Sakla Samanı Gelir Zamanı Atasözünün Hikayesi

Son güncelleme: 25.03.2012 12:30
  • Sakla Samanı Gelir Zamanı Atasözünün Hikayesi

    Karaman'ın Ayrancı ilçesinde Selçuklular devrinde yapılmış Atlas Hanı vardır. Yaşlı bir kadın yılların iyi gittiği zamanlarda, saman yaptırmakta ve yaptırdığı samanları da nodalayarak saklamaktadır. Aradan geçen birkaç yıl sonra büyük bir kuraklık olmuş ve kıtlık baş göstermiş. Böylece yaşlı kadın nodalardaki samanları satarak parasıyla bu Atlas Hanı yaptırmıştır. Bir de tekerlemesi vardır ki kadın şöyle der:
    Sakladım sarı samanı Geldi zamanı Satıp parasıyla yaptırdım Atlas Hanı,

    İşte han ile ilgili anlatılan bu efsaneye göre "Sakla Samanı Gelir Zamanı" sözünün kaynağının bu çevre ve Karaman'a ait olduğunu düşünebiliriz.
#01.05.2010 20:49 0 0 0
  • Toprağı Bol Olmak

    İlk çağ inançlarına göre insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.

    Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır.


    Güneşe yazı yazılmaz



    Çok zaman önce refah içinde yasayan bir ülke varmış. Ülkenin huzurlu ve müreffeh yaşamasının bir nedeni de adil iyi yürekli dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet eder ülkeyi dolaşır halkının dertlerini dinler sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarındaki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede bir elinde bir kese diğerinde bir kese. Birinden bir tas alıp diğerinden aldığı tasa bağlayıp göle atıyormuş. Bu ise epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş.

    "Dede bütün bir gün seni izledim sen ne is yaparsın anlayamadım!" demiş
    Dede kralın sorusunu söyle cevaplamış.
    - "Oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım."
    - "Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın?" diye sormuş Kral.
    - "Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet' in kaderini bağladım." Demiş ak sakallı dede.

    Kral bu cevabi alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli ak pak biricik kızı ülkenin prensesi diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparim? Nasil eder de Ahmet' e bir zarar vermeden bu kaderi bozarim diye düsünerek sarayin yolunu tutmus.

    Saraya gidince hemen sevgili usagi Ahmet' i huzuruna çagirmis:
    - "Oglum Ahmet sana bir mektup verecegim bu mektubu alacak ve Günes' e götüreceksin!" demis.

    Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yollugunu alarak düsmüs bilinmez yollara düsmüs ki ne düsmek. Babasi kadar sevdigi Kral'i ona bir görev vermis ve o bu görevi yerine getirmeli ama nasil?

    Günlerce dere tepe demeden yol gitmis. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördügü bir ulu agacin gölgesinde dinlenmeye karar vermis ve uykuya dalmis. Uyandiginda bir de ne görsün! Agacin az ötesinde bir göl o göl ki üzerine günesin aksi vurmus!

    - "Kralimin dedigi Günes bu olsa gerek" diyerek üzerinde sadece külotu kalincaya kadar soyunarak atmis kendini göle. Dibe dogru yüzmüs yüzmüs... Taa dipte günesin aksinin tükendigi yerde bir de ne görsün! Sahane bir hazine sandigi! Almis sandigi çikmis çikmis ama Ahmet artik zenci degil bembeyaz bir Ahmet... Sadece külotunun oldugu bölge eski rengini tasiyor.

    - "Var bu iste bir hikmet!" demis ve açmis sandigi. Sandik gerçek bir hazine sandigi içinde binbir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde 'Günes'ten Kral'a' yazan bir de zarf.

    Ahmet ne yapacagini bilemez hale gelmis bir anda yeni rengi ve yasadiklari ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacagini düsünerek ismini de degistirip ülkesine zengin bir tüccar kimligi ile dönme karari almis.

    Dönünce ülkesine düsleri bir bir gerçeklesmis.

    Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakisikli tüccari ile güzeller güzeli kizini evlendirmeye karar verince Kral dünyalar Ahmet'in olmus. Kral vermis vermesine kizini zengin tüccara ama akli da bir yandan oglu gibi sevdigi ve hiçbir haber alamadigi usagi Ahmet'te imis. Gel zaman git zaman damadi ile birlikte bir ziyafet yemeginde iken yere düsen bir çatali almak için egilince Ahmet salvarinin kenarindan kaba eti görünmüs!

    Koyu renkli tenini gören Kral gözlerine inanamamis. Yemek bitip odasina çekilecekken herkes koridorun sonuna dogru yürüyen damadinin arkasindan seslenivermis Kral:

    - "Ahmet!"
    Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adini gayriihtiyarî kendisine seslenen Krala dönüvermis... Ve

    - "Neler oldu Ahmet evladim anlat basindan geçenleri bana!" diyen kralina bütün olanlari bir bir anlatmis. Bunun üzerine Kral:

    - "Peki Günes'in bana gönderdigi mektup nerede?" diye sorunca da hemen odasina kosarak sandiktan çikan mektubu alip Kral'a vermis. Mektupta su satirlar yer aliyormus:

    "Günese yazi yazilmaz.
    Yazilan yazi ise bozulmaz"
    "
    İlk göz ağrısı: ilk sevilen.
    Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu'nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu ya da bu cephede savaşan bir asker olurmuş.

    Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette.
    Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, gözyaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş.

    Bazen aşikâr, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış.

    Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı:
    "Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış.

    "Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış.


    DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ, ORTAYA ÇIKIŞI



    Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.



    Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.



    Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır.


    LAFLA PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMEZ ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ, ORTAYA ÇIKIŞI



    Lafla peynir gemisi yürümez: sadece konuşmak, dayanağı olmadan gerçekleştirilemeyecek sözler vermek anlamında kullanılan bir deyimdir. hikeyesi ise şöyledir;



    Rivayete göre bir zamanlar İsatnbul'da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. Madrabaz ve cimri birisi olup Trakya'dan getirttiği peynirleri İstanbul'da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir'e gönderirmiş. İzmir'de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, "Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazlafazla veririm," diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir'e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:



    -Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu'nu bile dönmem.



    Aksi Yusuf her zamanki gibi,



    -Hele peynirler salimen varsın... demeye başlar başlamaz gemici.



    -Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.



    Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.



    -Lafla peynir gemisi yürümez .vee deyim günümüze kadar ulaşmış


    PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ, ORTAYA ÇIKIŞI



    Bir gün Nasrettin Hoca pazara giderken çocuklar etrafını almışlar. Hepsi birer düdük ısmarlamış, ama para veren olmamış.



    Hoca çocukların tümüne olumlu cevap vermiş:



    - Peki, olur...



    Çocuklardan yalnız biri, elinde para olduğu halde, Hoca'ya şunları söylemiş:



    - Şu parayla bana bir düdük getirir misin ?



    Hoca akşama doğru pazardan dönmüş. Yolunu bekleyen çocuklar hemen



    Hoca'nın etrafını sararak düdüklerini istemişler.



    Nasrettin Hoca, cebinden bir düdük çıkarıp kendisine para veren çocuğa uzatmış.



    Ötekileri bağırmaya başlamışlar:



    - Ya bizim düdükler nerede ?



    Hoca'nın cevabı kısa ve anlamlı olmuş.

    Kel başa şimşir tarak

    Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir.

    Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
    Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.

    Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:
    "Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş.

    Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.



    Zurnada peşrev olmaz

    Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş:

    -Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı?
    Ukala adam, dudak bükmüş:

    -Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın.

    Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. "Görürsün sen efendi" diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya.
    O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş.

    Bu deyim, hikayedeki anlamının dışında, "insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır.


    Yanlış hesap, Bağdattan döner.

    İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
    Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
    Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat -Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

    Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

    Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
    Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat'a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
    -Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
    İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.

    Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.

    Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
    Tüccara ,
    -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.

    Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.

    -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.

    Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
    Bu sırada kervancı içeri girer,
    Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
    -Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.

    Parayı hemen verir.
    Bu sırada kadınlar, -Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
    çıkarlar.

    Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
    -hani sen Mısır'a gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
    Atına binen kervancı,
    -yanlış hesap adamı Bağdattan döndürür der ve yoluna gider.

    Saman Altından Su Yürütmek

    Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.

    Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

    Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.

    Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.

    Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

    Bu deyim "gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek"anlamında kullanılır..





    #12
    18-08-2009, 20:13

    violet
    Hoşgeldin Meleğim..


    VERMEYİNCE MABUT NEYLESİN SULTAN MAHMUT

    Derler ki, Sultan Mahmut'lardan birine kısmeti bağlı bir adamdan söz etmişler. Sultan adamı bir de kendisi denemek istemiş.

    Bir koca tepsi baklava yaptırmış. Üst tabakadan başka tepsinin her tarafına görünmeyecek şekilde altın dizdirmiş. adamını gönderip ona tepsiyi birinin bir adağı diyerek kısmetsiz şahsa vermesini ve şahsı takip etmesini emretmiş.

    Adamımız tepsiyi almış. Yolda bir tanıdığına rastlamış. İkisinin de olaydan haberi yok. Adamımız hikayeyi anlatınca, "senin," demiş tanıdığı gerçek bir hayırseverlik duygusuyla, "baklavadan çok paraya ihtiyacın var. al şu iki altını, sat tepsiyi bana." Teklif adamımızın da işine gelmiş ve tepsiyi satmış.

    Sultan hikayeyi duyunca "fesüphanallah!" demiş. Adamına adamımızın her gün geçtiği köprünün her gün geçtiği tarafına o gelmeden hemen önce altın dizmesini ve kenara çekilip izlemesini emretmiş.

    Adamımız köprüye gelince "ya," demiş, "hep aynı taraftan geçiyorum, bu gün de diğer taraftan geçeyim, bir değişiklik olsun," demiş.

    Sultan hikayeyi duyunca, "ya hazreti pir!" demiş. Adamımızı yaka paça beylik arazilerden birine getirmelerini emretmiş. Getirmişler. Adam korkudan tir tir titrerken ona bir kasnak verilmesini emretmiş ve adamımıza, "bu kasnağı atabildiğin kadar uzağa atacaksın. En son durduğu yere kadar olan arazi senin olacak," demiş.

    Adamımız kasnağı savurmuş. Kasnak havada bir yay çizip gelmiş ayaklarının dibinde durmuş.

    Sultan "ya malik el mülk!" diye haykırmış, "getirin onu!" doğruca haziye gitmiş. Adama bir kürek verilmesini emretmiş. "Küreği daldır, ne gelirse senindir." Adam korku ve heyecandan küreği ters daldırmış ve gele gele bir metelik gelmiş.

    Sultan "kısmeti bağlı" olmanın ne demek olduğunu anlamış böylece.

    Raviyan-ı ahbar, nakilan-ı esrar zikr idürler kim "vermeyince mabut, neylesin Sultan Mahmut" meselini dahi şol sultan irad buyurmuştur."

    #13
    18-08-2009, 20:15

    violet
    Hoşgeldin Meleğim..


    TENCERE YUVARLANDI ,KAPAĞINI BULDU ATASÖZÜNÜN HİKAYESİ, ORTAYA ÇIKIŞI

    Bir zamanlar Şenn adında çok zeki ve bilgili bir adam yaşamaktaydı.Bu adam bir gün kendisi gibi bilgin ve akıllı bir kız bulup evlenmek için atına atlayıp yola çıktı.Yolda bir adama rasladı.Adam köyüne gidiyordu.Şenn de adama katılıp birlikte yolculuk etmeye başladılar.

    Şenn adama sordu:

    "Ben mi seni yükleneyim, yoksa sen mi beni yüklenirsin?"

    Adam, "Bu nasıl söz?İkimiz de atlıyken birbirimizi nasıl yükleniriz?"diye yanıt verdi.

    Biraz ilerleyip köye yaklaştıklarında, Şenn biçilmiş ekinleri görünce tekrar sordu:

    "Bu ekinler yenmiş mi yenmemiş mi?" Adam iyice sinirlendi:

    "Be cahil adam! Ekini saplarıyla görüyorsun da yenip yenmediğini mi soruyorsun?"

    Köye varınca da bir cenazeye rasladılar. Şenn yine sordu:

    "Bu tabutun içindeki ölü mü, yoksa diri mi?"

    Adam öfkeyle yüzünü çevirdi ve"Senin gibi tuhaf ve cahil bir adam görmedim!"diye çıkıştı.

    Adamcağız, sorularına bir anlam veremediği bu yol arkadaşını o gün evinde konuk etti.Evde Tabaka adında bir kızı vardı.Kız babasına konuğun kim olduğunu sordu.Adam da onun kendisine sorduğu aptalca soruları sıraladı ve pek tuhaf bir adam olduğunu söyledi.Fakat kız "Baba, o adam tuhaf değil" dedi."Birinci sorusu,'Ben mi söze başlayayım sen mi?' demektir.İkincisi, 'Ekin sahipleri onun parasını yemişler mi acaba?', üçüncüsü de,'Acaba bu ölü kendi adını yaşatacak evlat bırakmış mıdır?' demektir.

    Bunun üzerine adam, Şenn'in yanına dönüp soruların yanıtını aktardı.Şenn ise, "Bu sözler senin değil.Sahibini açıklar mısın?"deyince, adam kendi kızı olduğunu söyledi.

    Şenn , "Ben işte böyle bir kız arıyordum" diyerek onunla evlenmek istedi.

    Anne babasının da rızasıyla Tabaka ile evlenen Şenn, kızı alıp ailesine götürdü.Çevre halkı da bu evlilik karşısında, "Vafeka şenn tabaka", yani "Kap kapağına uygun düştü" dediler.Çünkü "Şenn" su kabı, "Tabaka" ise kapak anlamındadır.Türkçe'mizde ise bu söz, "Tencere yuvarlandı, kapağını buldu" atasözüne dönüşmüştür.


    Püf Noktası
    Vaktiyle testi ve çanak çömlek imal edilen kasabalardan birinde,uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak ,kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş .Ne yazık ki her defasında ustası ona:
    -Sen demiş,daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun ,biraz daha emek vermen gerekiyor .
    Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa , artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar .Açare açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testilere,küpler.vazolar,sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya yer yer çatlamaya başlar.Kalfa ,bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez.Nihayet ustasına gider durumu anlatır.Usta:
    -Sana demedim mi evladım ;sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin.Bu sanatın bir püf noktası vardır.
    Usta bunun üzrine tezgaha bir miktar çamur koyar ve:
    -Haydi,der,geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar .Ben de sana püf noktasını göstereyim
    Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta,önünde dönen çanağa arada sırada "püf " diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir.Böylece çırak da bu sanatın püf dednilen noktasını öğrenmiş olur.
    Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır.


    Sarı Çizmeli Mehmet Ağa


    Önce Barış Manço ya rahmetle şu mısraları okuyalım:

    Yaz dostum yoksul görsen besle kaymak bal ile
    Yaz dostum garipleri giydir ipek şal ile
    Yaz dostum öksüz görsen sar kanadın kolunu
    Yaz dostum kimse göçmez bu dünyadan mal ile
    Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı
    Sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı


    Evet ! Hesabı ödemeyen Sarı Çizmeli nin hikayesi şöyle:
    Sarı çizmenin moda olduyğu bir zamanda,İzmir eşrafındanbirisi,uşağını çağırıp tembih etmiş :
    -Bak a efendi Aydın dan Mehmet Ağa isminde birisi, gelecek.Harman zamanında sarı çizme alması için on dört akçe vermiştim.Borcunun vadesi geldi ,bugün defterden borcunu sildim .Şimdi faytona bin doğru istasyona! Uzun boylu,orta yaşlı,efe bıyıklı biridir ,hemen tanırsın.

    Uşak istasyona varmış.Tren boşalmaya başlamış bir müddet ,tarife uygun adam aramışsada nafile .Bari çizmesinden tanıyayım diye bu sefer ayakları tarassuda başlamış.Ne varki sarı çizme lerden giyen giyene .Nihayet çaresizlik içinde en benzer kişiye seslenmiş :
    -Mehmet Ağa ! Bizim bey seni konakta bekliyor.

    Tesadüf bu ya ,sarı çizmeli adamın adı mehmet olup Aydın da kendisine ağa diye çağırırlarmış .Beraberce konağa varmışlar .Bey bakmış ki gelen sarı çizmeli onun borçlusu Mehmet Ağa arasında bir benzerlik yok .Elindeki defterin alacak hanesine birr yandan Mehmet Ağa nın adını yaniden yazarken , diğer yandan uşağı paylamaya başlamış.
    Nihayet uşak :
    -Bey ,demiş,burası koca bir şehir , sarı çizmeli de çoktu Mehmet Ağa da .Seninkini yaz deftere bir daha !
    Bu hikaye halk arasında yayıldıktan sonra,kim olduğu ne olduğu belli olmayan birisnden bahsedilirken "Sarı çizmeliMehmet Ağa " deyimi kullanılmaya başlanmıştır.
    TASI TARAĞI TOPLA(T)MAK


    Bağdat dilencilerinden, meşhur bir Abbas Oş var imiş. Mevsimine göre ya cerre çıkmak; yahut dilencilik yapmak suretiyle zengin olmuş. Bütün Bağdat'ın tanıdığı bu adamın şöhretinden istifade etmek isteyen bir sefil, Abbas'ı kollamaya başlamış. Nihayet bir ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp ardınca içeri dalmış ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle demiş:

    — Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim. Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne guna usul ve kavaidi var ise bilcümle öğrenmek isterim, şu mübarek geceler hürmetine, lütfediniz!..

    Abbas, bu girizgâhtan sonra şevke gelip cevap vermiş:

    — Peki evlât, öğreteyim. Dilenciliğin başlıca üç kuralı vardır; kulağına küpe olsun. Bir, her nerede olursa olsun isteme-

    li. İki, her kimden olursa olsun istemeli. Ve üç, her ne olursa olsun istemeli.

    Yeni yetme dilenci hemen o anda Abbas'ın elini öperek demiş ki:

    — Ustam, ben fakirim, Allah rızası için bir şey!.. Abbas şaşırmış.

    — Burası hamam bre! Burada dilencilik mi olur?

    — Her nerede olursa istemeli dedin ya usta!

    — İyi ama ben zaten senin kadar fakir bir dilenciyim.

    — Öyle ama, ikinci kural, istemek için adam seçmemek gerektiğini bildirmiyor muydu?

    — Fe subhanalllah! Bu kurna başında, ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarda. Paralarım evde. İşte ortada bir tasım bir tarağım var.

    — Usta, şimdi senden öğrendiğim kuralların üçüncüsü der ki, her ne olursa olsun istemeli. Ben tasa tarağa da razıyım.

    Abbas şaşkın, etraftan onları dinleyenler hayrette, adam tası tarağı almış ve hamamdan çıkıp gitmiş. O günden sonra Abbas dilenciliğe tövbe etmiş ve soranlara da;

    — Tası tarağı toplattık! Gayri bizden bu işler geçmiş, diye yakınırmış.


    DİMYAT'A PİRİNCE GİDERKEN EVDEKİ BULGURDAN OLMAK

    Dimyat Mısır'da Süveyş Kanalı ağzında bir limandır. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Anadolu'ya getirilirmiş. Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdeniz'de korsanlar tarafından soyulmuş ve adamcağızın bütün altınlarını almışlar. Binbir zorluk içinde İstanbul'a dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmiş. İstanbul'dan kalkmış memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdaları da bulgur tüccarlarına sattığından kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar.


    İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

    Giyim kuşamına özen göstermiş şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık "iki dirhem bir çekirdek" sözü kullanılır. Bu yakıştırma ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır.Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar.Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür.Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır.

    Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.






    Zamanında yeniçeriler suçluları yakalayıp zindana kapatırlarken "Hoooopp gümm!" şeklinde nara atarlarmış. Ancak aynı "kurunun yanında yaş da yanar" atasözünde olduğu gibi bazen zindana atılanlar arasında suçu olmayanlar yani masum kişiler de bulunurmuş. İşte halk suçsuz bir vatandaşın zindana atıldığında günahsız yere hapse götürülüyor anlamında "Adamcağız güme gitti, yazık oldu." demiş.




    KOZUNU PAYLAŞMAK

    Koz ceviz manasına gelir.Eskiden Kastamonu'nun iki köyü arasında ortak olarak kullanılan bir cevizlik vardı.Ceviz toplama mevsimi gelince bir gün belirlenir ve iki köy halkı cevizlikte buluşur cevizleri paylaşırlardı.Ancak her seferinde haksızlık olduğu ileri sürülerek kavga çıkardı.Hatta olay öyle bir seviyeye geldi ki köylerde kavgaya müsait eli sopa tutan delikanlılar koz paylaşma gününden önce günlerce hazırlık yaparlardı. Bir ana oğlunun büyüdüğünü anlatmak için "Benim oğlan, kozunu paylaşacak çağa geldi." derdi.


    FOYASI MEYDANA ÇIKMAK

    Kuyumcular yaptıkları yüzük küpe gerdanlık gibi ziynet eşyalarının üzerine mücevherin ışığı daha iyi yansıtması ve parlaklığının artması için FOYA adı verilen bir madde sürerler.Zamanla sürülen bu foya dökülür.Bu duruma foyası çıkmış denilir. Halk arasında yalan söyleyen sahtekarlık yapan kişilerin yalanları ortaya çıktığında "foyası meydana çıktı" şeklinde benzetme yapılır.




    Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi bile olmamış
    Doğada özgürce yaşayan, iyi kalpli ve sevimli bir tavşan varmış. Doğanın güzellikleri arasında gezer ve oynarmış. Tavşan bir gün kaldığı yerden ayrılıp doğada gezerken bir dağa âşık olmuş. Dağın çimen yeşili gözleri, gök mavisi saçları, toprak gibi kahverengi teni varmış. Tavşan o günden sonra, orada, sevdiği dağın etrafında yaşamış.
    Dağı o kadar çok seviyormuş ki vaktin nasıl geçtiğini bile anlayamıyormuş, sadece onunla olmaktan çok mutluymuş. Bir müddet sonra dağın onu önemsemediğinin farkına varmış, ne yaparsa yapsın bir türlü dağ onu fark etmiyormuş. Tavşan buna o kadar üzülmüş ki sessizce dağı terk etmiş ve eski yaşadığı yere geri dönmüş. Kendini yere açtığı bir deliğe kapatmış. Ara sıra dışarı çıkıp karnını doyurur ve açtığı deliğe geri dönermiş. Orada küçücük kalbinde taşıdığı büyük sevgisi ile yaşamış ve ölmüş.
    Onun anısına o günden beri tüm tavşanlar yere açtıkları deliklerde yaşarlarmış

    29 DALKAVUĞUNU BULMAK
    Eski konakların kadrolu dalkavukları olduğu bilinir. Bunlar, efendilerinin sıkıntılı anlarında onların her dediğini tasdik etmekle birlikte, yeri gelince sözünü dudaktanesirgemeyen; bazen de neşeli hikâyeler ve nüktelerle onları eğlendirip rahatlatarak devletnizamına katkıda bulunan, soytarı tipli insanlardır. Dalkavukluk deyip geçmeyiniz. Bu öyleher babayiğidin harcı da değildir ve her birerleri imtihanla işe alınırlar.İşte hikâye: Vaktiyle yüksek rütbeli zatlardan biri kendisine bir dalkavuk edinmek isteyip tellâl çığırtmış. Belirtilen gün ve saatte kapıda bazı dalkavuklar toplanmışlar. Sırayla imtihan odasına alınmaya başlamışlar. Efendi, ilk geleni şöyle bir süzmüş ve sormuş:— Sen dalkavuk musun?— Evet efendim, ben dalkavuğum.— Amma hiç de dalkavuğa benzemiyorsun.— Nasıl benzemem efendim. Filân paşanın yanında beş sene; falan vezirin kapısında üçsene hizmet ettim.Efendi ona yol vermiş ve diğer adayı içeri almışlar. Ona da sormuş:— Sen dalkavuk musun? Aynı cevaplar ve aynı konuşmalar... Böyle birkaç aday sınandıktan sonra içeriye birisigirmiş. Soru aynı:— Sen dalkavuk musun?— Evet, efendi hazretleri; bendeniz dalkavuğum.— Amma sen öyle pek dalkavuğa benzemiyorsun.— Hakk-ı âliniz var efendim; pek öyle dalkavuğa benzemem.— Fakat sanki biraz da dalkavuğa benziyorsun.— Evet biraz da benzerim efendim. Efendi dışarıya haber salmış:— Ben dalkavuğumu buldum, diğerleri dağılıp gidebilirler. Binlerce esef ki eskiden bir büyüğün bir dalkavuğu olurken şimdi her büyüğün yüzlerce dalkavuğu var. Dahası, eski dalkavuklar bazen öyle hakikatli sözler ederlermiş ki bu sözler meclise bir bomba gibi düşüpherkesi kendine getirirmiş. Yine eseftir ki şimdilerde insanlar, bir dalkavuk tutmak yerineçevrelerindeki herkesten dalkavukluk bekliyorlar. Doğrusu bu manzaraya bakınca insan,"Nerede o eski dalkavuklar!" diye iç geçiriyor.
    24
#25.03.2012 12:30 0 0 0