Gerçeküstücülük - Sürrealizm

Son güncelleme: 08.08.2009 19:23
  • Gerçeküstücülük - Sürrealizm

    Avrupa'da bir ve 2'nci dünya savaşları arasında gelişti. Bu akım temelini, akılcılığı yadsıyan ve karşı-sanat için çalışan ilk dadacıların eserlerinden alır. 1924'te "Manifeste du Surrealisme"i (Gerçeküstülük bildirgesi) hazırlayan şair Andre Breton'a göre gerçeküstücülük, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Ve bu bütünleşme içinde düşsel dünya ile gerçek yaşam "mutlak gerçek" ya da "gerçeküstü" anlamda iç içe geçiyordu. Sigmund Freud'un kuramlarından etkilenin Breton için, bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneği idi.

    Breton'un yanısıra Louis Aragon, Benjamen Peret, otomatik yazı yöntemleri üzerinde deneyler yaptılar. Kendi deyimleriyle, "gerçeküstü dünyanın düşsel imgelerini geliştirmeye" başladılar. Bu şairlerin dizelerindeki sözcükler, mantıksal bir sıra izlemek yerine bilinçdışı psikolojik süreçlerle bir araya geldiği için insanı irkiltiyordu. Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu.

    1925'ten sonra gerçeküstücüler dağılmaya, başka akımlara yönelmeye başladı. Ama resimden, sinemaya, tiyatroya kadar bir çok sanat dalını derinden etkiledi. Andre Breton'un yanısıra P. J. Jouve, Pierre Reverdy, Robert Desnos, Louis Aragon, Paul Eluard, Antonin Arnaud, Raymond Queneau, Philippe Soupault, Arthur Cravan, Rene Char gerçeküstücülük akımının önemli isimleridir.


    Sembolizmin yeşerdiği 1870-1914 yılları arasında Avrupa sürekli bir barışı yaşadı. 1914'ten sonra ise sürekli değişimlere, devinim ve dengesizliklere tanık oldu. Bu değişimler, bunalımlı bir yüzyıl ve bunalımlı bir kuşak yarattı. İşte gerçeküstücülük bu bunalım'ın, angoisse'ın ürünü. Akım geniş ölçüde Freud düşüncesinden kaynaklandığına göre bunalım'ın ne olduğunu, yine Freud açısından araştıralım.

    Avusturyalı ruhbilimci, L'angoisse et la vie instinctuelle makalesinde bunalım ve türlerini tanımlar: Bunalım duygusal bir durum olduğuna göre, geçmişteki ve tehlikeli bir durumun yeniden üretilmesidir.(..) İki tür bunalım vardır: I. Gerçek bunalım: bir dış tehlikeden, yani, herhangi olmuş ya da olası bir durumdan doğar. II. Nevrotik bunalım: üç ayrı biçimde belirir. a) Genel sıkıntı: Buna "bekleyiş halindeki bunalım" da denir. Ortaya çıkmak için her olanaktan yararlanır. Tipik nevroz sıkıntısıdır. b) Belli simgelere bağlı bunalımlar: fobiler. Bunlarda da dış tehlike söz konusudur ama bu tehlike abartılmıştır. Kökeni çocukluğa uzanır. c) Nevroz bunalımı: süreklidir. Bir dış tehlikeden kaynaklanmaz. Bu sıkıntıyı duyan kimse bir iç tehlikeden, nedenini çözümleyemediği bir tehlikeden korkar.

    İşte gerçeküstücü ozanları bu tür iki angoisse, dış tehlikeden korku ve daha çok iç dünyalarındaki savaşım, yani nevroz bunalımı etkiledi.

    Peki dış tehlikelerden korku nereden kaynaklanıyor? Bu soruyu yanıtlamak için gerçeküstücülüğün ortaya çıktığı ve sürdüğü dönemin, Birinci ve ikinci Dünya Savaşları arası ve sonrasının özelliklerine bir göz atalım:

    Kapitalist ülkeler içinde ve arasında hızlı bir üretim, pazar, hammadde ve silahlanma yarışı var. Bu yarış iki büyük dünya savaşının çıkmasına neden oldu.

    Savaşlar geride yıkımlar, acılar, toplumsal ve ekonomik çöküntüler bıraktı. Kişi yokluk ve güvensizlikle yüz yüze kaldı.

    Savaş sonu ülkelerde rejimler değişti. Birinci Dünya Savaşından sonra Rusya sosyalist, Almanya nasyonal sosyalist, İtalya faşist, İspanya frankist bir rejimle yönetildi. Diktatör ve despot yönetimleri seçen Almanya, İtalya ve İspanya'da insan özgürlükleri kısıtlandı. Kitaplar yakıldı. Özgür düşünce, aydınları öldürerek, baskı altına alarak, sindirerek yok edilmek istendi. İkinci Dünya Savaşında Hitler ve faşist yandaşları işgal ettikleri ülkelere ölüm, zulüm ve yıkım taşıdılar, kitle halinde kıyımlar yaptılar. Öte yandan, savaş, beraberinde diğer rejim değişiklikîeri de getirdi. Doğu Avrupa ülkeleri sosyalizmi seçtiler. Rejimi değişmeyen ülkelerde de siyasal denge bozuldu. Örneğin, gerçeküstücülüğün doğduğu Fransa, 1940'tan sonra üç ayrı cumhuriyet yaşadı.

    Atom, Demokles'in kılıcı gibi insanlığı tehdit etmeye başladı.

    Uygarlığın yerini barbarlık aldı.

    Sanayileşme sonucu köylerden kentlere, kentlerden büyük kentlere, ülkelerden ülkelere göç hızlandı.

    Kapitalizmin her on yılda bir yinelenen kronik krizleri yüzünden yüzbinlerce işçi işsiz kaldı, geleceğe güvenle bakamaz oldu, mutlu azınlık ulusal geliri har vurup harman savururken, büyük çoğunluğun satın alma gücü ve yaşam düzeyi düştü. Kısacası Batı Avrupa'da yirminci yüzyıl sürekli bir devinim, dengesizlik ve değişimler yüzyılı oldu.

    Bu dış etkenlerin yanı sıra, gerçeküstücü ozanları, bir de, ve en çok, kendi iç dünyalarındaki, çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımı etkiledi. Nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan?

    Bilinçaltlarını boşaltarak, yani acı gerçekle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı düşü kaynaştırarak. Gerçeküstücülüğün kurucusu Breton, 1924 tarihli ilk bildirisinin başlarında şunları söyler: "Bu iki halin, birbiriyle çelişik gibi görünen düş ve gerçeğin gelecekte, salt gerçek, deyim yerindeyse gerçeküstü tek bir hale dönüşeceğine inanıyorum".

    "Düş" ve "Gerçek". Önce gerçeği araştıralım. Gerçek Fre-ud'a göre yaşamda, Andre Breton'a göre ise hem yaşamda, hem de edebiyatta tatsızdır. Sürrealizmin kurucusu Bildirisi'ne şöyle başlar:

    "Yaşama ne kadar inanırsak inanalım, sonunda gerçek yaşam kendini ortaya kor ve inancımız da kaybolur. Yaşam-dan payına düşen şöyle böyle, sıradan bir ömürdür. Düş kırıklığı içinde insan avuntuyu mutlu çocukluk günlerinde arar. Böylece birçok yaşamı birlikte sürdürme olanağını bulur. Bu hayal içinde tüm güçlükler ortadan kalkar. Öyle ya, çocuklar her sabah kaygıdan, tasadan uzak evlerinden çıkarlar. Her şey hazırdır. En çetin maddi koşullar bile onlara sorun değildir. Bu mutluluk uzun sürmez.Büyürler ve yaşa-mın buyruklarıyla, katı gerçekleriyle yüz yüze gelirler. Tüm davranışları eski serbestisini yitirip sınırlanır, düşünceleri özgürce kanatlanamaz. Artık yitirmiştir esenliğini. Esenliğini yitirse de düş gücü hep canlı kalır. Yaşam nice şeyi elimizden alsa da düş dediğimiz, insanlığın eski fanatizmine, o büyük zihinsel özgürlüğe dokunamaz. Bilinçaltının, düş dünyasının armağanı olan bu özgürlükten asla vaz geçmeyiz. Bir ölçüde imgelemlerinin, düş güçlerinin kurbanı olan delileri alalım ele. Alışılmamış, toplumsal kurallara ters düşen davranışlarını onaylamıyor, onları iyileştirmeye çalışıyoruz. Ancak işte bu davranışlardır onların özgürlüğünü saptayan. O davranışlardan vaz geçselerdi özgürlükleri de söz konusu olamazdı. Nitekim biz onları ne kadar eleştirsek, düzeltmeye çalışsak da kural dışı görünen davranışlarından, eylemlerin-. den vaz geçmiyorlar, çünkü avuntu ve rahatlığı imgelemlerinin, hayallerinin ürünü olan bu davranışlarda buluyorlar, hezeyanlarının (delire) tadını çıkarıyorlar. Hayal ve sanrıların gözardı edilemeyecek kıvanç kaynaklan olduğunu unutmayalım. Delileri böylesine mutlu eden, vaz geçemedikleri kıvancın gizi nedir, nerededir, bütün bir ömrümü yalnız bunu öğrenmek için geçirmeye razıyım. Bu öylesine dürüst insanların kendim kadar masum olduklarına inanıyorum.

    Şimdi şu gerçekçi tavın alalım ele. Hemen belirtelim ki gerçekçi tavırla maddeci (materyalist) tavır birbirinden ayrı şeylerdir. Maddeci tavır şiire daha yatkındır ve tinselliğin bazı gülünç eğilimlerine karşı mutlu bir tepki göstererek kişiye devce bir onur sağlar. Kısacası düşüncenin yükselmesi ve gelişmesine ters düşen bir tavır değildir. Ama, maddeci tavırın tersine gerçekçi tavır, Saint Thomas'dan Anatole France'a kadar, pozitivizm'den esinlenerek her tür entellektüel ve erdemsel gelişmelere düşman oldu. Çünkü mayası alçak gönüllülük, kin ve yetinmeyle yoğrulmuş. Günümüzün gülünç kitapları, onur kırıcı yapıtlar, gazetelerde çıkan yazılarla da sürekli güçleniyor ve halk oyunu en bayağı zevklerle okşamaya çalışarak bilimin ve sanatın gelişmesine engel oluyor. Yazılan romanlar söz ve bilgi yığını. Birkaç sayfa okuduktan sonra kitabı kapamaktan başka çare kalmaz. Sıradan kişilerin serüvenleri anlatılır, gereksiz betimlemeler yapılır. Bir fotoğraf ya da resim katalogunun sayfalarını çeviriyorsunuz sanki. Yazar kendi posta kartlarındaki manzaraları fırsat eline geçince kafanıza sokmaya çalışır. Beni çok ilgilendiriyormuş, ya da hiç görmemişim gibi genel yerleri anlatır durur. Psikolojiye değgin sorunları alaya almaktan hiç de hoşlanmam ama bir de yarattıkları karakteri görelim. Yazarın bir kahramanı vardır, ona dünyayı dolaştırır. Etki ve tepkileri önceden belirlenmiş bu kahraman ne olursa olsun asla başarısızlığa uğramaz. Yaşamın dalgaları onu fırlatır, yuvarlar, batırır, ama bu biçimlenmiş adamın gemisi hep yüzer. Basit bir satranç oyunu gibidir. Böyle bir kahraman benim için, yani okur için sıradan bir rakiptir. Ne yapıyorlar, kazanmak da, kaybetmek de söz konusu olmadığı halde şu ya da bu hamleyi uzun uzun anlatıp tartışıyorlar. Eğer oyunun kendisi zahmete değmezse bütün bir söz ebeliğine girmemek daha uygun değil mi? Salkımdaki üzüm tanelerinin hiçbiri birbirine benzemiyorsa, bu tanelerden birini yemem için mutlaka onun bir başka taneye ya da diğer üzüm tanelerine göre betimlenmesi mi gerekiyor? Bilinmeyeni bilinenden kalkarak tanıtmaya çalışmak, bu çekilmez manyaklık zihinleri oyalamaktan başka işe yaramaz.

    Gerçekçi tavır koyanların yaptıklarında mantık hep ağır basar, bu mantık da ikincil dereceden çıkar sorunlarının çözümünde kullanılır. Salt rasyonalizm yalnızca deneyimimizden doğan olayların gözlemine elveriyor. Bunun tersine, mantıksal sonuçlar sunulmuyor. Oysa deneyimin de sınırları var, bu nedenle de, içinden çıkarılması gittikçe zorlaşan bir kafeste dönüp dönüp duruyor. Aslında akılcılığın (rationalisme) ürünü bu deneyim de, sağduyunun koruması altında, çıkara yönelmiş. Uygarlık ve gelişim adına, haklı haksız, boşinan, düşlem (chimere) olmakla suçlanan her şey zihinlerden sürgün edilmiş, günlük çıkara, günlük kullanıma uygun olmayan her tür gerçeğin araştırılması yasaklanmış. Çok şükür ki zihin dünyasının bir kısmı, bence en önemli kısmı yeniden ışığa kavuştu. Bunu Freud'un buluşlarına borçluyuz. Bu buluşlar sayesinde halkoyu artık insan zihnine değgin araştırmaların önemini kavradı. Bundan böyle araştırmalar kaba gerçeklerle uğraşmayı bırakıp daha uzak alanlara el atabilecekler. Belki de düş gücü, imgelem haklarına kavuşmak üzere artık.

    Pek yerinde olarak Freud çalışmalarını rüyaya yöneltti. Ruhsal eylemin bu en önemli kısmı çok az dikkati çekiyordu. Uykuda geçirdiğimiz anlar, yani rüya anlarının toplamı gerçek anların, yani uyanık geçirdiğimiz anların toplamından hiç de daha az değil. Uyanıkken karşılaştığımız olaylarla uykudaki olaylar arasındaki önemli fark beni hep şaşırtmıştır. Şöyle ki insan uyandığında belleğinin oyuncağı olur ve bellek, uyanık haldeyken rüyadaki olayları belli belirsiz bir şekilde dile getirmekten, rüyayı bir sonuca bağlamamaktan hoşlanır. Bu ilginç durum bana şu düşünceleri çağrıştırır gibi:

    1) Düş, devam eder, devam eden bir olgudur ve bir örgütlenme, düzenlenme izi taşır. Ancak bellek kesintiler yapar, bağlantıları atlar ve bize rüyadan ziyade bir rüyalar dizisi sunar. Aynı şekilde karşılaştığımız günlük gerçeklerden bizde farklı bir izlenim kalır. Farklı izlenimler arasında bağlantı kurup kurmamak da bir istenç sorunudur. Rüyanın olayları da böyle birbirini izler. Dün geceki rüyam belki de geçen geceki rüyamı izledi, yarın geceki rüyam da belki dün geceki rüyamın devamı olacak. Çoğu zaman gerçek yaşamda olanaksız şey rüyada çok mümkün hale gelir.

    Uyanıklık hali uyku haliyle, rüya haliyle iç içe geçmiş bir olgu gibidir. Nasıl konuşurken dil, yazarken kalem sürçerse, uyanık haldeyken bellek rüyanın elemanlarının yönünü değiştirir. Zihin normal çalışması sırasında da geçirdiği derin gecenin telkinleri altındadır. Ne kadar iyi şartlandırılmış olursa olsun dengesi görecedir. Kendini biraz biraz açıklama cesaretini gösterir, şu düşünce ya da şu kadın onu etkilemiş demek. Ama nasıl bir etki uyandırmış ve niçin etkilemiş, işte onu söyleyemez, ancak kendi öznelliğini gerçek değeriyle ortaya koyar, daha ileriye geçemez. Söz konusu düşünce ya da kadın kafasını kurcalayıp onu pek de ciddi ve ağırbaşlı sayılmayan şeylere itiyor. İşte bu nedenle bellek rüyanın bazı bölümlerine sansür uyguluyor.

    Rüya olasılığı ortadan kaldırarak insan zihnine doyum sağlar. Öldürüyor çabucak sıvışıyorsun, dilediğin gibi seviyorsun. Ölsen bile ölüler arasında uyanıp yaşama devam edeceğini biliyorsun.

    Bilincin, bireyin doyuma ulaştığı rüya haliyle uyanık halin, yani gerçeğin, birbirlerine ne kadar zıt görünseler de bir gün salt gerçek ya da gerçeküstü bir halde kaynaşacağına inanıyorum.

    Biraz da uyanık rüya dediğimiz havillerden kaynaklanan olağanüstü üzerinde duralım. Kimi insanlar haksız olarak olağanüstü'den nefret ederler. Bizce olağanüstü her zaman güzeldir, olağanüstünün her türü güzeldir, hatta güzel olan şey yalnızca olağanüstü'dür. Edebiyat alanında, özellikle roman ve öykü gibi yazın'in alt türlerinde verimli ürünler ancak olağanüstü'den yararlanarak üretilebilir. Levvis'in Keşiş adlı yapıtını bunun güzel bir örneği olarak gösterebiliriz. Kuzey ve doğu edebiyatları ve bütün ülkelerin dinsel edebiyatı ola-ğanüstü'den hayli alıntılar yaptılar. Ancak bu edebiyatların çoğu, çocuklara yöneldikleri için çocukça şeyler yazdılar. Bu nedenle yapıtlar hem olağanüstünden hem de zihinsel erdenlikten yoksunlar. Ne kadar çekici olurlarsa olsunlar, okur, peri masallarıyla besleniyormuş gibi küçültücü bir duyguya kapılıyor. Ayrıca yazılan yapıtlar okurun yaşına denk düşmüyor. Olağanüstünün dokusu biraz incelik ister."

    Andre Breton'a göre, yazında, ve bu arada şiirde olağanüstüye, bilinmeyene ancak; rüya ve gündüz rüyası olan hayal gerçekle kaynaştığı, böylece salt gerçek, gerçeküstü bir hal doğduğu zaman varılabilir.
#17.07.2009 22:02 0 0 0
  • 1924 yılından sonra Dadaizmin yerine geçen, Fransa'da Andre Breton ve arkadaşlarınca oluşturulan edebiyat akımı. Bu akım, düşünce ve duyguların aklın denetimine girmesine karşı çıkar. Her türlü töresel ve sanatsal baskıyı bir yana atıp düşgücünün alabildiğine özgürce kullanımını savunur. Bunun için de gerçeğin her türlüsünden sıyrılmaya uzaklaşmaya çalışır. Bilince sırt çevirip bilinçaltına yönelir. Bilinçaltının karmaşık dünyasını sanata aktarmaya yönelir. Bu akımın öncüsü ve kuramcısı Andre Breton (1896-1966) gerçeküstücülüğün yaslandığı ana düşünceyi şöyle açıklıyor: «Sürrealizm (gerçeküstücülük) sözle, yazıyla ya da başka bir biçimle düşüncenin gerçek işleyişini ortaya koymak için yararlanılan katıksız bir otomatizm. Aklın ve her türlü ahlaksal ve estetik kaygının denetimi dışında düşüncenin belirlenmesi. Sürrealizm, düşüncenin çıkar gözetmez oyununa, rüyanın sınırsız gücüne ve bugüne değin önemsenmemiş bulunan belli çağrışım biçimlerinin üstün bir gerçekliği olduğuna inanır.» Bilinçaltı dünyasını sanata aktarmak isteyen gerçeküstücüler, bu tutumlarında Freud'ün (1856-1939) görüşlerinden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Nedir bilinçaltı? İnsanın bastırılmış istemlerinin, tutku, istek ve özlemlerinin, baskı altında tutulan yönlerinin depolandığı alandır bilinçaltı. Bunlar törelerin, toplumsal baskıların, gelenek ve göreneklerinin baskı sonucunda oraya itilmiş, orada saklı tutulmaktadır. Saklı tutulan bütün bu ruhsal malzeme sanata yansımalı, aklın denetimi dışında kalan tüm düşler, kendinden geçişler, sayıklama ve sabuklamalar girmelidir sanata. Öte yandan düşgücü, tüm özgürlüğüyle işletilmeli, değişik düşlemler (fantazyalar) sanatsal yaratıların dokusu içinde yer almalıdır. Bunun için de sanatçı, yaratısını düzenli ve planlı bir biçimde hazırlamayı bir yana bırakıp, rastlantılardan, çağrışımlardan yararlanma yollarını denemelidir. Nitekim bilinçaltına inmek, aklın egemenliğini sıfıra indirmek için değişik deneyler (hipnotizma ile uyutup konuşturma, belirli bir konu saptamadan dilinin ucuna geleni kâğıda dökme, soru-yanıt oyunları kurma vb.) yapmış, bunlardan yararlanmışlardır. Gerçeküstücülük, Fransa'da Andre Breton'un yanı sıra, Soupault, Aragon, Eluard vb. ozanlarca sürdürülmüştür. Bu akım Fransa'da oluşmuş, fakat dünyanın birçok ülkesinde izleyici bulmuştur. Türk edebiyatında tümüyle gerçeküstücü akıma bağlı kalıp bu doğrultuda ürün veren sanatçılar yok değildir. Ayrıca, gerçeküstücü nitelikler taşıyan tekerlemelerimiz, halk tasavvuf şiirinde yer alan kimi şathiyeler vardır. Özellikle Garipçilere karşı bir tutumla şiir yazan ve İkinci Yenici sayılan ozanların bir bölüğünün kimi şiirleri (Ece Ayhan, İlhan Berk, Oktay Rifat, Edip Cansever, Cemal Süreya vb.) gerçeküstücü şiirle sıkı bir kanbağı taşır. Yunus Emre'nin şu dizelerinde olduğu gibi:

    Çıktım erik dalma
    Anda yedim üzümü
    Bostan ıssı kakıyıp
    Der ne yersin kozumu

    Cemal Süreya'nm şu dizeleri de anlamı boşlayan, çağrışımlardan alabildiğine yararlanan, imgelemin özgürce kullanımını içeren özellikler taşır:

    Renklerinden dolayı okulsuz bırakılan
    Zenciler zenciler iki okka zencefil
    İntihar süsü verilerek
    Güneşin linç edildiği bir akşam
#08.08.2009 19:23 0 0 0