Haftaya Pırasalı Börek

Son güncelleme: 30.09.2009 09:57
  • Ben içeri düştüğümde Seyit buradaydı. Antepli Seyit. Yüzünün yarısıyla gülerdi. Gerisi tetikte. Benden iki yaş büyüktü galiba. Aynı boyda sayılırdık. Ya da bana öyle gelirdi. Ona benzer yanım olsun isterdim belki de. Çok zayıftı. Yanımdaki yatakta uyurken bazen battaniyenin altında kaybolup gittiğini sanırdım. Ama namussuzun eli fena ağırdı. Bir defasında, karavanın dibindeki kötü bulguru tabağımıza sıyırmak isteyen çocuğun neredeyse burnunu kırıyordu. Ortalık ayaklandı aniden. Çevirip dövmeye kalktılar onu. Benimse elim ayağım kilitlenmişti. Sonra etrafındaki halka durdu, genişleyip dağıldı. Çünkü o bizden farklıydı. Hükümlüydü. Üstelik ağır mahkûmdu. Korktular galiba.



    Ben günleri sayardım. Eksiksiz. Onun umurunda değil gibiydi. Anam tam üç defa görüşe gelmişti. Çıkınında pırasalı börek. Seyit'in görüşçüsü olmazdı. O günlerde ismi anons edilmezdi hiç. Çok yalvarmıştım, "Sen de gel benimle," diye. Omuz silkip yatağına uzanırdı.



    İlk geldiğim gün, kapı altında çok dövmüşlerdi beni. Meğer âdettenmiş. Hoş geldin dayağı. Sadece sübyan koğuşu değil büyükler de aynı tezgâhtan geçerlermiş. Sonra gözümle gördüm de inandım.



    İlk tokatta bırakıvermiştim kendimi yere. Nereden bileyim ağlamamam gerektiğini. Yorulunca kaldırıp idarenin önündeki çeşmeye götürdüler. Elimi yüzümü yıkadım. Gardiyanın biri kulağıma eğilip, "Cayırtıyı kes, yoksa yine yıkarlar," dedi. Sustum. Zaten acıdan çok korkudan ağlamıştım. Adam öyle konuşunca nedense titremem geçivermişti. Ahmet Dayıma benziyordu bıyıkları. Pırasa gibi aşağıya sarkmış.



    Kolumdan tutup berbere götürdü. Anam okula başlayınca da sıfıra vurdurtmuştu saçlarımı. Ama yıllardır görmemiştim keleş kafamı. Sanki yamuk gibi geldi bana. Üstünden bastırmışlar gibi. Hâlbuki kafama da vurmamışlardı hiç.



    Tıraş faslından sonra tecride attılar. O da âdettenmiş. Yerde kusmuklu battaniyeler vardı. Çok tuttum kendimi, ama dayanamadım. Köşedeki konserve kutusunun içine işedim. Ceketimi çıkarttım. Altıma serdim. Soğuktu içerisi. Ayakkabımın birini kıçımın altına, ötekini sırtıma aldım. Uyumuşum.



    Birisi duvara vurdu. Yalan gibi geldi bana. Yine vurdu. Kalktım. Hücrenin arka duvarındaki demir perdeli pencereden yel üfürüyordu. Karanlıkta bir el kondu pencereye. Çekildi. Elimi uzattım. Çeyrek ekmek. İçinde helva ve peynir.



    Çok sordum Seyit'e, "Sen miydin o?" diye. "Yok, ben değildim," demekten usanmadı. Ama "Her düşenin bir tutanı vardır," derdi.



    Kaç defa düşerken tutmuştu beni. Yatak için para istediklerinde diklenmişti koğuş sorumlusuna. Ardından bir paket sigaraya halletmişti. "Önce dişini göster, ama fazla da sert olma. Tez kırarlar," derdi.



    Hamamda da o yetişmişti imdadıma. Başım sabunluyken birileri havluyla boğazımı sıkmıştı. Biz donumuzla yıkanırız burada. Donumu çektiler aşağıya. Ağlamamam gerekiyordu, ama yine yelkenleri indirmiştim. Gürleyen sesten anladım ki Seyit'ti. Dişlerinin arasındaki jiletin ardından yılan gibi tısladı. Dağıldılar.



    "Böyle olmayacak," dedi. "Bak biz hepimiz karayız burada. Bir sarışın sen varsın. Seni rahat bırakmazlar."



    Akşamına gardiyanlara iki paket sigara verdik. İdare binasına geçtik. Anamı aradım. Ertesi gün dayım geldi. Motosikletini satmış. Hiç konuşmadı. Telin öbür tarafında oturup yere baktı.



    Seyit parayı başgardiyana verdi. Bana sulanan çocukları topladılar sabah sayımında. Bir daha ilişen olmadı bize. Daha doğrusu bana. Zaten Seyit ağır mahkûm. Ustasını vurmuş iki kaşının arasından. Çok üsteledim. O kadarını anlattı.



    Seyit çok konuşmazdı. Ama bir defasında ağladı yanımda. O gün kömür taşıma sırası bizdeydi. Tepeleme dolu el arabasını ittiriyorduk. Büyük avludaki nar ağacını geçerken gardiyanın biri durdurdu bizi. Elinde çamaşır çantası.



    "Bunu beşinci koğuşa götürün," dedi.



    "Bizi oraya bırakmazlar ki."



    Seyit doğru söylüyordu. Oraya gitmemiz yasaktı.



    "Ben kapıdakine söyledim. Gidin siz."



    Arabayı olduğu yerde bırakıp koştuk. Beşinci koğuşun dış kapısındaki nöbetçi bizi görünce kilidi çevirdi. Uzun maltayı geçtik. Havalandırmaya girdik. Üç kişi voltadaydı. Öylesine bakıp yollarına devam ettiler. Koğuşun kapısına vardık. Boyluca, çakır gözlü biri göründü içeriden.



    "Hayırdır?"



    Seyit çantayı uzattı. Adam alıp içine baktı.



    "Tamam," dedi.



    Arkasını dönüyordu ki durdu.



    "Karnınız aç mı?"



    Seyitle bakıştık. Şimdiye kadar kimse açlığımızı sormamıştı.



    Koğuşun girişindeki koridorun sonuna yürüdü. Masanın üzerinde duran dolabı açtı. Yarım ekmeği dikine böldü. İçine helva katıp bıçağın ucuyla ezdi. Çay doldurdu iki su bardağına.



    "Alsanıza oğlum. Beleş yahu. Burada parasız."



    İki şaşkın çocuk, kapının dışına çöktük. Ellerimiz helvanın yağına bulandı.



    İçeriden başkası kucağında incecik adamın biriyle çıktı. Koğuşun havalandırmaya bakan uzun penceresinin altındaki divana oturdular. Pencereye uzanıp pervazda duran tabağı aldı. Taşıdığı adama kaşık kaşık yedirmeye başladı. Durdular. Karşıdaki yüksek duvarın üzerinden ötelere baktılar dalgınca. Arkada sisler içinde Ankara Kalesi.



    "Seyit," dedim. "Büyüyünce bu koğuşta yatalım en iyisi."



    Güldü.



    "Emrin olur, beyim."



    Ekmeğimizi bitirmek üzereydik ki içeriden ses geldi. Dönüp baktık. Adamın bize ekmek kestiği masayı boydan kaplayan örtü hafifçe kımıldadı. Aralanan açıklıktan çamurlu bir el uzandı. Yerde duran torbayı çekip aldı. Kayboldu.



    Ne olduğunu anlamadan Seyit çekti beni.



    "Yürü gidiyoruz."



    "Nereye yahu? Çay bitmedi daha."



    "Çayına da sana da sokarım şimdi."



    Kolumdan tutup sürükledi. Onu hiç böyle telaşlı görmemiştim. Havalandırma kapısından çıkar çıkmaz duvara dayadı beni.



    "Burada ne gördüysen unutacaksın, tamam mı?"



    "Neyi?"



    "Hiçbir şey görmedin sen. Eğer ağzından kaçırırsan, anam avradım olsun vururum seni."



    Dizlerim titriyordu. Gözleri içimi delip çıkıyordu. Durdu. Elleri yavaşça boğazımdan gevşedi. Duvara yaslandı benim gibi. Soluklandı.



    "Hadi, gidelim."



    Aklım karışmıştı. Ellerimdeki teri üstüme sürüp takip ettim onu.



    Yaklaşınca dış kapının nöbetçisi davrandı. Kapıyı açtı. Tam çıkıyorduk ki köşeyi dönen başgardiyan bizi gördü. Koştu yanımıza.



    "Ulan ben size buraya adli adam girmeyecek, demedim mi? Beni yakacak mısınız siz? Allarım delileri..." diye bağırmaya başladı.



    Bir ara bize döndü.



    "Siktirin len. Yıkılın karşımdan."



    Başgardiyanın uzun tekmesi tam belimi vurmuştu. Seyit beni yerden kaptığı gibi uçurdu oradan.



    Koğuşa vardık. Yine ağlayasım vardı.



    "Bak," dedi. "Ağlamazsan gece sana her şeyi anlatacağım."



    Ağlamadım.



    Akşam sayımından sonra yataklarımıza çekildik. Yemek bile yememiştik. Seyit gözünü tavana dikmiş düşünüyordu. Belimin ağrısından içim geçmiş.



    Gece dürttü beni. Eliyle "sus" yaptı. Helaya gidiyormuş gibi kalktık. Koğuşun koridora açılan kapısını yavaşça kapattı. Kırık lavabolarla dolu eski çamaşırhaneye girdik.



    Duvarın dibindeki boş elbise dolaplarını sessizce çekti. Uzanıp kulağını yere dayadı. "Gel" dedi parmaklarıyla. Yanına yattım. Onun gibi kulağımı dayadım. Derinden belli belirsiz sesler geliyordu. Sanki aşağıda birileri toprağı didikliyordu.



    "Ne bu?"



    "Duymuyor musun?"



    "Anlamadım ki."



    İki eliyle beni kendine çekti.



    "Kazıyorlar oğlum. Beşinci koğuş."



    "Gidiyorlar. Kurtuluyorlar buradan."



    Beni bıraktı. Başını dizlerinin arasına gömüp hıçkırmaya başladı. Ses çıkartmamak için kolunu dişliyordu.



    Ardından bana baktı. Yaşlı gözlerle gülümsedi.



    Sus işareti yaptı.



    Parmaklarımızın ucunda geri yatağa döndük.



    Seyit gözünü tavana dikmiş düşünüyordu. Mutluydu galiba. Anam geldi aklıma. Haftaya görüş vardı. Çıkınında pırasalı börek. Düşündüm ki bu hayat yine de iyiydi. Birileri burada kolumu kanadımı kırsa, Seyit sırtında taşırdı beni. Eliyle çorba içirirdi. Anam da her görüşe gelirdi.



    Dönüp uyudum.


    Ahmet Büke
#30.09.2009 09:57 0 0 0