Matt'ın Hikayesi

Son güncelleme: 13.07.2009 14:34
  • Matt'ın Hikayesi - Şerafettin Yılmaz

    Matt hicbir zaman kötü biri degildi. Acık kalpli ve dürüsttü. Kötü oldugu zamanlar da olmustu. Hepimizi telaslandırdığı ya da üzdüğü zamanlar. Ama o en kötü halinde bile dürüst ve icten kalmayı basarabilmisti.

    Onu hicbirimiz tam olarak tanıyamadık. Her zaman bize kapalı özel bir yanı vardı. Kendine ayırdığı, kimseyle paylaşmadığı bir tarafı oldugunu biliyorduk ama bunun ne kadar derinde oldugundan emin degildik. Belki o açık yeşil gözlerinin hemen arkasında, belki de içine hepimizi sığdırdığı kalbinin gizli bir köşesinde. Ben her zaman onun dünyayı bir şekilde ters yüz algıladığını düşündüm. Öyle ki, böylece o açık olduğu kadar kapalı, gizemli olduğu kadar aşikar, paha biçilmez olduğu kadar sıradan kalmayı başarıyordu. İçimizden bazıları onu anlamaya diğerlerimizden daha yakındı ama hiçbirimiz onun dünyasına bütünüyle nüfuz edememiştik.

    Etmeye calışmıyorduk da. Verebildiklerimiz bizi mutlu ediyordu. Aldıklarımız da bize yetiyordu. Çift taraflı, dürüst, açık ve içten bir ilişkiydi bu. Beraber geçirdiğimiz o kısa zaman diliminde birbirimize iyice alışmış, birbirimizi yakından tanıma fırsatı bulmuştuk. Kısa zamanda büyük işler başarmıştık.

    Evimize ilk geldiginde Matt henüz bir aylıktı. Elleri ve ayakları minicik ve yumuşacıktı. O kadar kırılgan görünüyordu ki ona dokunmaya cesaret edemiyorduk. Uçlardan hafif çekik açık yeşil gözleri vardı. Aslında iri değildi ama üzerindekiler onu kardeşinden daha büyük gösteriyordu. Onun doğal büyüme seyrine hiçbirimiz müdahele etmedik. Matt'in bir annesi vardı ve onun dikkati ve hassasiyeti bizim yakın ilgimize yer bırakmıyordu.

    Bazen zeka en çıkar yolun içgüdülerin peşine takılmak olduğunu fark eder. Içgüdü dünyayı küçültür, sınırlandırır, saflaştırır ve yaratılmışlar merdiveninde bizden daha aşağıda bulunan diger canlıların da hazmedebileceği ufak parçalara böler. Bu şekilde sorunlar daha kolay çözülür, kayıpların arkasından uzun süre gözyaşı dökülmez ve, en önemlisi, ölümün yüzüne cesaretle bakılır. Saf içgüdünün sağladıgı avantajlar insanoğulunun eline geçtiğinde ise tehlikeli birer silaha dönüşür. Bu yaygın bir kusurdur. Bazen kendini açgözlülük olarak gösterir. Saf icgüdü bazen yalancılık olarak ortaya cıkar. Kendi kusurlarını örtmek, olduğundan büyük görünebilmek için insan hic yüzü kızarmadan gerçeği çarpıtabilir. Saf içgüdü iyi hırsızlar ve yalancılar gibi, insanlar arasindan iyi ahlaksızlar da cıkarır.

    Matt'in saf içgüdüsü bütün bu ahlaksızlıklardan arınmış aşkın bir içgüdü idi. Onun da ufak tefek kusurları olmuştu. Hangimizin üzerine kül serptiği böyle kusurları olmamıştır? Matt'in durumu da diğer milyonlarcasından farklı değildi. Yalancılık ya da hırsızlık gibi iğrenç davranışların yanında pek masum kalacak kusurlari vardı. Ama bunların haricinde o tümüyle saf ve günahsızdı. Hayati içgüdüler seviyesinde ama ilham verici bir boyutta yaşıyordu.

    Pawny'nin ansızın ortadan kayboluşu onu cok sarsmıştı. Pawny onun bu dünyadaki tek kardeşiydi ve o güne kadar bir an olsun birbirlerinden ayrılmamışlardı. Ama Matt'i eve bağlayan aynı güç, Pawny'yi sokağa çekiyordu. Oysa o henüz dış dünyanın birçok tehlikesine karşı hazırlıklı olamayacak kadar gençti. Matt'i de en çok bu üzüyordu. Bir keresinde onunla bu konuda konuşmuş ve duygularını anlamaya calışmıştık.

    Pawny'nin gidişinin üzerinden bir hafta kadar geçmişti. Onu bir daha görebileceğimizi düşünmüyorduk artık. Matt de bu gerçeği yavaş yavaş kabullenmeye başlıyordu.

    Yüzüme, "O bir daha geri dönmeyecek, degil mi?" der gibi bakınca aslında çoktan kabullendiği bir gerçeği yüksek sesle itiraf ediyor gibiydi.

    "Dönecegini sanmıyorum," dedim ona.

    Yine yüzüme baktı. "Bu nasıl olabilir? Nasıl bu şekilde ortadan kaybolabilir?"

    Matt, Pawny'nin sadece ortadan kaybolduğuna, başına daha kötü bir şeyin gelmediğine inanmaya çalışıyordu.

    "Gitmemeliydi," dedim. Matt başını hafifçe yana eğerek yüzüme baktı.

    "Onu suçlamıyorum. Sadece onun için üzülüyorum."

    "Ben de. Bu yüzden şu anda her neredeyse mutlu olduğunu ümit ediyorum."

    Matt bir sey söylemeden odadan ayrıldı, uzun salonu yavaş adımlarla geçerek dışarı çıktı. Onun peşinden gittik. Biz kapıya çıktığımızda o evin yan tarafını dolanmış, bahçe duvarının uzerinden dağların ardına gömülmekte olan sarı güneşi izliyordu. Biraz sonra Jose de gelip ona katıldı. Jose'nin yaşli yüzü Matt'in acısını paylaştığını gösteren izlerle doluydu. Bulunduğumuz yerden hangi konuda çene çaldıklarını anlayamıyorduk. Ama herhalde şu durumda konuşup içini dökebileceği dünya üzerindeki en uygun canlıyı bulmuştu. İkisini yalnız bırakıp işlerimizin başına döndük.

    Matt'e yaşadığı bu acı olayı unutturan taşınma kararımız oldu. Bu onun icin uzun bir yolculuktu. Seyahat koşullarını da hesaba katarsak bu aynı zamanda zahmetli bir yolculuktu. Üstelik Matt, kapalı bir alanda uzun süre hareketsiz kalmaya alışık değildi. Onu bu seyahatin ne kadar gerekli olduğuna ikna etmek zorundaydık. Düşündüğümüzün aksine, hem kendi başını hem de bizim başımızı ağrıtan, söylediğimiz her söze karşı çıkmayı alışkanlık haline getiren Jose oldu.

    Sonunda taşınma işi sona erdi ve bu değişimin Matt'e çok iyi geldiğini gördük. Bir kere, buradaki akranlari öyle kavgacı tipler degildi. Yani artık her aksam eve eli yüzü yara içinde gelmiyordu. Sonra, kışlar daha ılımandı burada. Artık her an soğuk alıp hastanabileceği endişesi taşımak zorunda değildik.

    Matt orada çok mutluydu. Bu arada bir de zeytin meraki sarmıştı. Ne zaman masada bir tabak zeytin görse hemen uzerine sıçrar, ufacık ellerini tabağa uzatıp içinden bir zeytin alır ve bir köşeye çekilip onu yemeye koyulurdu. Aslında masada hepimizin ki gibi onun da bir yeri vardi zaten. Bazen o daha ileri gider ve birimizin sırtına tırmanarak olup biteni oradan seyrederdi.

    Matt'i o kadar erken kaybedebileceğimizi hiç düşünmemiştik. Bazı ölümler imkansızdır. Insan bunun gerçek olduğuna inandıramaz kendini. Bu ölümlerin başında erken olduğunu düşündüklerimiz gelir. Bunun sebebi o kişiyle yeterince birlikte olmamış ve onu yeteri kadar tanıyamamış oluşumuzdur. Onu kaybettiğimizde biz Matt'i henuz tanımaya başlamıştık. Ama hastalık aniden geldi; uzun suredir icinde olmasına rağmen sinsi bir düşman gibi öylece bekleyip palazlandı ve birden ortaya çıktı. O sırada biz de yeni bir göçün arefesindeydik.

    Matt icin yeni evimizle ilgili hayaller kuruyorduk. Onun boş odaları önce bir yabancı gibi dolaşışını, sonra bir üst katın merdivenlerini tırmanışını ve nihayet son kata cıkıp balkon üzerinden etrafı kolaçan edişini canlandırıyorduk zihnimizde. Yeni evi yeterince tanıdıktan sonra dışarı çıkmasına izin verecek ama bizden fazla uzaklaşmaması için bir gözümüzü üzerinde tutacaktık.

    Ama Matt yeni eve bir tabut içerisinde geldi. Matt evden içeriye hiç giremedi. Onu varendaya kadar taşıdık ve oturup olup biteni kabul etmeye calıştık. Bu gerçekten hazmedilmesi güç bir şeydi. Hatırası daha o zaman ağırlaşmaya başlamıştı. Na yazık ki biz 'belki' ve 'keşke'lere sığınamayacak kadar uzaklaşmıştık ondan.

    Matt hayata gozlerini açtığı ilk dakikadan son ana kadar hep bizimle olmuştu. Bundan sonra da bizimle kalacaktı. Onu tanımadığı bir yerde toprağa veremezdik. Yanımızda, uzanıp bakabileceğimiz bir yerde olmalıydı. Onu görmesek de hatıralarını canlandırabileceğimiz bir yer. Onun için bahçede bir mezar kazdık ve taze toprağın üzerine bir fidan diktik.

    Fidan kurudu. Altında yatan Matt gibi. Kurudu, çünkü Matt onun kötü bir anı olarak büyümesini ve bir hüzün kaynağı olmasını istememişti. Zira o kısa yaşamına sığdırdığı anılarının içimizde sonsuza dek taze ve değerli kalacağını biliyordu.

    Şerafettin Yılmaz
#13.07.2009 14:34 0 0 0