Ahşap Bastonlar

Son güncelleme: 02.08.2009 23:00
  • Zamanın önemi yok, bir akraba evi...

    Bekir gözlerini açtığında bir an nerede olduğunu düşündü. Öyle ya burası amcasının evi. Boynunu tutmuş ovuşturur gibi bazı hareketler yaparken üzerinde uyuyakaldığı çekyatın neden odun gibi sert olduğunu düşündü.

    Hayret! Bu battaniye de neyin nesi. Uyuyakalırken üstünü örtmemişti ki. İnsan neden bir başkasının üzerini örter? Galiba dünyada bu genci seven en az bir kişi var. Üzerini örten kişi.

    Buz camlı, ahşap kapıya iki kez tıklatıldı ve kapı açıldı. İçeriye gelen Bekir'in kendisinden bir yaş küçük amcasıydı. Akran veya yaş farkı fazla olmayan amca, dayı, halalardan emsali bulunamayacak kadar iyi dost olurdu.

    "Uyanmışsın, ne yaptın sen öyle, kaya gibi koltukta üzeri açık uyunur mu?"

    "Sorun yok, sızmışım işte ne olacak."

    "Bekir iyi misin sen? Bir şeyler olmuş sana. Anlamak için seni iyi tanımaya gerek yok. İlk defa tanıştığın biri bile sende bir anormallik olduğunu anlar. Ne oluyor sana? Endişeleniyorum."

    "Bana neler olduğunu bende bilmiyorum."

    "Anlat, dermansız dert yoktur, çözeriz elbet."

    Bekir içine kapanık insanlardandı. Tehlikeli bir mizaç. Her şeyi içine atmak artık mantıklı gibi gözükmüyordu. Yoksa bir patlak verecekti, anlatması lazımdı.

    "Benim derdimin dermanı yok. Artık eksik bir insanım."

    "Allah Allah! Neyin eksik oğlum senin? Şükür sapasağlam adamsın."

    "Büyük konuştun amca efendi. Demek her derdin dermanı vardır. Yalan! Ayrıntıları, nasıl olduğunu sorma. Sana sadece şu kadarını söyleyeyim; O evlendi. Ben artık eksik bir insanım."

    Küçük amca neye uğradığını şaşırdı. Durumun vahametini anlamıştı. Fakat bir şeyler söylemeliydi. Yoksa böylece susmak sade kötüye yorulabilirdi. Ama olmadı. Sarf etmek için tek kelime bile bulamadı. Aklında kurduğu cümlelerin sırf teselli vermek için söylendiği çok belli olacaktı.
    Öğle paydosu, fabrika...

    Tabldottan çıkan kalitesiz yemeği yiyen her bir fabrika işçisi çayını aldıktan sonra sigarasını içmeye arka bahçeye çıkıyordu. Fakat Bekir ilk aşamayı atlamış, beyaz bir pet bardağa doldurduğu çayının yanında, sigarasını tüttürmeye başlamıştı. Bir an elindeki plastik bardağa baktı. Küfür etmek geldi içinden. Bir çay keyfi vardı ve pet bardaklar onu da almıştı elinden. Çay, cam bardaktan başka bir şey ile içilemezdi ki.

    "Şu, duvarın dibinde yalnız oturan, Bekir değil mi o? Ne yapıyor öyle tek başına?"

    "Hee Bekir. Ne oldu ağabey bu çocuğa? Eskiden iki çift sohbeti vardı. Şimdi o da gitmiş. Mel mel gelip gidiyor. Utanmasa verdiğimiz selamı almayacak."

    "Gel bir konuşalım şununla. Bakalım neyi varmış."

    İki mesai arkadaşının kendisine doğru geldiğini gören Bekir'in canı sıkıldı. Konuşacak mecali yoktu ki. Gençlerden biri henüz varmalarına varken bağırarak sordu. Bir yandan hâlâ yürüyorlardı.

    "Bekir! Ağabey ne yapıyorsun burada pusmuşsun duvarın dibine."

    "Oturuyorum."

    "Onu bizde görüyoruz. Demek istediğim gel şöyle bi katıl aramıza. İki çift sohbetini alalım. Nedir burada kukumav kuşu gibi düşünüyorsun. Yoksa sen hayatı ciddiye mi alıyorsun?"

    "Hayat ciddi değil mi?"

    "Değil tabii ya. Bak kardeşim, genciz, özgürüz hayatı yaşamak varken. Ne gerek var bu kadar düşünmeye."

    "Özgür müyüz?"

    "Tabii, özgürüz işte."

    "Nasıl?"

    "Kardeşim baksana özgürüz. Önümüzde seçenekler var ve biz istediğimizi seçiyoruz. İlla da şunu seç diye dayatma yapan mı var sana?"

    "Evet, istediğimiz seçeneği seçiyoruz. Peki, bu seçenekleri kim sunuyor bize? Seçmeye mahkûmsam nasıl özgür diyebilirim kendime?"

    "Ohoo, yürü olum yürü. Uçmuş bu. Hadi zil çaldı, geç kalıp ustabaşından fırça yemeyelim yine.
    Akşam yemeğinden sonra, mahallenin kahvehanesi...

    Yeşil masa örtüleri üzerinde, düşen sigara küllerinin yakarak açtığı ufak delikler. Rengi kapalı griye dönmüş, kirli iskambil kâğıtları. Okey taşlarının istekalara vururken çıkardığı karizmatik ses. Ve kahvehane sohbeti.

    "Gel dedim, gel bakalım. Sakal mıyım da jiletten korkacağım lan!"

    "Helâl bee, işte delikanlı."

    Kahvenin müdavimi, o kadar esmer ki lâkabı Karanlık. Fakat Karanlık ağabey de eskisi kadar karanlık değil. Saçları tamamen beyazlamış. Yüzünü okey taşlarından hiç kaldırmadı. Arka masasında geçen bu sohbete el atmanın vakti gelmişti.

    "Hoop, yavaş olun gençler, delikanlılık öyle jiletli sohbetlerle, tespihle olmaz. Ağır olun, efendice oturun, Salim ağabeyinizden hizmeti görün."

    Garip. Bu fırça gençleri kızdırmamıştı. Aksine hoşlarına gitmişti. Gerçekten garip yerler bu kahvehaneler.

    Salim ağabey kahvehanenin sahibi. Omzunda havlu, tek eline tabağıyla birlikte beş çay bardağı alabilen, babacan bir adam. Çay ocağının hemen üzerine astığı çerçevede hayat felsefesi yazıyordu.

    "Efendi ol, hizmeti gör."

    Salim ağabey yavaşça Karanlığın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı.

    "Ağabey şu Bekir'in bir derdi var galiba. Orada öylece tek başına oturuyor. Bir baksan nesi var."

    "Anladım, şu el bitsin hemen bakıyorum olaya."

    Karanlık kendi masasından kalkarak, Bekir'in masasına yanaştı. Sandalyeyi oturmak için düzeltirken bir yandan konuşmaya başladı.

    "Bekir kardeş nasılsın? Ayıp ediyorsun hiç selam vermeden öylece yanımızdan geçiyorsun."

    "Görmedim, kafam dalgın. Yoksa neden vermeyeyim selam."

    "Neden dalgın kafan? Bir şeyler varmış sende, Salim ağabey fark ettiğine göre bir durum var. Anlat kardeşim belki bir deva buluruz derdine."

    Bekir içinde şiddetli bir merak hissetti. Acaba nasıl bir yorum yapacaktı Karanlık? Bu tip adamların garip bir bilgeliği olurdu. Üstelik görmüş, geçirmiş adam. Ne kaybederdi ki?

    "Nasıl olduğunu, ayrıntıları sorma. Sana şu kadarını söyleyeyim anlarsın; Sevdiğim kız evlendi. Artık o yok. Ve ben yarım kaldım."

    Sessizlik... Karanlık ağabey ters bir duruma çatmıştı. Ama bir şeyler söylemeliydi.

    "Seni en iyi ben anlarım koçum. Aynı yollardan bizde geçtik. Aynı acıları bizde tattık. Sana diyebileceğim tek şey, zaman her şeyi temizler. Sabır... Sabır... "
    Sabah namazı vakti, camii...

    Karanlığın en koyu tonu bütün gökyüzüne hâkimdi. Fakat bunun sebebi güneşin birazdan doğacak olmasıydı. Az kalmıştı. Şafakla birlikte bu zifiri karanlık yerini berrak, umut dolu bir gökyüzüne bırakacaktı.

    Camii kapısından içeriye sağ ayağını atarak girdi. Ayakkabılıklarda tek tük, kösele ayakkabılar. Üst kata çıkan merdivenlerin önünde birkaç ahşap baston. Pembe renkli, geniş temiz halılar. Yaşlı bir amca omzunu kolonlardan birine dayamış, bağdaş kurarak oturuyordu. Küçük bir çocuk hutbenin dibinde oturan babasının yanından ayrılmış, arka saflarda rengârenk tespihlerle oynuyordu.

    Kubbe, yüksekliğiyle insana acziyetini hatırlatıyordu. Turkuaz renkli sanat harikası çinilerdeki geometrik desenler, zarafetin en ince ayrıntılarına sahipti. Bekir'in gözleri minbere ilişti. Çocukken minberdeki merdiven basamaklarının görünmez bir şekilde devam ederek gökyüzüne, Allah'a ulaştığını düşünürdü. Allah'ın gökyüzünde olmadığını, mekândan münezzeh olduğunu çok sonra öğrenmişti.

    Sabah namazı dört rekâttı. Hemen bitivermişti. Cemaat yavaş yavaş camiyi boşaltırken birbirlerine "Allah kabul etsin" gibi sözler söylüyorlardı. Bekir'e de birkaç kişi böyle temennide bulunup, selam verdi.

    Ayakkabılarını giyip sol ayağıyla dışarıya çıkarken gözlerini gökyüzünden alamadı. Henüz birkaç dakika önce katran kadar siyah olan gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Baştan aşağıya umut vaat eden bu mavi kendisine tanıdık geliyordu.


    Murat Cem Şeker
#02.08.2009 23:00 0 0 0