Öpücük Kutusu

Son güncelleme: 12.07.2009 15:28
  • Öpücük Kutusu - Ayşe Tülin Sencer
    Bu gün iç hesaplaşma günüm sanki. Yıllar, nasılda kuş gibi uçup gidiyor. Aynaya baktığımda bembeyaz, kıvırcık buklelerin gölgelediği gözlerimde yaşam coşkusu, dudaklarımda ise mutluluk görüyorum. Yüzümde sanki dünyayı kucaklamak isteyen bir gülümseme, elimde lokantalarda içinde hesabı getirdikleri define sandığına benzeyen öpücük kutum. Sevgili anneanneciğime benzediğimi söylüyorlar. Yetmişinde pembe, mavi pantolonlar giyen, kıvırcık pamuk beyazı saçları, sürekli gülümseyen yüzü ile tüm aileyi kanatlarının altına sığdıran, hayat dolu, güçlü ve martı misali, özgürlüğe kanat açmış kadına benzemek ne güzel. Telefonun sesi beni anılara dalmaktan kurtarıyor.
    ''Babaanneciğim, ben torunun Sinem, bu gün okulda harfleri öğrendik, çok sevdim harfleri, sen Bodruma gidince artık sana E-mail atarım babaanneciğim. ''
    İşte mutluluk bu diyorum, geçmiş yıllar gözlerimin önünde hızlıca vals yaparak geçti. Başardım tanrım sana binlerce teşekkür. Sinem devam ediyor;
    ''Babaannecim şimdi televizyonda dizim başlıyor, telefonu kapamadan önce sana biraz öpücük göndereyim, kutun boşalmıştır.''
    Elimdeki öpücük kutusunu sımsıkı kucaklıyorum. Sevgili anneanneciğim aklıma geliyor. Bu sandık onun için ne kadar önemliydi. Her telefon konuşması sonunda ona, güç alması gerektiğinde kutudan alıp kullanması için, bir çok yedek öpücük yollardık.
    Anneannem dört çocuk doğurmuş, iki oğlan, iki kız, hepsi küçücük daha bacaklarına dolanıyorlarken dedem rahmetli olmuş. Memleket kurtuluş savaşından yeni çıkmış, dedemin başladığı, Fevzi Çakmak Sokağının başında yer alan evin, dört katının kabası henüz bitmiş, çatısı yeni örtülmüşken dedem çıktığı iş seyahatinden dönememiş, inşaat öylece kalmış rahmetlinin ölümünden sonra.
    Bize o günleri anlatırken;
    ''Bir sabah kalktım, baktım pırıl pırıl gökyüzü. Savaşın acılarını, insanların içinde olduğu sıkıntıları yakından görmesine rağmen, bu güneş, dünyada yaşamın devam etmesi için, yıkılmadan, her gün daha bir parlak doğabiliyorsa; bende eşimin kaybını içimde, derinlerde bir acı olarak saklar, çocuklarım için yola koyulurum'' dediğini ve kollarını işe sıvadığını söylemişti.
    İnşaatlardan adam tutup kullanılmış çivileri toplatıp düzelterek, bin bir yokluk içinde boğuşarak evi bitirmiş, bir yandan da çocuklarını doktor, avukat, kimya mühendisi yapmış. Dördüncü çocuğu benim annem o üniversite okumadan babama aşık olup evlenmiş. Anneannem onu bırakmış, mutluluğa kanat çırpsın diye. Babam hem anneannemin aile dostunun oğlu, hem de süvari alayının en yakışıklı zabiti, evlenmişler.
    Ben annemim üç kızının en büyüğü olduğum için hiç çocuk olamayanıyım. On iki yaşımda Küçük su plajında, iki yaşındaki kardeşimin arkasından koşarken çevrede beni izleyen kadınlardan biri;
    ''Kızım annenin hiç mi aklı yoktu, seni bu küçücük yaşında evlendirerek çocuk çocuğa karıştırmış'' demez mi! Hemen koşarak Zerrin'i annemin kucağına atmış ve;
    ''Bu son anne, sokakta çocuğuna kendin bak'' demiştim.
    Annem çocuk ruhlu, çok çalışkan, korkularının güçsüz kıldığı fedakar bir kadındı. Tüm aile anneannemin dört katlı on iki daireli apartmanında otururduk. Teyzem, iki dayım ve biz. Kiracılar durumlarına göre kira verirdi anneanneme. O kiralarda, pek beklemeden bize hediye olarak geri dönerdi. Apartmanın diğer kiracıları ailenin sıkıntıda olan akrabalarıydı. Bir iki aile dışı kiracı da arada akraba muamelesi görürdü mecburen.
    Yaz olunca pazar sabahları bahçeye uzun bir kahvaltı masası kurulur, anneannem erkenden kalkar, pamuk saçlarını topuz yapar, şapır şapır ses çıkaran terlikleri ile en üst kattaki dairesinden aşağıya iner masanın başında yerini alırdı.
    Anneannemin şapır şapır ses çıkaran terlikleri sayesinde hangi noktada olduğunu hep bilirdik. Onun hoşuna gitmeyeceğini düşündüğümüz bir şey yapıyorsak terlik sesini duyunca hemen toparlanır, o içeri girene kadar düzelirdik. Bu bizim aile tercihimiz. Annemim gelişi de iki üç oda uzaktan fark edilirdi . Hemen pozisyon alır hiç yakalanmazdık.
    Bir gün, dayım anneanneme yumuşacık, sessiz bir terlik almış, apartmanda ses olmasın, ayakları rahat etsin diye. Anneannem ertesi sabah uyanmış evde çıt yok, evlatlığı Binnaz kalkıp sofrayı hazırlamış mı diye merak etmiş. Dayımın kalbi kırılmasın diye hemen yeni terliklerini giyerek mutfağın yolunu tutmuş. Birde ne görsün, birisi Binnaz'la öpüşüyor kapının önünde. Kim o, ne yapıyorsunuz derken, daha adamın yüzünü görmeden, adam balkondan bahçeye atlamış, ağaçlar arasında kaybolmuş. Aynı gün öğleden sonra, büyük dayımı anlatmak dahi istemediği bir olayda yakalamış. Bakmış olacak gibi değil, hemen odasına gitmiş sessiz terliklerini ayağından çıkarmış ve naylonuna koyarak dolabına kaldırmış. Bir daha giydiğini gören olmamış. Ben evcilik oynarken giyerdim onları. Bana takılırdı, ''o terlikler çok tehlikeli giyme'' diye.
    Ben anneannemi de, annemi de gerçeklerle yüzleşemedikleri için hep kınadım. Ben onların gittiği yoldan gitmeyecek, hep sessiz terlik giyerek gerçeklerle yüzleşecektim. Gerçekleri yok farz ederek kendimi aldatmak yerine, istemediğim gerçekleri önce öğrenecek sonra değiştirecektim güya. Yıllar sonra anladım ki sadece sevdiklerimin kendi davranışlarını gözden geçirerek iyi olma şanslarını ortadan kaldırmamışım; aynı zamanda evin sevgili annesi rolü yerine sevilmeyen polisi olmayı seçmişim...
    Anneannem, bahçedeki kahvaltı masasının başından ancak başka kahvaltı edecek kalmadığına emin olduğu zaman kalkardı. Çocuklar dahil hepimizle konuşur, dertleşir, kahvaltı sonunda masadan kalkarken öpücük borcunu unutanlara evladım hesabı ödemedin der, öpücük kutusunu uzatır içine öpücük doldurmalarını beklerdi. Biz ona yaş günlerinde, bayramlarda aldığımız ufak tefek hediyeler dışında sadece kutuya koyduğumuz öpücüklerle karşılık verebilirdik. Başının arkasında yüzlerce tokanın zor zaptettiği pamuk yığını misali topuzu, tokalardan kaçıveren yaramaz bukleleri, dudağında o çok sevdiğim gülücüğü, gözlerinde sakladığı yılların yorgunluğunu, yaşam coşkusu ile örten bu kadını seviyorum ben. Hem de çok seviyorum.
    Uzun bir ayrılıktan sonra, bir araya geldiğimizde onunla boğazdaki kahvelerden birine giderek uzun, uzun baş başa sohbet etmiştik. Biz çaylarımızı yudumlarken karşı masada oturup sürekli elindeki deftere bir şeylere yazan hanım kalkıp yanımıza gelmişti.Yazarmış.
    ''Saatlerce sizi izledim ikinizin yaşını tahmin etmeye çalıştım başaramadım'' dedi. ''Önce içten kahkahalarınıza baktım, henüz örselenmemiş iki genç dedim, sonra birbirinize teselli eder gibi sarılışınız iki olgun insan bunlar dedim. Ardından kalkma vakti geldi, biriniz kalmak isteyen çocuk oldunuz, diğeriniz büyük olup küçüğü ikna etmeye çalıştı. Bana söyler misiniz gerçek yaşlarınız nedir?''
    ''Anneannem çocuklukta, gençlikte, olgunlukta tüm yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımızı birbirimize anlattığımızı; birbirimizden uzakta geçen tüm yılları, o gün birlikte paylaşmaya çalıştığımızı, belki onun için yaşımızı bulamadığını'' söyledi ona.
    Aslında ikimizin de ortak özelliği, yaşsız kadınlar olmamızdı. Yaş, yaşlılık, yaşlanma, bunlar bizim kitabımızda olmayan kelimelerdi, kitabımızda yaşla başlayan tek kelime yaşamaktı.

    Ayşe Tülin Sencer
#12.07.2009 15:28 0 0 0