Yusuf'un Üçüncü Rüyasıyız Biz - Senai Demirci

Son güncelleme: 06.12.2012 10:41
  • Hz.Yusuf hakkında hikayeler - Yusuf'un riyası hakkında - senai demirci hikayeleri - Hz.Yusuf'un rüyasıyuz biz yazısı

    noimage

    Aynaya bakmak, sanıldığından çok daha büyük bir iştir. Unutmuş ve de yeterince akıl edememiş olabiliriz ama, çocukluğumuzda ilk aynaya bakışımız bir devrim olmuş olmalı bizim için. Kendi çeperlerinin dışında var olan bir “başka ben”i ilk görüşümüz irkiltmiş, hatta korkutmuş olmalı bizi. Hiç aynaya bakmadan büyüyen biri olsaydı aramızda, onun kendisini aynada bir “başkası” olarak görüşü, hiç şüphesiz kayda değer heyecanlar, söze gelmez sırlar doğururdu. Aynada, “ben” olarak içinde büyüdüğümüz, kabuklarından dışarı hiç taşmadığımız, sınırlarının içinde hep “ötekiler”den ayrı tuttuğumuz “kendi”mizi, “öteki” olarak görürüz. Şimdilerde bu işlevi, hemen çekiliveren ve neredeyse aynada oluşan görüntü hızında gözümüze ulaşan fotoğraflar da yerine getiriyor. Kendimizi “bir başka” gözden görmeye, ya da başkalarının gözünde nasılsak öyle göstermeye fırsat verir fotoğraf. Bir “başkası” olarak kendi gözbebeğimize düşeriz fotoğrafta da aynada da. “Hatırlamaz mı insan ki, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildi.” diye uyaran âyeti [Bkn. İnsan Sûresi, 1], kendimizi bir “öteki” olarak görebilmenin kapısını aralama çağrısı olarak algılıyorum. İnsan, kendisini “öteki”leştirdiğinde ancak, zamanın emrine verebiliyor, “dehrin nehri”ne koyuyor, günlerin akışıyla tükendiğini, azaldığını fark ediyor. Üzerimizden “hatırlanmaya bile değer olmadığımız” bir devrenin geçmiş olması gerçeği, bizi devrin geçişiyle inşa edilmiş, zaman içinde önemli hale gelmiş bir “öteki” olarak resmediyor. Bir diğer ifadeyle, kendi inşamızın, var ediliş aşamalarımızın “molozlar”ını görmeye başlıyoruz. Kendi varlık hamurumuzu -ki hiçlik ve unutulmuşluktur- keşfediyoruz. “Hatırla ki, bir zamanlar, mesela doğum gününden sadece bir yıl kadar önce, yoktun. O kadar yoktun ki, kimse yokluğunu dert edinmiyor; kimse eksikliği çekmiyordu. Varlığınla yokluğun arasında bir fark yoktu. Yani, ‘olmasa da olur’ bir ‘şey’din.” Varlığımızı “olmazsa olmaz” diye bellediğimiz içindir ki, bu ayetin çağrısına ihtiyaç duyuyoruz. Kendi kendimizde kaldıkça, tenimizi kaçırıyoruz fenanın hükmünden, zamanın fermanından, ölümün eşiğinden. Dokunulmazlığımızı ilan ediyoruz adeta. Böylece, “ölen”ler başkaları oluyor. Ölen o “başkası” için de biz birer “başkası” değil miydik? “Ölen” biz olsaydık, elbette ki o başkaları da “başka”laştırdıkları “ölüm”ü göz ucuyla okuyup “kendi”lerini “ölüm”den sıyırıvereceklerdi. İşte bu yüzden önemlidir; bir “başkası” olarak da görebilmek kendimizi. O zaman bilmeden zırhımızı soyunuruz, hazırlıksız zaman sağanağına yakalanırız. Bir “başkası” da olabileceğimizi aynada fark ederiz, fotoğraf üzerinden “öteki” olarak okumaya başlarız kendimizi. “Kendilik” kabuğumuzu kırdığımız her fırsatta, kendi yüzümüzü elimizde avucumuzda “öteki” olarak gördükçe, ister istemez, hep “ötekiler”e yakıştırdığımız etkilenmelerin alanı içine sokarız “kendi”mizi. Dokunulmazlığımız kalkar, zamana karşı bağışıklığımız biter, vaktin eline düşeriz. Bir zamanlar hatırlanmaya bile değer bir şey bile olmayan, şimdilerde hatırlanan, hatırı sayılan ama bir zaman sonra da hatırlanmayacak olan “başka”laşmalar içinde buluruz kendimizi. İnsanın kendini aynalardan uzak tutması, Narkissos hikâyesinin aksine, onu daha çok tekebbüre, büyüklenmeye iter, bana göre. “Kendi”sini “öteki” olarak gör(e)meyen insan, zaman içinde “mutlak bir özne”ye, “sonsuz kudret sahibi bir fail”e dönüşüverir. Kendi dışında olup kendini “öteki”ler gibi etkileyenlere dair gafletini artırır. Dokunulmaz oldukça, kendine dokunanları yok sayan derin bir uykunun içine düşer. Her “derin uykulu” gibi rüyalar görmeye başlar, uyku derinliği arttıkça “uyanık” sanır kendini. Kendimizi uyanık sandığımız rüyadan uyanmakla, “aldanabilir” olduğumuzu fark ederiz. Uykudan uyanmakla “uyuyabilir” olduğumuzu belleriz. Her günkü uyku-rüya-uyanıklık deneyimimizde “kendi”mizin “dokunulur” olduğunu, zamanın akışında “öteki”ler gibi etkilenebilir olduğumuzu fark ederiz. Öyleyse, İnsan Sûresi’ndeki çağrı, bir anlamda, uykunun kurgusunu çözmeye de çağırır bizi. Uyku, “o zaman”dır ki, kendimizi hatırlamayız, varlığımızı “hatırlamaya değer bir şey” olarak bilmeyiz. Uyanınca ancak, “kendi”mizi “unuttuğumuz”u hatırlarız. Ancak bu hatırlama çok uzun sürmez, belki de hiç başlamaz. Uyanıklığımız sürdükçe, “kendi”mizin hatırını en çok sayan “kendi”mizin bile önemsemediği “etkilenebilir” bir “nesne”den, tekrar “kendi”mize, “mutlak kudret sahibi”, “dokunulmaz” kendimize tekrar döndüğümüzü unuturuz. Şimdi, en azından, bu unutmamızı hatırlayarak, kendimizi “kendi”mizden “öte”ye taşıyacak usuller bulabiliriz. Uyanıklık sandığımız uykumuzun nasıl da benlik “rüya”sına dönüştüğünü fark edebiliriz. Uyuduğunu unutan, uyandırıldığını unutan kişi, başkalarının gözünde bir “ceset”e dönüşen “ben”ini, akşam yastığa bırakıp sabah yeniden bulduğunu unutur. İşte Yusuf’un içine atılıp da bulunduğu “kuyu” budur. Kuyu ki, yeryüzünde geçici olarak görünmez kılar bizi. Kuyu ki, içine düştüğünde hiç olmazsa o “görünmez”liği yitik olarak algılayan kardeşlerince aranır eyler seni. Ama öyle bir kuyu düşün ki, senin yokluğunu dert edinip araması gereken/ler içine atıyor seni. Öyle bir kuyu ki, sen de atıldığını bilmiyorsun kuyuya, ne çıkma çaban var, ne de çıkaracakları bekliyorsun. “Öteki” de olduğumuzu öte ittiğimiz benlik uykusu bu. “Başkası” olmayı başkalarına bıraktığımız “kendi”lik kuyusu bu. Kendimizi uyanık sandığımız her hal gibi, rüya bu…
#06.12.2012 10:41 0 0 0