Nazım Hikmet

Son güncelleme: 03.06.2010 10:57
  • Nazım Hikmet Kimdir - Nazım Hikmet Resimleri - Nazım Hikmet Biyografisi - Nazım Hikmet Hakkında


    noimage




    NÂZIM HİKMET
    (Selanik, 20 Kasım 1901 [nüfus kaydında 15 Ocak 1902] - Moskova, 3 Haziran 1963) Şair.
    Asıl adı Mehmet Nâzım RAN. Orhan Selim, Adsız Yazıcı, Ahmet Cevat, Ahmet Oğuz Saruhan, Ben, Bendeniz, Ercüment Er, Fıkracı, İbrahim Sabri, İhsan Koza, İmzasız Adam, Kartal, H. İhsan, Mazhar Lütfi, Mümtaz Osman, Osman Cemal, Sarı Murat, Süleyman Sabur Ran takma adlarını da kullandı. Ressam Celile Hanım ile hariciye memurlarından Hikmet Nâzım Bey'in oğlu. Bir yıl kadar Fransızca öğretim yapan bir okulda okudu; ilköğrenimini Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taş Mektep) tamamladıktan sonra Galatasaray Sultanisi'ne yazıldı, ancak ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi nedeniyle Nişantaşı Sultanisi'ne verildi. 1917'de girdiği Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirdi ve Hamidiye Kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Ancak zatülcenpe yakalanması dolayısıyla sağlık kurulu kararıyla askerlikten çıkarıldı (1920). Bu arada 1914'ten başlayarak, bir Mevlevi ve şair olan büyük babası Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler yazmaya başladı. İlk şiiri ("Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı") 3 Ekim 1918'de Yeni Mecmua'da yayımlandı. 1920'de Kitap, Alemdar, Ümit gazete ve dergilerinde Mütareke İstanbul'unun karamsar ortamında direniş duygularını yansıtan şiirler yayımladı. Ocak 1921'de arkadaşı Vâlâ Nurettin'le birlikte Milli Mücadele'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçti. İsteğine karşın cepheye gönderilmeyerek Vâlâ Nurettin'le birlikte öğretmen olarak Bolu'da görevlendirildi. Bolu'daki tutucu ortam ve Sovyet devrimine duyduğu ilgi onu Sovyetler Birliği'ne yöneltti. Eylül 1921'de yine Vâlâ Nurettin'le birlikte Batum üzerinden Moskova'ya gitti, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldı. Rus fütüristleri ve konstrüktivistlerinden etkilendi; serbest şiiri ve basamaklı dizeleri denediği ilk şiirlerini bu yıllarda yazdı; bazılarını İstanbul'da çıkan Aydınlık dergisinde yayımladı. Bu arada ilk eşi Nüzhet Hanım'la kısa süren bir evlilik yaptı. 1924 Ekiminde gizlice Türkiye'ye girdi, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın yayın organları Orak-Çekiç gazetesi ile Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. 1 Ocak 1925'te Dr. Şefik Hüsnü'nün Beşiktaş'taki evinde toplanan Türkiye Komünist Partisi (TKP) 2. Kongresi'ne katıldı, TKP Merkez Komitesi üyeliğine seçildi. Komünistlerin tutuklanmaya başlamaları üzerine Haziran 1925'te yeniden Moskova'ya gitti. Ankara İstiklal Mahkemesi'nce yokluğunda 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1926'da diş hekimi Yelena Yurçenko ile ikinci evliliğini yaptı. 1928'de Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımladı. Cumhuriyet'in beşinci yılı dolayısıyla çıkarılan aftan yararlanmak amacıyla Temmuz 1928'de yine gizlice Türkiye'ye girdi; Hopa, İstanbul ve Ankara'da 23 Aralık 1928'e kadar tutuklu kaldı.

    İstanbul'da Vâlâ Nurettin'in aracılığıyla, Zekeriya Sertel'in çıkardığı Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. Mayıs 1929'da yayımlanan 835 Satır adlı şiir kitabı edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırdı. Resimli Ay'ın Haziran ve Temmuz 1929 sayılarında "Putları Yıkıyoruz" başlığı altında imzasız olarak yayımladığı Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emin'i hedef alan iki yazısı ile siyasi sonuçlar da doğuran bir eski-yeni kavgası başlattı. Bir yandan birbiri ardına şiir kitaplarını yayımlarken, bir yandan da 1930'dan başlayarak değişik takma adlarla Hür Adam, Halk Dostu, Yeni Gün, Akşam, Tan'da fıkra yazarlığı yaptı. Sinema ile ilgilendi, kendi adı ve Mümtaz Osman adıyla Muhsin Ertuğrul'un yönettiği "Cici Berber", "Fena Yol", "Karım Beni Aldatırsa", "Naşit Dolandırıcı", "Söz Bir Allah Bir", "Aysel Bataklı Damın Kızı", "Leblebici Horhor Ağa", "Milyon Avcıları" filmlerinin senaryolarını yazdı. "Düğün Gecesi" (1933) ve "Güneşe Doğru" (1937) filmlerini ise yazdı ve yönetti. 1932'de Kafatası, ardından Bir Ölü Evi, Unutulan Adam adlı oyunları Şehir Tiyatrosu'nda sahnelendi. Ocak 1935'te bir süredir birlikte olduğu Piraye Altınoğlu ile evlendi. (İkinci eşi Dr. Yelena Yurçenko, Odessa'da vize beklerken 1929'da salgın bir hastalığa yakalanarak ölmüştü.)

    Pratik politikadan uzak durmak, kavgasını bir devrimci şair olarak sürdürmek eğilimine karşın Nâzım Hikmet kovuşturma ve yargılamalardan kurtulamadı. Mayıs 1929'daki TKP tutuklamalarında ona dokunulmadı. Ancak TKP içinde Hamdi Şamilof, Vanlı Kâzım, Mustafa Börklüce'yle birlikte ayrıca oluşturdukları İcra Komitesi'nin sekreterliğini üstlenmek zorunda kaldı. Şubat 1932'de İstanbul'da toplanan TKP kongresi Nâzım Hikmet'i Komintern kararlarını eleştirme özgürlüğü isteyen grup içinde yer aldığı gerekçesiyle partiden ihraç etti. Ardından Mart 1935'te yurtdışındaki başkan Şefik Hüsnü, Komintern'e Stalin karşıtı çalışmaları nedeniyle Nâzım Hikmet'in partiden çıkarıldığını bildiren bir rapor gönderdi. Komintern bülteninde yayımlanan bu haber Türkiye'de Orak Çekiç'in 1 Haziran 1936 tarihli sayısında açıklandı. Bu arada 1929'da "Sesini Kaybeden Şehir" adlı şiiri ve 1931'de ilk beş kitabında yer alan şiirleri nedeniyle açılan davalar aklanmaya sonuçlandı. 1933'te Gece Gelen Telgraf adlı kitabı dolayısıyla "halkı rejim aleyhine kışkırtmak" suçlamasıyla hakkında dava açılırken 22 Mart 1933'te gizli örgüt kurmak ve duvarlara bildiriler yapıştırarak komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla tutuklandı ve yargılanmak üzere Bursa'ya gönderildi. Ancak Cumhuriyet'in onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla birinci dava düştü, ikinci davada ise 4 yıl hapse mahkûm olan Nâzım Hikmet, bu cezanın 3 yılı af yasası kapsamına girdiğinden, kalan cezasını ise fazlasıyla çekmiş olduğundan Ağustos 1934'te salıverildi. Aralık 1936'da aralarında Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın da bulunduğu 13 kişiyle birlikte tutuklanarak komünistlik suçlamasıyla yargılandı, Şubat 1937 ortalarına kadar tutuklu kaldığı bu dava da beraatla sonuçlandı. 17 Ocak 1938'de yeniden tutuklanan Nâzım Hikmet bu kez, orduyu ayaklanmaya teşvik ettiği iddiasıyla Ankara'da Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde yargılandı ve 15 sene hapse mahkûm edildi. Bunu İstanbul'da "donanmayı ayaklanmaya teşvik" suçundan 20 yıla mahkûm olması izledi; iki ceza birleştirilerek toplam 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildi.

    Ankara ve Çankırı cezaevlerinde kaldıktan sonra Aralık 1940'ta Bursa Cezaevi'ne nakledildi. 1950 Temmuzuna kadar süren cezaevi yılları boyuncu şiir ve oyun yazmayı sürdürdü. Geçimini sağlamak için çeviriler yaptı, senaryolar yazdı. Nâzım Hikmet'in dönemin genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak ve içişleri bakanı Şükrü Kaya'nın ısrarı üzerine haksız yere mahkûm edildiği yolunda söylentiler yaygınlaştıysa da bunun kararı değiştirmede bir etkisi olmadı. 1949'da Vatan gazetesi başyazarı A. E. Yalman'ın ve hukukçu M. A. Sebük'ün yazılarıyla Nâzım Hikmet'in suçsuzluğu konusu gündeme geldi. M. A. Sebük 11 Kasım 1949'dan 2 Şubat 1950'ye kadar yazdığı 10 yazıyla şairin suçsuzluğunu belgelerle ortaya koydu ve Ocak 1950'de özel af isteğiyle TBMM'ye başvurdu. Öte yandan Uluslararası Barışseverler Komitesi gibi birçok yabancı kuruluş hükümete başvurarak şairin serbest bırakılmasını istedi. Türkiye'de de aydınlar Nâzım Hikmet'in bağışlanması için geniş bir kampanya başlattılar. Resmi makamların başvurular karşısında hareketsiz kalmaları üzerine Nâzım Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı ve aynı gün İstanbul'a nakledildi. Avukat M. A. Sebük'ün isteği üzerine ertelediği açlık grevine 2 Mayıs 1950'de yeniden başladı ve 19 Mayısa kadar sürdürdü. 15 Mayıs 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti'nin 14 Temmuz 1950'de çıkardığı Genel Af Yasası'ndan yararlanarak 15 Temmuzda serbest bırakıldı.

    Mahpusluğunun son yıllarında âşık olduğu Münevver Andaç'la birlikte annesinin Cevizlik'teki evinin bir katına yerleşti. Geçimini sağlamak için İpek Film Stüdyosu'nda dublaj yönetmeni olarak çalışıyor, senaryolar yazıyordu. 23 Mart 1951'de eşi Piraye'den boşandı. 26 Mart 1951'de Münevver Andaç'tan oğlu Memet dünyaya geldi. Serbest bırakılmasına rağmen sürekli izlenen, bu arada kendisine verilen barış ödülünü (P. Picasso, P. Neruda, P. Robeson, W. Jebukowska ile) almak için Kasım 1950'de Varşova'da toplanan Dünya Barış Kongresi'ne katılmak için pasaport isteği geri çevrilen Nâzım Hikmet tedirgindi. Bahriye Mektebi'ni bitirdiği ve stajyer güverte subayıyken hastalanarak çürüğe çıkarıldığı halde askerliğine karar alınmasını kendisini ortadan kaldırmak için düzenlenmiş bir komplo olarak değerlendirdi. 17 Haziran 1951'de Bulgaristan'a gitmek üzere üvey kız kardeşinin eşi Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla Karadeniz'e açıldı, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya'ya gitti, daha sonra Moskova'ya yerleşti. 25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

    Nâzım Hikmet mültecilik yılları boyunca birçok uluslararası toplantıya katıldı, Doğu Avrupa ülkelerinin yanı sıra Roma, Berlin, Paris, Viyana, Havana, Pekin ve Tanganika'ya gitti. 1952'de geçirdiği kalp krizinden sonra doktoru Galina Grigoryevna Kalesnikova ile birlikte yaşamaya başladı. 1954'te kendisine anne tarafından Polonya kökenli olması dolayısıyla atalarının soyadıyla (Borzenski) Polonya vatandaşlığı ve pasaportu verildi. Memet Fuat'ın ifadesiyle "Aslında konuk olarak bulunduğu Sovyetler Birliği'ndeki Stalinci yönetimden korkmaması olanaksızdı. (...) Özgürlükçü davranışları, birtakım uygulamaları eleştirisi zaten göze batmakta, arada bir yakınlarınca uyarılmaktaydı. Bir iki kez de sorumlu kişilerce uyarılmıştı." 1956 Martındaki Yirminci Kongre ile başlayan Stalinciliğin tasfiyesi hareketi Nâzım Hikmet'te büyük umutlar uyandırmıştı. Ancak Sovyet bürokrasisini eleştirdiği İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? adlı oyununun 11 Mayıs 1957'de Moskova Yergi Tiyatrosu'nda bir gün sahnelendikten sonra gerekçe gösterilmeden kaldırılması üzerine hayal kırıklığına uğradı. Kasım 1960'ta bir süredir âşık olduğu, kendisinden 30 yaş küçük tiyatro sanatçısı ve senaryo yazarı Vera Tulyakova ile evlendi. 1961'de 1920'lerde yaşadıklarından esinlenen Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim adlı romanını yazdı. Bir kalp krizi sonucu öldü, Moskova'da Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.

    "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?" adlı ilk şiiri "Mehmet Nâzım" imzasıyla Yeni Mecmua'da çıkan (1918) Nâzım Hikmet "Bir Dakika" adlı şiirle de Alemdar gazetesinin 1920'de açtığı bir yarışmada birincilik kazanmıştır. Daha sonra şiirlerini Yeni Mecmua, İnci, Ümit Birinci Kitap-İkinci Kitap..., Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi dergilerde yayımlamıştır. Dedesi şair Mehmet Nâzım Paşa'nın da etkisiyle çok küçük yaşlarda şiir yazmaya heves duyan Nâzım Hikmet çocukluğunda hangi etkiler altında ilk şiirlerini yazdığını dostu Zekeriya Sertel'e şöyle anlatır: "17 yaşında galiba ilk şiirim basıldı. Yani ÔServiliklerde', yani mezarlıklarda ağlayan, hayatında sevmiş ölüler üstüne idi. Yahya Kemal düzeltmişti birçok yerini. Sonra kızlara tutuldum. Şiir yazdım. Sonra Antant devletleri İstanbul'u işgal etti. Onlara karşı ve Anadolu savaşını tutan şiirler yazdım. Vicdan nedir, namus nedir, falan diye düşündüm, şiirler yazdım. Ama artık dilim temizce idi. Ve hece vezniyle de doğru dürüst kafiyelerle yazmasını da öğrenmiştim."

    Ahmet Oktay bu ilk gençlik yıllarındaki şiir anlayışında Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesinden ve uğradığı yenilgilerden kaynaklanan "ulusal duygular"ın önemli bir yeri olduğunu belirtirken "Kırk Haramilerin Esiri ile Yaralı Hayalet bunların en güçlü örnekleridir. Teşrinievvel 1326 (1920) tarihli Yedinci Kitap'ta yayımlanan Yaralı Hayalet şu dizelerle başlamaktadır: ÔBir gece bir odada dört arkadaş toplandık|Bir uzak rüya olan geçmiş günleri andık|Gözlerimiz yaşlıydı, gönüllerimiz mahzun|Hepimiz memleketten konuştuk uzun uzun'. Daha aşağıda şu iki dize gelmektedir: ÔÇaldı, tanburasından tarihin sesi geldi|Dağlara yaslanarak sanki Zeybek yükseldi'. Yurt sevgisinin, tarihsel geçmişe bağlılığın yanı sıra bu şiirlerde şairin ustalaşmaya başladığı, vezni kullanmada zorlanmadığı ve daha arı bir Türkçe'ye yöneldiği de görülmektedir" demektedir.

    İstanbul'un işgali ortamında, işgal kuvvetlerinin halka yaptıkları zulüm ve baskıyı, birkaç canlı olayla iyice hisseden şair bunu şiirlerinde açıkça yansıtır. Bu duyguların bir yapıya geçmesinde Anadolu'yu yakından görmesi, Anadolu insanının çilesini, sefaletini bizzat gözlemlemesi büyük önem taşır. Bu gerçekçi tablo Nâzım'ın sanatını da etkileyecektir. E. Babayef, şairin Anadolu'yu gördükten, o güne kadar fark edemediği gerçeklerle karşılaştıktan sonra, yeni ve başka bir şiire gitmesi gerektiği yolundaki düşüncelerini kendi sözlerinden şöyle aktarır: "Anadolu'ya geçtim. Millet sıska, nuhtan kalma silahı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. İşe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim."

    Nâzım Hikmet'in hayatını ve düşünce sistemini etkileyen önemli olaylardan biri de, Anadolu'ya geçerken bekletildikleri İnebolu'da, Almanya'dan gelip Ankara'ya gitmekte olan komünist eğilimli Spartakist Türk gençleriyle karşılaşmasıdır. Bu gençler Almanya'da öğrenim görmüş, savaştan sonra Spartakist hareketlere katılmış kimselerdir. Şimdi ise Ankara'da Mustafa Kemal'in yanında çalışmak üzere Anadolu'ya geçmektedirler. Nâzım Hikmet'in yakın arkadaşı Vâlâ Nurettin bu tanışmayı şöyle anlatır: "Nâzım'a İnebolu'da komünistlik fikirlerini ilk aşılayan Spartakistler arasındaki Sadık Ahi'nin, kırmızı boyun atkısı vardı. Rüzgârda yürüyorduk ve o anlatıyordu: ÔBöyle bir boyun atkısı takıp ihtilal nutukları söylemek, ihtilal şiirleri okumak senin tipine ve manevî bünyene ne kadar yakışacak Nâzım!' ve Sadık Ahi anlatıyor, zulüm gören halk tabakasının karşısına şair olarak çıkıp insanlığa sosyal adaleti sağlamanın asil bir yüreğe vereceği büyük zevki anlatıyordu. Anlatıyordu. Nâzım'ın yaratılışı öyle imiş ki, her halde bir misyonla dolmuş olacak. Sesi, hali, ilhamlarının üslûbu hep bunu müjdeliyormuş. (...) 19 yaşındaki ihtiraslı bir genç şair, bu telkinlere kayıtsız kalabilir mi? İşte Nâzım'ın kafasına komünizmin ilk tohumları bu Spartakist gençler tarafından atılmıştır. Sonraları bu tohum yeşerecek, filizlenecek ve Nâzım'ın sanat hayatına yeni bir yön verecektir."

    Bu etkiyle birlikte yeni bir şiir kurmak isteyen şair, Rus şiirine fütürizmi getiren Mayakovski'yi örnek alarak kurmak istediği şiirin altyapısını oluşturur: "Başlangıçta hiçbir şey anlamıyordum ondan, çünkü Rusçam kötüydü. Şimdi de tümüyle anladığımı söyleyemem. Fakat basamak biçimindeki dizelerini taklit ediyordum. Mayakovski'nin şiiriyle benimki arasındaki ortak yanlar: İlkin, şiir ve düzyazı; ikincisi çeşitli türler (lirik, yergisel vb) arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasal dilin sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla. Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben." Cezaevi arkadaşı Kemal Tahir'e gönderdiği mektupta da bu konuda şunları söyler: "Mayakovski'nin 940 senesinde neşredilen ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani kendi ağzından dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. Sanat meseleleri hakkındaki görüşleri ise, seni maalesef temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor. Fakat, aynı şartların aynı düşünceleri yaratması kaidesi kaba hattında burada da tahakkuk etti. Mayakovski ile aynı işi yapmışız. Tabii o birçok hususlarda da, bu işi benden iyi yapmış, fakat tevazua lüzum yok, bazı hususlarda da, yani işin ben daha iyisini yapmışım. Bu böyle."

    Nâzım Hikmet'in şiirinde köklü değişiklikler yaptığı ve ileride devam ederek değiştireceği, gitgide bir poetikaya dönüştüreceği asıl dönem olan 1929-32 yıllarında -yani 835 Satır, Jokond ile Si-Ya-U, Varan 3, 1+1=1, Sesini Kaybeden Şehir, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Gece Gelen Telgraf isimli şiir kitaplarının basıldığı dönem- yayımladığı şiirleri biçim ve içerik özellikleriyle geleneksel şiir anlayışını kökünden yıkan örneklerdi. Bu vezinsiz, serbest şiirlerde dizeler, hatta sözcükler kırılarak merdiven basamakları biçiminde sıralanıyor, keskin uyaklar, iç uyaklar kullanılıyor, yeni konu ve sözcüklerle içerik zenginleştiriliyordu. Büyük ölçüde sözcüğün gerçek anlamında "orkestrasyon"una dayanan bu ürünlerin ortaya konulması o zamana değin süregelen yazım ve yazın tekniklerinin bir bireşimiydi. Bu bireşimi Nâzım Hikmet mektuplarında ve yazılarında şöyle ortaya koyar: "Şiir, roman, hikâye vesaire gibi edebiyat şubelerini yekdiğerinden, nisbî olarak ayıran şey, şekilden ziyade muhteva, hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl fikir ve his sahasında gördükleri iştir. (...) Şehrin şiiri olan yeni şiirin terkibi ve tekniği daha mürekkeb olmuştur" (Yazılar-I). "Hem melodi hem armoni. Hem kafiye hem kafiyesizlik, hem Ômısraı berceste' hem Ôkül'. Hem solo keman, hem orkestra. Yani bütün mürekkebliği ve hareketi ile, mazisi, hali ve istikbali ile realiteyi ve o realite içindeki faal insanı Ôiç' ve Ôdış' âleminde aksettirebilmesi lazım gelen şiire uygun dinamik şekil ve ölçüler" (Vâ-Nû'lara Mektuplar). Bu düşünce ve uygulamaların özgünlüğü ve yeniliği konusunda yapılan eleştirilere rağmen, bazı önemli kalemler de (Ahmet Haşim ve Yakup Kadri gibi) övgü dolu sözler etmişlerdir.

    Nâzım Hikmet için "poetikasının estetiği, kaynağını şehir ve sanayi hayatında bulmaktadır" diyen Selahattin Hilav, onun üzerine yazdığı notlarda, şairin şiir kaynağını "çıkış noktası bakımından, yirminci yüzyılın öncü sanat ve şiir akımları içinde dolaylı olarak yer almaktadır. Sınırsız bir zenginlik taşıyan eserinde yüzyılımızın öncü şiir anlayışlarının belli bir yöne açılmış ve aşılmış halde kaynaştığı görülür" ifadesiyle ortaya koyar.

    1936'da yayımladığı Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı Nâzım Hikmet'in şiirinde bir dönemeç oluşturur. 1938'e kadar yazdıkları arasında bir başyapıt olarak nitelenen bu yapıttan kendisi daha sonra şöyle söz edecektir: "Bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı'dır. Burada şekil bakımından, halk vezni unsurları, divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil imkânlarının bir muhasebesiydi. Bu kitapta, biraz aceleye gelen ve ancak yarısı yazılabilen bu kitapçıkta, şekil bakımından bütün merhalelerimi, bazen bir parçada, bazen ayrı ayrı parçalarda kullanmak istedim. Bu kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapise girdikten sonra, kafamda bir kat daha berraklaştı." S. Ertem ise Bedreddin Destanı için "Tarihin geçmiş hayat dekoru içinde ihyası çok ustacadır. Bu ustalığın en güzel tarafı, Türk çinilerine benzeyen mısralarda bir kütlenin kültürünü ve ince zevkini motif olarak kullanmak olmuştur. Bedreddin Destanı'nı ben çiniler gibi seviyorum" der.

    Nâzım Hikmet 1938'de başlayan cezaevi yıllarında yeni yeni denemeler yapıyor, şiirine değişik sesler, tonlar, söyleyiş özellikleri katmak istiyordu. 1939-40'ta yazdığı "Ceviz Ağacı ile Topal Yunus'un Hikâyesi", "Şaban Oğlu Selim ile Kitabı" gibi şiirleriyle eşi Piraye'ye mektup tarzında yazdığı şiirlerinde, şiirle öykü anlatmanın değişik yollarını araştırıyordu. Bu çabalarını Kemal Tahir'e yazdığı bir mektupta şöyle anlatır: "Şekli tayin eden muhtevadır. İyi, doğru. Fakat muhtevada renk, koku, ahenk, resim falan filan en muğlak akışlarıyla mevcut. Kaldı ki bu muhtevayı aktif olarak, sadece fotoğraf adesesi gibi değil, bu muhteva üzerinde müessir olarak en uygun çerçevesinde şekilleyecek üslubun ne kadar çok taraflı olması lazım... (...) Bir iki mısra yazıyorum, bozuyorum. Beğenmiyorum (...) Realiteyi daha yüksek, daha doğru, ona daha layık bir şekilde ifadeyi araştırıyorum."

    1941'de yazmaya başladığı başyapıtı İnsan Manzaraları ya da Memleketimden İnsan Manzaraları'nda II. Meşrutiyetten bu yana Türkiye'nin toplumsal tarihini yansıtmayı amaçlıyordu. Kendi başına ne şiir, ne öykü, ne roman, ne senaryo, ne oyun, ne tarih olan, ama bütün bu türlerden öğeler içeren İnsan Manzaraları'nda ne yapmak istediğini Kemal Tahir'e şöyle açıklar: "1) İstiyorum ki okuyucu 12 000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuya ana hattında muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devresini sosyal durumunu anlatsın. Tabii donmuş halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla. 3) İstiyorum ki, ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durumu -muayyen bir devrede- anlaşılsın. 4) İstiyorum ki -nereden gelinip nerede olunduğu, nereye gidildiği sualine- sahamın içinde azami imkânlarla cevap verilsin."

    Sovyetler Birliği yıllarında yazdığı şiirlerinde üslubu daha yumuşamıştır. Yurt özlemini, barışa, gelecek güzel günlere olan inancını, aşkı, umudu, umutsuzluğu, ölümü, "insana özgü olan her şeyi" konu alır. 1961'den başlayarak şiirinde yeni bir aşama sayılan "Saman Sarısı", "Havana Röportajı" gibi uzun şiirlerinde düzyazı ve özgür çağrışımlardan yararlanırken, şiirini gerçeküstü kavrayışın imkânlarına açar.

    İsmi etrafında birçok polemik ve siyasi tartışma yapılan şair hakkında Cemal Süreya'nın tespiti, bütün bu polemik ve çekişmelere set çekecek yapıdadır: "Şimdilerde Nâzım Hikmet'i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor: kimi yazar onu dünyanın en büyük şairi olarak anarken, kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de siyasal bir tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nâzım Hikmet'in üstünü çizerken ileri sürdükleri kanıtlar bütünüyle şiir dışı şeyler. Bununla birlikte Nâzım Hikmet'i tapınılacak bir şair olarak görmeyi istemek de, sanırım, önce gerçekçilik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır."

    YAPITLARI:

    Şiir: 835 Satır, İst.: Muallim Ahmet Halit, 1929; Jokond ile Si-Ya-U, İst.: Akşam Mtb., 1929; Varan 3, İst.: Muallim Ahmet Halit, 1930; 1+1=1, (Nail V. ile) İst.: İlhami Mtb., 1930; Sesini Kaybeden Şehir, 1931; Benerci Kendini Niçin Öldürdü, İst.: Sühulet, 1932; Gece Gelen Telgraf, İst.: Muallim Ahmet Halit, 1932; Portreler, İst.: Yeni Kitapçı, 1935; Taranta Babu'ya Mektuplar, 1935; Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı, 1936; Kurtuluş Savaşı Destanı, İst.: Yön, 1965; Saat 21-22 Şiirleri, (haz. Memet Fuat) 1965; Memleketimden İnsan Manzaraları, 5 c., (haz. M. Fuat) 1966-67; Rubailer, (haz. M. Fuat) İst.: De, 1966; Dört Hapishaneden, (haz. M. Fuat) İst.: De, 1966; Yeni Şiirler, Ank.: Dost, [1966]; Son Şiirler, İst.: Habora, 1970. Adam Yayınları'nca yayımlanan toplu şiirleri: 835 Satır (Jokond ile Sİ-YA-U, Varan 3, 1+1=1, Sesini Kaybeden Şehir), İst., 1988; Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (Gece Gelen Telgraf, Portreler, Taranta-Babu'ya Mektuplar, Şeyh Bedreddin Destanı, Şeyh Bedreddin Destanı'na Zeyl), İst., 1988; Kuvâyi Milliye (Saat 21-22 Şiirleri, Dört Hapishaneden, Rubailer), İst., 1988; Yatar Bursa Kalesinde, İst., 1988; Memleketimden İnsan Manzaraları, İst., 1989; Yeni Şiirler, İst., 1989; Son Şiirler, İst., 1989; İlk Şiirler, İst., 1989.

    Oyun: Kafatası, İst.: Sühulet, 1932; Bir Ölü Evi yahut Merhumun Hanesi, 1932; Unutulan Adam, 1935; İnek, Ank.: Dost, 1965; Ferhat ile Şirin, İst.: De, 1965; Enayi, Ank.: Dost, 1965; Sabahat, İst.: De, 1966; Ocak Başında-Yolcu, 1966; Yusuf ile Menofis, İst.: İzlem, 1967; Demokles'in Kılıcı, İst.: Habora, 1974; İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?, İst.: Kaynak, 1985. Adam Yayınları'nca yayımlanan toplu oyunları: Kafatası (Ocak Başında, Bir Ölü Evi; Unutulan Adam, Bu Bir Rüyadır), İst., 1989; Ferhad ile Şirin (Yolcu, Sabahat, Enayi), İst., 1989; Yusuf ile Menofis (Allah Rahatlık Versin, Evler Yıkılınca, İnsanlık Ölmedi Ya, İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?), İst., 1990; Demokles'in Kılıcı (İstasyon, İnek, Tartüf-59), İst., 1990; Kadınların İsyanı (Yalancı Tanık, Kör Padişah, Her Şeye Rağmen), İst., 1990.

    Roman: Kan Konuşmaz, 1965; Yeşil Elmalar, 1965; Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, İst.: Gün, 1966.

    Yazılar: İt Ürür Kervan Yürür, (Orhan Selim adıyla) İst.: Selamet B., 1936; Alman Faşizmi ve Irkçılığı, (çeviri, derleme) İst.: Kader B., 1936; Millî Gurur, İst.: Reklam B., 1936; Sovyet Demokrasisi, 1936. Adam Yayınları'nca yayımlanan toplu yazıları: Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, İst., 1991; Yazılar (1924-1934), İst., 1991; Yazılar (1935), İst., 1991; Yazılar (1936), İst., 1991; Yazılar (1937-1962), İst., 1992.

    Mektuplar: Kemal Tahir'e Hapishaneden Mektuplar, Ank.: Bilgi, 1968; Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar, İst.: De, 1968; Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar, İst.: Cem, 1986; Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları, (Adalet Cimcoz'a Mektuplar, haz. Ş. Kurdakul) 1986; Piraye'ye Mektuplar, (haz. M. Fuat) 2 c., İst.: Adam, 1988.

    Masal: La Fontaine'den Masallar, (Ahmet Oğuz Saruhan adıyla) 1949; Sevdalı Bulut, 1967; Masallar (Orman Cücelerinin Sergüzeşti, Sevdalı Bulut), İst.: Adam 1991.

    Öykü: Hikâyeler, İst.: Adam, 1991.


    Kaynaklar: Vâlâ Nurettin, Bu Dünyadan Nâzım Geçti, İst., 1965; Z. Sertel, Mavi Gözlü Dev, İst., 1969; ay, Nâzım Hikmet'in Son Yılları, İst., 1978; Orhan Kemal, Nâzım Hikmet'le Üç Buçuk Yıl, İst., ty; Orhan Seyfi [Orhon], Nâzım Hikmet-Hayatı ve Eserleri, İst., 1937; Asım Bezirci, Nâzım Hikmet, İst., 1989; E. Babayef, "N. Hikmet'in Sanatı", Bütün Şiirleri, c. 1 içinde, Sofya, 1967; ay, Yaşamı ve Yapıtlarıyla Nâzım Hikmet, (çev. A. Behramoğlu) İst., 1977; Ahmet Oktay, Bir Arayışın Yazıları, İst., 1980, s. 108-109; N. Sançar, Nâzım Hikmet Masalı, İst., 1975; A. Kadir, 1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet, 1966; Z. Bayar, Nâzım Hikmet Üzerine, İst., 1967; Balaban, Şair Baba ve Damdakiler, İst., 1968; A. Coşkun, Nâzım'ın Siyasal Yaşamı ve Davaları, İst., 1995; R. Fish, Nâzım'ın Çilesi, (çev. G. Bozkaya-Kolontay) İst., 1975; M. A. Sebük, Nâzım'ın Özgürlük Savaşı, İst., 1990; K. Sülker, Nâzım Hikmet'in Gerçek Yaşamı, 6 c., İst., 1987-89; A. Aydemir, Nâzım, (genişletilmiş 5. bas.) Ank., 1999; Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, İst., 1976, s. 48; K. Sülker, Nâzım Hikmet Dosyası, 1967; A. Timuçin, Nâzım Hikmet'in Şiiri, 1978; S. Hilav, "Nâzım Hikmet Üzerine Notlar: Kaynaklar", Yön, S. 115 (11 Haziran 1965), s. 14; ay, "Nâzım Hikmet Üzerine Notlar: Şiir Anlayışı", Yön, S. 116 (18 Haziran 1965), s. 14; "N. Hikmet Diyor ki", Her Ay, S. 3 (Nisan 1937); İsmet Özel-Mustafa Kutlu, "Ran, Nâzım Hikmet", TDEA, VIII, 279-282; A. Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı 1923-1950, Ank., 1993, s. 1075-1120; Papirüs, (özel sayı) Eylül 1967; Yeni Dergi, (özel sayı) Şubat 1967; Memet Fuat, Nâzım Hikmet: Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, İst., 2000.
#19.06.2007 08:17 0 0 0
  • BöLüm Zaten Kim Kimdir oLduqu Için Ba$Lıqa AyrıCa Hayatı, BiyoqrafiSi, eSerLeri, $iirLeri wS. wS. Yazmaya Gerek Yoq Arkada$ım...

    BiLqiLer Için Te$ekkürLer...


#19.06.2007 08:37 0 0 0
  • "vatan amerikan üstleri, amerikan bombası, amerikan donanması topuysa,
    vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan, ben vatan hainiyim.
    yazın üç sütun üzerine kapkara haykıran puntolarla:
    nâzım hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala."

    sözlerinin sahibi büyük şair
    mavi gözlü bir dev

#20.06.2007 00:02 0 0 0
  • ''YaŞaMaK ßiR aĞaÇ Gißi TeK Ve HüR
    Ve ßiR oRMaN Gißi KaRDeŞÇeSiNe
    ßu HaSReT ßiZiM''

    DiZeLeRi HaYaT FeLSeFeM oLMuŞTuR.aNıN HeP YaŞaCaK 'GüZeL YüZLü ŞaiR'
#15.03.2008 00:12 0 0 0
  • eline sağlık güzel olmuş
#01.10.2008 00:35 0 0 0
  • "PARTİZAN".
    Köyün alanına kuruldu darağacı.
    Atlılar çekmiş kılıcı
    halka olmuş piyade askeri.
    Zorla seyre getirdiler köylüleri.
    İki sandık üst üste,
    iki makarna sandığı.
    Sandıkların üstüne
    yağlı urgan sallanır,
    urganın ucu ilmik.
    Partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına.
    Partizan
    kolları bağlı arkadan
    durdu urganın altında dimdik.
    Nazlı, uzun boynuna ilmiği geçirdiler.
    Bir subay fotoğrafa meraklı,
    bir subay, elinde makina: Kodak,
    bir subay resim alacak.
    Tanya seslendi kolhozlulara ilmiğinin içinden :
    "- Kardeşler, üzülmeyin.
    Gün yiğitlik günüdür.
    Soluk aldırmayın faşistlere,
    yakın, yıkın, öldürün..."
    Bir Alaman vurdu ağzına partizanın,
    genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan.
    Fakat askerlere dönüp devam etti partizan:
    "- Biz iki yüz milyonuz.
    İki yüz milyon asılır mı?
    Gidebilirim ben.
    Ama bizimkiler gelecekler.
    Teslim olun, vakit varken...".
    Kolhozlular ağlıyordu.
    Cellat çekti ipi.
    Boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun.
    Fakat dikildi ayaklarının ucunda
    partizan ve hayata seslendi İNSAN:
    "- Yoldaşlar
    hoşça kalın.
    Yoldaşlar
    kavga sonuna kadar...
    Duyuyorum nal seslerini
    geliyor bizimkiler!"
    Cellat bir tekme attı makarna sandıklarına.
    Sandıklar yuvarlandılar.
    Ve Tanya sallandı ipin ucunda.
    "NAZIM HİKMET"
#24.03.2009 15:46 0 0 0
  • nazım hikmet memleket,memleket nazım hikmet..
    kafiye için yazmadık...hasret sana memleket!!!...
#25.03.2009 22:37 0 0 0
NaZ NaZ foto


  • Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
    Yaralı bir şahin olmuş yüregim
    Uy anam anam,
    Haziranda ölmek zor

    Çalışmışım onbeş saat
    Tükenmişim onbeş saat

    Yorulmuşum, acıkmışım, uykusamışım
    Anama sövmüş patron
    Sıkmışım dişlerimi
    Islıkla söylemişim umutlarımı


    Sıcak bir ev özlemişim
    Sıcak bir yemek
    Sıcacık bir yatakta unutturan öpücükler
    Çıkmışım bir dalgadan, vurmuşum sokaklara
    Sokakta tank paleti
    Sokakta düdük sesi
    Sarı sarı yapraklarla dallarda
    İnsan iskeletleri
    Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
    Uyarına gelirse tepemde bir de çınar' demiştin yıllar önce
    Demek ki on yıl sonra
    Demek ki sabah sabah
    Demek ki manda gözü
    Demek ki sile bezi
    Bir de memedin yüzü
    Bir de saman sarısı
    Bir de özlem kırmızısı
    Demek ki göçtü usta
    Kaldı yürek sızısı


    Yıllar var ter içinde taşıdım ben bu yükü
    Bıraktım acının alkışlarına
    3 Haziran 63′ü


    3 Haziran 63′ü
    Bir kırmızı gül dalı egilmiş üstüne
    Bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta
    Okşar yanan alnını
    Nazım Ustanın
    Bir kırmızı gül dalı egilmiş üstüne
    Bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta
    Yatıyor oralarda
    Bir eski gömütlükte
    Yatıyor usta

    Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
    Geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
    Şuramda bir kuş ötüyor.


    Haziranda ölmek zor




    3 Haziranda ölmek zor be Nazım Usta


#03.06.2009 00:46 0 0 0
  • Niçin öldün Nâzım?
    Ne yaparız şimdi biz
    şarkılarından yoksun?
    Nerde buluruz başka bir pınar ki
    onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
    Seninki gibi ateşle su karışık
    acıyla sevinç dolu,
    gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?

    Kardeşim,
    öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende,
    denizden esen acı rüzgâr
    kapacak olsa bunları
    bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir,
    yaşarken seçtiğin
    ve ölümden sonra sana barınak olan
    oraya, uzak toprağa düşerler.

    Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
    al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
    halkların savaşını, kendi dövüşümü
    ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
    kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
    çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
    benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
    veren dostluğundan yoksun.

    Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
    zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
    zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
    kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
    ama parlak bir yüreğin vardı,
    yara ve ışık dolu bir yürek.

    Ne yapayım ben şimdi?
    Tasarlanabilir mi dünya
    her yana ektiğin çiçekler olmadan?
    Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
    senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
    Böyle olduğun için teşekkürler,
    teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.


    Haziranda Ölmek Zor
#03.06.2009 03:02 0 0 0
  • ..
    emeğine sağlık özgürlüğüm..
#03.06.2009 03:04 0 0 0
  • işten çıktım
    sokaktayım
    elim yüzüm üstümbaşım gazete


    sokakta tank paleti
    sokakta düdük sesi
    sokakta tomson
    sokağa çıkmak yasak


    sokaktayım
    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    yaralı bir şahin olmuş yüreğim
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!


    havada tüy
    havada kuş
    havada kuş soluğu kokusu
    hava leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    ne anlar acılardan/güzel haziran
    ne anlar güzel bahar!
    kopuk bir kol sokakta
    çırpınıp durur


    çalışmışım onbeş saat
    tükenmişim onbeş saat
    acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
    anama sövmüş patron
    ter döktüğüm gazetede
    sıkmışım dişlerimi
    ıslıkla söylemişim umutlarımı
    susarak söylemişim
    sıcak bir ev özlemişim
    sıcak bir yemek
    ve sıcacık bir yatakta
    unutturan öpücükler
    çıkmışım bir kavgadan
    vurmuşum sokaklara


    sokakta tank paleti
    sokakta düdük sesi
    sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
    dallarda insan iskeletleri


    asacaklar aydemir'i
    asacaklar gürcan'ı
    belki başkalarını
    pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
    dökülüyor etlerim
    sarı yapraklar gibi


    asmak neyi kurtarır
    sarı sarı yaprakları kuru dallara?
    yolunmuş yaprakları
    kırılmış dallarıyla
    ne anlatır bir ağaç
    hani rüzgâr
    hani kuş
    hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

    asılmak sorun değil
    asılmamak da değil
    kimin kimi astığı
    kimin kimi neden niçin astığı
    budur işte asıl sorun!


    sevdim gelin morunu
    sevdim şiir morunu
    moru sevdim tomurcukta
    moru sevdim memede
    ve öptüğüm dudakta
    ama sevmedim, hayır
    iğrendim insanoğlunun
    yağlı ipte sallanan morluğundan!

    neden böyle acılıyım
    neden böyle ağrılı
    neden niçin bu sokaklar böyle boş
    niçin neden bu evler böyle dolu?
    sokaklarla solur evler
    sokaklarla atar nabzı
    kentlerin
    sokaksız kent
    kentsiz ülke
    kahkahanın yanıbaşı gözyaşı


    işten çıktım
    elim yüzüm üstümbaşım gazete
    karanlıkta akan bir su
    gibi vurdum kendimi caddelere
    hava leylâk
    ve tomurcuk kokusu
    havada köryoluna
    havada suçsuz günahsız
    gitme korkusu
    ah desem
    eriyecek demirleri bu korkuluğun
    oh desem
    tutuşacak soluğum

    asmak neyi kurtarır
    öldürmek neyi
    yaşatmaktır önemlisi
    güzel yaşatmak
    abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
    ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak


    ah yavrum
    ah güzelim
    canım benim / sevdiceğim
    bitanem
    kısa sürdü bu yolculuk
    n'eylersin ki sonu yok!
    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!

    nerdeyim ben
    nerdeyim ben
    nerdeyim?
    kimsiniz siz
    kimsiniz siz
    kimsiniz?
    ne söyler bu radyolar
    gazeteler ne yazar
    kim ölmüş uzaklarda
    göçen kim dünyamızdan?


    asmak neyi kurtarır
    öldürmek neyi?
    yolunmuş yaprakları
    ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
    söyler hangi güzelliği?

    kökü burda
    yüreğimde
    yaprakları uzaklarda bir çınar
    ıslık çala çala göçtü bir çınar
    göçtü memet diye diye
    şafak vakti bir çınar
    silkeledi kuşlarını
    güneşlerini:
    «oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
    memet!»

    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    üstümbaşım elim yüzüm gazete
    vurmuşum sokaklara
    vurmuşum karanlığa
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!


    bu acılar
    bu ağrılar
    bu yürek
    neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
    bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
    bu geceler niçin böyle insansız
    bu insanlar niçin böyle yarınsız
    bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

    kim bu korku
    kim bu umut
    ne adına
    kim için?


    «uyarına gelirse
    tepemde bir de çınar»
    demişti on yıl önce
    demek ki on yıl sonra
    demek ki sabah sabah
    demek ki «manda gönü»
    demek ki «şile bezi»
    demek ki «yeşil biber»
    bir de memet'in yüzü
    bir de güzel istanbul
    bir de «saman sarısı»
    bir de özlem kırmızısı
    demek ki göçtü usta
    kaldı yürek sızısı
    geride kalanlara


    nerdeyim ben
    nerdeyim?
    kimsiniz siz
    kimsiniz?


    yıllar var ki ter içinde
    taşıdım ben bu yükü
    bıraktım acının alkışlarına
    3 haziran '63'ü

    bir kırmızı gül dalı
    şimdi uzakta
    bir kırmızı gül dalı
    iğilmiş üzerine
    yatıyor oralarda
    bir eski gömütlükte
    yatıyor usta
    bir kırmızı gül dalı
    iğilmiş üzerine
    okşar yanan alnını
    bir kırmızı gül dalı
    nâzım ustanın


    gece leylâk
    ve tomurcuk kokuyor
    bir basın işçisiyim
    elim yüzüm üstümbaşım gazete
    geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
    şuramda bir çalıkuşu ötüyor
    uy anam anam
    haziranda ölmek zor!

    Hasan Hüseyin
#03.06.2009 21:34 0 0 0
  • Emeğine Sağlık Heval...
#04.06.2009 04:23 0 0 0
  • Türk şiirinin en büyük ozanlarından Nazım Hikmet'in vefatından sonra eşi Piraye'nin arşivinde bulunan "Dört Güvercin" adlı şiiri...

    noimage

    geldi dört güvercin
    suda yıkanmak için.
    Su mahpusane yalağındaydı.
    ve güneş
    güvercinlerin
    gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı.
    girdi dört güvercin
    yıkanmak için
    suyun içine.
    ve kederli toprakta dört insan
    baktı dört güvercine.
    Güvercinler hep beraber
    güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında
    uçabilirler.
    Durdurmaz onları demir ve duvar.
    güvercinlerin yumuşak kanatları var.
    Ve kanatlar
    Şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
    İnsanların kanatları yok
    İnsanların kanatları yüreklerinde.
    Dört güvercin
    güneşe varmak için
    yıkandı, uçtu sudan.
#04.06.2009 04:43 0 0 0
  • 15 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu. 3 Haziran 1963'te Moskova'da yaşamını yitirdi. Dedesi Mevlevi tarikatından Nâzım Paşa. Midhat Paşa'nın yakın arkadaşı. Babası Hikmet Bey, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu, Kalem-i Ecnebiye'ye bağlı bir memur. Annesi Celile Hanım, dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı. İlkokuldan sonra arkadaşı Vâlâ Nurettin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ailesi parasal sıkıntıya düşünce ertesi yıl Nişantaşı Sultanisi'ne devam etti. Dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiir yazmaya başladı. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girdi. 1919'da mezun oldu, Hamidiye Kruvazörü'ne güverte subayı olarak atadı. Aynı yıl kış aylarında daha önce yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar etti. Sağlık kurulu raporuyla 1920'de askerlikten çıkarıldı. Bu sırada hececi şairler arasında genç bir ses olarak ünlendi. Bahriye Mektebi'nden öğretmeni olan Yahya Kemal Beyatlı'ya hayrandı. Yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de Alemdar Gazetesi'nin düzenlediği yarışmada birincilik kazandı. Bu ödül ününü artırdı. İstanbul'un işgal altında olduğu günlerde heyecanlı direniş şiirleri yazdı. 1921'de arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte Ankara'ya gitti. İstanbul gençliğini milli mücadeleye katılmaya çağıran bir şiir yazdılar. Şiir çok beğenilince Bolu'ya öğretmen olarak atandılar. Bolu'da kalpaklı bu iki genç tepki gördü. Peşlerine gizli polis takıldı. Nâzım ile Vâlâ Nurettin Moskova'ya gitmeye karar verdiler. Batum üzerinden Moskova'ya ulaşıp "Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi"ne kaydoldular. Nâzım burada "serbest şiirle" tanıştı. İlk serbest şiirlerini yazdı. Bunlardan bazıları 1923'te Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilerde yayınlandı.

    Üniversiteyi bitirince 1924'te sınırdan gizlice geçerek Türkiye'ye girdi. Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. İzlendiğini anlayınca İzmir'e geçti. 1925'te Şeyh Sait isyanı nedeniyle başlatılan soruşturmalar sırasında gıyabında 15 yıla mahkum edildi. Tekrar yurtdışına kaçtı. 1926'da çıkan aftan yararlandırılmadı. Gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla 3 ay daha hapse mahkum edildi. 1928'de Bakü'de ilk şiir kitabı "Güneşi İçenlerin Türküsü" basıldı. Aynı yıl yine gizlice Türkiye'ye döndü. Yakalanıp Ankara'ya götürüldü. Kısa bir tutukluluğun ardından serbest kaldı. İstanbul'da Zekeriya Sertel'in yayınladığı "Resimli Ay" dergisinin yazarları arasına katıldı. 1929'da "Putları Yıkıyoruz" başlığıyla bir yazı hazırlayıp Abdülhak Hamid Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin etkili şairlerine yönettiği saldırılar büyük ilgi gördü. "1929'da "835 Satır", "Jokond ile Sİ-YA-U", ertesi yıl "Varan 3+1+1=1" kitapları yayınlandı. 1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirlerini Columbia firmasının girişimiyle plağa okudu. Plak halktan büyük ilgi görünce hakkında şiir kitapları nedeniyle dava açıldı. 1932'de "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" ile "Gece Gelen Telgraf" kitapları basıldı. 1932'de "Kafatası", 1933'te "Bir Ölü Evi" adlı oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelendi.
    noimage
    1932'de bir bildiri nedeniyle başlatılan tutuklamalar sırasında gözaltına alındı. 1933'te Bursa Cezaevi'ne gönderildi. 5 yıl hapse mahkum oldu. Kısa bir süre tutuklu kalıp salıverildi. 1935'de Piraye Altınoğlu ile evlendi. Akşam gazetesinde "Orhan Selim" takma ismiyle fıkralar yazmaya başladı. Yine farklı isimlerle romanlar, oyunlar, operetler yazdı. 1935'te "Taranta Babu'ya Mektuplar" kitabı yayınlandı. "Unutulan Adam" oyunu şehir tiyatrolarında sahneye kondu. "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı" kitabı 1936'da yayınlandı. 1938'de Harp Okulu öğrencilerini isyana teşvik suçlamasıyla bir kez daha tutuklandı. Ankara Cezaevi'ne kondu. 15 yıl hapse mahkum edildi. İstanbul Cezaevi'ne getirildi. Askeri Mahkeme'de de ayrıca yargılanıp bir 20 yıl hapse daha mahkum oldu. 1940'ta önce Çankırı ve sonra Bursa Cezaevi'de kondu. 10 yılı aşkın cezaevlerinde kaldı. Yayınlatamamasına rağmen sürekli yazdı. Serbest bırakılması için başlatılan çabalar sonuç vermedi. 1950'de açlık grevine başladı. Sağlık durumu iyi olmadığı için İstanbul'da Cerrahpaşa Hastanesi'ne kaldırıldı. 1950'de yürürlüğe giren af yasasıyla tekrar özgürlüğüne kavuştu. Piraye Hanım'dan ayrılıp cezaevinde sürekli ziyaretine gelen dayısının kızı Münevver Andaç ile evlendi. Doğan oğullarına Mehmed adını verdiler. Sürekli izlendiğini anlayınca tekrar yurtdışına gitmeye karar verdi. 1951'de Karadeniz yoluyla Bulgaristan ve Romanya üzerinden Moskova'ya gitti.

    25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Yurtdışında birçok uluslararası kongreye katıldı. Kitapları birçok dile çevrildi. 1959'da kendisinden 30 yaş küçük olan Rus Vera Tulyakova ile evlendi. 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Moskova'da Novodeviçiy Mezarlığı'nda toprağa verildi. İlk şiirlerini hece vezniyle yazdı. Ama içerik bakımından diğer hececi şairlerden uzaktı. Toplumsal içerikli bir şiir kurdu. Moskova'daki yıllarında özellikle geleçekçiliğin önemli isimlerinden Mayakovski'nin etkisiyle hece veznini bırakıp serbest şiire yöneldi. "835 Satır" kitabı yayınlandığında büyük şaşkınlık yarattı. Ama Ahmet Haşim, Yakup Kadri gibi şairler ondan övgüyle sözetti. Kendisini izleyen genç şairler de serbest şiire yöneldi. 1936'ya kadar yayınlanan kitaplarıyla Cumhuriyet dönemi şiirinin değerlerini kökünden sarstı. "Şeyh Bedrettin Destanı"nda ise şiirini tam anlamıyla bir ulusal bireşime ulaştırdı. Divan ve halk şiiri söyleyişlerini, çağdaş bir şiir anlayışı içinde eritti. En önemli eserlerinden "Memleketimden İnsan Manzaraları"nı 1941'de cezaevinde yazmaya başladı. 2'nci Meşruriyet'ten 2'nci Dünya Savaşı'na kadar uzanan geniş bir zaman diliminin öyküsünü bu eserinde destanlaştırdı. Düzyazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe kullanıldığı bu eser, yeni bir türün habercisi oldu. Şiir kitapları 1938'den 1965'e kadar Türkiye'de basılamadı. Ancak, ölümünden iki yıl sonra 1965'ten itibaren yayınlanabildi.

    NÂZIM HİKMET'İN BÜTÜN ESERLERİ


    --------------------------------------------------------------------------------

    Nâzım Hikmet'in ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü, 1928'de Bakû'de yayımlandı. Bu kitaptaki şiirler daha sonra Türkiye'de basılan kitaplarında şairin yasaları gözeterek yaptığı bir iki değişiklikle yer aldı. Türkiye'de 1929-1938 arasında yayımlanan kitapları şunlar:

    ŞİİR:


    835 Satır (1929)

    Jokond ile Sİ-YA-U (1929)

    Varan 3 (1930)

    1+1=1 (1930)

    Sesini Kaybeden Şehir (1931)

    Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)

    Gece Gelen Telgraf (1932)

    Portreler (1935)

    Taranta-Babu'ya Mektuplar (1935)

    Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)

    OYUN:

    Kafatası (1932)

    Bir Ölü Evi (1932)

    Unutulan Adam (1935)
#04.02.2010 11:17 0 0 0
  • konular birleştirildi..
#04.02.2010 11:20 0 0 0
  • Haydi güle gülü gülüm
    haydi güle güle
    Hani ağlamak yoktu?
    Ağlama kızım,
    gözüne batacak sürmelerin.
    Taksiye bindin işte,
    işte hapishanesinde yattığım şehrin
    geçiyorsun içinden.
    Şöför belki ben yaşta bir adam
    dikiz aynasından bakıyor sana
    anlıyor bu güzel kadının ağlamasını.
    Belki onunda içerde yatanı vardır,
    belki tanır beni, belki kendiside bizdendir.
    Biliyorum:
    Demirlerden seyrettiğim bu şehir
    kaplıcalar
    türbeler
    ipek fabrikaları ve kocaman bir çınardır.
    Ve sahici insanları
    benim insanlarım
    nasılda perişan...
    Fakat yüzlerine güneş vurmuş gibi olmuştur
    sen gözyaşları arasından
    onlara baktığın zaman.
    Sen bu şehre bundan öncede geldin demek?
    Sen bu şehre gelesinde beni aramayasın!
    Öylemi? AĞLA GÜLÜM!
    Hemde hüngür hüngür ağlamalısın.
    Hayır ağlama, Allah belamı versin benim ağlama!
    Etrafına bak:
    Ben ve şehir çoktan arkada kaldık

    Nazım Hikmet

    "Saygıyla anıyoruz..."
#03.06.2010 09:40 0 0 0

  • en güzel deniz:
    henüz gidilmemiş olandır

    en güzel çocuk:
    henüz büyümedi

    en güzel günlerimiz:
    henüz yaşamadıklarımız

    ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
    henüz söylememiş olduğum sözdür

    Nazim Hikmet

    Buyuk Ustayi Saygiyla Aniyoruz...
#03.06.2010 10:26 0 0 0
NaZ NaZ foto
  • bir kırmızı gül dalı egilmiş üstüne
    bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta
    okşar yanan alnını nazim ustanın
    bir kırmızı gül dalı egilmiş üstüne
    bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta
    yatıyor oralarda
    bir eski gömütlükte
    yatıyor usta

    gece leylak ve tomurcuk kokuyor
    geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
    suramda bir kuş ötüyor
    3 haziranda ölmek zor



    Büyük usta'yi saygiyla aniyoruz
#03.06.2010 10:57 0 0 0