Hikmet ve İlim

Son güncelleme: 27.03.2013 16:16
  • hikmetinden sual olunmaz nedir - hasan kamil yazıları - islami bilgiler
    Hikmet, varlık ve olaylarla ilgili olarak insana huzur ve mutluluk veren, derûnî bir seziş ve idrakin adıdır. Hikmet ilimden farklıdır. İlim kitap okumak ya da muallim/hoca vasıtasıyla elde edilen bilgidir. Hikmet ise olayların arka planını kavramak için sebepler üzerine kafa yormak, eşya ve olayları gönül gözüyle yorumlamaktır.

    İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti aramakla başlar; hikmeti görmek ve bulmak şeklinde devam eder. Hikmeti bulan hikmetle bakmaya, hikmetle konuşmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Doğrudan hikmeti bulamayan da bu konuda aczini itiraf eder. Nitekim Türkçede kullandığımız: “Hikmetinden sual olunmaz” sözü, hikmet arayışında acze düştüğümüzde yapacağımız bir itiraftır. İnsan olayların ve varlık âleminin gidişatındaki hikmetler konusunda verilecek cevap bulamazsa: “Hikmetinden sual olunmaz” diyerek küllî iradeye teslim olur ki bu da bir hikmettir.
    Hikmeti kavramak için tezkiye ve mânevî arınmaya ihtiyaç vardır. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de sevgili Peygamberimiz’i takdim ederken şöyle buyurur: “Size kendi içinizden ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran/tezkiye, size kitabı ve hikmeti talim ederek bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.” Bu âyette ince mânâlar saklıdır. Âyetteki hikmet sözde ve özde isâbetli davranmaktır. Bu vasfı taşıyan kimse hakîm olarak isimlendirilir.
    İnsanda fıtrî olan hikmet arayışı varlık ve olayları sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Bu âyet hikmet arayışının yolunu şöyle öğretmektedir:
    1- Önce kevnî âyetleri okumak için insanın kendinden başlayarak topyekun kâinat kitabını ibretle incelemesi; bakmaktan çok görmeye ve anlamaya çalışması,
    2- Kendini okuyup zaaf ve kusurlarını gördükçe arınma çabası içinde olması ve başkalarıyla iletişimde farkındalık bilincine ermesi,
    3- İbretle okunan kâinat âyetlerinin ardından tezkiye duygusuna ererek bu duyguyla kitabı okuması,
    4- Hem kevnî kitabı, hem kelâmi kitabı okurken hikmeti yakalamaya çalışması.
    Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret kazandırır. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı, insan gönlünü hikmetle buluşturur. Bu yüzden ehl-i dil insanlar sürekli hikmet arayışı içerisindedir.
    Hikmet arama kaygısı kişiyi cehâlet, hamlık ve hatadan uzak tutan bir haslettir. Hikmet bir bakıma ibret alma, basîret nazarıyla bakma anlamına gelir. Allah Teâlâ: “Hikmeti dilediğine verdiğini, kime de hikmet verildiyse büyük bir hayra mazhar olacağını, akıl sahiplerinin düşünüp ibret alacaklarını” haber vermektedir.

    İnsanlığın henüz bilip hizmete sokamadığı, göklerde ve yerde nice hazîneler bulunduğu gibi sebep, sonuç ve hikmetlerini kavrayamadığı nice olaylar vardır. Allah bunları bilir ve zamanı geldiğinde insanlığın istifâdesine sunar, sebep ve hikmetlerini insanlara ızhâr eder. Meydana gelen olaylar, hâdiseler, korku ve dehşet veren âfetler tabîatın değil, hakim olan Allah’ın kudretinin âsârıdır. Allah hikmeti gereği onları birtakım kurallar çerçevesinde sevk ve icrâ etmektedir.
    Sayısız olaylar, sınırsız âlem ve uçsuz bucaksız kâinât aslında Allah’ın sonsuz kudretinin bir tezâhürüdür. İnsanoğlu bu âlemden yine O’nun müsâade ettiği ölçülerde istifâde edebilmekte; O’na karşı gelme noktasında sürekli uyarılmaktadır. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) hikmetin yolunun Allah korkusundan geçtiğini, “hikmetin başı Allah korkusudur” hadîsi ile ifâde buyurmaktadır. Hikmetin başı Allah korkusu olduğuna göre hikmete ermenin yolu da her ânını kulluk bilinciyle yaşamak, her an ilâhî kameranın altında olduğu idrâkinde bulunmaktır.
    Nefsânî duygulardan sıyrılamayan, kendini aşamayan, öfkesini kontrol edemeyen, duygularını yenemeyen insandan hikmet ummak tekeden süt çıkmasını beklemek gibidir. Hikmete ermek, nefsin arındırılmasına, yeme ve içmenin eksiltilmesine bağlıdır: Nitekim Şeyh Sa’dî bunu şöyle ifâde eder:

    Midesine düşkün olanlar habersizdirler
    Dolu midenin hikmetten boş olduğundan.

    Gönül gözünün açılabilmesi için tâat, ibâdet, kulluk ve irfân lâzımdır. Gönül gözü kendiliğinden açılmaz. İrfân ve hikmet, muhabbet ve ibâdetle beraber olduğu zaman gerçekleşir. Muhabbet olmadan sâdece ibâdet yetmez; ibâdet olmadan sâdece muhabbet yetmez. İbâdet ve muhabbet birlikte olduğu zaman irfân, idrâk olur; fehm açılır. Dil ve dudaktan irfân ve hikmetli sözler dökülmeye başlar. Nitekim bir hadîs-i şerifte buyrulur: “Kim kırk gün süreyle ihlâs ile kulluk ederse Allah o kişinin kalbinden lisânına hikmet pınarları akıtır.”
    Sözde ve özdeki hikmet gönül gözüyle hayatı okumaya ve anlamlandırmaya bağlıdır. Bakmak ile görmek ayrı ayrı şeylerdir. Her bakanın gördüğü söylenemez. Hikmet ehlidir ki baktığını görür, gördüğünü anlar ve anladığını yaşar. Kur’an Peygamberimiz’i halkı hikmetle Hakk’a davete yönlendirmektedir: “(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!”
    Hikmetle konuşmanın yollarından biri hikmetli hikâye ve kıssalardan yararlanmaktır. Kur’an’ın da uyguladığı bu metod irşad ehlinin sıklıkla kullandığı yöntemdir. Hz. Mevlânâ pek çok konuyu öğüt ve vaaz üslubuyla anlatmak yerine ibretli ve hikmetli kıssalarla sunmayı tercih etmiştir.

    Gönül gözünün açılarak dilden hikmet pınarlarının akmasının ilk adımı tevbedir. Nitekim Mevlânâ, Kur’an-ı Kerîm’deki: “Ey îmân edenler! Allah’a tevbe-i nasûh ile tevbe edin” âyetinde geçen “nasûh” kelimesini lügat mânâsı olan hâlis, samimi ve içten bir tevbe, günaha dönüşü olmayan bir tevbe olarak yorumlamakta ve onu bir olayla perçinlemektedir.
    Mevlânâ’ya göre memeden çıkan süt nasıl bir daha memeye geri giremezse, nasûh tevbesiyle tevbe eden de günahı bir daha aklına getirmez. Kendini ve yaptığını beğenmek şöyle dursun yaptıklarından ve kusurlarından nefreti artar. Aslında günahtan nefret, tevbenin kabûlünün işâretidir. Nasûh tevbesiyle tevbe edende günah işleme isteği tatsız bir hale gelip nefrete dönüşür. Nasıl mecâzî aşk, daha güçlü olan ilâhî aşk ile izâle olursa, günah sevgisi de günahtan nefretle izâle olur. Mevlânâ nasûh tevbesiyle ilgili hikâyeyi hikmetli bir biçimde, psikolojik yorumlar yaparak ve insan gerçeğini gözler önüne sererek anlatır:
    Nasûh, kadınlar hamamında tellaklık yaparak geçinen tüysüz, parlak yüzlü genç bir oğlandır. Yıllarca erkekliğini gizleyerek azgın nefsinin esîri olmuştu. Zaman zaman yaptığından pişmanlık duymuşsa da kâfir nefsi ona tevbesini bozdurarak yeniden bu işe bulaştırmıştı. Yaptığı iş nefsinin hoşuna gitse de vicdânı bundan rahatsız olduğundan bir gün bir ârifin yanına gitti ve bu işten kurtulmak için duâ talep etti. Fakat yine de nefsi onu bırakmadı. Bir gün Nasûh hamamda mesleğini icrâ ederken devrin padişahının hamama gelen kızının değerli bir incisi kayboldu.

    Görevliler hamamın kapısını tuttular ve herkesin eşyasını, bohçasını didik didik aradılar. Fakat ne mümkün… İnci bulunamamıştı. Eşyaların içinde ve görülen yerde bulunamayan incinin kadınların üstünde ve bedenlerinde aranmasına karar verildi. İşte o zaman Nasûh’u bir ateş bastı. Çünkü erkek olduğu ortaya çıkacak ve helâk olacaktı. Üstelik bazıları en çok ondan şüpheleniyorlardı. Çünkü padişahın kızına tellaklık hizmeti yapan oydu. İnsanlar padişahın kızına yakınlığı sebebiyle bunu açıkça söyleyemediler.
    Arama sırası Nasûh’a doğru yaklaşmaktaydı. Tam o sırada Nasûh bütün sıkıntıları izâle eden, gönülleri ferahlatan yüce kudrete bin bir nedâmet ve pişmanlık duygusuyla ve gönülden ilticâ ile sığındı. Öylesine bir coşku ve acz ile ilticâ etmişti ki nefesi boğazında düğümlenmiş, benzi sararmış ve baygın düşmüştü. Birden bir sadâ duyuldu: “İşte kaybolan inci.” İnci bir yerden bulunmuştu. Hüzün gitmiş, yerini sevinç çığlıkları doldurmuştu.
    Nasûh tekrar kendine geldi herkes ondan helallık diliyordu: “Hakkında sû-i zan ettik” diyordu. O ise bütün bunlara aldırmadan hikmetle hamd makamındaydı. Padişahın kızı kendisini keselemek üzere davet ettiyse de o hikmetle diyordu ki: “Ben öyle hâlisâne tevbe ettim ki canım tenimden ayrılmadıkça tevbemi bozmam.” Nasûh’un pişmanlıkla yaptığı bu tevbe, samimi ve dönüşü olmayan tevbeler için âdeta alem oldu.

    İşte Mevlânâ’nın anlattığı bu hikâyede olduğu gibi, doğru ve güzel bilgiyi insanlara kabulde zorlanmayacakları şekilde anlatmak hikmet gereğidir. Bu yüzden Mevlânâ gibi şahsiyetler muhataplarına bir şey anlatırken hikmetli söz ve olaylardan hareketle işe başlamaktadırlar. Çünkü bu tür hikâyeler, şekeri farklı meyvelerin içinde ayrı bir lezzetle yemeğe benzer. İnsanın ihtiyacı glikozdur. Ama bunu toz şeker olarak yemekle, bal ya da meyve içindeki şeker halinde yemek arasında fark vardır. Hikâyeyle anlatılan hikmetli gerçekler dinleyiciler için baldaki ve meyvedeki şeker tadındadır.

    İslam irfan geleneğinde önemli yeri bulunan Ahmed Yesevî (ö.1162), Mevlânâ (ö.1273) ve Yunus Emre (ö.1321) gibi şahsiyetler, anlatımlarındaki hikmetli sözleriyle yaşadığı dönemdeki insanları olduğu gibi günümüz insanlarını da etkilemektedirler. Bu gönül ehli insanların yazmış oldukları hikmet dolu eserler, günümüze yazılmış bir mektup niteliğindedir. Okuyan insanlar her zaman âdeta bu mektubun kendileri için özel olarak yazıldığı duygusuna kapılmaktadırlar.
    Özellikle Gazzâlî (ö.1111)’nin İhyâ’sı, Mevlânâ’nın Mesnevî’si, Ferîdüddin Attâr (ö.1229)’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sı, Şeyh Sa’di Şirâzî (ö.1292)’nin Gülistan ve Bostan’ı, İbn Atâullah el-İskenderî (ö.1309)’nin Hikem’i, Yazıcızoğlu Mehmed Efendi (ö.1453)’nin Muhammediyye’si, Yazıcızâde Ahmed Bîcan (ö.1466)’ın Envârü’l-âşıkîn’i, Eşrefoğlu (ö.1470)’nun Müzekki’n-nüfûs’u, Erzurumlu İbrâhim Hakkı (ö.1780)’nın Mârifetnâme’si içinde hikmetli söz ve kıssaların bulunduğu önemli eserlerdir. Bugün bunların yeniden gündemimize düşmesi hikmet hazinelerinin anahtarına ulaşmak demektir.
    En doğrusu ve ideal olan, ferdî tecrübelerle hikmeti yaşamak ve hikmet konuşmaktır. Ancak bunu kaç kişi başarabilir ki… Öyleyse bunu başaramayan bizlerin ve çağımız insanı meslektaşlarımızın hikmetle konuşmalarının yolu, hikmet kaynağı eserlerden yararlanmak, kendilerine, dinleyicilerine ve okuyucularına böylece bir hikmet penceresi açmaktan geçmektedir

    Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ
#27.03.2013 16:16 0 0 0