Sınırda Yaşayanlar

Son güncelleme: 19.10.2009 07:54


  • Günlerce uykusuz ve düşünceli geceler geçirmiştim. Bir hafta sonra ilk kez başımı yastığa koyar koymaz rahat bir şekilde uyumuştum. Bir süre önce insanların hayata dair hissettikleri düşünce ve duygularıyla ilgili olarak sınırda yaşayanlar adlı bir toplantıya katılmıştım.
    Koskocaman kapıdan büyük bir salona geçerken içerisi tıklım tıklım doluydu. Tanımadığım birçok yabancı yüz, bir amaç için burada bulunmuştu. Hayatın sınırında yaşayan insanların duygularını ve düşüncelerini anlayabilmek ve onlara hissettikleri bu duygularına karşın bir çıkış kapısı gösterebilmekti amacımız.
    Konuşmacılar konuşmalarını hazırlamıştı. Salonda birçok değişik, hayata karşı yönünü sabitleyememiş insanların yüz ifadeleriyle karşılaşmak ve hayat hikayelerini onların ağzından dinlemek sınırda yaşamanın insanın hayatında, istemediği kadar karşılaşabileceği bir durum olmasıydı. Yalnız bu insanların durumları biraz daha ağırdı. Kim bilir? hayatta kaç kere açmak istedikleri kapı yüzlerine kapanmış ve iki kapı arasında sıkışıp kalmışlardı. Bütün istenilen, onların bu durumlarına nasıl karşı koyabileceklerini karşılaştıkları kişilerin hayat hikayelerinden biraz da olsun öğrenebilmeleriydi.
    İki gün boyunca değişik yaşam biçimlerine ve aynı yaşam biçimlerine sahip insanların yaşadıkları olaylara bakış açısını incelemeye, sonra da onları irdelemeye çalıştım. Duyguların sınırında yaşamak zordu. Onlara canlarını sıkan şeylerin ne olduğunu sorduğumuzda, verdikleri cevap birbirlerinin cevabına benziyordu. Bir yerden gitmek ve kalmak istemek gibi bir şeydi.
    Daha kim olduklarını ve nereye ait olduklarını bile tam olarak bilmiyorlardı. Benlikleriyle çıktıkları yolculuklar sırasında, heyecanları azalmış boş gözlerle etrafa bakıyorlardı. Hayatın bir köşesinden tutmuşlar ve bir şekilde hayata karışmışlardı. Fakat, sağlam tutunmayı becerememişlerdi.
    Kimi hayata karşı düzgün adım atabilmeyi unutmuş, kimisi de hep reddedilmenin eşiğinde sıkışıp kalmıştı. Anlattıklarıyla, onların hikayelerinden algıladığım kadarıyla aslında çok şey istemiyorlardı. İstedikleri sadece benliklerinde girdikleri girdap çemberinden bir an önce kurtulmaktı. Kimi kurtulabileceğine emin değildi. Bu duruma, kimilerinin korkuları ağır basıyordu. Bir kısır döngü halinde yeniden başa döneceklerinden korkuyorlardı.
    Hepsi hayatın bir yerlerinden üst üste darbeler yiyerek yaralanmış, yaraları hala taze ve kapanmamış duygularının sınırında yaşayan insanlardı. Onlara korkularıyla yüzleşebilmek adına kendi düşüncelerini yazabilecekleri kalem ve kağıt verilmişti. Kimi yazdığı düşüncesini topluluk önünde paylaşabilecek kadar cesaretli, kimide utangaçtı. İşte! Onlar için durum gittikçe zorlaşıyordu. Birileri tarafından duygularının bilinmesi onları utandırıp korkutuyordu. Oysa buraya cesaret edip gelebilmişlerdi.
    Çoğu kendilerine böyle bir hayatı uygun görmemelerine rağmen, hayatlarından memnunmuş gibi davranıyorlardı. Sınırda yaşayanların hayatları, dikenli teller ardında açan bir yaban gülü gibiydi. Yaban gülü gibi dikenli tellerin ardını görürler, ulaşmak isterler, fakat bir türlü ulaşamazlardı. Hayatla kavgaları bitmemiş insanlardı onlar. Bu yüzden çok soru sorarlardı. Bazen bir şeye körükörüne bağlandıklarını bilirler, fakat yinede bağlandıkları şeylerde sabit kalmayı yeğlerlerdi. Bazen de sezgileri, dürtüleri artık bir şeyleri açıkça beklemenin, içindeki bu duyguların acısını fazla hafifletmeyeceğini düşündükleri zaman gördükleri ve yaşadıkları arasında sıkışıp kalırlardı.
    Ulaşmak istedikleriyle, vazgeçmek istedikleri el ele tutuşuyor gibi görünse de; her ikisini de kaybedeceklerinden korktukları için bazen sağır ve kör olurlardı. Mantık ve gerçek arasında ince bir çizgide sıkışıp kalırlardı. Kendilerine verdikleri sözleri, üzerlerinde uyguladıkları kuralları bile bazen unutabiliyorlardı. Belki hayatla, belki de kendileriyle oyun oynama yolunu seçiyorlardı. Kendileriyle kimi zaman düşman, kimi zaman dost olurlardı. Bir şeyin ortası yoktu onlarda. Rahatlık ve huzuru bir arada görmezler. Bu yüzden hep huzur bulma umuduyla kendilerini avuturlardı. Karşılaştıkları ilk huzurda gülümserken, hayatın ve insanların onlara yaşattıkları çirkin sürprizleriyle karşılaşırlardı. Ve çoğu, tekrar vazgeçmek istedikleri yaşamlarına geri dönerlerdi. Dalgalanmalar hiç eksik olmazdı onların hayatından. Gel-git ler içerisinde alçalan ve yükselen duygularınla, iyi bir sörfçü olup, sörf tahtasına tutunmaya çalışırlardı onlar.
    Bu toplantıda da evliliğinde sorunlar yaşayanlar, boşanan ailelerin çocukları, içki ve kötü alışkanlıklarını bırakıp bırakmamak arasında tereddütte kalanlar, psikolojik sorunlarının sınırında yaşayanlar, maddiyatla maneviyat arasında sıkışan kalanlar, yani hayata dair insanın yaşadığı ne varsa o gün oradaydı.
    Bir süre sonra, kürsüye elinde yazdığı kağıdıyla orta yaşlarında bir bayan çıktı. Kendinden gayet emin görünüyordu. Gençliğiyle yaşlılığı arasında sıkışıp kaldığını, kendini ne genç ne de yaşlı olarak göremediğini, fakat cümlelerine çok istediği halde hissetmek istediğini de ekliyordu. Ve, bu durumun ona gittikçe acı verdiğini, bunu bir türlü önleyemediğinden bahsediyordu.
    Duygularını şu cümlelerle dile getirmişti.
    56 yaşında bir bayan olarak yüreğim hala 18 yaşında bir kız gibi çarpıyor. Öyle bir an geliyor ki, bir anda 56 yaşıma geri dönüyorum. Bunun sebebi benim acizliğim mi bilemiyorum. Ruhum, bazen genç bir kız gibi giyinmek istiyor ve giyiniyorum. Dışarıya gezmeye çıkıyorum. İnsanların bakışları ve tanıdıklarımın sen koskoca bir kadınsın, sana böyle giyinmek yakışıyor mu? Sözüyle karşılaşıyor, hayal kırıklığına uğruyorum. İşte! orada, hayata karşı inancımı bütünüyle yitiriyorum.
    O zaman kendime soruyorum ben kimim ve neyim? Onların gözünde giyinmek için hangi yaş sınırına ait olmalıyım? Günümüz şarkılarından bildiğim kadarıyla biraz bir şeyler mırıldanırsam, bu yaşta sana bu şarkılar yakışıyor mu sıfatıyla karşılaşıyorum. Yoksa, ben bu sorgulamaların altında hep ölümü ve yaşlılığı anlatan şarkılar mı söylemeliyim? Bilmiyorum. Sizlere soruyorum. Bu konuda sıkışıp kaldım diyordu.
    Onu ilk kez gördüğüm halde duygularını anlamakta zorlanmadım. Hissettiklerine dair bir şeyler anlattıkça doğruyu söylemek gerekirse rahatlıyor gibi görünse de, gözlerinden hala bir yerlerde sıkışıp kaldığı anlaşılıyordu. Onu kendine yabancılaştırmıştı dostları ve etrafı. Benliğinde tanımadığı iki yabancı dolaşıyordu. Rahat bıraksalar onunla yaşından dolayı dalga geçmeselerdi bir çıkış kapısı bulacaktı kendine. Fakat, o bu konuda güçsüz çıkmıştı. Suç onda mıydı? Hayır. Kendine güveni mi yoktu? Hayır. Aslında suç ona bu şansı tanımayıp ve kendileri gibi sanıp ona içindekileri özgürce yaşama fırsatı vermeyenlerde, duygularına set çekenlerde ve engelleyenlerdeydi.
    Biraz sonra ağzından içkiyi hiç eksik etmediğini söyleyen 45yaşlarında bir adam çıktı kürsüye. Şaşkınlıktan mı? utangaçlıktan mı? yoksa içkiden mi olsa gerek kekelemeye başladı. Arka sıralarımda oturan birkaç kişi onun kekelemesine güldü. Salonda hafifte olsa bu gülüşmeler duyuldu. Ve, o bey bir anda kürsüyü yüz ifadesi kıpkırmızı olarak terk etti. Şimdi burada suç kimdeydi? Onun kendine olan güvensizliğimi? içkiyi bırakacağına inanıp inanmayışımı? yoksa salonda onun konuşmasını küçümseyen insanlarda mıydı?
    Aklım hala o beyin hissettiklerinin neler olabileceğini ve bunu nasıl paylaşabileceğindeydi. Bu fırsat onun utangaçlığıyla elinden alınmıştı. İnanamıyordum. Göz göre göre onların içindeki sınırları aşmasını sağlamak yerine sınır kapılarını daha da kapıyorduk
    Sonra bir küçük çocuk çıktı kürsüye. Elinde küçük bir not. Onu buraya getiren babasının gözlerinin içerisine bakarak, seni seviyorum babacığım. Ama annemi de seviyorum. Lütfen! onu görme fırsatımı elimden alma diye haykırıyordu. Ne sensiz ne de annemsiz olabilirim. Benim sizi paylaşmayı bildiğim gibi, sizde beni paylaşmayı bilin. Birbirinizden nefret ediyorsunuz. Bunu biliyorum. Ama nefret duygusuyla ben büyümek istemiyorum diyordu.
    Bütün salon ağlıyordu. Fakat çocuğunu buraya getiren babanın yüz ifadesinde bir kıpırdama yoktu. Buraya niçin geldiğini anlayamadığım bu baba, bir anda çocuğunu alarak salonu terk etti. Bu kadar sevimli ve tatlı bir çocuğun konuşmasına babası nasıl olurda karşılıksız kalmıştı. Bilemiyordum. Çocuk boşanmış olan anne ve babasının arasındaki bu soğuk duvarları yıkmak istiyor, fakat kendi eliyle örmek istediği duvarlar yine başkaları tarafından yıkılıyordu. Gerçi bunun sebebini bilemeyecektim.
    Çeşit çeşit hayat hikayeleri vardı. Bu durumun insan hayatında ne kadar tehlikeli olabileceğini, o gün anlatılan hikayelerle birebir sezdim. Karşılıklı anlayış ve toplum olarak göstereceğimiz bir çaba aramızda bulunan bu insanların hayata karşı kuşkularını, endişelerini ve korkularını dağıtacak kadar etkili olabilecekti.
    Öyle hikayeler vardı ki, iç gıcıklayıcıydı.
    Evine bir lokma ekmek götüremeyenlerin yaşadığı çaresizlik, hala eşinin yaşadığını sananlar, kayıp yakınları, yaşadıkları acı olaylardan dolayı akılını kaçıracak gibi olanlar, bir zamanlar görmek istemiyorum dediği çocuğunun hasretine dayanamayanlar, yeniden yürüyüp yürüyemeyeceği arasında engeliyle sıkışıp kalanlar, umudunun tekrar kırılacağına inananlar herkes buraydı.
    Bu düşüncelerin hepsi kendileriyle girdikleri bir iç savaşın sonucuydu. Düşünüyorum da, dış etkenlerin onların sınırda yaşamalarında bir etkisi yok muydu? Güçsüz, aciz çaresiz, güvensiz insanlar olarak algılansalar da onlar hayata kırgın ve hala umut bekleyen insanlardı.


    Yazan : Melodi AKÇAY
#19.10.2009 07:54 0 0 0