Güzel Olan Herşeyin Bir Bedeli Vardır

Son güncelleme: 16.01.2015 14:15
  • hayat hikasyeleri - yaşanmış öyküler - yoksulluk öyküleriBenim lisede, kardeşimin de ortaokulda olduğu dönemlerde, birlikte su kaydıraklarının ve havuzların olduğu bir eğlence merkezine gitmiştik.

    Çok keyifli bir gündü. Eğlence merkezinin en yüksek ve baş döndürücü kaydırağından kaymak için sıraya girmiştik.

    Sırada beklerken, birkaç kişi önümüzdeki, bir bey benim dikkatimi çekti. Gözüm onu bir yerlerden ısırıyordu. Sonra kim olduğunu hatırladım. O dönemlerde sıkça ekranlarda gördüğümüz, soyadı “göz” kelimesiyle biten, bir magazin programı yapımcısı ve sunucusuydu.

    Kendisinin gerçek adını burada yazamayacağım için biz ona, Sinan Serçetengöz diyelim. (Eğer aranızda gerçek adı Sinan Serçetengöz olanlar varsa rahat olun, anlattığım kişi siz değilsiniz! )

    Ancak ben onun soyadını “Serçetenöz” olarak hatırlamıştım ve gördüğüm kişinin gerçekten o olup olmadığından emin olmak için, soracak kişiyi kardeşim olarak belirlemiştim.

    Hani toplum olarak çok işlevsel bir stratejimiz vardır; ayak işlerinde ya da yapmaya çekindiğimiz şeyler de küçükler devreye sokulur.

    İşte bende kardeşimi devreye soktum ve onu yolladım. O tombalak ve bir o kadar da sevimli haliyle paytak paytak yürüyerek magazin sunucumuzun yanına yaklaştı. Utangaç ve heyecanlı bir ses tonuyla, kendisine tembihlediğim soruyu sordu: “Affedersiniz, siz Sinan Serçetenöz’ müsünüz?”

    Sinan beyin kızgın ve sert sesi kuyrukta yankılandı;

    “ ÖZ değil, GÖZ!”

    Canım kardeşim; utanmış ve kıpkırmızı olmuş bir halde, boynu bükük yanıma geri döndü. Çok üzülmüş ve sinirlenmiştim. Küçük bir çocuğu kabalığıyla bu hale sokmaya ne hakkı vardı? Ünlü olmak mı ona bu hakkı veriyordu?

    Derken kayma sırası, soyadı “Öz” le değil, “Göz” le biten ve bunu kardeşimi inciterek tüm kuyruğa duyurmuş olan magazin sunucumuza geldi.

    Kendini kaydıraktan akan serin sulara bıraktı. Biz de onun kayışını izliyorduk. Kaydı, kaydı ve etrafına sular sıçratarak, büyük bir gürültüyle havuza düştü.

    Sersemlemiş bir şekilde, doğrulduğunda, (Kaydırak havuzunun suyu sadece dizlere kadar uzanıyordu) mayosunun artık onunla birlikte olmadığını panik eşliğinde fark etti.

    Bizim yukarıda, arkadan gördüğümüz bu manzara karşısında, artık o ne “Öz” ne de “Göz”dü. Sadece … idi. (Sanırım ne olduğunu anladınız!)

    O günü hatırladıkça hala kahkahalara boğulurum. Sinan Bey o gün bir bedel ödemişti.

    Ama bana sorarsanız ödediği bedel, kardeşimi kırmış olmanın bedeli değildi. Onun ödediği bedel, bizden daha ünlü ve zengin olmasının bedeliydi. Bizim sahip olmadığımız ama onun sahip olduğu ve bize karşı kullandığı gücün bedelini ödemişti.

    Hiç birimizin dış görünüşü diğeriyle aynı değil, hiçbirimizin yaşamda edindiği statüler ve maddi güçte aynı değil.

    Bazılarımız nefes kesecek kadar güzelken, bazılarımız kısa boylu ya da kiloluyuz.

    Bazılarımız milyarları bir gece de harcarken, bazılarımız o parayı bir ömür kazanamıyor.

    Bazılarımız da bir çok insan tarafından tanınırken, bazılarımız “sıradan vatandaş” damgasını yiyor.

    Bazılarımız zekasını üst düzeyde kullanırken, bazılarımız sadece ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kullanıyor.

    Hani hepimiz eşittik? Bunca farklılık ne öyleyse?

    Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını hepimiz biliyoruz. İnsanlara baktığımızda ilk gördüğümüz “Güzellikleri”, “Paraları”, “Ünleri”, “Zekaları” olurken, sahip oldukları bu artılar karşılığında ödedikleri bedel ise, işin görünmeyen yüzünde, derinliklerinde yatıyor.

    Dışardan bakıldığında her şeye sahip oldukları düşünülen evlilikler görüyorum: Güzel bir çift. Akıllı ve sevimli çocukları. Evleri, yazlıkları, kışlıkları. Kıyafetlerine uygun arabaları…

    İşin içine girdiğimde ise acıları, kavgaları, tükenmişlikleri çıkıyor karşıma. Her şey mükemmel gibi görünürken, amansız bir hastalığa yakalanıyor çocukları. Onun kaybıyla dağılıyor yaşamları.

    Kendi işinin sahibi, toplumda bir yer edinmiş, kariyer sahibi biri çarpıyor gözüme. Tam hayran olurken ona, dört duvar arasındaki yalnızlığıyla yüzleşiyorum.

    Birbirine 40 yıl sonra bile eşine az rastlanır bir aşkla bağlı çiftlere baktığımda, çocuk sahibi olamadıklarını öğreniyorum; anne, babalığı hiç yaşayamadıklarını.

    Çok güzel bir bayana “Allah özene bezene yaratmış” derken, bir çöp parçası gibi fırlatılıp atıldığı, terkedilmişliklerinin hikayesiyle daralıyor yüreğim.

    Tesadüfen mi oluyor tüm bunlar?

    Bana sorarsanız kesinlikle hayır. Sokaklarda aç, kimsesiz gezen çocuklarla, bizim sahip olduğumuz artılar arasındaki farkı kapatan ince bir denge var hayatta.

    Hepimiz eşitiz. Sahip olduğumuz farklılıkların bedelini ödeyerek, berabere bitiriyoruz hayat denen koşuyu.

    Siz parasız, acı içinde sokaklarda dolaşan bir adamın karşısında, elinizde olan artıların bedelini öderken, bir başkası sizden daha fazlasına sahip olmanın bedelini ödüyor. Alıp, verdikçe eşitleniyor yaşamlarımız.

    Alışveriş gibi hayat.

    Büyük bir market düşünün. Marketin adı da “Hayat” olsun. Hayat marketinde; siz beş kilo et almanızı olanaklı kılan kaynaklarınızın karşılığını öderken, bir başkası aldığı bir kilo etin karşılığını veriyor. Aranızda sizi eşit kılan bir farkla; siz daha çok bedel ödemiş olarak, beraberce ayrılıyorsunuz marketten.

    Ne yapalım o zaman? Ödeyeceğimiz bedellerden korkarak, bir kenara çekilip pinekleyelim mi?

    Keşke o kadar kolay olsaydı. Bedelden kaçıp saklandığımızda da, yüklü bir ödeme bekliyor bizi. Diğerleri mücadele edip, çırpınırken; rahatça bir kenara çekilip bekleme lüksünün bedeli. Onlar bu hakka sahip değilken, bizim sahip olduğumuz “Vazgeçme” ya da “Hiçbir şey yapmama” hakkının bedeli. Yani her şekilde bir bedel var bizim için.

    Yaşam bize hiçbir şeyi hibe etmez. Söke söke alır hakkını. Acımasızlık mı sizce bu? O zaman şunu sorun kendinize; Beyazı beyaz yapan, siyahın varlığı değil mi? Sahip olduklarımızı değerli kılan, ödediğimiz bedel değil mi?

    Doğduğu andan itibaren, paranın satın alabileceği her şeye sahip olan insanlara bir bakın. Her şey bembeyazdır yaşamlarında. Ta ki kaybolana kadar onca varlığın arasında.

    Bedel ödemeden sahip olduklarıyla anlamsızlaşır yaşamları.

    Aslında hayatın onlara verdiği bir borçtur bu. Bir boşluğun içinde, “Küçük şeylerden zevk almanın” büyüsünden uzak, amaçsızca savrulurken, ödemeye başlarlar borçlarını. Ödedikçe bu borcu, anlam kazanmaya başlar yaşamları. Çünkü siyah çıkmıştır karşılarına. Siyahla birlikte fark ederler, ellerindeki beyazı ve diğer tüm güzel renkleri.

    O zaman nasılsa ödeyeceksek bir bedel, anlamlı şeyler için yapalım bunu. Çünkü hayatımızın sonuna geldiğimizde “Güzel bir hayat yaşadım” diyebilmenin yolu, hiç bedel ödememiş olmaktan geçmiyor. Ödediğimiz bedeller karşısında güçlü olup, her şeye rağmen devam etmekten ve hayat marketinde verdiğimiz karşılığında aldığımızın değerini bilmekten geçiyor.

    Verem hastası yatalak bir anne ve sarhoş bir baba. Sürekli kavgaların yaşandığı bir ev. Ortada sefalet içinde bir çocuk: Beethoven.

    Zengin olduklarında kardeşi, Beethoven’a gönderdiği mektupta, kart vizitine:

    “Johann BEETHOVEN - Toprak Sahibi” diye yazar.

    Beethoven’nın gönderdiği mektuptan, çıkan kartvizitinde şöyle yazmaktadır:

    “Ludvig BEETHOVEN – Akıl Sahibi”

    alıntı
#16.01.2015 14:15 0 0 0