Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Sabrı

Son güncelleme: 18.02.2012 21:02
  • sabretmek hakkında - Hz.Muhammedin(s.a.v) sabırla ilgili sözleri - sabırla ilgili hadisler - Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sabırla ilgili sözleri - sabır hakkında hadisler
    "Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile
    Allâh'tan yardım isteyin! Muhakkak ki
    Allâh sabredenlerle beraberdir." (el-Bakara 2/153)
    Sabır; îtidâli muhâfaza etme, tahammül gösterme, acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukâvemet etme, aklın ve dînin gösterdiği yolda sebât etme mânâlarına gelir. İmam Nevevî şu açıklamayı yapar; "Sabır, nefsi emredilen şeyleri yapmaya mecbur kılmaktır. Bu da ibâdetlerin meşakkatlerine, belâlara ve günah dışındaki zararlara tahammülle gerçekleşir."
    Sabır, dinin teşvik ettiği ahlakî ve rûhânî bir sıfattır. Allâh'a îmânın bir tezâhürüdür. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar ve içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, tahammül göstermek ve paniğe kapılıp uygunsuz bir harekette bulunmamaktır.
    Ancak sabır; mahkûmiyete, meskenete ve zillete râzı olmak; haksız tecâvüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşrû olmayan şeylere karşı sabretmek câiz değildir. Bunlara karşı fiilî ve sözlü mücâdelede bulunmak, eğer bu mümkün olmazsa en azından kalben buğzetmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve irâdesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da giderebileceği ihtiyaçları karşısında lâkayt kalması sabır değil, acziyet ve tembelliktir.
    Sabır, başa gelen bir musîbet ânında birden tehevvüre kapılarak daha sonra pişmân olunacak işler yapmayı engelleyen bir teskîn ve tesellî vâsıtasıdır. Bu sebeple asıl sabır, musîbetin ilk anında gösterilendir. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-'den rivâyet edildiğine göre Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-, (çocuğunun) mezarı başında (feryat ederek) ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona:
    "- Allâh'dan kork ve sabret!" buyurdu. Kadın:
    - Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felâket senin başına gelmemiştir, dedi. Kadın Efendimiz'i tanıyamamıştı. Kendisine, onun Allâh Resûlü olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamberimiz'in kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için doğrudan Efendimiz'in huzûruna çıktı ve (özür beyân ederek):
    - Yâ Resûlallâh sizi tanıyamadım, dedi. Allâh Resûlü:
    "- Hakîkî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!" buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 32)
    Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur; "Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır. Kim, kaldırılıncaya kadar musîbete güzelce sabrederse Allâh ona üç yüz derece yazar. Her iki derece arasında semâ ile arz arası kadar mesâfe vardır. Kim de tâatte sabrederse Allâh ona altı yüz derece yazar. Her iki derece arasında yeryüzü ile yedi kat altı arası kadar mesâfe vardır. Kim de mâsiyete (günaha) karşı sabrederse Allâh ona dokuz yüz derece yazar. İki derece arasında yer ile Arş arası kadar mesâfe vardır." (Suyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)
    Kurân-ı Kerîm'de sabırla alâkalı birçok âyet-i kerîme vardır. Allâh Teâlâ, insanların âhireti kazanabilmeleri için imtihan edilecekleri şeylerden birinin sabır olduğunu şöyle ifâde eder:
    "Şüphesiz ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz mal, can ve mahsul eksikliği ile imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele!" (el-Bakara 2/155)
    Cenâb-ı Hak kullarını, sabredenleri ortaya çıkarmak ve mükâfatlandırmak için imtihan etmektedir; "İçinizden mücâhede edenler ve sabır gösterenler belli oluncaya kadar elbette sizi imtihan ederiz." (Muhammed 47/31) Allah sabreden kullarını sevmekte, onlarla berâber olduğunu bildirmekte ve ecirlerini hesapsız olarak vereceğini va'detmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
    "Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir." (ez-Zümer 39/10)
    Yüce Rabbimiz'in mübârek isimlerinden biri de "çok sabreden" mânâsına "es-Sabûr" dur. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-; "İşittiği bir sözün eziyetine karşı, Allâh Teâlâ'dan daha çok sabreden hiçbir kimse yoktur. Zîrâ müşrikler O'na çocuk nisbet ediyorlar da O yine onlara âfiyet ve rızık vermeye devam ediyor." (Buharî, Edeb, 71) hadisleriyle Rabbimiz'in bu güzel ismini ne kadar vecîz bir şekilde açıklamıştır. Bir mü'minin sabırlı olması için "es-Sabûr" ism-i şerîfini çokça zikretmesi ve üzerinde tefekkür etmesi gerekir.
    Resûl-i Ekrem Efendimiz sabrın faydasını ifâde için şöyle buyurmuştur; "Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (İbn-i Hanbel, I, 307) Zirâ Taşlıcalı Yahyâ'nın dediği gibi:
    Sabrı elden komamaktır evlâ
    Ki koruk sabr ile olur helvâ.
    Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir başka hadislerinde de:
    "Mü'minin durumu gıbta ve hayranlığa şâyandır. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sâdece mü'minde vardır. Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur." ( Müslim, Zühd, 64) buyurarak Müslümanın fârik vasfının sabır ve şükür olduğunu bildirmiştir.
    Allâh Resûlü'nün târif ve tavsiye ettiği sabır, bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Allâh'ın dinini tebliğ ederken, hepsi de çeşitli sıkıntılara ve eziyetlere uğramış, yurtlarından çıkarılmış, hükümdarlar tarafından zindanlara atılmıştır. Hatta bir çoğu da bu uğurda şehîd edilmiştir. Ancak onlar sabrederek vazîfelerini îfâya devâm etmişlerdir. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Sevgili Peygamberimiz'in İslâm Dini'ni tebliğ yolunda katlandığı zorluklarla alâkalı olarak Târık bin Abdullah el-Muhâribî, bir müşahedesini şöyle anlatır:
    "Resûlullâh -aleyhisselâm- 'ı Zülmecaz Panayırı'nda üzerinde kırmızı bir elbise olduğu hâlde görmüştüm:
    «- Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!» diye yüksek sesle hitâp ediyordu. Bir adam da elindeki taşla onu takip ediyor ve:
    - Ey insanlar, sakın ona inanmayınız, itaat etmeyiniz. Çünkü o yalancıdır, diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla Efendimiz'in ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere:
    - Kimdir bu zât, diye sordum.
    - Bu, Abdulmuttalib oğullarından bir gençtir, dediler.
    - Ya onun ardına düşüp taş atan kimdir, diye sordum.
    - O da onun amcası Ebû Leheb'dir, dediler." (Dârekutnî, III, 44-45)
    Mü'min bir gönlü parça parça edip dağlayan bu tür üzücü hâdiseler sâdece bir kez değil, yirmi üç senelik risâlet hayatı boyunca defâlarca tekerrür etmiştir. Onlardan birini de Müdrik el-Ezdî şöyle anlatmaktadır:
    "Babamla birlikte hac yapıyordum. Mina'ya gelip konaklayınca, bir toplulukla karşılaştım. Babama:
    - Bu cemaat ne için toplanmış, diye sordum. Babam:
    - Kavminin dinini terk etmiş olan şu kişi için, dedi. İşâret ettiği tarafa bakınca Resûl-i Ekrem Efendimiz'i gördüm:
    «- Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu. İnsanlardan kimi onun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de ona sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp:
    «- Kızcağızım, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!» buyurdu. Bunun kim olduğunu sorduk, «Kızı Zeyneb!» dediler." (Heysemî, VI, 21)
    Allâh Resûlü'nün İslâm'ı tebliğ yolunda uğradığı bu tür eziyet ve işkencelere karşı sabrı; "Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!" diyen şâiri dahî şaşırtacak derecede yüksek ve erişilmezdi. O -sallallâhu aleyhi ve sellem- çocukluğundan vefâtına kadar hep büyük acılarla karşılaşmıştır. Babasını, annesini, dedesini, amcası Ebû Tâlib'i, sevgili hanımı Hz. Hatîce'yi, şehitlerin efendisi Hamza'yı ve evlâtlarını bir bir Hakk'a uğurladı. Çok sevdiği ashâbından bir çoğunu kendi elleri ile kabre koydu. Ancak bunların hiçbiri onun metânetini ve müvâzenesini bozmadı, sabrını taşırmadı.
    Kendisi ve ashâbı en ağır işkencelere mâruz kaldıkları hâlde Allâh'ın emri gereği sabırda sebât ettiler. Aziz Peygamber, sabrı taşan ashâbının metânetini zaman zaman yeniliyor, onlara ümid ve müjde veriyordu. Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- anlatıyor; "Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Ka'be'nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allâh Resûlü'ne:
    «- Bize yardım etmiyor musunuz, bizim için Allâh'a yalvarmıyor musunuz?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübarek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:
    «- Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allâh bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binip San'â'dan kalkıp Hadramevt'e kadar gidecek de Allâh'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak! Koyunu için de sâdece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»" (Buhârî, Menâkıb, 25; Menâkıbu'l- Ensâr, 29)
    Resûl-i Ekrem Efendimiz din düşmanları ile mücâdele ederken, onların eziyetleri yanında, imkânsızlıklardan kaynaklanan birçok sıkıntılara da katlanmıştır. Hiçbir zaman bunları mâzeret olarak ileri sürmemiştir. Yokluk ve kıtlığın en şiddetli olduğu zamanlarda bile Allâh yolunda gayretine devâm etmiş, imkânsızlıkların verdiği her türlü zorluğa da ashâbı ile birlikte sabretmiştir. Ebû Mûsâ el-Eş'arî -radıyallâhu anh- bunun bir misâlini şöyle anlatır:
    "Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Ayaklarımız delindi. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere Zâtü'r-rikâ' ismi verildi."
    Hadisi nakleden Ebû Bürde diyor ki; "Ebû Mûsâ bunları söyledi, sonra da yaptığından hoşlanmadı ve «Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim.» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allâh için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü." (Buhârî, Meğazî, 31)
    Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ne kadar zor da olsa, ashâbıyla hep aynı şartları paylaşmış, hiçbir zaman kendini onlardan farklı bir konumda görmemiştir. İnsanlar açlık çekmekteyse, bunu herkesten önce Peygamber Efendimiz ve âilesi çekmiştir. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Peygamberimiz'e, isterse yeryüzü hazinelerinin verileceği, dilerse Mekke dağlarının kendisi için altın hâline getirileceği teklif edilmişti. Resûl-i Ekrem bunları istemeyerek şöyle dedi:
    "Bir gün aç kalıp sabreder, bir gün karnımı doyurur şükrederim. Çünkü îmân, biri diğerini tamamlayan iki yarımdan oluşur: Bir yarısı şükür, diğer yarısı da sabırdır. Allâh Teâlâ şöyle buyurur ; « Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden her (mü'min) için ibretler vardır.» (İbrâhim 14/5) " ( Hâkim, II, 484)
    Server-i Âlem Efendimiz zafere ulaştıktan ve devletini kurduktan sonra bile bedevîlerin kabalıklarına, münâfıkların ezâlarına katlanmış ve onları en güzel şekilde idâre etmiştir. Ümmetinin de kendisini örnek alıp insanları güzellikle idâre etmelerini ve onlara hizmette bulunmalarını isteyerek:
    "İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan Müslüman, onlara karışmayıp, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır." buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 55) Abdullâh bin Mes'ûd -radıyallâhu anh- buna misâl teşkil edecek bir hâdiseyi şöyle nakleder:
    "Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Ci'râne'de Huneyn ganimetini bölüştürdüğü sırada üzerine yığılıp o kadar rahatsız ettiler ki nihâyet (önceki bir peygamberden bahsederek); «Yüce Allâh kullarından bir kulunu kavmine göndermişti. Kavmi onu dövmüşler ve başını da yarmışlardı. O kul ise hem alnından akan kanı eli ile siliyor hem de; Yâ Rabbî kavmimi affet! Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar, diyerek duâ ediyordu.» buyurdu." (İbn-i Hanbel, I, 456; Müslim, Cihâd, 105)
    Sevgili Peygamberimiz, hastalıklarında da bizlere örnek olacak sabır nümûneleri sergilemiştir. Ebû Said el-Hudrî, Resûlullâh Efendimizi, hasta iken ziyâretine gitmiş ve onun ne büyük acılara katlandığını bizzat müşâhede etmiştir. O sözlerine şöyle devam ediyor:
    "Elimi üzerine koydum, harâretini, yorganın üstünden hissediyordum.
    - Ey Allâh'ın Resûlü, harâretiniz çok fazla! dedim.
    «- Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukabil mükâfatları da kat kat verilir.» buyurdu.
    - Ey Allâh'ın Resûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir, diye sordum.
    «- Peygamberler!» buyurdu.
    - Sonra kimler, dedim.
    «- Sonra sâlihler!" buyurdu ve şu açıklamayı yaptı; «Onlardan biri fakirliğe öylesine mübtelâ olur ki kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.» " (İbn-i Mâce, Fiten, 23)
    Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- insanların hayatta başlarına gelecek büyük veya küçük musîbetlere sabretmelerini ve Cenâb-ı Hak'tan sevâbını ummalarını istemiştir. İki sevdiğiyle (yani iki gözünün alınması ile) imtihan edilen kimselerden sabır gösterenlerin bedelinin cennet olduğunu (Buhârî, Merdâ, 7), hastalandığı zaman Allâh Teâlâ'ya hamd ve senâ üzere bulunan bir kulun, ölürse cennete gireceğini; şifâ bulursa etinin daha hayırlı bir etle, kanının daha hayırlı bir kanla değiştirileceğini ve günahlarının da affedileceğini bildirmiştir. (Muvatta, ? Ayn, 5) Bu sebeple hastalıklara ve belâlara, Allâh'tan ecrini umarak sabretmek gerekmektedir. Mehmed Âkif, hasta için üzülen ve kendini harâb eden bir kimseyi tesellî ederken, aynı zamanda sabrın mantığını ve insanı insan yaptığını da ortaya koyarak şöyle demektedir:
    Dedim: Nedir bu senin yaptığın, düşünsene bir!
    Bırak şu hastayı artık biraz da kendisine.
    Ne çâre, hükm-i kader âkıbet zuhûra gelir,
    Cenâze şekline girmekte böyle fâide ne?
    Senin bu yaptığın Allâh'a karşı isyândır;
    Asıl, felâkete sabreyleyenler insandır!...
    Hastalıklara ve felâketlere sabretmek insana cenneti kazandırır. Bunu açıkça ortaya koyan bir hâdise şöyledir:
    İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-, Atâ bin Ebî Rabâh'a; "Sana cennet ehlinden bir kadın göstereyim mi?" dedi. O da; "Evet göster!" cevâbını verdi. Bunun üzerine İbn-i Abbâs şöyle devâm etti; "İşte, şu siyahî kadın var ya, o, Resûlullâh'a gelip; "Ben sarâlıyım, (nöbet gelince) üstümü başımı açıyorum. Allâh'a benim için dua ediver!" demişti. Efendimiz; "Dilersen sabret, sana cennet verilsin; dilersen şifâ vermesi için Allâh'a dua edeyim." buyurunca kadın; "Öyleyse sabredeceğim, ancak üstümü başımı açmamam için dua ediver!" dedi. Resûlullâh da ona öyle dua etti . " (Buharî, Merdâ, 6)
    Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu tür musîbetlere uğrayanların nasıl duâ edeceklerini de öğretmiştir. Ümmü Seleme -radıyallâhu anh â- şöyle der:
    Bir defâsında Resûlullâh'ı; "Kendisine bir musîbet gelen Müslüman, Allâh'ın emrettiği:
    «Biz Allâh'a âidiz ve ancak O'na döneceğiz. Allâhım! Bana bu musîbetten dolayı ecir ver ve bana bundan daha hayırlısını ihsân eyle!» derse, Allâh o musîbeti alır ve mutlaka daha hayırlısını verir." buyururken işitmiştim. Kocam Ebû Seleme vefat ettiği zaman; "Hangi Müslüman Ebû Seleme'den daha hayırlıdır ki? Resûlullâh'ın emriyle ilk hicret eden hâne onun hânesiydi." dedim. Bununla birlikte yukarıdaki duâyı da okudum. Allâh Teâlâ, Ebû Seleme'nin yerine bana Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-' i verdi. (Müslim, Cenâiz, 3)
    Sabrın hakîki mânâsına güzel bir misâli de ashâb-ı kiramdan nakledelim:
    Uhud savaşı sonrası Abdülmuttalib'in kızı Safiye, kardeşi Hz. Hamza'yı görmek üzere şehidlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak:
    - Resûlullâh geri dönmeni emrediyor, dedi. O da:
    - Niçin? Kardeşimi görmeyeyim mi? Ben onun kesilip doğrandığını zâten haber aldım. O, bu musîbete Allâh yolunda uğradı. Zâten bizi de bundan başka türlüsü tesellî etmezdi. İnşaallâh sabredip ecrini Allâh'tan bekleyeceğim, dedi. Zübeyr gidip annesinin söylediklerini Allâh Resûlü'ne bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz:
    "- Bırak öyleyse görsün." buyurdu. Safiye de kardeşinin cesedi yanına gelerek duâ etti. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 349)
    Ne kadar büyük bir sabır örneği! Herkes tarafından sevilen, İslâm'a pek çok hizmeti dokunan ve "Allâh'ın Arslanı" sıfatına lâyık olan böyle bir kahramanın uğradığı fecî musîbet, dünyâda tahammülü en zor işlerden biridir. Ancak kardeşinin başına gelen şeyin Allâh yolunda olması, Hz. Safiye'yi tesellî etmeye yetmiştir. O, Allâh rızâsı için sabretmiş ve ecrini de yine O'ndan beklemiştir.
    Şüphesiz Müslümanlar için en büyük acı, sabretmesi ve tahammül gösterilmesi en zor hâdise, Âlemlerin Efendisi'nin ümmetini yetim bırakarak Refîk-i Âlâ'ya gitmesidir. O gün, Hz. Enes'in ifâde ettiği gibi Medine'deki herşey kararmıştı. Ashâb-ı kirâm o muazzez vücûdu, vefâtına inanamayarak, istemeye istemeye defnetmişlerdi. (İbn-i Hanbel, III, 221, 268, 287; Tirmizi, Menakıb, 3) Buna rağmen Müslümanlar, Efendimiz'in vefâtına bile sabretmişler ve ızdıraplarını sînelerine gömmüşlerdir. Bundan sonraki musîbet ve belâlar ise onlar için artık bir hiç mesâbesindedir. Artık bir acıya giriftâr olan müminlerin, Efendimiz'in vefâtını hatırlayarak tesellî bulması çok daha kolay olmalıdır. Nitekim Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem -; "Herhangi bir musîbete uğrayan Müslümanlar, benim vefâtımla başlarına gelen musîbeti düşünerek tesellî bulsunlar ve sabretsinler." (Muvatta, Cenâiz, 14) sözleriyle bunu kasdetmişlerdir.
    Hâsılı, sabır gamdan ve darlıktan kurtulup rahata ermenin en emin yoludur. Çünkü sabır ilâcı, hem gözdeki gaflet perdelerini kaldırır hem de sâhibinin gönlünü ferahlatır ve sadrını açar. Cenâb-ı Hakk, yüzbinlerce tesirli ve faydalı ilaç yaratmıştır, ancak insanoğlu sabır kadar faydalı bir devâ görmemiştir.

    Alıntıdır..
#18.02.2012 21:02 0 0 0