenin bilmeyene öğretmesi demek değil midir?
    Akşehir'deyken Moğol şehzadesi Keygatu ile aralarında geçen, sonraları yanlışlıkla Timur'a mal edilen olaylar, pek iyi bilinen fil hikâyeleri, Akşehir'de medrese hocalığı yaptığı günlerde tanınmış mollası İmad ve yanından hiç ayırmadığı sevgili eşeği Bozoğlan, Nasreddin Hoca'nın yaşantısında önemini her zaman korumuştur.

    Eşeğinden düştüğü zaman gülenlere: (Ne gülüyorsunuz yahu, düşmeseydim zaten inecektim) deyişi, yitirdiği eşeğini türkü söyleye söyleye ararken, bunun nedenini soranlara: (Bir umudum şu dağın ardında, orada da bulamazsam, o zaman seyredin bendeki ağıtı...) cevabını vermesi, onun renkli ve çok yönlü yaşantısının anekdotları arasında yer alır.

    Nasreddin Hoca, Akşehir'de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır. Onun iki kızından Fatma Hatun ile Dürr-ü Melek'in mezar taşları, son yıllarda bulunmuş ve Akşehir Müzesine kaldırılmıştır.

    Hani bir fıkrası vardır. Nasreddin Hoca bir gün, çeşmeden su doldurması için kızlarından birinin eline bir testi verir, sonra da testiyi kırmaması için sıkı sıkı tembih ederek yanağına bir tokat indirir. Bunu görenler Hoca'ya çıkışırlar (Kızın ne suçu vardı da tokatladın?) Hoca'nın cevabı ibret vericidir: (Testiyi kırmaması için... Kırdıktan sonra, tokat atmışım, atmamışım ne önemi var? Önceden vurursam, dikkat eder, kırmaz...) Mezar taşlarının birinin üzerinde Dürr-ü Melek'in resmi de bulunmaktadır.

    Nasreddin Hoca, yaşının seksene yaklaştığı bir sırada, 1284 yılında Akşehir'de ölmüş, mezarı üzerine altı sütuna oturan kubbeli bir türbe yaptırılmıştır. Kubbenin altında, Nasreddin Hoca'ya ait mermer bir sanduka görülür. Bu sandukanın baş tarafındaki kitabede, Hoca'nın ölüm tarihi olan 683 Hicri yılı, tuhaflık olsun diye ters yazılmıştır. Burada, her yönü açık olan Türbeyi kilitleyen Selçuklu devri kilidi, bir sembol olarak yer alır.
    Nasreddin Hoca'nın ölümü, onun yeniden doğumu olmuştur. Onun, toplumun temeline oturan sağlam fikir yapısı, her geçen yılla geçerli olmuş, yüzyıllar onu daha dinç, daha diri yapmış, şöhreti, Türkiye sınırlarını da aşarak dünyayı sarmıştır. Nasreddin Hoca bugün tüm insanlığın malıdır.

    Akşehirliler, çok sevdikleri Nasreddin Hocaları için her yıl Temmuz ayında festivaller düzenler. Bu festivallerde, Nasreddin Hoca'nın ağzından bir türlü huzura kavuşamayan dünyamıza, iyilik ve mutluluk mesajları yayınlanır.


    SÜLEYMAN ŞAH


    Osmanlı Türkleri, Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensupturlar. Kayıhan, Günhan'ın oğludur. Kayı kelimesi ise dağdan inen sel, tipi, çığ manasına gelmektedir.

    Oğuzlar, Oğuz Han'ın neslinden gelen en temiz bir soydur. Bunlar Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adıyla adlandırılırlar. Türkler, Avrupalı kavimler gibi beyaz ırka mensupturlar. Moğollarla katiyen bir alakaları yoktur. Oğuz Türkleri beyaz tenli, kumral saçlı, ela gözlü, kuvvetli vücutlu yüksek ahlaka sahip insanlardır. Hürriyet ve istiklallerine aşık bir millet olduklarından, tarihin hiçbir devrinde, esaret boyunduruğuna girmemişlerdir.

    Oğuzların cihan tarihinde devletleri 3000 yıldan beri devam etmektedir. Oğuz Türkleri, Hun Türkleri, Göktürk İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere devamlı olarak dört büyük imparatorluk kurmuşlardır. İlk üç imparatorluğu Çinliler ve Moğollar, daimi akınlarıyla yıkınca bu defa Oğuz Türkleri Osmanlı İmparatorluğunu kurdular.

    Osmanlı Devleti'ni kuran Türklerin atası Kayaalp oğlu Süleyman Şah'tır. Osmanlıların Oğuz Han'a kadar şu silsilenameleri eski yazma tarihlerde kayıtlıdır. Osman Gazi'den itibaren Ertuğrul, Süleyman Şah, Kayaalp, Kızılboğa, Baytar, Iğla, Kutluğ, Doğan, Kaytun, Sungur Tekin, Bakı, Sunka, Yakı Timur, Basak, Göktürk, Oğuz Han, Kara Han olmak üzere şecereleri devam etmektedir. Bu şecere 155 batın olarak kabul edilmektedir.

    Osmanlı Oğuz Türklerinin ana yurtları Orta Asya'da bulunan Tanrı Dağı yöresi idi. Bu üst yurda Türkler "Günortaç", doğu taraflarına "Hatay", batı taraflarına "Horasan", kuzeylerine de "Kıpçak" illeri denilirdi. Bütün yurtlarının tümünde de "Turan" ülkesi adını vermişlerdi. İstiklal ve hakimiyet mefkurelerinin adı da "Kızıl Elma" olup, müstakbel bir vatanın ideali idi.

    Türk dilini konuşan bütün oba, oymak ve boylara genel olarak Türk derlerdi. Türk kelimesi, kuvvetli ve güzel manasına gelmektedir. Oğuz kelimesi ise kutlu kabileler manasınadır. Asil soydan gelen Oğuzlara Budun dillerini konuşan ve kültürlerini kabul eden kavimlere de Ulus derlerdi. Budun'lara Akkemik, Ulus'lara da Karakemik adı verilirdi.

    Türkler ana cevherin muhafazasına çok dikkat ederlerdi. Çünkü devlet kuran, hakimiyet sağlayanlar asil kanı taşıyanlardı. Hakimiyetlerine aldıkları kavimlerle kan bağından çekinirlerdi. Fakat onları dinlerinde ve dillerinde serbest bırakırlardı.

    Hükümdarlık, kumandanlık, idarecilik yalnız Türklere verilir, diğer kavimler yalnız ticaret işlerinde serbest bırakılırdı. Bütün tarih boyunca varlıklarını, dillerini muhafaza etmekle koruyabilmişlerdir.

    Orta Asya'da bir kol olarak yaşayan ve beyaz tenli olan Türkler, Asya kavimlerinin en medenîsi ve ahlakça da en üstün birer Asya centilmeniydiler. Türklerin güzelliklerine bütün Asyalı kavimler hayrandırlar. Türkmen güzeli ilahi bir güzellik sembolüdür.

    Türklerin ilk büyük devletini Günortaç elinde Oğuz Han kurdu. Bu devlete Hun İmparatorluğu denildi. Fakat bu devlete Oğuz Devleti demek daha doğrudur. Bu devlet Kore'den Hazar Denizi'ne kadar geniş topraklarda 26 devleti idaresine aldı. Fakat bu imparatorluk Çinlilerin tazyiki ile yıkıldı.

    Bu devletin yerine VI. Asırda "Bumin Han", Göktürk İmparatorluğunu kurdu. Bunlar, ilk öz Türkçe kitabeler bırakan bir Türk kavmidir. Bu dikili taşlara Orhun Kitabeleri adı verilmektedir. Bu devleti de Çinliler yıktılar. Fakat Göktürklerin bir kolu olan Uygurlar bir devlet kurarak, Türk hakimiyet ve medeniyetini devam ettirdiler.

    Uygurlar dünyada ilk defa matbaayı icat eden ve kağıdı bulan bir Türk kavmidir. 840 tarihinde Uygurların tazyiki ile Oğuzların büyük kitleleri Horasan iline yerleştiler. Bu bölge Seyhun ve Ceyhun nehirleriyle Hazar Denizi arasında kalan arazidir. Araplar bu bölgeye Maveraünnehir adını vermişlerdir. Oğuzların bir kısmı Rusya ovalarını aşarak Balkanlara ve bir kısmı da Bizanslılar zamanında Anadolu'ya geldiler. Fakat bunların hepsi Hıristiyanlığı kabul ettiler.

    Ancak balkanlara yerleşen Oğuzlar; Bulgarlar, Sırplar ve Boşnaklara karıştılar. Horasan illerine yerleşen büyük Oğuz kitleleri göçer evli olarak yaşıyorlardı. Araplar Horasan illerini istila ederek bu zengin ülkeyi yağmaya koyuldular. Oğuz Türkleri Araplara hakim olmak emeliyle X. asırda kütleler halinde Müslümanlığı kabul ettiler.

    Artık Oğuz Türkleri; Güneş, Ay ve Çobanyıldızı'na ibadet edilen Şamanizm dininden İslam dinine girdiler. Cenab-ı Hakkın birliğine Hazret-i Muhammed'in elçi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'e inandılar.

    İşte bu Müslüman Oğuzların "Kınık" kabilesi başbuğlarından Selçuk Han, Selçuklu İmparatorluğunu kurdu. Ön Asya ve Avrupa siyasi tarihinde büyük roller oynayan Müslüman Türklerin hakimiyeti meydana geldi. Selçuklu İmparatorluğu Horasan, İran, Arabistan ve Anadolu'yu fethederek, büyük bir Müslüman imparatorluğu oldu. Selçuklu Türkleri, Arap kavimlerine hakim olmakla beraber, Müslümanlık adına Avrupa kıtasından gelen Haçlı ordularıyla çarpıştılar. İran ve Anadolu'da yüksek bir Türk medeniyeti meydana getirdiler. Nihayet Selçuklu Devleti, XIV. asrın başında Moğolların tazyiki ile yıkıldı. İşte bu devletin yerine de Oğuzların bir kolu olan Kayhan kabilesi Osmanlı İmparatorluğunu kurmağa muvaffak oldu.

    Oğuzların Kayihaniler kabilesi, Horasan ilinin Mahan ovasında bulunan Merv şehri dolaylarına yerleşmişlerdi. Kayihaniler birçok oba ve oymaklardan oluşan büyük bir Oğuz aşiretiydi. Bunlar göçebe değil, göçer-evliydiler. Yani bu aşiret tam teşkilatlı bir seyyar site halinde bulunmaktaydı.

    Oğuzların sosyal bünyeleri üçe ayrılmaktadır. Bir kısım Oğuzlar toprağa bağlı çiftçiler, ikinci büyük kısım ise sürü sahibi yörükler, bir kısmı da muhtelif sanat kollarıyla meşgul olan sanatkar Türklerdi. Sanatkarlar ve esnaf kısmı ahîlik teşkilatına bağlıydılar. Bu aşirette ayrıca "Horasan Erenleri" denilen alimler ve "Başbuğ" denilen kumandanlar da bulunmaktaydı.

    Oğuzların başında Han dedikleri devlet reislikleri bulunmaktaydı. Han olabilmek için ana ve babanın Türkmen olması lazımdı. Türk babadan gelen şehzadelere "Tekin", Türk anadan gelen han kızlarına da "İnal" denilirdi. İşte ancak bu töreye uygun olanlar han veya hakan olabilirlerdi. Bu gelenek Osmanlı Türklerinde Kanuni Sultan Süleyman'a kadar devam etti. Bu Oğuz aşiretinde birçok da saz şairleri vardı. Bunlara ozan adı verilirdi. Ellerindeki sazlarına da Kopuz denilirdi. Ozanlar milli günlerde Oğuzname'den parçalar okurlardı. Milli bayramlarına da Şölen adı verilirdi; o gün yemek yenir ve kımız içilerek eğlenilirdi.

    Horasan ilinde Selçuklulardan sonra Harzemşahlar saltanat sürmüşlerdi. İşte, o zamanlar Kayıhan aşiretinin başbuğu Kayaalp oğlu Süleyman Şah idi

    Kayihaniler, Mahan ovasında mesut yaşıyorlardı. Fakat Orta Asya'da devlet kuran Moğol Han'ı Cengiz; büyük bir ordu ile bütün batı Türkeli'ni istila etti. Harzemşahlarla kanlı savaşlara girişti. Türk Ellerinin zengin şehirlerini yağma edip halkı işkencelerle katle başladı.

    Şerefname adlı tarihte şunlar yazılıdır:

    "Osmanlılar; Selçuklular gibi Oğuzlara mensuptur. Bunlar Horasan'dan Anadolu'ya gelmişlerdir. Bunların bu tarafa gelişlerindeki sebep, Cengiz Han'ın zulümleri yüzünden bu havalinin darmadağın olmasıdır. Bütün musibetler her tarafı sardı. Bu felaketi her taraf duydu..."

    Habibü's-Siyer adlı eserde de şunlar yazılıdır:

    "Cengiz Han, Merv şehrinde bir katliam yaptırdı. Seyit İzzeddin adında birisi Merv şehrindeki ölülerin sayılmasına memur edildi. Yanına birkaç katip de verildi. Ölülerin sayılması on altı gün devam etti; 300.000 ölü sayıldı. Bu, korkunç bir manzaraydı. Güzel kızlar ve çocuklar esir edildi. Diğer şehirlerde her askerine 25 kişi düşmek suretiyle taksim ederek halkı katlettirdi..."

    1220 tarihinde Horasan Elleri, Cengiz Han'ın vahşetiyle kana boyanırken Süleyman Şah, 50.000 hane Türkmeni yanına alarak konak konak ilerlemek suretiyle Van Gölü civarındaki Ahlat şehrine geldi. Beraberinde 80.000 yiğit asker vardı. O zamanlar Ahlat'ta Türkler oturmaktaydı. Hükümdarları "Balaban Bey" di. Bu durum Horasan'dan Anadolu'ya umumi bir göç idi.

    Süleyman Şah, aşiretiyle beraber 25 Şubat 1221 tarihinde Ahlat'tan kalkarak Erzincan taraflarına doğru yola çıktı. Amasya'da birkaç gün kalarak bu bölgede bulunan Gürcüler ve diğer kavimlerle savaştı. Fakat bu ülkede büyük bir mera bulamadı.

    O sıralarda Halep'te bulunan Eyyubî Devleti şubelerinden bir hükümdar, Haçlılarla çarpışmak üzere Süleyman Şah'ı Halep'e davet etti. Kayaalp oğlu Süleyman Şah, bütün ağırlıklarıyla ve oymaklarıyla beraber Amasya'dan yola çıktı. Elbistan taraflarından ilerliyordu. Nihayet önlerine Fırat Nehri çıktı. Bu nehrin geçitlerini bilmiyorlardı. Süleyman Şah atını Fırat Nehrinin akarsularına sürdü. Fakat atı bu coşkun suyun akıntısına mukavemet edemedi.

    Süleyman Şah da ayağını üzengiden kurtaramadı. Sular Türk'ün atası Süleyman Şah'ı alıp gitti. Birkaç defa atıyla batıp çıktıysa da onu kurtaramadılar. Aşiret halkı feryada başladılar.

    Süleyman Şah boğulmuştu. Askerler onun cesedini sudan çıkardılar. Onu, otağına koyarak, etrafında dokuz defa dönmek suretiyle gözyaşları içinde yas tutular. Bütün aşiret halkı, babasız kalan çocuklar gibi gurbet ellerinde mahzun kaldılar. Süleyman Şah'ın cesedini Raka kasabası civarında bulanan Caber Kalesi'nin önüne bir türbe yaparak oraya defnettiler.

    Bu suretle Süleyman Şah, 10 Kasım 1228 tarihinde bu türbeye gömüldü. O zamanlar bu mezara "Türk Mezarı" adını verdiler. Öldüğü zaman altmış yaşındaydı. Asıl adının Türkçe Sülemiş olması ihtimali çok kuvvetlidir. Süleyman Şah'ın mezarı, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti topraklarına verilmiştir.

    Süleyman Şah'ın beklenilmeyen bu ölümü karşısında Kayı'lar şaşırıp kaldılar. Kubur adlı bir su başında konakladılar. Oğulları arasında bir anlaşmazlık çıktı. Dört oğlundan Sungur tekin, Gündoğdu; Horasan iline gitmeye karar verip o tarafa gittiler. Diğer oğullarından Dündar ve Ertuğrul ise dört yüz kırk dört hane halkını alarak Erzurum civarındaki Pasinler ovasındaki Sürmeliçukur'a giderek yaylak kurdular. Bir müddet sonra da Ankara'ya gelerek Karacadağ'a yerleştiler. Arkasından Ertuğrul Gazi, Anadolu Selçuklu Sultanı tarafından Söğüt'e Uçbeyi tayin olundu. Onun oğlu Osman Bey de Osmanlı Devletini kurdu.

    Oğuzların, atalarımız olan Kayihanîler aşiretini Anadolu'ya getirip yerleştiren Süleyman Şahtır.



    ŞAH İSMAİL

    İran Safevi Devleti'nin kurucusu olan Şah İsmail, 1487 yılında doğdu. Babası Şeyh Haydar, Şirvan hükümdarı Ferruh Yesar ve ona yardım eden Akkoyunlu hükümdarı Yakup Bey'e karşı yaptığı savaşta öldü.

    Üç yıl hapis hayatı yaşayan Şah İsmail, esaretten kurtulduktan sonra mücadelelere girişti. 1500 yılına kadar süren bu mücadelelerden sonra Şah İsmail, babasının katili Ferruh Yesar'ın üstüne yürüdü. Bakü'yü ele geçirdi ve 1502'de Akkoyunlu hükümdarı Elvend'i Nahçivan yakınlarında yenerek, ülkesinin bir kısmını ele geçirdi. Buradan Tebriz'e giderek taç giydi ve "Şah" unvanını kazandı. 1502 kışını Tebriz'de geçiren Şah İsmail, ilkbaharda Fars ve Irak'ı daha sonra da Acem hükümdarı Murad Bey'i yenerek Şiraz'ı aldı. 1507'de Erçiş, Ahlat ve Bitlis'i de alarak Elbistan'a kadar ilerledi.

    Kısa zamanda devletinin sınırlarını genişleten Şah İsmail, iki güçlü rakiple karşı karşıya geldi. Bunlar doğuda Özbekler, batıda Osmanlılardı. Şah İsmail, Osmanlı Devletini yıkmak için Anadolu'yu karıştırmayı düşünüyordu. Osmanlı şehzadeleri arasındaki saltanat mücadelesinin yoğun olduğu bir dönemde, Şah İsmail'in Anadolu'ya gönderdiği Nur Ali Halife, kendisine katılan Türkmen süvarileri ile Tokat'a girdi. Burada Şah İsmail adına hutbe okuttu. Ayrıca Şahkulu'da Antalya'da bir isyan başlattı.

    Yavuz Sultan Selim tahta geçince, taht mücadeleleri bitti. Yavuz Sultan Selim ilk olarak Anadolu'daki Şah taraftarlarına karşı harekete geçti. Anadolu'daki Şah İsmail taraftarlarını ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, savaş hazırlığı yapmaya başladı. Hazırlıklarını tamamlayan Yavuz Sultan Selim, 23 Ağustos 1515'de Çaldıran Ovası'nda yapılan savaşta Şah İsmail'i yendi. Bu yenilgiden sonra eski cesaretini kaybeden Şah İsmail, günlerini ayrı ayrı şehirlerde geçirdi.

    1524'de ölen Şah İsmail, Erdebil'de Şeyh Safiyüddin'in yanına gömüldü.

    Şair de olan Şah İsmail, Hatâyî mahlasıyla Türkçe tasavvuf şiirleri yazdı.



    SULTAN VELED


    Anadolu Selçukluları devrinde, bugünkü Karaman, Lârende adıyla tanınıyordu. Bir gün Lârende'ye sevinçli bir haber ulaşmıştı. Ailesi ile birlikte Horasan'ın Belh şehrinden göçen ve birçok yerleri dolaştıktan sonra Anadolu'ya yönelen Sultan'ül-Ulema Bahaeddin Veled, oğlu Mevlâna Celâleddin'le birlikte, Lârende'ye geliyorlardı. Haber kısa sürede bütün şehre yayıldı. Lârende Valisi Emir Musa, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, Bahaeddin Veled'i karşılayarak sarayına davet etti.

    Hiç bir şehirde, hiç kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Bahaeddin Veled, burada da Emir Musa'nın davetini reddetti. Kendisine uygun bir medrese gösterilmesini rica etti. Emir Musa, yıllardır adını duyduğu bu şöhretli konuğa, hemen bir medrese yapılmasını emretti. Kısa sürede medreseyi tamamladılar. Bahaeddin Veled, ailesiyle birlikte medreseye yerleşti.

    Bu sırada Mevlâna genç bir bilgin olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz okuyor, araştırıyordu. Bahaeddin Veled ile birlikte Belh şehrinden göçen ve Karaman'a yerleşen has müritlerinden Şerafeddin Lala'nın Gevher Hatun adında güzellikte eşsiz, melek huylu bir kızı vardı. Bahaeddin Veled, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti. Mütevazi bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı. Bu mutlu evlenmeden bir süre sonra, 24 Nisan 1226 da Mevlâna Celâleddin'in bir oğlu dünyaya geldi, adını Sultan Veled koydular.

    Mevlâna'dan sonra Mevlevîliğin kurucusu, tanınmış bilgin ve şair, büyük mutasavvıf Sultan Veled'in yaşantısı, Karaman'da böyle başlamış, iki yıl sonra da, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad'ın daveti üzerine, tüm aile, başkent Konya'ya gelip yerleşmişti.

    Sultan Veled, Konya'da büyümüş, öğrenimini Konya'da tamamlamıştı. Onun fikir ve eserlerinde Mevlâna'nın etkisi büyüktür. Babasının yakın dostları olan Şems-i Tebrizî, Selâhaddin-i Zerkubî, Çelebi Hüsameddin gibi tasavvuf bilginlerinin sevgisini kazanan Sultan Veled, bu ulu kişilere içtenlikle bağlanmış, onlara sonsuz bir saygı beslemiştir.

    Öyle ki, Mevlâna'nın ölümünden sonra, babasının yerine kendisi oturmamış, bu makama, babasının can dostu Çelebi Hüsameddin'i uygun görmüştü. Çelebi Hüsameddin, 1284 yılında ölmüş, bu kez Mevlevî topluluğunun ısrarı üzerine Mevlevîlik postuna ancak o zaman oturmuş, Mevlevîliğin kurucusu olmuştur.

    Sultan Veled, ölüm tarihi olan 1312 yılına kadar, oğlu Ulu Ârif Çelebi'yle birlikte, Mevlâna'nın fikirlerini yayan, eserlerini tanıtan bir mürşid olarak Mevlâna'yı temsil etmiştir. Devrin sultanları ve devlet ileri gelenlerince de sayılmış ve sevilmiş, Anadolu'da başlayan "Türkçecilik" akımına da uyarak birçok şiirlerini Türkçe yazmıştır. Onun kaside ve gazellerinin bulunduğu, Divân'ından ayrı olarak, İbtidânâme, Rebabnâme, İntihânâme ve Maârif adlı dört büyük eseri vardır. Bu eserlerinde Mevlâna'nın üslûbunu, fikir ve düşüncelerini bulmak mümkündür.

    Sultan Veled'in Türkçe şiirlerinde, çağdaşı ve fikirdaşı Yunus Emre'nin akıcılığı, coşkunluğu ve berraklığı bulunmamakla birlikte, XIII. yüzyıl sonlarında başlayan, Anadolu'daki Türkçecilik akımına oldukça önemli katkıları vardır. Türkçe, bir şiirinde şöyle seslenir:

    Senin yüzün güneşdür yoksa aydır
    Canım aldı gözün dahi ne aydır
    Benim iki gözüm bil ki canımsın
    Beni cansız koyasın sen bu keydür

    Gözümden çıkma kim bu yer senindir
    Benim gözüm sana yahşi saraydır
    Ne oktur bu ne ok kim değdi senden
    Benim boynum süngüydü şimdi yaydır.

    Sultan Veled'in İbtidâname adlı eserine Sultan Veled Mesnevisi de denir. Veled bu eserinde, Mevlâna'yı ve onun dostlarını anlatmakta ve eserinin önsözünde şöyle demektedir:

    (Babam, yaratılış ve huy bakımından bana en fazla benzeyen sensin sözüyle beni kardeşlerinin, müritlerin ve bilginlerin arasından seçmişti. Ona benzemeye çalıştım. Kendisi şiirler söylemiş, divânlar meydana getirmişti. Ben de onun gibi bir divan meydana getirdim. Sonra dostlar, Mevlâna'ya uyup bir divân tertip ettin, Mesnevi yolunda da ona uyman gerektir dediler. Ona benzemek için bu işe başladım.)

    Görüldüğü gibi, Sultan Veled, ömrü boyunca babası Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin izini izlemiş, onun yolundan gitmiş, ona benzemek istemiştir.

    11 Kasım 1312 Cumartesi gecesi, 86 yaşındayken hayata gözlerini kapadığı zaman, dostları onu babasının sağ tarafına gömmüşlerdi. Bugün Konya'da Mevlâna'nın Türbesindeki altın işlemeli sanduka, hem Mevlâna'yı hem de Sultan Veledi örtmektedir.

    Sultan Veled, Anadolu'da doğan fikir güneşleri arasında seçkin yerini her çağda korumuş, özellikle Mevlâna'nın eserlerini çoğaltan, fikirlerini yayan ve Mevlâna hayranlarını Anadolu'da küme küme bir araya getiren bir teşkilâtçı olarak Mevlevî tarihinde büyük önem kazanmıştır.


    TURGUT REİS

    Türk denizcilerinin büyüklerinden olan Turgut Reis, Akdeniz'deki başarılarından dolayı büyük bir ün kazanmıştır. Barbaros'tan sonra Venedik ve İspanyol donanmalarına karşı büyük zaferler kazanarak bütün Avrupa'yı titretmiştir. Avrupalılar ona Dragot derlerdi. Turgut Reis, elde ettiği başarılar ile tarih sayfalarını süslemiştir.

    Turgut Teis, 1485 yılında İzmir'in Menteşe sancağı dahilinde Seroluz nahiyesine bağlı bir köyde doğmuştur. Babası Veli adında bir çiftçi idi. Fakir bir köylü çocuğu olan Turgut, gençliğini çobanlıkla geçirdi. İri vücutlu ve çok sağlam bünyeli idi. Çok kuvvetli olduğu için pehlivanlığa merak etti. Önüne geleni yeniyordu. O devirlerde pehlivan ve yay çekenler serdengeçti yazılırlardı. Sahil Çocukları da Korsan gemilerine levent olurlardı.

    Turgut günün birinde çobanlığı bırakarak İzmir'e indi. Orada dolaşırken bir tellalın yüksek sesle sokaklarda, "Terlemeden, solumadan can vermek isteyen korsan yazılsın!" diye bağırdığını duydu. Bunu işiten çoban Turgut içini çekti, sonra korsan yazılmaya karar verdi. O, dağların çocuğu idi. Fakat şimdi o, önüne serilen engin denizlere açılmak istiyordu.

    O bu düşünceler içinde iken İzmir limanına bir Türk korsan gemisi girdi. Bütün direklerine elde ettikleri malları asmışlar, altında davul ve zurna çalarak levent zeybeği oynuyorlardı. Turgut gözlerini açarak, yanık bağırları açık, kolları çıplak bu iri leventlere hayretle baktı. Onlar gibi olmak için içi burkuldu. Daha fazla dayanamayarak gitti, levent yazıldı. O tarihte Turgut henüz 22 yaşında idi. Korsanlar ilk defa onu topçu yaptılar.

    Artık denizlerde geziyor, korsanlık ediyordu. Fakat onun en büyük emeli başlı başına bir gemiye sahip olmaktı. Bu gayesine erişmek için yemedi, içmedi, para biriktirdi. Nihayet bir gemi almaya muvaffak oldu.

    Turgut Reis Akdeniz'e açıldı. İlk defa Selanik'ten buğday yüklü iki Venedik Gemisine Mataban Burnu'nda tesadüf ederek üzerine atıldı, bu gemileri zaptetti. Bu onun ilk zaferi oldu. Bir müddet sonra da büyük bir korsan gemisini ele geçirerek, küçük teknesini bir kadırga ile değiştirme imkanına sahip olmuştu. O zamanlar maiyetinde yüz elli Türk korsan bulunmakta idi. Forsaları bulunmadığından Sicilya sahillerine baskın yaparak birçok İtalyan'ı esir etmiş ve kürekçi yapmıştı.

    Artık ona korsanlık için geniş bir ufuk açılmıştı. Cebelitarık'tan Ege Denizi'ne kadar bütün sahilleri dolaşıyordu. Turgut, kısa bir zamanda yirmi kadırga ve kalitadan ibaret bir filoya sahip oldu. Artık onun şöhreti Akdeniz'e yayıldı.

    Bu başarılarından sonra Cezayir'e giderek Barbaros Hayrettin'i kendine bir pir olarak tanıdı. Barbaros, Turgut'u çok sevdi. Arkadaşlarına onun başarılarını övdü, hatta bir gün:

    Turgut benden ileri! Diyerek iltifat etti.

    Barbaros Hayrettin, Turgut Reis'i muavin olarak kullandı.

    1540 yılında Turgut'un donanması, Korsika sahilindeki bir limanda demirli olarak yatıyordu. Güneş henüz doğmak üzere iken, Turgut bir seccadenin üzerinde sabah namazını kıldı. Namazdan sonra Kuran-ı Kerim okudu. Bu esnada tayfaların telaşını duydu. Bir tehlike olduğunu anlayarak gözlerini limanın ağzına dikti. Buradan iki düşman harp gemisinin üzerlerine geldiğini gördü. Fakat bu gemileri daha büyük gemiler takip ediyordu. Bu korkunç donanma Kanuni Süleyman'ın en büyük rakibi olan İmparator Şarlken tarafından Turgut Reis'i yakalamak için gönderilen bir donanma idi. Bu donanmanın kumandanı da meşhur Venedik Deniz Amirali Andrea Doria'nın biraderzadesi genç Jenatin Doria idi. Bu genç kaptan, Akdeniz'i titreten bir kahramanı esir etmeye gelmişti.

    Turgut Reis bir kapana tutulduğunu hissetti. Bu, onun için korkunç bir baskındı. Turgut Reis derhal on iki gemisinin kumandasını eline aldı, bu gemileri yarıp geçebileceği ümidiyle altmış parça düşman harp gemisinin üzerine bir yıldırım süratiyle hücum etti. Fakat düşmanlar birdenbire bunların üzerine topçu ateşine başladılar. Türklerin de karşılık vermesiyle kanlı bir deniz savaşı başladı. Fakat Türkler önlerindeki bu büyük seti aşamadılar. Bu defa düşmanın sahildeki topları da üzerlerine ateşe başladı. İki ateş arasında kalan Türk gemileri batıyor, bazılarının cephanelikleri ateş alarak berhava oluyordu. Bu esnada Turgut Reis'in gemisine iki düşman gemisi rampa etti. Gemilerden çıkan düşman askerleri Turgut Reis'in üzerine yürüyerek onu esir ettiler. Bu koca deniz aslanını amirallerinin karşısına çıkardılar.

    Turgut Reis, kendisini esir edenin meşhur Andrea Doria olduğunu sanıyordu. Fakat karşısında onun yerine tüysüz bir genci görünce bağlı olduğu zincirlerini şakırdattı ve koşarak:

    Ah, demek ben böyle bir çocuğun esiri oldum! diye bağırdı.

    Bu söz üzerine genç amiral, Turgut'un üzerine hücum etti. Çünkü Turgut Reis, zincirlerle bağlıydı. Amiral Turgut'a yaklaşarak tokat atmak için elini kaldırdığı zaman Turgut gözlerini açarak üzerine hücum edince düşman askerleri üzerine saldırdılar. Onu yakalayıp kürek mahkumlarının bulunduğu yere ayaklarından çaktılar. Bu tarihte Turgut elli altı yaşındaydı. O, artık tel kırbaçlar altında aç ve çıplak kürek çekiyordu. Şimdi kaptan değil bir forsa idi.

    Barbaros Hayrettin, Turgut Reis'in esir düştüğünü duyunca fena halde canı sıkıldı. Hemen donanmasını alarak İtalya sahillerine gelerek her tarafı tehdit ettikten sonra Cenova'yı top ateşine tuttu. Cenovalılar Barbaros'tan ne istediğini sordukları zaman:

    Derhal Turgut'u teslim ediniz!..Diye haber gönderdi.

    İtalyanlar bunu cana minnet bilerek, Turgut'u Barbaros'a teslim ettiler. Turgut Reis bu suretle esaretten kurtuldu. Bundan sonra Turgut Reis, Barbaros'la beraber Preveze Deniz Savaşı'na katıldı.

    Turgut Reis, bu zaferden sonra tekrar Akdeniz'e çıkarak bütün sahilleri vurmaya başladı. 1548 yılında filosu ile Napoli'ye giderek bir kaleyi zaptetti, birçok ganimet elde etti.

    Bundan sonra Trablusgarb'a para götürmekte olan Malta Şövalyelerinin kadırgalarını zaptetti. Avrupalılar Cebre adasını kendisine karargah yapmış olan Turgut'u yakalamak için kuşattılar. Fakat Turgut Reis, gemilerin yağlı kızaklarla karadan yürütmek suretiyle adanın arka tarafına geçerek Akdeniz'e açılmaya muvaffak oldu. Düşmanlar Turgut'u sıkıştırdıklarından emin sevine dursunlar, o onlara yardıma gelen bir gemiyi zaptetmek suretiyle kendilerine bir ders verdi.

    Kanuni Sultan Süleyman, Turgut Reis şöhretini duyunca, onu devlet hizmetine aldı. Karlıeli Sancağı da kendisine verildi. Fakat Sadrazam Rüstem Paşa, Turgut'u hiç çekemiyordu. Çünkü kardeşi Kaptanı derya Sinan Paşa'ya rakip kabul ediyordu. Turgut Reis bu entrikalardan üzüntülü olarak Tunus'a çekildi.

    Fakat Kanuni ona hediyeler göndererek gönlünü aldı. Ayrıca Trablusgarb'ı fethederse, oraya kendisini vali tayin edeceğini de bildirdi. Turgut, padişahın bu arzusunu yerine getirmek için Trablusgarb'ı fethetti. Bunun üzerine Beylerbeyi rütbesiyle Trablusgarb valisi tayin olundu. Bu suretle de paşalık rütbesine kavuştu. On bir yıl Trablusgarp'ta valilik yaptı.

    Turgut Reis, Trablusgarb ve Bingazi'de valilik yaparken, Malta adasındaki şövalyeler rahat durmuyorlardı. Burası bir korsan yatağı olmuştu.

    Günün birinde Mısır'dan gelen bir Türk gemisini Malta korsanları zaptettiler. Bunu duyan Kanunî:

    Bu eşek arılarını Malta kovanından kışkırtınız! Diyerek bir donanma hazırlattı.

    1564 yılında 181 gemiden oluşan bir donanma hazırlandı. Otuz bin kişilik bir kuvvet de gemilere bindirildi. Donanma kumandanlığına Piyale Paşa tayin olundu. Askerî serdarlığa da Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa, biraderi Dördüncü Vezir Mustafa Paşa seçildi. Turgut Reis de donanmasıyla Malta'ya hareket etti. Donanma Malta'ya gelerek karaya asker çıkardı ve orada kanlı bir savaş yapıldı.

    Turgut Reis çok kuvvetli bir kalenin karşısına bir tabya yapmakla meşgul olurken, düşman istihkamlarından atılan bir gülle, yanında bulunan bir kayaya çarptı, bu kayadan kopan bir parça Turgut Reis'in başına isabet ederek seksen yaşında bulunan bu kahramanın başını parçaladı.

    Akdeniz'in ihtiyar kaplanı, aldığı bu yara dolayısıyla ağzından ve burnundan kanlar boşalarak yere yığıldı. Turgut Reis'in şehit olduğunu gören Serdar Mustafa Paşa, omuzundaki kaputunu bu ihtiyar şehidin üzerine örttü. Tabya bitince, Turgut Reis'in cesedini çadırına getirdiler.

    Turgut Reis Malta Adasında 1565'te şehit düştü. Naşını alarak Trablusgarb'ta yaptırılan bir türbeye defnettiler.

    Turgut Reis, denizcilik tarihinin Barbaros'tan sonra en büyük kahramanıdır.



    TIMUR


    Timur 1336'da Kes'de dogdu. Türkler kendisine, Aksak Timur derlerdi. Barlas asiretinin basbuglarindan Emir Turagay ile Tekina Hatunun ogluydu. 1370 yilinda hükümdar olan Timur askeri ve idari düzenlemeler yapti. 1373'de Harizm seferine çikan Timur, Kat sehrini ele geçirdi. Daha sonra Celyirlilerin baskenti Hocend üzerine yürüdü ve sehri ele geçirdi. Bu bölgede seferlere ve zaferlerine devam eden Timur giderek güçlendi. 1379'da Harizm'i tamamiyla, 1381'de de Sebzvar'i, topraklarina katti. 1384'de Iraki Acem'e giren Timur, ayni yil Esterabat'i ele geçirdi. 1386'da Tebriz, Kars ve Tiflis'i aldi. Azebaycan ve Ermenistan bölgelerindeki seferleri sonunda Karakoyunlulara karsi savasti ve 1387'de Dogu Beyazit, Ahlat, Adilcevaz ve Van'i ele geçirdi. Iran'a yönelen Timur, Maraga, Rey ve Isfahan üzerine yürüdü. 1389 yilinda Altinordu devleti üzerine sefere çikan Timur, iki kez zafer kazandi. 1391 yilinda Mazerdan bölgesini ele geçirdi. Timur, bütün Siraz ve Kirman'i ele geçirdikten sonra Bagdat, Tekrit, Erbil ve Musul'a hakim oldu. Urfa'yi ele geçiren Timur bir süre sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlu beylerini kendine bagladi. 1395 yilinda Derbendi ele geçirerek kuzeye yönelen Timur, Ukrayna ve Kiev üzerine yürüdü. Özi irmagi kiyisinda bulunan Kirim ve Azak çevresindeki Ceneviz kolonilerini ele geçirdi ve Moskova'ya dayandi. 1398'de Hindistan'a girdi. Delhi'yi ele geçirdi. 1400'de toplanan kurultaydan sonra Gürcistan Seferine çikma karari aldi. Ardahan ve Kars üzerinden Bingöl'e geldi. Ahmed Celayir ve Kara Yusuf, Timur'dan kurtulmak için Osmanli padisahi Yildirim Bayezid'e sigindilar. Bayezid, Timur'a bagli olan Erzincan'i ele geçirdi. Timur ise 1400 yilinda Erzincan'a tekrar hakim oldu ve Sivas, Malatya ve Behisni sehirlerini ele geçirdi. Suriye üzerine yürüyen Timur Halep'i aldi ve Sam'i kusatti ve aldi. 1402 yilinda Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara'ya dogru hareket etti. Ankara'da Çubuk ovasinda yapilan savasta Osmanli Kuvvetlerini büyük bir bozguna ugratan Timur, Yildirim Bayezid'i esir aldi. Bir yil Anadolu'da kalan Timur bütün Anadolu illerini ele geçirdi. 1403'de Gürcistan, 1405'de Çin seferine çikti. Pir Muhammed'i yerine veliaht birakan Timur, Otrar'da öldü.

    TIMUR'UN HAYATI

    Timur Cengiz'den 110 yil sonra 1336'da dünyaya gelmistir. Babasinin adi Taragay (Turgay) idi. Türkistan'da Kes ve Nahsep valisi idi. Annesi Cengiz Han sülalesinden Tekin Hatun idi. Ailesine Köregen (Gürgan-Gürkan) denirdi ki, güzel demektir. En eski Türkçe'deki hali ise kurikan'dir. Rivayete göre, atalarindan Sahkuli Bahadur, bir rüya görür. Rüyasinda kendinden 8 tane yildiz çikar. Bunlardan sekizincisi pek parlak olup dünyanin dört bir yanina isik saçar. Tabirciler Sahkulu'ndan 7 göbek sonra bir oglan dünyaya gelecegini, ve büyük bir devlet kuracagini söylerler. Iste bu oglan Timur'dur. Timur "demir" demektir. Osmanlica'da demir "timur" diye yazilirdi. O oönemde Türkistan ve Sogd diyarinda Kazgan Han hüküm sürüyordu. Iyi ata binen, iyi kiliç kullanan ve attigi oku yüzük deliginden geçiren Timur, Kazgan Han'in ordusunda görev almis ve meziyetleri ile hemen göze girmisti. Kazgan Han onu Celayirler'den Olcay Türkan adli prensesle evlendirmisti. Ancak Kazgan Han müstebid bir kisiydi. Halki tarafindan öldürüldü. Yerine geçen üç han da pespese ayni akibete ugradi. Ülkeyi kargasa sardi. Iste bu dönemde Timur'un mensup oldugu Gürkan Türk boyu ile Celayir Türk boyu onun etrafinda kenetlendiler. Nihayet karisiklik duruldu. ve Çagatay tahtina Tukluk Timur oturdu. Bu han da Timur'a kumandanlik verdi. Böylece Timur hem bulundugu Maveraünnehir'de siyasetle ilgilenmeye basladi, hem de sofi seyhi Pir Kutb-ül Aktab Zeyneddin Ebubekir'e intisap ederek manevi yönünü gelistirmeye çalisti. Bu zati sonradan sadr yapmistir. (6) Timur, Zeyneddin Ebubekir'in yanisira Mir Seyyid Serif ve Hoca Bahaeddin'den de egitim görmüstür ki, bu ikincisi Naksibendi tarikatinin kurucusu idi. Manevi yönü kuvvetli olmasina ragmen Timur, siyasette her seyi mubah sayardi. Onun için Hakan'i hediyelerle elde etmeye çalisir, Hakan bir sey sorarsa, ona yanlis seyler söyler, etrafindaki iyi adamlari bir vesile ile uzaklastirip yerlerine kendi akrabalari olan Barlas ve Celayir boyu mensuplarinin yerlestirirdi. Nihayat kendini Hakanin oglu Ilyas Hoca'ya vezir ve kumandan tayin ettirdi. Ancak bir süre sonra Han, Timur'dan kuskulaninca, valilikten istifa edip sadece kumandanlikta kaldi. O sirada Ilyas'in askerleri yagmaciliga baslamislardi. Halk ile "menla" diye bilinen hocalar (7) ve dervis takimi ayaklandi. Askerler 70 menlayi zincire vurdular. Timur'un bekledigi firsat çikmisti Askerleri ezip menlalari kurtardi. O tarihten sonra, Timur'un hayatinin akisi degisti. Halk onu din kurtaricisi gibi görmeye bayladi. O ise kendine, "Men Timur, Tangri kulu" diyordu. Bu olay üzerine Hakan kendisini idama mahkum etti. Timur da din ehli ile bir anlasma yapti. Arkasindan 60 adamiyla birlikte daga çikti. Pesinden gönderilen 1000 kisilik bir orduyu maglup etti. Üç yil dagda efe hayati yasadi. Bir defasinda bir eskiyanin eline karisiyla birlikte esir düstü, ama bir yolunu bulup kurtuldu. Çevresine toplanan insanlarin sayisi gittikçe artti. Seyyidler de onu desteklemeye basladilar.(8) Bir süre sonra Timur güçlendi. Horasan'i, Afganistan'i ve Kandehar'i aldi. Bu arada yaptigi bir savasta ayagindan okla yaralandi ve hayati boyunca topal kaldi. Bundan dolayi da Timurlenk diye anildi. Timur güçlenince, Çagatay Sülalesi'ni (9) ülkesinden atmisti. Bir süre sonra da Kazgan'in oglu Hüseyin'i bertaraf etti. Türk diyarinda rakipsiz kaldi. 1369'da ak keçe üzerinde Türk töresine göre Han ilan edildi. Semerkant'i kendine payitaht yapti. Timur, Samanist Cengiz Han'in kanunnamesi olan "Yasak"i kaldirip yerine "Seriat"i getirdi. "Yarlik"i kaldirip yerine "Tüzük"ü koydu. Halki 12 sinifa ayirdi. Bütün tarhanliklari vakif yapti.(10) Türk örfüne göre isleyen mahkemeleri, seriat esasina çevirdi. Ahali bu degisikliklere ayak uydurmakta çok zorluk çekti. Ancak kolayca görülüyor ki, Asya'nin müslümanliga adapte olmasinda Timur'un payi büyüktür. O tarihlere kadar Türkler ISLAMI ESASLARI kendi kültürleriyle yogurmuslar ve Islam'in en güzel sekli diyebilecegimiz TÜRK ISLAM ANLAYISI'na ulasmislardi. Ancak islami kurallarin kanunlar halinde uygulanmasina pek geçilmemisti. Timur bunu sagladi. Timur 6 yilda 5 defa Türkistan'a sefer düzenledi. Sonra Iran'daki Siyistan'i, Mazenderan'i aldi. Itaatsizlik eden Mogollari tepeledi. Bu olay da Timur'un Cengiz soyundan olmasina ragmen, "Mogol" sayilarak dislanamiyacaginin bir baska delilidir. Kaldi ki, Mogollarin da bizden sayilmasi gerektigini, daha önce belirtmistik. 1387'de Isfahan'da bir demirci ayaklanip 3,000 askerini öldürünce, Isfahan'i yakti.(11) Öldürdügü 70.000 kisinin kellesinden küleler yapti. Sonradan bu olay bazi Kürt militanlarin kendilerine bir "Demirci Kawa" efsanesi uydurup, devrim edebiyati yapmalarina yol açmistir. Azerbeycan'i Dogu Anadolu'yu zaptetti. Bilindigi gibi, Timur'un atasi Cengiz'in soyu Asya'yi hemen tümüyle kontrolleri altina almislardi. Türkler zaten Çin'in kuzeyinde asirlardir hüküm sürüyorlardi. Kubilay ile Güney Çin'e de hakim olmuslardi. Ancak 1370'de çikan bir ihtilal, Türklerin Çin'den büsbütün çekilmelerine yol açmistir. Batida ise Cengiz'in oglu Cuci soyu hüküm sürüyordu. Kirim'da Toktamis Han, Kipçak diyarinda Seyban Han ve Volga taraflarinda da Orus Han vardi. Bu kardes çocuklari birbirleriyle ugrasmadan duramiyorlardi.(12) Iste o siralarda Orus Han, Toktamis Han'i maglup etmis, Toktamis ta Timur'a siginmisti. Timur da kendisine Otrar bölgesinde arazi verdi. Orus Handan sonra basa geçen Mamay, Moskova Prensi Dimitri Ivanoviç'e 1378'de yenildi. Bu suretle o tarihlerde 1-2 milyonu geçmiyen Ruslar güçlendiler, yayildilar. Bir kisim Türkleri ruslastirarak çogaldilar. Bu maglubiyetimizin abideleri, tablolari Rus sanatinda önemli bir yer tutar. Her nekadar bir süre sonra Toktamis Han, gelip Ruslari maglup ettiyse de, Timur'la arasi bozuldugu için, Ruslar yok olmaktan kurtuldular (1382). Timur 1389'da tekrar Kipçak diyarina ve Toktamis'a saldirdi. Onu Moskova'ya kadar kovaladi. Sonra Rusya'yi da ele geçirerek Macaristan'a kadar yayildi. (1391) Bu savaslarin hepsinde yaninda, kendisinin tahta oturacagini çok önceden haber veren Imam Berke vardi. Timur yerine Cengiz Han olsaydi, ele geçirdigi yerleri ülkesine katardi. Timur ise, zaferden sonra Semerkant'a döndü. Kisacasi Timur, Cengiz'in en önemli gücü olan idareci ve memur kadrosuna sahip degildi. Bu yüzden de çok yer fethetmesine ragmen semeresini topliyamamistir. Zaptettigi topraklardan ayrildiktan sonra oradaki hakimiyeti sona ermistir. Bu, Anadoluda da böyle olmustur. Kuzey Asya, yani Sabir Türkleri (13) ve diger Türk boylari müslüman da olsalar, Samanist te; seriatçi Timur'dan pek hoslanmiyorlardi. Onun için Timur çekilince Toktamis'i desteklemislerdir. O diyarlarda hala çalinip söylenen Toktamis türküleri vardir. Azerbeycan'a gelince, orada hüküm sürmekte olan Ilhanli (Cengiz) soyundan Han, Timur'un torunu Pir Muhammed'e kizini vererek onunla akraba oldu. Timur, Siyistan, Belücistan, Afganistan, Dogu Anadolu'dan sonra Iran'i ve Irak'i zaptetti. Bagdat'i aldi, Kerbela'ya dayandi.(1392) Sonra Gürcistan'i ele geçirdi. Siraz Valisi Sah Mansur isyan edince, 17 yasindaki oglu Sahruh'un katildigi bir savasta onu maglup etti. Sahruh, Mansur'un basini kesti, getirip babasinin önüne atti. Timur da, Sahruh'u Horasan, Sicistan, Mazenderan'a padisah yapti. Iran'i oglu Ömer'e, Azerbeycan'i da oglu Mirza'ya verdi. 1398'de Hindistan seferine çikti. Amaci oradaki despot prenslikleri ortadan kaldirarak kafirleri müslüman yapmakti. Ama Timur nedense hep Türk ve müslüman olanlarla savasmis, bu yüzden de belki kafirlerin güçlenmesine bile sebep olmustur. Hindistan'da öyle oldu. Saldirisinin odak noktasini Delhi Sultani Mahmud-u Guri teskil ediyordu. Timur Sind irmagindan Ganj'a kadar olan kismi zaptetti. Delhi'yi muhasara etti. Mahmud fillerini öne sürdü. Timur'un atlari korkup geri çekildi. Ama ertesi gün Timur arabalar üzerinde saman yakarak filleri bununla karsiladi. Bu sefer de filler ürktüler. Delhi düstü. Timur müthis bir katliam yapti. Anlasilmaz görünse de, sonra ilim ve sanat adamlarini aldi, Semerkant'a götürdü. Gittigi her yerde böyle yapmistir. TIMUR'UN KISILIGI Timur sadece cengaver yönüyle bilinir. Ancak arkasinda pek çok eser biraktigi gibi, ilk botanik ve hayvanat bahçeleri sayilacak bahçeler de düzenletmistir. Hanlar, hamamlar, kervansaraylar yanisira Amu Derya ve Siri Derya arasinda pek çok kanal açtirmis ve bölgenin refaha kavusmasini saglamistir. Ipekçilige, kagit imaline önem vermis, kenevir ve keten ekimini de o baslatmistir. Adam seçmesini bilir, böylece islerin düzenli gitmesini saglardi. Halk ile daimi temasta idi. Adalet hissi pek güçlüydü. Çocuklarini da çok iyi egitmis, onlarin sefahattan uzak kalmasini saglamistir. Sahruh'un oglu Ulug Bey ise büyük bir matematikçi ve astronom olmustur. Diger torunu Babür Sah ile onun oglu Hümayun, onun oglu Ekber Han da alim ve feylezof kisilerdi. Kurdugu ilim merkezleri medreseler, Semerkant'a toplanan alimler Türk dünyasina oldugu kadar Osmanli Devleti'ne de 200 yil hizmet vermistir. Eger Semerkant olmasaydi, Osmanli Devleti çok daha önce gerilemeye baslardi. Timur ayrica Türkçe yazan hükümdarlardan oldugu gibi, onun zamaninda Türkçe eser verme aliskanligi da artmisti. Daha önce Ahmed Yesevi ve Yusuf Has Hacip vardi ama bu konuda Timur'un katkisi Karamanoglu Mehmet Bey'den fazladir. Timur Meshed'e girdiginde ilk önce Eba Müslim Horasani'nin mezarini ziyaret etmis, Firdevsi'nin mezarina ayagiyla vurup, "Kalk ta Türk'ü gör!" demistir.


#18.04.2009 18:04 0 0 0
  • çok sağol
#21.12.2010 13:00 0 0 0
  • çok çok çok çok teşekkür ederim emeğine sağlık
#23.12.2010 18:53 0 0 0
  • Vatan ve millet aşkı-aşıyor sınırları
    Bizlere vermektedir-tümüyle itibarı
    Bağlıyız memlekete-kalp ve beynimiz kadar
    Bizden başka geride-daha milyonları var
    Bayrak sevgisi başka-bizi getirir aşka
    Türk Milleti bağlıyız-hem vatana hem Hâkka
    Dikkat edin kardeşim-hainler caddelerde
    Onları iyi tanı-bizi sokarlar derde
    Ellerinde bombalar-otobüsler taşlanır
    Dünkü aynı senaryo-bak yeniden başlanır
    Bayrak sevgisi başka-bizi getirir aşka
    Türk Milleti bağlıyız-hem vatana hem Hâkka
    Hedefte bayrağım var-gözler Ona çevrili
    Bakın fırsat kollarlar-kaplarlar ilçe ili
    Bu vatanda yaşarlar-yiyip içip gezerler
    Öne neler çıkarsa-görün bunu ezerler
    Bayrak sevgisi başka-bizi getirir aşka
    Türk Milleti bağlıyız-hem vatana hem Hâkka
    Sakın ola uyuma-bu düşmanın oyunu
    Yok etmek istiyorlar-milletimin soyunu
    Ama yağma yok beyler-biz güçsüzüz sanmayın
    Milyonlar meydandadır-haberi olsun bayın
    Bayrak sevgisi başka-bizi getirir aşka
    Türk Milleti bağlıyız-hem vatana hem Hâkka
    Söyle ne istersiniz-ne olamıyorsunuz
    Toprak mı istersiniz-içimize basma tuz
    Hıyanet kokarsınız-düşmanla iş birliği
    Vatanımda bozarsın-yok edersin dirliği
    Bayrak sevgisi başka-bizi getirir aşka
    Türk Milleti bağlıyız-hem vatana hem Hâkka
    İnan ezilirsiniz-sineksiniz siz sinek
    Sesi bir yükseltirsek-dersin vurmayın kötek
    Gökten zembille değil-kan verildi bu yurda
    Öğretmen Hasan söyler-çok iş düşecek merde
    Bayrak sevgisi başka-bizi getirir aşka
    Türk Milleti bağlıyız-hem vatana hem Hâkka


#27.12.2010 15:18 0 0 0
  • Bu vatan sevdası ateşi bende de sönmez,
    Vatanın bölünme kaygısı bende de gitmez,
    Düşmanın oyunu bu vatan için ebedi bitmez,
    Bende vardır vatan sevgisi vatan kaygısı.

    Eski oyunlar aynı sahneler aynı,
    Tiyatro başladı başroller aynı,
    Her gün farklı bir görüş bombalanıyor yerle bir,
    Bende vardır vatan sevgisi vatan kaygısı,

    Dün bombaladılar ülkü ocağını,
    Ardından bombaladılar MHP binasını,
    Bugünde bombaladılar Cumhuriyet gazetesini,
    Bende vardır vatan sevgisi vatan kaygısı
#27.12.2010 15:20 0 0 0
  • ellerinize sağlık çok tşkler...:)
#15.01.2012 19:20 0 0 0
  • hiç bi bok işime yaramadı kültüre hizmet etmiş büyükler olcak
#13.02.2012 19:34 0 0 0
#29.02.2012 06:53 0 0 0
  • bence çok güzel bir site
#10.01.2013 15:02 0 0 0