Okuma serüveni

Son güncelleme: 07.05.2009 16:30
  • Okuma serüveni Dr. Ahmet ERTUĞRUL İnsan, ne olduğunu ve nerede olduğunu anlayabilmek için, sürekli bir okuma serüveni yaşar. İnsanın ilk okuma tecrübesi, kendisi dışındaki nesneler üzerinde gerçekleşir. O, çevresini, nesneleri, olayları, durumları, hayatı, insanları, kendisini ve nihayet kitapları okur durur. Okumak, yemek yemek, nefes almak, konuşmak kadar tabiî bir durum. İnsan hayatında, okumak, yazmaktan daha önce gelmektedir. Yazı yazmak külfetli ve hazırlık isteyen bir iş olduğu halde, okumak daha kolay ve hayatın bir parçası şeklinde cereyan eder. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'in vahyedilen ilk sözü, "oku" emridir. Bu, aynı zamanda İslâm medeniyetinin okumaya verdiği önemi de göstermektedir. Bu medeniyete göre kitap kelimesi, doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerim'i çağrıştırdığı için büyük bir saygınlık taşır. Kâinat da okunması gereken bir büyük kitaptır zaten: "Kitab-ı kebîr-i kâinât"... Esasen bütün dinlerde kitaba karşı büyük bir hürmet gösterilmiştir. Hıristiyan azizlerinden Benediktus'un keşişlerine verdiği talimatları, kitap karşısında insanın halini, ilginç bir biçimde ortaya koyar: "Keşişler kitapları, mümkünse sol elleri ile tutsunlar, harmanilerinin kollarına sarsınlar, kitabı dizlerinin üstüne yerleştirsinler; sağ elleri ise tutmak ve sayfa çevirmek için boşta kalmalıdır." Kitap sevgisi ve tutkusu için kullanılan biblomani, ne yazık ki insanda olumsuz intibâ bırakan bir ifade olarak algılanmaktadır. Oysa kitap sevgisi ve tutkusu, okuma aşkının bir gereğidir. Seksen sekiz yaşındaki annesiyle birlikte kitapçıya giderek Anglosakson dili grameri arayan ünlü şair ve yazar Jorge Luis Borges'in gözleri görmüyordu. Fakat o bir öğrenme sevdalısıydı. Borges gibi, Cemil Meriç de uzun yıllar bir başkasının kendisine okuduğu kitaplarla teselli oldu. Nitekim okumanın algılanması gözle değil, beyinle ilgilidir. Belki de bu yüzden kitaba dokunmak ve onu algılamak insana bir ürperti, gizli bir haz verir. Gözün metni görmesi, onu algılayabilmesi ve metindeki mesajı anlayabilmesi için yeterli değildir. Metnin seslendirilmesi, kelimelerin çağrışım değerleri, okuyucunun kültürel konumu, "anlamı" ve "anlamayı" etkileyen temel unsurlardır. Bu yüzden, her okur metne yeni bir anlam kazandırır. Bazı okurlar, metni yazarın algıladığından daha ileriye de taşıyabilirler. O halde okumak mekanik bir hadise değildir. Okur, bir metni gözleriyle değil, beyniyle okuduğu için, şekillerden ziyade, anlama dikkat etmelidir. Tarihte ilk okumalar, dinî niteliktedir. Bu okuma anlayışında, duâ öğrenmek ve dinî metinleri okuyabilmek temel amaçtır. Zaten kitap sınırlı ve sadece belli kimselerde bulunduğu için sadece manen değil, maddeten de kıymet ifade ediyordu. Bu bakımdan kitap, Orta çağ'da hem Batı'da ve hem de Doğu'da insanların bir araya gelerek okudukları ve toplu olarak dinledikleri "paylaşılan bir metin" niteliği taşımaktaydı. İslâm dünyasında da telif edilen her eser, birçok nüsha halinde istinsah ediliyor, çoğaltılıyordu. Padişah, şehzade, bey, vezir ve diğer zengin kişilerin kurdukları kütüphaneler, pahalı ve nadir eserlerin bir "varlık" sembolü olarak sergilendikleri mekânlar idi. Herkesin kitaba ulaşamaması, şifahî(sözlü) kültürü ön plâna çıkarmış ve böylece insan hafızasının olağanüstü vasfı da sergilenmiştir. Bir kitabın okunup ezberlenmesi ve daha geniş kitlelere taşınması, aynı konuda birbirinden farklı ifadelerin yer aldığı çok sayıda nüshanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu zengin sözlü kültür, anlatımın halka yayılmasını ve halkın, kültür, sanat, edebiyat konularına ilgi göstermesini hızlandırdı. Sekizinci yüzyılda İtalya'da parşömenin bulunmasıyla, deri veya papirüse yazı yazma zahmeti ve maliyeti de ortadan kalktı. Aslında papirüs ile parşömen arasındaki fark, bütün bir okuma serüvenini etkileyen bir husustur. Bu konudaki gelişmeyi Alberto Manguel, şöyle anlatmaktadır: "Metin artık içeriğine göre bölümlendirilebiliyor, kitaplara ve bölümlere ayrılabiliyor, hattâ daha kısa birkaç yazı kolayca tek bir ciltte toplanarak tek bir birim oluşturabiliyordu. Uğraşılması zor olan tomar ise sınırlı bir yüzeye sahipti. Bilgisayarlarımız aracılığıyla tomara bir anlamda yeniden dönüş yaptığımız için, günümüzde de bunun zorluklarını görebiliyoruz: Ekranda "tomarı" yukarı ya da aşağı doğru açarken, bir defasında yalnızca bir bölümünü görebiliyoruz. Oysa kitap okura başka sayfalara anında geçme olanağı sunduğu içi bütünlük duygusu verir. Okuma sırasında kitabın elde tutuluyor olması da bu bütünlük duygusunu pekiştirir bir nitelik taşıyacaktır. (Manguel, 2001:155) Bu önemli buluş, Gutenberg'in matbaayı keşfi ve ilk kitapları basmasıyla birlikte daha da önem kazandı. On beşinci yüzyılda Avrupa'da en çok okunan kitap bir duâ kitabı olan Saatler Kitabı'dır. İlk İncil de 1455'te yine Gutenberg tarafından basılmıştır. Artık Avrupa'da her tarafta matbaalar kurulmuş ve binlerce kitap basılmaya başlanmıştır. Kitabın teknik olarak kolay basımı tamamlandıktan sonra, bu kez okuyucu talebine göre yeni ve ilginç konularda kitap yazılması konusu gündeme gelmişti. Seyahatin bir kültür olarak yayılması, demiryollarının artması ve uzun yollarda en iyi arkadaşla, yani kitapla seyahat etme arzusu, yeni bir okuyucu sınıfını doğurmuştu. Artık kitap her yerdedir ve okuyucu ise herkestir. Soylular ve zenginler dışında da kitap satın alabilen ve kitap okuyan büyük bir kesim oluşmuştur. Kültürlerin birbirini tanıması, savaş ve seferler, ticaretin gelişmesi, tabiî olarak farklı kültürlere ait kitapların yayılmasını da beraberinde getirmiştir. Böylece tercüme faaliyetleri, toplumların düşünce, kültür ve sanat anlayışı üzerinde etkili olur. On üçüncü yüzyılın sonlarına doğru Eflatun ve Aristo'nun düşünceleri bütün Batı dünyasında ve Doğu'da yayılır. Bu kontrolsüz yayılma kültür değişmelerinin oluşmasına ve farklı inanç ve telakkilerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Büyük mütefekkir Cemil Meriç okumayı, "iki ruh arasında âşıkane bir mülâkat" olarak tanımlamaktadır. O'na göre kitap, "meçhule açılan bir kapı"dır. "Okuma ise içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar"dır. (Meriç, 1985:187) Ancak önce bu anahtarın elde edilmesi ve daha sonra da işlevinin bilinmesi şarttır. Kitap konusunda iyi bir eğitim görmeyen yığınların, rastgele kitap seçmeleri ve ellerine aldıkları her kitap karşısında mutlak teslimiyet duygusuna kapılmaları kaçınılmazdır. Aşırı, düzensiz ve gereksiz okumalar, hafızayı ve düşünce terazisini bozduğu gibi, kişiyi yaşadığı toplumdan da koparır. Bu bakımdan "eleştirel okuma" alışkanlığı kazanmak önemli bir meziyyettir. Okuduğunu tahlil edebilen ve kendi kabulleriyle değerlendirebilen okuyucu, şuurlu bir okuyucudur. Şuurlu bir okuyucu olabilmek için öncelikle temel kültürel değerlerimizi oluşturacak kitaplara yönelmemiz gerekir. Kişinin değer yargılarını oluşturabilmesi ve meselelere yaklaşım felsefesini kurabilmesi, ancak "değerler silsilesi"nin oluşmasını sağlayacak temel kitaplara yönelmesiyle mümkündür. Her kültür mutlak surette bir "külliyata" dayanır. Batı'da Yunan klâsikleri, Roma hukuk sistemi ve Hıristiyanlık temel kültür normlarını oluşturan külliyatın cüzleridir. Uzakdoğu'da Hint'te Ramayana ve Vedâlar, İran'da Şehnâme, Yunan'da Homeros, belli toplumların davranış biçimlerini şekillendiren temel kaynaklardır. Peki bizim ana kaynaklarımız nedir? Türk kültürünü oluşturan ve bizim insanımızın davranışlarını şekillendiren temel kültür kaynaklarının başında Kur'an-ı Kerim gelmektedir. Hadisler, Kur'an tefsirleri, dinî ve tasavvufî anlatımlar, insanımızın yıllarca ayakta durmasında ve varlığını sürdürebilmesinde ana kaynaklar olagelmiştir. Mutluluk, sabır, heyecan, teşebbüs, hastalık, iyilik, kötülük, barış, komşuluk, hoşgörü, fedakarlık vb... birçok insanı ve toplumu ilgilendiren kavramın muhtevası, ana kaynaklarımız tarafından doldurulmuştur. Böylece aynı duygu, düşünce, inanç ve ideal etrafında birleşen fertler, diri, sağlam ve kalıcı bir içtimaî yapı meydana getirmişlerdir. Bir milletin en büyük varlık kaynağı, sevinçte, tasada, iyilikte, kötülükte aynı duygu ve düşünce etrafında birleşen fertlere sahip olabilmesidir. Burada "ne okumalı" sorusuna verilecek cevap, bir milletin var olması ve kendisi kalarak yaşayabilmesi bakımından son derece önem taşımaktadır. Bilgi kaynaklarını yitiren ve hafızasını kaybeden bir milletin, ana meselelerine başka kültürlerin ve yabancı kaynakların referanslarıyla yaklaşmaktan başka çaresi de yoktur. Öyleyse okumaya, önce temel kaynaklardan başlamalı ve "değerlerimizi", "bakış açımızı", "konulara yaklaşım felsefemizi" oluşturduktan sonra, daha geniş bir okuma seviyesine doğru gitmeliyiz. Okumak için kitap seçimi kadar, kitapları okuma biçimi de önemlidir. Günlük gazeteleri, eğlenceli, zevkli konuları içeren kitapları, hikâye ve romanları hızlı ve dikkatsiz okuma veya gözden geçirme tavrını, ciddi kitaplar karşısında sürdüremeyiz. Özellikle düşünce kitapları bir kez okunup rafa kaldırılan kitaplar olmamalıdır. Okuyucu, kitabı yıpratmadan önemli yerlerin altlarını çizmeli ve kitap bittikten sonra da kaynak ve sayfa numarası da belirterek önemli yerleri not almalıdır. Kitap, sessiz, sakin bir mahalde okunmalı. Kalabalık, gürültülü mekanlar ve dikkatlerin dağıldığı ortamlar kitap okumak için uygun yerler değildir. Kitap açık zihinle yani sabahın erken saatlerinde okunmalıdır. Yorgun ve düşünceli bir zihinle kitap okumaya girişmek tamamen sathî bir okuma biçimidir. Okuma yeteneğinin gelişmesi ve okuma şuurunun yerleşebilmesi için, hemen her kesimde yeni bir "okuma" seferberliğinin başlatılması şarttır. Böylece toplumda güncel konulara; dinî, tarihî, kültürel değerlendirmelere daha geniş kesimlerin katılabilmesi de mümkün olabilecektir. Kaynaklar Çoraklı, Selim (2000), Kitap Okuma Şuuru, Marifet Yay., İst. Manguel, Alberto (2001), Okumanın Tarihi, çev.: Füsun Elioğlu, YKY., İst. McLuhan, Marshall (2001), Gutenberg Galaksisi, çev.: Gül Çağalı Güven, YKY, İst. Meriç, Cemil (1985), Bu Ülke, İletişim Yay., İst.
#07.05.2009 16:30 0 0 0