Kanlı Gül

Son güncelleme: 23.07.2009 20:25
  • Kanlı Gül - Şeref Sayar
    Nazlı kıraç toprakların susuz büyümüş gülüydü. Baba ana nasıl birşeydir hiç bilmemiş sevgiyi hiç tanımamıştı.
    O kurak toprakların alın yazısı, Nazlı'nın da alın yazısı olmuş,Nazlı`da yaşadığı topraklar gibi kurak kalmış, bir türlü yeşerememişti.. Babası cezaevine, anneside yeni evine gelin giderken köyün meydanında ölü doğmuş umutlarıyla öylece kalakalmıştı.

    Nazlı`nın babası Nuri evin tek oğlu, zengin bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Bu zenginliğin ve babasızlığın verdiği şımarıklıkla hayatı boşlayarak büyümüş. Anneside ailedeki tek erkek çocuk diye aylak aylak dolaşmasına gereksiz işler yapmasına göz yummuştu. Nuri tarlada çiftte çubukta çalışmaz akşama kadar kahvede, içki alemlerinde zaman öldürürdü.
    Nazlının annesi Suna ise köyün en güzel kızlarından, ailesinin her işine koşan anadolunun ince, zarif buğday başaklarını andıran kızlarından biriydi. Nuri bu kızı daha ilk görüşte gözüne kestirmiş, annesine söyleyip istetmişti. Fakat Suna'nın babası muhafazakar bir insan olduğu için, Nuri'nin yaşam tarzından hoşlanmadığından kızını Nuri'ye vermek istememişti.
    Buna rağmen Nuri'yi köyde kasıla kasıla gezerken gören Suna o çocuksu gönlünü geleceğini düşünmeden Nuri`ye kaptırmıştı bile. Ama nerden bilecekti garibim, gençken herkes önce boyu, bosu, güzelliği arıyor, gönüldeki güzellikleri sezemiyordu.
    Kaç gencecik kızın hayatı böyle sonunu düşünmeden, karşısındakini tanımadan evlenmek yüzünden mahfolup gitmişti buralarda,
    ama gönüldü bu, bir kere sevda ateşine düşünce ne günahı, ne sevabı, nede geleceği pek düşünemiyordu insan. Suna'da o çocuksu yüreğiyle Nuri'yi işte öylesine sevmişti, sevginin ne olduğunu dahi bilmeden.
    Birkaç kız isteme ziyaretinden sonra Suna'nın babasının bu işe razı olmayacağı anlaşılınca araya kasabada sözü geçen insanlarda sokulmuş, lakin kız babasını bir türlü ikna edememişlerdi. Buralarda hiç adet olmamasına rağmen, Suna'nın babası kızını karşısına alıp;

    -Bak kızım bu evden benim rızamla çıkamazsın. Seni kendi ellerimle hayatını mahfedecek birine teslim edemem, bundan gerisini artık sen bilirsin, demişti.

    Nuri kızlarını gönül rızasıyla vermeyeceklerini anlayınca Suna'yla anlaşarak bir gece onu gizlice kaçırmıştı.
    Birkaç tatlı aydan sonrada Nuri yine eski aylak hayatına dönmüş, Nazlı ise Nuri'nin annesinin ve kardeşlerinin hizmetçisi durumuna düşmüştü. Daha çocuk denecek yaştaydı, olanları anlatınca kocasındanda azar işitiyor, alkollü olduğu zamanlar dayak bile yiyordu. Baba evindende onların rızasını almadan çıktığı için tekrarda dönemiyordu. Ama yaşadıkları onun çocuksu yüreğinin kaldıracağı şeyler değildi, sevgi görmek için,
    sevgisi uğruna herşeyi bırakıp geldiği bu evde hizmetçi muamelesi görmek, birde durmadan dayak yemek Suna'yı hayatından bezdiriyordu.
    Bunların üstüne birde Nazlı dünyaya gelmiş, Suna'nın sorumluluğu biraz daha artmış,
    o kargaşanın arasında annelik duygusunu bile yaşayamamıştı. Eziyetlerin arkası kesilmeyip çekilmez hale gelincede artık herşeyi göze alıp babasının evine dönmüştü.
    Bunu öğrenen Nuri hemen Suna'nın babasının evinin kapısına dayanmış.

    -Hasan Ağa ya kızını yarına kadar gönderirsin yada seni vururum, diye onu tehdit edip bağırıp çekip gitmişti.

    Ertesi gün kahvede iki taraf tekrar karşılaşıncada tartışma büyümüş, önce iki taraf birbirine saldırmış, sonrada Nuri bir anlık öfkeyle silahını çekip kayınbabasını öldürmüştü. İki aile düşman oluncada, arada olan Nazlı'ya olmuş hem anasını babasını, hemde umutlarını kaybetmişti. O bunları yaşarken daha iki yaşındaydı ve olanların ne olduğunu bile anlayamamıştı.
    Babası cezaevine gitmiş, annesini görmesi yasaklanmış, kısa bir süre sonrada annesi Antep'li biriyle evlendirilmiş, daha anne deyip sıcaklığını bile duymaya fırsat bulamadığı bu kadın yüzlerce kilometre uzağa yollanmıştı.
    Halalarınında evlenip Kayseri'ye taşınmasıyla, babaannesi köyde Nazlıyla yapayalnız kalakalmış, bir çocukla köyde tek başıma ne yapacağım diye oda Nazlı'yı alıp Kayseri'ye taşınmıştı.
    Bu Nazlı'nın ilk sürgünüydü hayattan aldığı, belli ki, sonda olmayacaktı.
    Aradan tam onbir yıl geçmişti. Nazlı babasının cezaevinden çıkacağı günü iple çekiyor, sıcaklığını hissedemediği anasının boşluğunu babasıyla doldurmak istiyordu.
    Ama onun arzuladığı şeyler değildi aslında onun kaderinde yazanlar.
    Babası ona hiç babalık yapmadı, çünkü babalık nasıl birşey oda bilmiyordu. Onunda babası çocuk yaşta ölmüş onuda annesi yetiştirmişti. Belki sevgi nedir, nasıl gösterilir bunları bilse oda kızına babalık yapıp onu severdi, ama bunlar Nuri için ve yetiştiği topraklar için öylesine yabancı kelimelerdi ki, kendisi tanımadığı birşeyi karşısındakine nasıl gösterecekti.

    Nuri cezaevinden çıkıncada alelacele hemen bir kadınla evlenmiş, karısında kaybettiklerini bulamayıncada bu kadından da boşanmıştı. Ardından bir evlilik daha yapmış, ardından bir daha, bu dördüncü evliliği olmuştu Nuri'nin.
    Köydeki arazileri satıp mütahitliğe başlamıştı, maddi durumu iyiydi ve on karısıda olsa besleyecek durumdaydı. Cahilliği yüzünden kaybettiği ilk karısını bir türlü unutamıyor, aradıklarını diğer kadınlarda bulamayıncada hayattan böyle intikam alıyordu herhalde. Evde aradıklarını bulamayıncada yine eski dışarı hayatına başlamıştı.

    Nazlı onaltı yaşına gelmişti. Ve hayat onu ikinci sürgününe hazırlıyordu. Hem Almanya'daki halası hemde Türkiye'deki halası onu aynı anda oğluna istemişlerdi.
    Halbuki o hayatını daha yeni düzene koymuş, dağılan parçaları yeni yeni toparlamış, başına gelenleri yeni yeni çözmeye başlamıştı. Şimdi ise herşey tekrar dağılacaktı.
    Nuri Türkiye'deki kardeşini ilk karısından kendini koparan suçlulardan birisi olarak gördüğü için, Nazlı'yı onun oğluna değilde Almanya'daki kardeşinin oğluna verme kararı almıştı..
    Zaten bu kız ona her gördüğünde ilk gönül yarasını hatırlatıyordu. Almanya'ya giderse onu çok fazla görmez ve belki acısını biraz hafifletirdi.
    Nazlı artık ordan oraya sürüklenmekten yorulmuştu, kim ne derse kafasını eğip susuyordu, ona fikrinide soran yoktu zaten. Herkes onun adına iyi olanı bulup karar veriyor, o sadece çobanın önünde kuzu misali sürülen yere gidiyordu.
    Aradan fazla zaman geçmeden Nazlı'yı evlendirmişler ve Almanya'ya yollamışlardı.
    Artık herşeye en baştan başlıyordu, emekleyerek hayata yeni başlayan bir çocuk gibi, Almanya'ya geldiği ilk yıllar onun için tam bir eziyet olmuş bunalımlarla sıkıntılarla geçmişti. Hayatında bugüne kadar hiç görmediği insanlarla hayata kaldığı yerden devam etmek zorundaydı. Kısa bir süre sonra daha kendisi çocukken bir kızı olmuş, kızıyla beraber büyümeye başlamıştı Nazlı.

    Kendisinin bir çocuğu olupta ona anne demesi ondaki anne hasretini yeniden alevlendirmişti. Çocuklarının bir sorunları olunca onları bağrına basıyor, onlara yalnızlık hissetirmemek için kol kanat geriyordu.
    Ya kendisi, ömür boyu yalnız büyümüş ona hiç yalnız olmadığını hissettiren, onu hiç bağrına basan olmamıştı.
    Artık oda birine anne demek, ana sıcaklığını hissetmek, kendisine yavrum diyen birinin sesini duymak istiyordu.
    Kafasına koymuştu artık, izne gider gitmez dayılarından annesinin yerini öğrenecek ve mutlaka onun yanına gidecekti.
    Düşündüğünüde yaptı ilk başta dayıları bu işe itiraz etselerde, razı gelmeselerde, bunca yıldan sonra ne gerek var diye geçiştirmeye uğraşsalarda annesinin adresini verdiler Nazlı'ya.
    Kayseri'den Antep arabasına binerken kalbi küt küt atıyordu Nazlı'nın, acaba annesi nasıl biriydi, onu nasıl karşılayacaktı. Yolculuk bitene kadar gözünü dahi kırpmadı, sigara üstüne sigara yakıyor, annesini görünce ne yapacağının, neler diyeceğinin planlarını kuruyordu. Yirmi yedi yıl önce kendisinden koparılan annesini gözünün önünde şekillendirmeye uğraşıyordu. Araba Antep'e girdiğinde sanki heyecandan kalbi duracaktı, ama bu yüzüne hiç yansımıyordu, çünkü o yüzüne gülen bir maske takmış, acılarını, hezeyanlarını hep bu maskenin arkasına gönlüne hapsetmişti.
    Otobüsten inince annesinin akrabaları onu garajda karşıladılar ve garajdan alıp annesinin evine kadar götürdüler. Nazlı bu yaşına kadar çok yolculuk yaşamıştı, ama bu yolculuk hayatının en çileli en uzun yolculuğu olmuştu. O öne doğru atılmaya yolları biran önce bitirmeye uğraştıkça, yollar sanki geri geri gidiyordu.
    Artık o an gelmişti, araba Anadolu usulü yapılmış bahçeli müstakil bir evin önünde durmuştu. İki kapı sonra annesini görecekti. Yüzü yavaş yavaş sararmaya başlamış, yıllardır taktığı sahte maske düşmüş, kalbinin hüznü, yılların acısı, hasreti yavaş yavaş yüzüne yansımaya başlamıştı. Salondan içeriye girince salonun ortasında onu gördü, bu son derece güzel, uzun boylu bir kadındı. Artık gözleri dolmuş, yıllardır acılara ağlamamak için,
    göz pınarlarına kurduğu set çatlamaya başlamıştı. Tek bir şey bekliyordu, karşısında duran bu kadının kendisine kızım demesini, salonun ortasındaki kadın elini Nazlı'ya doğru uzatıp.

    -Kızım.

    Dediği anda patlamıştı Nazlı, anne diye koşarak Suna'ya öyle bir sarılmıştı ki, bir askeri birlik gelse onları birbirinden koparamazdı herhalde. Ana kız saatlerce kucak kucağa ağlayıp hiç konuşmadan hasret gidermişler. Daha sonrasındaki bir kaç günde böylece dertleşerek, birbirini tanımaya çalışarak geçip gitmişti.
    Ana bu demekti herhalde, içini dökebileceğin korkusuzca her derdini açabileceğin senden bir parça. Yıllardır içinde biriken, yalnızken düşünmeye dahi kortuğu bütün sırlarını annesine açmıştı Nazlı. Ama zaman çok çabuk geçiyordu ve ayrılık günü gelip çatmıştı. Bizlere acıları sindire sindire yaşatırken yavaş yavaş geçen zaman, mutlu günlerimizde rüzgar oluyordu. Nazlı yinede mutluydu bu sefer ki ayrılık her seferinde olduğu gibi yoklara değildi, bu sefer arkasında birini..


    Şeref Sayar
#23.07.2009 20:25 0 0 0