Siz ve Şakalarınız

Son güncelleme: 11.11.2014 22:37
  • ayfer tunç hikayeleri - kırgınlık - sitem - yalnızlık hikayeleriBeni son durağıma götürecek olan toprak yol, iki büyük fıstık çamının arasından başlayarak kıvrılıyordu. Büyük ve harap bir bahçeyi ortadan bölüyordu belli belirsiz. Az çiğnenmişti, belli ki fazla yolcusu yoktu. Ağaçlar yavaş yavaş tazeleniyorlardı. Kuşların sesini duydum, bir de hafif esintilerle kıpırdanan dalların uğultusunu.
    Tek başıma gelmiştim. Bir teslim oluş gibiydi her şey. Hayatımın bu son yolunda tek başıma yürümek istemiştim. Siz yoktunuz o zamanlar, kimseler yoktu. Buraya ilk gelen bendim. Yemekhanede ilk yemek yiyen, şezlonglara ilk uzanan, bahçede ilk yürüyüş yapan, geceleri bir türlü uyuyamadan tavanlara bakan bendim. Yolun başında bir sıkıntı sardı içimi. Kendimi çok yalnız buldum, çok gereksiz. Bir hayatı özetler gibiydi duruşum. Valizim birden ağırlaştı, kaldıramadım. Ne garip; insanın eşyaları da, hatıraları gibi yıllar boyunca birikiyor. Sonra bir yığın ayrıntı, ne bileyim, koltuklar, perdeler, karyola, kitaplık, çalar saat, çaydanlık, dantel örtüler, abajur, aynalı mektup kutusu tek tek kayboluyor. Ama hatıralar hep kalıyor.

    Denize atılan kitaplar nasıl yavaş yavaş erir de sulara karışırsa hiç olmamış gibi, hayatımın bütün ayrıntıları da öyle gitmiş elimden. Bir valizim kalmış. Ama uygundur benim yaşımda bir insanın bir tek valizinin kalması. Hatta o müthiş sona doğru giderken, bir valizim bile olmamalıdır. Yattığım yatak, su içtiğim bardak, baktığım pencere emanet olmalıdır. Böylece, hayatla aramdaki maddi bağlar, benden sonraki sahiplerini bulmalıdır.

    Toprak yolun başında, bütün bir hayatı yaşadım önce. Bir duyguydu bu, çok kısa sürdü. Sonra büyük, beyaz binaya girdim. İlk kez ben geldim. İlk müşteri, ilk ihtiyar, ilk can sıkıcı kişi bendim. Ne kadar büyüktü bina ve ben ne kadar yalnızdım. "Burası odan, hanımnine," dediler. Oysa bana Hoca'nım denmesine alışkındım, garipsedim, hanımnine olacak kadar yaşlandığıma inanamadım. "Bu dolabın, bu yatağın, bu masan, bu sürahin, su sandalyen" dediler. Yaşlıları aptallarla karıştırıyorlardı. Bir sürahiyi gördüm mü tanırdım. Bir sandalyeyi de. "Bunlar battaniyelerin," dediler. "Kaloriferler saat onda söner. Geceler soğuk olur, bu yüzden sıkı örtün," dediler. Geceler soğuk olurmuş. Benim gecelerim hep soğuk olurdu Samim Bey. Aydınlığa bakan küçük odam geçti gözlerimin önünden. Camlı bir kapısı vardı, salonda yanan ışık sızardı içeriye. Hep o sızan ışığa bakardım geceleri.

    "Bu lavabon hanımnine, "dediler. "Buraya sabununu koyarsın, buraya da diş fırçanı," dediler. Bunu söylerken sezdirmeden ağzıma baktılar. Ah! Ben ne odalarda kaldım, ne banyolar gördüm. Halis Halep kilini nereye koyacağımı iyi bilirdim. "Yerler halıdır, terlik giy; pencereler zor açılır, beceremezsin, bizi çağır" dediler. Pencereler çok büyüktü. Tavanlarsa çok yüksek.

    Siz yoktunuz. Siz geldikten sonra odam neşelendi inanın. Pencereler küçüldü, kuşlar odama geldiler. Sandalyemi, yatağımı, sürahimi benimsedim. Hani bazen insan kendi adını garipser ya, hani kendine söyler de bazı anlamsız seslerdir, insanın kendi adı bile... İşte odam da öyleydi siz gelmeden önce. Sürahiye uzanan buruşuk, çilli elim bile bir yabancınındı sanki. Sürahi ise dokunursam kınlıverecekmiş gibi korktuğum garip bir eşya. Karlı dağların köpüklü, koyu mavi, hırçın bir denize ittiği küçük bir şehrin içinde, küçük ve sıcak bir odayı hatırlamıştım. Denize bakardı oda. Kocaman bir ocakta odunlar çıtırda-yarak yanardı. Hiç üşümezdim o zamanlar. Sonra Peri vardı. "Ah abla, bulamadım izini!" derdi. "Beni bıraktı gitti." Hem gülerdim, hem acırdım haline. Gözleri deniz gibi hırçın, "Bilsem ki şu karlı dağların tepesindedir, böylece düşerdim dağın yoluna!" derdi, ince pazen elbisesini tutarak. "Aşk dediğin nedir ki Peri?" derdim. "Geçer, gider..." Yüzüme bakardı, "Geçmiyor abla," derdi. "Benim başımdaki ateş geçmiyor."

    Bana perde işlerdi Peri, aşık bir eve asmamı dileyerek. Nasıl da güzel işlerdi, nasıl da yanık, tutkulu, aşk dolu. Bir kar başlardı sonra, öğle ile akşam arasındaki o sakin zamanlarda. Lokma lokma dökülürdü denize. Deniz yutardı karları. Genç kız yüzümü hatırlardım. Aşksız, hülyasız, boş yüzümü. Hep siyah ayakkabılarımla solgun halimi. İnceydi kaşlarım, toz gibiydi neredeye, yüzümse şeffaf, beyaz. Bir siluet gibiydim, hep öyle kaldım. Siyah ayakkabılı bir gölge.

    "Duvarlara çivi çakma, resim asma, yasaktır," dediler. Yasakları benden iyi kim bilebilir ki? Yasakların çevrelediği bir hayatı yaşamadım mı? Hayatım boyunca bütün kurallara uymadım mı? Hem otuz beş sene yasaları öğrettim ben. Aksi yüzümü takındım. Oysa aksi yüzümden vazgeçeli çok olmuştu. Aydınlığa bakan odamdan çıkıp, salona giderken, hep gülümseyen yüzümü takınırdım, öyle gerekirdi "Neyin yasak olduğunu sizden mi öğreneceğim?" dedim. Otuz beş sene boyunca aldığım duruşu almıştım. İşte 'aksi hanımnine'ye o gün çıktı adım. Bir suskunluk oldu önce, ama çok sürmedi. Kamburum çıktı, gözlerim ışığını kaybetti, sesim titredi sonra hep. "Örtü getirdiysen masana ser, biz vermiyoruz," dediler. "Akşam yemeği saat tam yedide, odanda yiyemezsin, yemekhaneye ineceksin," dediler.

    Siz yoktunuz Samim Bey kravatınız, fötr şapkanız, günlük gazeteleriniz, meraklı bakışlarınız, muzip yüzünüz ve 'istirham ederim hanımefendi'lerinizle siz, yoktunuz. Ben ilk müşteriydim. Odası ilk havalandırılan, yatağı ilk toplanan, televizyon salonunda ilk ve yalnız başına oturan bendim. Siz ve şakalarınız yoktunuz. Bu anlattıklarımı belki söylemediler Samim Bey. Belki nazikçe söylediler de, ben öyle anladım. Ama ağır geldi bana bütün bunlar. Aydınlığa bakan odamın bulunduğu evde olanlar da ağırdı çünkü. Sıcak ve nemli bir şehire, sağlığım bozulurdu, beni götürmediler. ilk gece belki yemek yiyemem diye yolluk verdiler yanıma, benim yüreğim iki kat oldu. "Yerleşince televizyon salonuna gel, çay yapacağız, birlikte içeriz," dediler. Bunu gerçekten söylediler. Çünkü çok sevinmiştim.

    "İstersen bende kal" demişti Peri, o gülümseyen gözleriyle, karlı dağlarını denize ittiği şehre ilk gittiğimde. Şimdi düşünü-yürum da, Peri'yi öylesine güzel gülümseten, acaba aşk mıydı? Kim bilir nerededir şimdi Peri? Belki ölmüştür. Benden genç kimler ölmedi ki o sağ kalsın, hem de tutkulu bir aşkla. Kapıyı yavaşça çekip gittiler. Valizim elimde kalakaldım. Ah Samim Bey! Böyle bir duyguyu siz yaşadınız mı? Siz hayatı çok mu severdiniz? Hep neşe içinde mi geçirdiniz bir ömrü? Ah, niçin bunları konuşacak kadar vaktimiz olmadı bizim? Hayatı neden sevdiğini bana anlatabilirdiniz belki Samim Bey.

    Bence iskambil oynamayı severdiniz siz. Şark hizmetindeyken ırmak kıyısına giderdiniz eş dost. Önce rakı içerdiniz. Sonra arkadaşlarınızdan biri saz çalardı, siz türkü söylediniz. Belki biraz efkarlanırdınız türkü söylerken. Bir sigara yakar, dumanına bakar "Amaaan sen de," derdiniz sonra. İskambil kağıtlarını çıkarırdınız, pişti yapınca çok sevinirdiniz. Biliyorum, ah biliyorum, bütün bunları anlatırdınız bana vaktimiz olsaydı. Bence siz hep gülerdiniz. Ben hiç gülmedim Samim Bey, hiç aşık olmadım. Ama Peri, deli gibi aşıktı. Ona acırdım.
    Ayak seslerini götürdü halılar onların. İki kişiydiler, biri kadın biri erkek. Bütün eklemlerim uzun uzun sızladı onlar gidince. Hiç gelmediler sandım, hiç olmadılar. Ben bir rüya gördüm, kötü bir rüya. Hava bulutluydu, odam gölgeler içindeydi. Valizimi açtım.
#11.11.2014 22:36 0 0 0
  • Terliklerimi, yün çoraplarımı, hırkamı, şahmı, yakın gözlüğümü, geceliğimi, pazen elbiselerimi, çamaşırlarımı, diş fırçamı, sabunluğunu çıkardım. Peynirli poğaça torbasını da. Ayakkabılarımı çıkardım, yün çoraplarımı, terliklerimi giydim. Eşyalarımı dolaba yerleştirdim. Siyah mantomu astım, siyah ayakkabılarımı da altına koydum. Dolap bir tabut gibi göründü gözüme. Yıpranmış mantom askıda sallanıyordu ve altında siyah ayakkabılarım. İşte ben buydum. İçi boş siyah bir manto ve ayakkabılar. Dolap bir tabuttu. Yatağa girdim. Son yatağımdı bu. Ağlaya ağlaya uyudum. Sık ağlayan biri değilimdir Samim Bey, ama insan çok garip oluyor işte böyle zamanlarda. Ağlamasam uyuyamazdım.

    Sonra günler geçti. Şezlonglarda oturmaya alıştım. Şehirden uzak bir bahçede ötüşen kuşlara, sabah sekizde kahvaltıya, on iki de öğle yemeğine, akşamüstleri bir iki bisküvi yemeye alışmıştım. Sabah gelen akşam giden görevlilere, akşam gelen sabah giden nöbetçilere, yemenili, mavi önlüklü yemekhane görevlisi kadınlara alışmıştım. Ama boş salonlara, koridorlarda gezinmeye, gece boyu tavanlara bakmaya alışamamıştım. Ağaçlar yeşillenmişti. Çimen ve toprak kokuyordu ortalık, bir gün önce yağmur yağmıştı. Hırkamı giymiş, şalımı sarınmış oturuyordım geniş balkonda. Peri'yi düşünüyordum. Ben zaten son zamanlarda hep Peri'yi düşünür olmuştum. Peri'nin ümitsiz bir aşka olan bağlılığını. Bir gün Peri'yle bahçede fındıklara bakıyorduk olmuş mu diye. Peri'nin gözleri daha az dalıyordu, daha az iç çekiyordu. Uzaklarda bir kadın göründü. Yaklaştı, yaklaştı, Peri bir çığlık atarak, boynuna sarıldı. Memleketlisiymiş. Ocağımızın başına geçtik, içine yeni odunlar attık, birden büyüdü ateş. Çay demledik. Kadın bir ara, "Seninkinin büyük oğlu..." diye başladığı cümleyi bitirmeden, elindeki bardak düştü Peri'nin. Sıcak çay bacaklarına yayıldı. Peri kıpırdamadı donmuş gibi öylece kalakaldı. Günlerce merhem sürdüm yarasına. Kabuk bağladı, soyuldu. Ağzını açıp of, demedi.

    Onun nasıl sessizleştiğini, durgunlaştığını düşünüyordum. Bir sözle nasıl değiştiğini. Bir araba sesi duydum. Tam da nakışlı perdelerimize geçmişti düşüncelerim. Siz indiniz o arabadan Samim Bey. Meraklı meraklı etrafı süzerek içeri girdiniz. Peri, nakışlı perdelerim, aşk, deniz hepsi çıkıp gitti aklımdan. Geldiğinize, bu büyük, sessiz binaya benim gibi birinin geldiğine bir türlü inanamamıştım.

    Ne kadar da neşeliydiniz, güler yüzlüydünüz. Bana bir sürü şey sormuştunuz. O gece rahat uyumuştum. Yatağımı garipsemeden, dolabımı tabuta benzetmeden. Oysa ağlayarak uyuduğum ilk gün uyandığımda, çocuk sesimle ağlar buldum kendimi. Hemen kalktım o sesten kurtulmak için. 'Bu oda benim,' dedim kendi kendime. Bu pencereden göründüğü kadarıyla bahçe, bu yüksek tavan, bu temiz ama yabancı yatak benim. Benden bir iz taşımayan, yanımda sıralanıp giden odalarla bir örnek oda benim. Benden sonra biri gelip yatana kadar. Eh, dedim sonra, resim asılmayan duvarlar, istediğin zaman aça-mayacağın bir pencere sana yeter. Ne istedin ki hayattan şimdiye kadar?

    Ama istiyordum Samim Bey. Kokum sinmiş bir koltuğu, bozuk da olsa yıllarını benimle geçirmiş bir radyoyu, Peri'nin dostluğunu istiyordum. Bütün bunlar neyi anlatırsa bir insana, yaşandığı belli bir hayat adına, onları istiyordum. Peynirli poğaça torbasını elime aldım. Yavaşça çıktım odadan. Çok geç olmuştu, çaylarını çoktan içmişlerdi. Kapımın üzerinde yetmiş yedi yazıyordu. Daha iki yılım var dedim kendi kendime. Keşke yetmiş beş yazsaydı. Biri sağa bir sola giden iki koridor... Hangisi demişlerdi insan seslerinin doldurduğu bir odaya giden? Hangisini seçersem neşeli kahkahaların duvarlarda kırıldığı, sıcak bir odaya varabilirdim? Peynirli poğaçaları verecek kimse bulamadım. Danışmaya gittim önce. Akşam olmuştu, demir kapı sıkı sıkı kapanmıştı. Yemekhanede kadınlar kendi aralarında öfkeli öfkeli konuşuyorlardı, onlara da ben teklif edemedim. İdaredeki gençler, "Sağol hanımnine, biz tokuz. Gece acıkınca yersin," dediler. Anlamadılar. Uzun bir yolculuğa çıkarken yanıma verilmiş şeylerden kurtulmak istiyordum. Hiç yer miydim onları? Tuvalete gittim. Musluğu açıp poğaçaları ıslattım hınçla. Çöp kovasına attım, sonra kovaya tukurdum. Tuvaletten çıktım. Sıra sıra odalar vardı. Seksen beş, seksen altı, sensen yedi... Televizyon salonunu buldum. Hepsi boş bir sürü koltuk vardı. Camlar parlak ve soğuktu.

    Denize bakan odada otururken Peri'yle, camlar buz tutardı kışın. Peri'nin hediyesi perdelerimin karanfilleri şenlendirirdi camlan. "Ah abla, dilerim aşık bir eve asarsın" demişti. Hiç asamadım. Hiç aşık olmadım. Sanki olsam ne çıkardı? Böyle kocaman bir binanın küçücük bir odasında, hep kurallara uymuş ve hiç aşık olmamış biri olarak son günlerimi geçireceğime, aşktan öyseydim ne çıkardı? Yıllar sonra ben, hep Peri'deki bu aşkı düşündüm. Bir insan nasıl olur da yıllarca böyle ümitsiz bir aşkı taşıyabilir diye.
    Perdelerim... Aydınlığa bakan bir odada birkaç yıl yaşamamın bedeli oldular. Dilerim nakışları solmuştur. Dilerim saygısızca naylon tüllerin arasına katılarak, kirli bir çarşafa sarılan perdelerimi asamadan atarlar. Çünkü aşık bir ev içindi onlar. "Aşıklık... En büyük yalnızlık" derdi Peri. O kadından sonra iflah olmadı. Yaralan iyileşti ama, o durmadan aşkını anlatan kız durgunlaştı, suskunlaştı. Sonra ben ayrıldım o şehirden. Altı tane mektup yazdım Peri'ye. Hepsi geri geldi.

    İşte böyle Samim Bey. Hayatımızı birbirimize özetleyecek kadar zamanımız olsaydı, size Peri'yi ve onun onulmaz aşkını anlatacaktım. Belki aşk denen şeyi, Peri'yi anlatırken yaşayacaktım. Yanımdaki odayı vermişlerdi size. Çok sevinmiştim. Ne kadar konuşkandınız Samim Bey. Karınızın on yıl önce öldüğünü, hiç çocuğunuzun olmadığını, buraya kendi isteğinizle geldiğinizi, burada yaşamaktan mutlu olacağınızı, benimle tanışmış olduğunuz için sevindiğinizi söylemiştiniz. Sonra dünyada olan bitenden söz etmiştiniz. Ben yıllardır ilgilenmiyordum, bana ne? Ama size hayran olmuştum. Sonra ne kadar meraklıydınız. Duvarların yağlıboyasından, televizyonun markasına kadar, her şeyle ilgilenmiştiniz. Nasıl sevebiliyordunuz hayatı bu kadar? Bir sürü soru sordunuz bana, hiçbirini bilemedim. Oysa siz bir gün içinde sıcak su saatlerini, buradan hangi otobüsün geçtiğini bile öğrenmiştiniz. Çok şaşırmıştım. Sonra odalarımıza giderken bana, "Önden buyurun hanımefendi," demiştiniz. Hayırlı geceler dilemiştiniz.

    Odam nasıl güzel görünmüştü gözüme. Yatağım sanki yüz yıldır benimdi. Bardağıma sürahimdem su doldurdum, kana kana içtim. Aynada kendime baktım, yüzümde bir pembelik buldum. Yanımdaki odada, benimkinin tıpkısı bir yatakta yattığınızı düşündüm. Belki horluyordunuz geceleri, gülümsedim. Gece üşümedim, uyanmadım. Tavan çok yüksek görünmedi gözüme. Rüyamda sizi ve Peri'yi gördüm. Ah Samim Bey! Geldiğinize o kadar sevinmiştim ki. Çünkü tavanlar çok yüksekti ve hep dalgalanıyordu bakarken. Geceleri korkulu rüyalar görüp odamdan dışarı fırlamaktan; sesimin nöbetçilerin bir kenara kıvrılıp uyuduğu, bomboş bir binanın duvarlarında çınlamasın dan ve bu çınlamanın beni korkudan öldürmesinden korkardım. Yanımda siz vardınız artık. Yetmiş sekiz yaşındaydınız.

    Hayat çok uzun bir yoldur, ne zaman biteceği bilinmeyen. Bu çok sık söylenen bir sözdür, bilirim. Yaşamak bir gün gelir, ağır bir yük olur insanın sırtında. Bu da çok sık söylenir ve ben buna inanırım. Ama yaşamak sizin için bir yük değildi ki Samim Bey. Beni bu yüksek tavanların alıtnda bırakıp gitmeye ne hakkınız vardı? O yabancı, beyaz ve soğuk yatakta uyuyup uyanmamaya ne hakkınız vardı? Birlikte yürüdüğümüz yolda, şimdi tek başıma yürüyorum, bahçede. Beni yalnız bırakmaya ne hakkınız vardı?

    Yanımdaki odada kalmamalıydınız Samim Bey. Ben yalnız uyurdum, yanımdaki odada yattığınızı düşünmezdim. Keşke başka bir odada kalsaydınız. Şimdi odaların çoğu dolu. Ben de yetmiş altı yaşıma yaklaşıyorum. Televizyon salonunda yer bulamıyorum artık. Camları buğulanıyor mutlu bir evin camları gibi, ama içerisi pis kokuyor. Tuvalet sırasında ve yemekhanede kavga çıkarıyorum. Duvarlara çivi çakıyorum, resim asıyorum. Odamı temiz tutmuyorum. Kurallara uymuyorum artık, umurumda mı? Yine de halılar yutuyor ayak seslerimi Samim Bey. Peri'yi, perdelerimi ve sizi çok özlüyorum. İyi ki girdiniz hayatıma Samim Bey. İyi ki girdiniz.

    Ayfer Tunç

    alıntı
#11.11.2014 22:37 0 0 0
  • Siz ve Şakalarınız Konusuna Benzer Konular
  • Böyle bir şey olamaz.! Hiç alakalı konu bulamadık.
  • Plastik Gıda Ambalajı 11.11.2014 22:37