Define

Son güncelleme: 29.05.2008 22:14
  • (Benim değil ama dedemin başından geçmiş bir olayı hikayeleştirdim. Kişi ve yer isimlerideğiştirilmiştir.)

    Vakit ikindiyi çoktan geçmiş, akşam yaklaşmıştı. "Bir an önce sürüyü çıkarmalı" diye düşündü Yazıcıoğlu Hüseyin. Haklıydı da. Biraz daha geç kalırlarsa Fakılar Çukuru'na (* Otlağın adı) geç ulaşırlar, koyunlar yeterince beslenemezdi.

    Yazıcıoğlu Hüseyin, Yazırlı Köyü'nün en büyük koyun sürüsüne sahipti. Yüze yakın koyununu her gün ikindiden sonra ovaya indirir, kuşluk vaktine kadar Fakılar Çukuru'nda otlatırdı. Gün ışımadan sağım için koyunları köye getirir, sağıldıktan sonra da koyunları ağıla kapatılırdı. Tekrar ikindi vaktine kadar orada kalırlardı. Çünkü koyunlar gündüz otlatıldığında sıcaktan otlayamazlar, başlarını birbirlerinin altına sokarlardı.

    Fakılar Çukuru muhtarlık arazisiydi. Azmak (* Bataklık, tarıma elverişli olmayan alan) olması sebebiyle ekilmez, sadece otlak olarak kullanılırdı. Koyun sahipleri burayı belli bir ücret karşılığında köy muhtarlığından bir yıllığına kiralar, yıl boyunca da koyunlarını burada otlatırlardı. Çevrede ekili olan arazilere zarar vermeden sürüyü götürüp getirmek bir hüner işiydi.

    Koyunlar ağıldan yavaş yavaş çıkarlarken, Çoban Hüseyin başına dastarını (* Geleneksel tezgahlarda dokunan ve başı çepeçevre örtmeye yarayan kumaş parçası), beline kalın kuşağını sardı. Kuşağının arasına ata yadigarı Nagant'ını (* Bir tabanca markası) soktu. Kepeneğini sırtına geçirdi. Bir eline azık çıkınını, diğer eline de sopasını alıp; çıkan sürünün peşine düştü.

    Yollarda gün boyu tarlalarda çalışmış komşularıyla karşılaşıyordu. Hepsinin de yüzlerinden gün boyu çalışmış olmanın verdiği yorgunluk okunmaktaydı. Kimisi eşeklerine binmişti, kimisi yaya. Eşekler binek olmaktan daha çok, tarlaya götürülen iş malzemeleri, yiyecek ve içecekleri taşımak kullanılır; dönüşte mutlaka yakmak için odun veya çalı çırpı yüklenirdi. Kendisinin eşeği yoktu ama, biri binek diğeri de yük taşımak için kullandığı iki atı vardı. Onların bakımı ve beşlenmesiyle büyük oğlu Mehmet ilgilenirdi. Yine tarla ve bahçe işlerini de ona yüklemişti. "Ne olurdu, Mümtaz da büyüse de şu çobanlığı ona devretsem" diye geçirdi içinden. Kırkbeşinden sonra gece ayazında kalmak romatizmalarına iyi gelmiyordu. Ama ne yapsındı ki, oba yerleşik hayata geçti geçeli koyunculuk ailenin tek geçim kaynağıydı. "Selamünaleyküm" sesiyle uyandı düşüncelerinden. Selamı veren Bacaksızın Hüseyin'di. Yaşça kendisinden büyüktü.

    -Aleykümselam efe.

    -Nereye?

    -Bildiğin gibi, Fakılar'a.

    -Bizim buğday tarlasına sürü girmiş, seninkiler mi?

    -Yok efe, senin tarla Kavaklıkuyu'da, benim otlak Fakılar'da. Ne işim olur ki orada.

    -Bir sorayım demiştim. Haydi var git, kolay gele.

    -Sağol efe.

    Evet, bir de bu sıkıntısı vardı bu işin. Kimin yaptığı belli olmayan, tarla ziyanlarında ilk akla gelen hep kendisi olurdu. Ama Hüseyin, koyunları kaçak otlatmaz, ya kendi arazisinde yada kiraladığı otlaklarda otlatırdı. Böyle olmasına rağmen ilk etapla kendisinin suçlu gibi görülmesine yıllar yılı alışamamıştı. "İnşallah bununda suçlusu bulunur da aklanırım" diye düşündü.

    Kısa zamanda köyden çıkıp ova yoluna girdiler. Sürüyü genellikle hep aynı yoldan geçirirdi ki farklı yerlerde ziyan olursa kendi üstüne bir suç gelmesin diye. Ayrıca bu yolun üzerinde koyunları sulayabileceği bir de kuyu vardı. Orada hem koyunlarını sular, hem de matarasını doldururdu. Çevrede pınar olmadığı için tek su kaynakları kuyuydu. Bu sebeple otlak seçilirken ona göre belirlenir, genellikle kuyusu olan veya yakınlarında kuyu bulunan otlaklar tercih edilirdi.

    Sürü Yenikuyu, Böcelik, Azmakbaşı'nı geçip Fakılar'a ulaştığında Hüseyin rahat bir nefes aldı. Artık otlama yerine gelmişlerdi. Bundan sonrası rahattı. Önce azık çıkınını yanındaki karaağacın dalına astı. Sonra kepeneğini çıkarıp güzelce yere yaydı.. Sürüye son bir kez daha göz attıktan sonra kepeneğinin üzerine oturup sırtını da ağaca yasladı. Tabakasını çıkarıp yavaş hareketlerle bir sigara sardı. Muhtar çakmağını ile yakıp derin bir nefes çekti. Artık bu saatten sonra o oturacak, köpekler çalışacaktı. Sürüde dört çoban köpeği vardı. Hepside iriyarı ve boyunları hıltarlıydı (* Dikenli tasma) . Çoban Hüseyin köpeklerine gözü gibi bakar, onları et veya etsuyu ile karılmış kepekle beslerdi. Sürüde köpeklere çok iş düşerdi. Gündüz hırsızlara gece ise hem yabani hayvanlara, hem de hırsızlara karşı sürüyü korurlardı. İkinci dünya savaşının verdiği ekonomik sıkıntı yüzünden millet olarak yoksullaşmıştık. Bu da hırsızlığın artmasına sebep olmuştu. İşte köpekler tüm bu sorunlara çare olurlar; sürüye bir zarar gelmesini engellerlerdi. Her biri sürünün bir tarafına gider, sürekli olarak havlayarak sanki "biz görevimizin başındayız" diye seslenirlerdi.

    Vakit hayli ilerlemiş gece yarısı olmuştu. Sürü otlaya otlaya meranın alt taraflarına gelmişti. Ayın ondördü olduğundan ortalık neredeyse aydınlık gibiydi. Şu köpeklerin havlamalarındaki artış ve arada bir gelen tak tuk sesleri kendisini hayli tedirgin etmişti. Menderes tarafından gelen çakal sesleri yoğunluk kazanınca sürüyü biraz daha güneye kaydırmaya karar verdi. Köpekler de çakalların varlığını hissetmişler hep birlikte sürünün o tarafına geçmişlerdi.

    Çoban Hüseyin sürüyü köye doğru çekmesine rağmen çakalların takibi sürdü. "Anlaşılan çakalların niyeti kötü" diye geçirdi içinden. Yaklaşık bir aydır sürüye tacizleri olmamıştı. Çakallar saldırırsa kendisinin yapabileceği hiç bir şey yoktu. Bütün iş köpeklere düşerdi. Çakallar birkaç koldan saldırırlar, sürüdeki kuzu veya genç koyunları kapmaya çalışırlar, köpekler de onları ısırmak suretiyle parçalar veya kaçmaya zorlarlardı.

    Çakal sesleri iyiden iyiye yaklaştığı için sürü iyice huysuzlandı. Otlamayı bırakıp bir araya toplandı. Kuzular daha bir analarına sokuldular. Hüseyin sopasını biraz daha sıkı kavradı. Köpekler de var gücüyle havlamaya başladılar. Çok geçmeden birkaç koldan çakalların saldırısı başladı. Köpekler de onlara saldırdılar. Ortalık tam bir can pazarına dönmüştü. Hırlama, havlama ve meleme sesleri birbirine karıştı. Hüseyin sürünün bozulup dağılmasından korkuyordu. Yoksa en fazla bir veya iki kuzu kapma şansları vardı. Bu da onun için fazla kayıp sayılmazdı. Ama sürü dağılırsa çakallar sürüye esaslı bir zarar verirlerdi ki bunu engellemek hemen hemen imkansızdı.

    Var gücüyle sürüyü bir arada tutmaya çalışıyordu. Çok geçmeden çakallar istediklerini almış veya ümitlerini kaybetmiş olmalılar ki saldırıları seyrekleşti, çekilmeye başladılar. Köpekler de kaçan çakalların peşine düştü. Daha "Allah'a çok şükür" bile demesine fırsat kalmadan duyduğu "İmdaaaat" sesiyle irkildi. Ses biraz ilerden geliyordu. Bu vakitte bir imdat çağrısı, önce yanlış duyduğunu sandı. Ama gerçekten de havlamalar arasından bir de insan sesi geliyordu. Silahını eline alıp sesin geldiği yere doğru koştu.

    Gördüğü manzara karşısında şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Ay ışında seçebildiği kadarıyla, yeni kazılmış bir çukurun içinde bir çakal, bir köpek ve bir insan vardı. Sanki üçü birlikte boğuşuyor gibiydiler. Biraz sonra çakal fırladı çukurdan. Peşinden de köpek çıktı. Fakat adam kıvrılıp kalmıştı çukurun dibinde. Manzaranın etkisinden çabuk kurtulan Hüseyin, önce elindeki tabancayı beline soktu ve yavaşça çukura indi. Karanlıkta kim olduğunu seçememişti. Adamı yavaşça yerden kaldırıp oturttu çukurun içinde.

    -Kimsin arkadaş? Diye sordu. Adamdan cevap yerine sedece hırıltı geliyordu.

    Belindeki matarasını çıkardı. Adamın ağzını aralayıp birkaç yudum su içirmeye çalıştı. Beceremeyince sırtına alıp yavaşça çukurdan dışarıya çıkardı. Az ilerideki düz bir yere götürüp kepeneğin üzerine yatırdı. Yüzüne su serpip şakaklarını ovdu.

    Başını kaldırıp baktığında köpeklerin geri dönmüş olduğunu, sürünün de tekrar otlamaya başladığını görünce rahat bir nefes aldı. Artık adamla ilgilenebilirdi. Bir zaman sonra adamın titremesi ve hırıltısı geçer gibi oldu. Ama halen konuşmaya mecali yoktu. Şoktan çıkması için kollarını ve ellerini ovmaya devam etti. Canlanır gibi olan adamın ağzından belli belirsiz:

    -Gittiler mi? Kelimeleri döküldü.

    -Kimler? Diye sordu Hüseyin.

    -Cinler!!!

    -Cin falan yok hemşerim. Sen kimsin? Burada ne işin var? O çukurda ne yapıyordun?

    Peş peşe gelen soruları anladığını belirten "tamam" anlamında elini salladı hafifçe. Derince bir soluk alıp konuşmaya başladı.

    -Ben Mescitli Köyü'nden Çorapçıların Ali Bekir.

    Cümlesini bitirdikten sonra bir müddet bekledi. Anlatacaklarını toparlamak ister gibi bir hali vardı. Aynı kısık ses tonuyla devam etti.

    -Üç gündür rüyama ak sakallı bir ihtiyar girip altınları almamı istiyordu.

    Dediğine göre şu iki karaağacın ortasında gömülü bir küp altın varmış. Önce "saçma sapan bir rüyadır" deyip geçtim. Fakat üç gece üst üste aynı rüyayı görünce aklıma yattı. Tek korkum ihtiyarın sürekli uyardığı, "altınların cinler tarafından korunduğu" kısmı idi. Ben de her şeyi göze alıp kazma ve kürekle buraya geldim. Akşam olup ta herkes evine gidince ben kazmaya başladım. Bir boy kadar kazmıştım ki cinler tarafından saldırıya uğradım. O kadar kurtulmaya çalıştım ama beceremedim. Sonrasını hatırlamıyorum.
    Sustu. Bu susuşta çaresizlik ve ümitsizlik vardı. "Ne işim var burada, niye bunu yaptım ki" şeklindeki düşünceleri onu daha bir bilinmeze doğru sürüklüyordu. Gözlerini yavaş yavaş kızıllaşmaya başlayan gökyüzüne kaldırdı. Bir müddet öylece kaldı.

    Hüseyin onun bu halini sessiz bir biçimde izledi. "Yoksulluk" diye geçirdi içinden. Bütün bunların altında yatan ana neden oydu. Böylesine garip maceralara itiyordu insanı. Köpekle çakal birbirini kovalarken düşmüş olmalılar çukura. Garibim de cinler bastı sanmış. Çok korkmuş olmalı diye düşündü. Ali Bekir'in elinin yana düşmesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. Onu omuzlarından tutup,

    -"Ali Bekir, Ali Bekir" diye sarstı.

    Ama artık ondan cevap almak mümkün değildi. O, artık bu dünyanın tüm uğraşlarından kurtulmuş Hak'kın rahmetine kavuşmuştu. "Ödü patlamış olmalı" diye düşündü. Eliyle Ali Bekir'in açık kalan gözlerini kapadı. Kepeneğin boşta kalan kanadıyla da üzerini örttü.

    Ayağa kalkıp çevresine bakındı. Koyunlar köye doğru yönelmişlerdi. Varıp önlerini kesti. Varsınlar biraz daha beklesinlerdi. Hiçbirşey olmamış gibi çekip gidemezdi. "Onu köyüne kadar götüremeyeceğime göre, en azından birileri gelene kadar beklemeliyim" diye düşündü. Yakındaki bir ağaç kütünün üzerine oturdu. Sürünün ne yaptığına aldırış bile etmeden beklemeye başladı.

    ***
#29.04.2007 19:35 0 0 0
  • teşekkürler aloneman09 güzel bi hikayeydi
#30.04.2007 19:27 0 0 0
  • Çok güzel bir hikaye, enine sağlık
#03.05.2007 18:32 0 0 0
  • SELAM ARKADASLAR BEN YENI KATILMAMA RAĞMEN HALA ISTEDIYIM BILGILERI ELDE EDEMEDIM
#29.05.2008 22:14 0 0 0