Mevlana Celaleddin Rumi

Son güncelleme: 18.01.2011 09:02
  • Mevlana - Celaleddin Rumi - Mevlana Kimdir - Mevlana Hakkında

    noimage

    Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.
    Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

    Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.

    Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.



    Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

    1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

    Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

    Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.

    Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.


    Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

    Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

    Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

    Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu
#19.06.2007 08:28 0 0 0
  • Aynı $ekiLde Bu Konu Içinde öLe...

    Ba$Lıqa AyrıCa Hayatı, BiyoqrafiSi, eSerLeri, $iirLeri wS. wS. Yazmaya Gerek Yoq Arkada$ım...

    BiLqiLer Için Te$ekkürLer...


#19.06.2007 08:38 0 0 0
  • MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
    "Alimler Sultanı" Bahaeddin Veled'in oğlu olan Mevlana, baba tarafından Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e anne tarafından Hz. Ali (k.v.)'ye dayanır. 6 Rebiulevvel 604 yılında Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlana, madden ve manen baba tarafından büyük bir mirasın sahibi idi.

    Dönemin en büyük bilginlerinden Seyyid Burhaneddin tarafından 4-5 yaşına kadar eğitilmiş; babasının vefatından sonra da O'nun yanında kalmaya devam etmiştir.

    Bahaeddin Veled'in şöhreti o kadar yayıldı ki, onun dışındaki alimler bu durumdan şikayetçi olmaya başladılar. Dönemin hükümdarı Harzemşah çok sevmesine rağmen bir gün gördüğü bir manzara karşısında ona karşı tavır aldı. Mevlana gördüğü lüzum üzerine fitne çıkmasın diye Belh'i terke karar verdi. Öylesine teveccühe mazhar olmuştu ki, bu durum bütün mü'minler üzerinde olumsuz bir etki bıraktı. Nihayet Bağdat, Mekke, Medine'den Malatya'ya, oradan da Akşehir'e yerleşti.

    Mevlana Konya'da

    Bu durumdan haberdar olan Alaaddin Keykubad, bu aziz misafirleri Konya'ya davet etti. Bizzat atından inerek karşılama merasimine katılan Keykubad, büyük bir hürmet ve tazim gösterdi. Onu ünlü medreseye yerleştirdi. Mevlana, kısa sürede büyük bir ilgiye mazhar oldu ve büyük bir mürid kitlesi oluştu.

    Babasının yanında bulunan Mevlana Konya'ya geldiğinde 22 yaşında idi. Adına medreselerin, vakıfların kurulduğu Mevlana, zahiri ilimde zirveye çıkmıştı.

    Tirmiz'den Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'e intisab eden Mevlana, 9 yıldan sonra daha fazla ilim için yollara düştü. Önce Halep'te, sonra Şam'da olmak üzere büyük zevattan dersler aldı. Yaklaşık 5 yıl süren bu ilim yolculuğunun ardından tekrar Konya'ya döndü.

    Muhiddin İbn. Arabî'nin vefatından sonra müridleri dağıldı. Bir kısmı da Konya'ya geldi. Deyim yerindeyse Konya ilim merkezi haline geldi. Mevlana var olanların hepsinin fevkindeydi. Vaaz veriyor, talebe okutuyor ve aynı zamanda da fetva yazıyordu (veriyordu).

    Mevlana (Konevî) Rumî oluyor

    642 yılına gelindiğinde Mevlana'da ciddi değişim oluyor. Varlığında kendini kaybettiği Şemsi Tebrizî ile tanışıyor. "O neredendir, nerelidir, biz onu bilmiyoruz." diyen Mevlana, odunun ateşte yandığı gibi onun karşısında yanıyor. Şeyhi ona: "Anadolu'ya git. Orada ciğeri yanık, kalbi susamış biri var, onu aydınlat gel." dedi. Tebriz, Bağdat, Ürdün, Kayseri, Şam derken bir pazartesi Konya'ya geldi.

    Bir gün Mevlana'nın ata binmiş olarak geldiğini, etrafında insanların faydalanmak için bir şeyler sorup öğrendiklerini gördü. Şems ilerleyerek Mevlana'nın önüne gelip durdu, ve:

    "Riyâzat ve ilmin amacı nedir?" diye sordu.
    Mevlana da:
    "Şeriat ve edebi bilmektir." dedi.
    Şems:
    "Hayır, amaç; bilinene ulaşmaktır." dedi ve Hakim Senâî'nin şu şiirini okudu:
    "İlim seni senden korumuyorsa,
    Cahillik, o ilimden çok daha iyidir."
    Rengi sararan, şaşıran Mevlana, Şems'le beraber gittiler ve altı ay baş başa kaldılar. Bu sürenin sonunda; okutan, vaaz eden, fetva veren Mevlana, yeni okumaya başlayan talebeye döndü. Oğlu Veled şöyle diyor:
    "Şeyh üstad; yeni öğrenen bir talebeye döndü,
    Her gün onun huzurunda ders okuyordu.
    Gerçi ilimde ve zahidlikte en yetişkin biri idi ama,
    Güzel koku gösteren yeni bir ilim bulmuştu o."
    Mevlana'nın kendisi de bu birliktelikten sonra şöyle diyor:
    "Şemsi Tebrizi bize hakikat yolunu gösterdi.
    Onun gelişinin feyz ve bereketi ile biz iman taşıyoruz."
    Şems gidiyor

    Bu durum Mevlana'nın hoşuna gidiyor ama, bu durumdan rahatsız olanlar da vardı. Nitekim kendisinden ilim tahsil eden, sohbetlerinden faydalanan talebeleri, her ne kadar Mevlana'ya bir şey diyemiyorlarsa da kendi aralarında ileri-geri konuşuyorlar ve Şems'e karşı tavır alıyor, hatta kin besliyorlardı.

    Olayı fark eden Şems, bir gün aniden kayboldu. Gitmesinden iyilik bekleyen talebelerine ikinci bir şok geldi. Hiç olmazsa muayyen zamanlarda görüp, dinledikleri Hz. Mevlana'yı hiç göremez, görseler bile dinleyemez oldular.
    Mevlana'daki bu durum Şam'dan, Şems'in mektubu gelene değin devam etti. Mevlana da Şems'e şiirler gönderiyordu:
    "Senin bizi terk ettiğin günden beri;
    Huzurumuz tadımız kalmadı, muma döndük.
    Bütün gece boyu mum gibi yanıyoruz.
    Onun ateşinden uzak, baldan da mahrumuz.
    Ey Şems, Ermenistan ve Rum'un kendisi ile övündüğü sen!
    Akşamım, senden dolayı sabah gibi aydınlandı."
    Bu arada, Mevlana'ya, Şems'e karşı muhalefetler son buldu diye güven gelince, Şems'i, getirmek için oğlu Veled'i Şam'a gönderdi.
    Nefislerin öldürülmesi gereken tarikat ekolünde bu tip hasetlik olaylarının cereyan etmesi ne acı.
    Şems geldi. Ortalık durulmuş gözüküyordu. Öyle de oldu. Hakkında olumsuz düşünen birçok kimse gelip özür dilediler. Mevlana'nın Şems'e olan bağlılığı daha da arttı. Bu defa düşmanlık içteydi. Yani Mevlana'nın oğlu Alaaddin, kardeşi Veled'i çok sevdiğinden dolayı Şems'e kızıyordu. Bu durumu fark edenlerin kışkırtmalarını değerlendiren Alaaddin'in tavrı kötüleşti.
    Fark ettiği bu durumu Veled'e şöyle ifade etti:
    "Bu adamların hareketlerinden dolayı bir daha kimsenin göremeyeceği, bulamayacağı bir yere çekip gideceğim."
    Diğer taraftan Şems'e karşı kin ve düşmanlık yine nüksetti. Bu durumu bilmesine (sezmesine) rağmen Mevlana'nın gerekli önlemi almaması da dikkat çekici. Bir müddet sonra da ortadan kayboluyor. Mevlana bu olayı,
    "Ansızın herkesin ortasından kaybolup gitti.
    Herkesin gönlündeki karanlıklar gitsin diye."
    şeklinde dile getiriyor.
    Seyahat ve Sükunet

    Şems'in kayboluşu Mevlana'yı perişan etti. Önceleri sadece benimsediği "Semâ"yı, artık hayatının parçası haline getirdi. Gizli-açık bağırmalar, zamanlı-zamansız semalar ve ardından en yankılı gazeller bu dönemde oluştu. Şayet birisi Şems'i gördüğünü söylese sırtındaki giysiyi hediye ediyordu.

    Mevlana seyahate çıktığında onu tanıyan herkes bu durumuna şaşırıyor, "Mevlana gibi bir zatı bu duruma düşüren Şems nasıl birisidir." diye.

    Şam'da da izine rastlayamadı. Onun için: "Ben ve Şems, iki ayrı varlık değiliz. O bir güneşse ben bir zerreyim; o bir denizse ben bir damlayım. Zerrenin varlığı güneştendir, damlanın ıslaklığı denizdendir. Öyle ise arada ne fark vardır." Demek sureti ile teselli olmaya çalışıyordu. Bir müddet sonra tekrar Konya'ya döndü. Döndü dönmesine ama içindeki aşk onu durdurmuyordu. Gene cezbe galip gelerek tekrar Şam'a gitti. Artık tamamen ümidini kaybeden Mevlana bu sefer şöyle demeye başladı: "Ben kendim Şems'in aynıyım. Dolayısıyla onu aramak yerine kendimi aramalıyım." Sonra Konya'ya sükunet içinde döndü.

    Tekrar göreve dönüş ve vefatı

    Mevlana sükunet sağlayıcı seyahatinden döndükten sonra, önce Şeyh Selahaddin Zerkub'u, daha sonra Hüsameddin Çelebi'yi kendisine halife (yardımcı) seçerek vazifesini yapmaya çalıştı. Özellikle şunu belirtmek gerekir ki, Mesnevi'nin yazılmasında en büyük pay sahiplerinden birisi Hüsameddin Çelebi'dir.

    Kendi seyrinde devam eden çalışma sürerken Mevlana hastalandı. Ziyaretine gelenlerden birinin: "Allah acil şifalar versin, tamamen sıhhate kavuşacağınızı umuyorum." demesi üzerine Mevlana: "Artık şifa size mübarek olsun. Aşık ile maşuk arasında kıl payı kadar fark kaldı. Onun da kalkmasını ve nurun nura katılmasını istemiyor musun?" dedi.

    Nitekim 68 yaşında iken Hakk'ın rahmetine kavuştu. Konya'da yer yerinden oynadı. Müthiş bir katılımla cenaze bugünkü Mevlana türbesinin bulunduğu yere defnedildi.
#10.01.2008 00:07 0 0 0
  • felsefesine dünya hayran....
#11.01.2008 10:38 0 0 0
  • felsefesine bende hayranım
#21.01.2008 00:26 0 0 0
  • eline yüreğine sağlık
#21.01.2008 00:51 0 0 0
  • Konuya Etiketler Eklendi..
#23.09.2008 20:58 0 0 0
  • Hz. Mevlana'nın Hayatı
    Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.
    Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.
    noimage
    Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

    Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

    Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

    1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

    Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

    Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

    Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

    Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

    Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

    Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

    Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

    Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

    "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
    Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
#30.09.2008 17:17 0 0 0
  • Google'dan Mevlana'ya özel logo
    İnternet arama motoru Google, Mevlana'nın doğumunun 801. yıl dönümü nedeniyle ana sayfasına semazen logosu koydu.
    noimage
    Dünyanın en büyük internet arama motorlarından biri olan Google'ın Türkiye sayfası, ''www.google.com.tr'' adresine girenler, özel tasarımlı logoyla karşılaştı.

    Mevlana'nın doğumunun 801. yıl dönümü nedeniyle hazırlanan ''Google'' logosunda, ''o'' harflerinin yerine semazen figürü yerleştirildiği görüldü.

    Bazı özel günlerde kullanıcılarına farklı logo tasarımlarıyla hizmet veren Google'un Türkiye'deki kullanıcıları, daha önce Nasreddin Hoca figürü ve Türk bayrağının bulunduğu özel logolarla karşılaşmışlardı.
#30.09.2008 17:19 0 0 0
NaZ NaZ foto
  • Konular birlestirildi
#04.12.2008 16:54 0 0 0
  • saolun
#30.03.2010 16:01 0 0 0
  • Mevlana Celaleddin Rumi




    Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.
    Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

    Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.

    Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.



    Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

    1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

    Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

    Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.

    Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.


    Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

    Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

    Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

    Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu


    --------------------------------------------------------------------------------


    AĞIT

    Göz gamın ne olduğunu bilseydi,
    gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,
    padişah bu acıyı duysaydı;
    göz gece demez gündüz demez ağlardı,
    gökler yıldızlara, güneşle, ayla
    gece demez gündüz demez ağlardı.
    padişah bakardı ününe,
    tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,
    gece demez gündüz demez ağlardı.

    Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,
    uçan kuş avlanacağını bilseydi,
    gerdek gecesi bu özlemi görseydi;
    gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,
    uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,
    gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı.

    Zaloğlu bu zülmü görseydi,
    ecel bu çığlığı duysaydı,
    cellâdın yüreği olsaydı;
    Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,
    ecel bakardı kendine ağlardı,
    cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.

    Kumru, başına geleceği duysaydı,
    tabut, içine gireni bilseydi,
    hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;
    kumru selviden ayrılır ağlardı,
    tabut omuzda giderken ağlardı
    öküzler, beygirler, kediler ağlardı.

    Ölüm acılarını gördü tatlı can,
    koyuldu işte böyle ağlamaya.
    Olanlar oldu, gitti dostum benim.
    şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var.
    öylesine topraklar altında kalmışım

    --------------------------------------------------------------------------------

    BAHAR

    Sevgili tutmuş yularımdan beni,
    develer gibi habire çeker.
    Esrik devesini böyle nereye götürür,
    böyle hangi katara?

    Hem canımı çiğnedi benim o,
    hem bedenimi çiğnedi.
    Gönlümü bağladı benim o,
    kırdı şişemi.

    Ne iş yaptırmaya götürür, bilmem,
    nereye götürür beni.

    Sevgili takar beni oltasına,
    atar karaya balık gibi.
    Sevgili kurar gönlüme bir tuzak,
    avcıdan yana çeker sürür beni.

    Bakarım tabiat başlar büyük işine:
    Bulutlar gelir uzaktan
    katar katar, küme küme.
    Bulutlar sular ovaları.
    Bulutlar yürür dağlara doğru.
    Uyanır açar gözlerini yeryüzü.
    Gökler çalar davulunu.
    Dalların gönlüne çeker gülün özü
    en güzel kokusunu baharın.
    Tohumun gönlü başlar vermeye tohum.
    Ağaç durmadan söyler, döker içini.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BAŞKA YARINLAR

    Bugün yüzünde bir başka güzellik var senin,
    bugün dudağında başka bir tad var,
    boyunda başka bir yücelik.
    Bugün kırmızı gülün bir başka daldan.

    Ayın gökyüzüne bugün sığmamış.
    Göklere benzeyen göğsün bugün daha geniş.
    Hangi yanından kalktın bu sabah, söyle,
    bir başka kavga var dünyada senin yüzünden,
    dünyada bir başka gidiş

    Biz senin gözlerinden gördük
    arslanlara meydan okuyan o ceylanı,
    Başka bir ovası var o ceylanın bugün
    iki cihandan da dışarı

    Seven insanın ayağı mı yok,
    işte ona ölümsüzlük kapandı.
    Yukarlarda onunla uçar gider.

    Gözlerinin denizinde onu arama.
    Oinci bir başka denizde.

    Bakarsın bugün sever bu yürek,
    yarın sevilir bakarsın.

    Yüreğimin özünde başka yarınlar var.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BEN BENDE DEĞİL

    Ben bende değil, sende de hem sen, hem ben,
    Ben hem benimim, hem de senin, sen de benim,
    Bir öyle garip hale bugün geldim ki
    Sen benmisin, bilmiyorum, ben mi senim.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BERİ GEL

    Beri gel, daha beri, daha beri.
    Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?
    Bu hır gür, bu savaş nereye dek?
    Sen bensin işte, ben senim işte.

    Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
    Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
    Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,
    Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?

    Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
    Sağ soluna yan bakar, ne diye?
    İkisi de senin elin, ikiside,
    Peki, kutlu ne, kutsuz ne?

    Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.
    Başımız da tek, aklımız da tek.
    Ne diye iki görür olup kalmışız
    İki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?

    Sen habire gevele dur bakalım,
    Habire 'Usul boylu birlik çam ağacı' de,
    Sonu nereye varır bunun, nereye?

    Şu beş duyudan, altı yönden
    Varını yoğunu birliğe çek, birliğe.
    Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,
    İnsanlara katıl, insanlara,
    İnsanlarla bir ol.
    İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu deniz.
    Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane.

    Erkek arslan dilediğini yapar, dilediğini.
    Köpek köpekliğini ede durur, köpekliğini.
    Tertemiz can canlığını işler, canlığını.
    Beden de bedenliğini yapar, bedenliğini.

    Ama sen canı da bir bil, bedeni de,
    Yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,
    Hani bademler gibi, bademler gibi.
    Ama hepsindeki yağ bir.

    Dünyada nice diller var, nice diller,
    Ama hepsin de anlam bir.
    Sen kapları, testileri hele bir kır,
    Sular nasıl bir yol tutar, gider.
    Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,
    Can nasıl koşar, bunu canlara iletir.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BİR GECECİK

    Bir gececik uyuma, ne olur.
    Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
    Bir gececik dostların gönlü olsun,
    ne olur sabahı et bir gececik.

    Bir gececik gözlerimiz seninle aydın olsun,
    kör olsun şeytan bir gececik.
    Dünyayı güzel kokular sarsın bütün.
    Karanlıklardan ışıklar aksın ovalara.
    Sofrandakiler dirilsin bir gececik.

    Bir gececik uyuma, ne olur.
    Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
    Bir gececik ata bin, meydana gel.
    Gönüller bir gececik rahat olsun,
    göğüsler meydana dönsün bir gececik.

    Yeniler giyinelim biz kulların.
    Musa gibi sen bir sopa al eline.
    Sopa bir anda elinde yılan olsun.
    Süleyman gibi sen karıncaların yanına var.
    Karıncalar bir anda birer Süleyman olsun.

    Ne olur, bir gececik kapısını çalma ayrılığın.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BİR OLUR MU?

    Biri geldi, hoca Senai öldü dedi.
    Yabana atılır bir er değildi ki, omuz silkelim.
    Saman çöpü değildi ki uçtu diyelim.
    Su değildi ki, soğuktan dondu diyelim.
    Tarak değildi ki, bir saç teli kırdı onu diyelim.
    Buğday tanesi değildi ki, toprakla kayboldu diyelim.

    O şu toprak yurtta bir altın gömüsüydü.
    Bir arpaya sayardı iki cihanı.
    Aldı topraktan yaratılan bedeni bir gün,
    fırlattı toprağa attı.
    Aldı götürdü akıl denen şeyi.
    Yanlış laf mı ediyoruz ne?
    Kimsenin bilmediği bir can daha vardı,
    bağışladı gitti o canı sevgiliye.

    Saf şarap tortu koyvermişti.
    Safı tortunun üstüne çıkmıştı,
    arınmıştı tortudan.

    Günlerden bir gün, azizim,
    yolda birbirlerine rastlamışlar,
    birlikte yolculuk etmişlerdi,
    bir kürt, bir maraga'lı, bir rey'li,
    bir de rum ülkesinden biri.

    Biri olur muydu atlas kumaşla kara çul?
    Elbet yollar ayrıldı bir gün.
    her biri kendi yurduna gitti.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BİZİM CANIMIZA GELSİN

    Hastalıklar senden uzak olsun, ey canlarımızın rahatı,
    ey gören gözümüz,
    kem gözler senden uzak olsun!

    Bedenin sağlam olsun, ay yüzlü güzel,
    gölgen başımızdan eksik olmasın!

    Gül bahçesine benzeyen yüzün,
    o gönül otlağımız,
    ovamızın yeşilliği,
    nasılsa hep öyle kalsın,
    hep öyle taze, yeşil.

    Bizim canımıza gelsin
    senin bedenine gelen ağrı.


    --------------------------------------------------------------------------------

    BU AYRILIK

    Kusuruma bakmayın benim, dostlar,
    bağışlayın beni.
    Ben davullara, bayraklara aldırmayan
    bir padişahın yoluna düşmüşüm,
    deli divane olmuşum.
    Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben,
    çok uzaklardan geçen bir hayal gibi.
    Ama yok da sayılmam hani,
    var olan bir şeyim ben.

    Haydi ben bensiz geleyim,
    sen sensiz gel.
    Ne varsa şu ırmağın içinde var,
    soyunalım iki can,
    dalalım şu ırmağa, hadi.
    Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük,
    bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.

    Bu ırmakta ne ölmek var bize,
    bu ırmakta ne gam var, ne keder var, ne dert.
    Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan,
    bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret.

    Durma, çabuk gel, gelmem deme.
    Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır, dostum,
    senin şânına sadece gelmek yaraşır.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BU ŞİİR ONDAN UTANIYOR

    Bu ne güzel koku böyle,
    bu ne güzel koku.
    Gül bahçesinden yoksa gelen o mu?
    Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu?
    Bu ne güzel koku böyle,
    bu ne güzel koku.
    O pazardan tezcecik yoksa o mu geliyor,
    yoksa güzelimiz geri mi geliyor ne?

    Bu nasıl yüz böyle,
    bu nasıl ışık?
    Bu nasıl ay böyle,
    bu nasıl güneş?
    Mağradan mı çıktı,
    dağdan mı iniyor,
    o yalnızlığın adamı,
    o dost?

    Boş yere arama şarap testisini sen.
    Koklama onun ağzını sen boş yere.
    Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu;
    dostum, onu sen kendin gibi belleme.

    Yolda o yapayalnızsa ne olur?
    Başında sarık yoksa ne çıkar?
    Ne bundan güneşe bir leke olur,
    ne ayın gösterişine zarar.

    Bu gece uyuma dostum, uyuma.
    Bir kolayına getir onu bul.
    Sarhoşlar meclisine hep böyle geceleyin gelir o.
    Bu gece uyuma dostum, uyuma.

    Biz duvara asılı duran resimleriz.
    Bizi yapan ressamın varlık şavkı
    duvarın üzerine bir vurdumu,
    bakarsın o anda canlanıvermiş, kımıldanmışız
    Onun selvi boyu bir göründü mü,
    bakarsın dünya güllük gülistanlık.
    Kalktı bir salındı, kendinibir gösterdi mi.
    bakarsın kıyamet koptu gitti.

    Bakarsın Calinus gibi hastalar ülkesindendir o.
    Bakarsın hayret yurdunda dolaşır hastalar gibi.

    Sustum artık ben,
    sustum artık
    Bu şiir utanıyor ondan.

    --------------------------------------------------------------------------------

    BUGÜN AHMET BENİM

    Bugün ahmet benim,
    ama dünkü Ahmet değil.
    Bugün anka benim,
    ama yemle beslenen kuşcağız değil.

    Enelhak kadehiyle
    bir yudum içen sızdı
    Tarılık şarabından.
    Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım,
    ben, sultanların aradığı sultan.

    Ben hâcetler kıblesiyim.
    Gönlün kıblesiyim ben.
    Ben cuma mescidi değilim,
    insanlık mescidiyim ben.

    Ben saf aynayım,
    sırım dökülmemiş, paslanmamışım.
    Ben kin dolu bir gönül değilim,
    Sinâ dağının gönlüyüm ben.

    Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum,
    benim sarhoşluğumun sonu yok.
    Tarhana çorbası içmem ben,
    can yemeği yerim,
    içerim can şerbeti.

    İşte sarttı seni
    bir gümüş bedenlinin özlemi.
    Altın haline geldin artık.
    Sen altına âşıksın,
    altın benim rengime âşık.

    Gönlü saf sûfiyim ben,
    benim tekkem âlem,
    medresem dünya benim.
    Değilim abalı sûfilerden.

    İster yakarış eri ol sen,
    meyhane eri istersen,
    bundan sanki ne çıkar?
    Yok cumartesiymiş, yok cumaymış,
    bence ne farkı var?

    Gerçeğin tadını alan er
    ne altına aldırış eder,
    ne kalendar tacına bakar.
    Ne tasası vardır, ne kini.

    Ey Tebriz'li hak Şems'i,
    yüzünü göstermediysen sen,
    yoksul çaresiz kalırdı kulun;
    ne gönlü olurdu, ne dini.

    --------------------------------------------------------------------------------

    DEMEDİM Mİ?

    Oraya gitme demedim mi sana,
    seni yalnız ben tanırım demedim mi?
    Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

    Bir gün kızsan bana,
    alsan başını,
    yüz bin yıllık yere gitsen,
    dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

    Demedim mi şu görünene razı olma,
    demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
    onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

    Ben bir denizim demedim mi sana?
    Sen bir balıksın demedim mi?
    Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
    senin duru denizin ben'im demedim mi?

    Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
    Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
    senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

    Demedim mi yolunu vururlar senin,
    demedim mi soğuturlar seni.
    Oysa senin ateşin ben'im,
    sıcaklığın ben'im demedim mi?

    Türlü şeyler derler sana demedim mi?
    Kötü huylar edinirsin demedim mi?
    Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
    Yani beni kaybedersin demedim mi?

    Söyle, bunları sana hep demedim mi?

    --------------------------------------------------------------------------------

    DENİZLERİN ÜZERİNDE

    Pek acayip bir şey bu:
    Güz mevsiminde olduğumuz halde
    birdenbire güneş koç burcuna girdi baktım.
    Baktım birden bire ilkbahar oldu.
    Birdenbire kaynadı kanım.
    Nerdeyse hani
    bulanıp kanıma
    bir deve gibi köpürecek,
    bir deve gibi oynamaya başlayacağım.

    Bir uzaklaşıp bir yakınlaşması kan dalgalarının.
    Kendisinden geçmiş insanla dolu bir ova.
    Ölümsüz gözle görülmez bir içki âlemi.

    Baktım birdenbire canlandı ölü.
    İhtiyarlar baktım genç oluverdi.
    Baktım bakırlar kesildi som altın.
    Daha iyisi geldi yerine,
    daha güzeli geldi baktım,
    şehrimizden ayrılanın.

    İçki, eğlence, tad sarmış şehrimizi.
    Elinde bir kadeh var her sarhoşun.
    Kimi doymuş, rahat, kendinde,
    İçkiye doğru koşmakta kimi.
    Gürül gürül süt ırmağı bir yanda,
    bir yanda gürül gürül bal nehri.

    Pek acayip bir şey bu:
    Bir şehirde padişah bir tane olurdu.
    gökyüzünde ay bir tane.
    Bu şehir padişahlarla dolu,
    gökyüzü aylarla, zuhallerle.

    Sen haydi koş var git hekimlere,
    orda işiniz yok de sizin.
    Orda ne dermansızlık, ne dert var,de.
    Orda ne gam, ne kasvet var, de.
    Orda ne kadı, ne vali.
    Ne bey, ne beyin vergicisi.

    Davalar, düşmanlıklar, kavgalar zaten
    denizlerin üzerinde hiç bir zaman yürüyemedi.

    --------------------------------------------------------------------------------

    DUY ŞİKAYET ETMEDE HER AN BU NEY

    Duy şikayet etmede her an bu ney,
    Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.

    Der ki feryadım kamışlıktan gelir,
    Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.

    Ayrılıktan parçalanmış bir yürek
    İsterim ben, derdimi dökmem gerek.

    Kim ki aslından ayırmış canını,
    Öyle bekler, öyle vuslat anını.

    Ağladım her yerde hep ah eyledim,
    Gördüğüm her kul için dostum dedim.

    Herkesin zannında dost oldum ama,
    Kimse talip olmadı esrarıma.

    Hiç değil feryadıma sırrım uzak,
    Nerde bir göz, nerde bir candan kulak?

    Aynadır ten can için, can ten için,
    Lakin olmaz can gözü her kimsenin.

    Ney sesi tekmil hava oldu ateş,
    Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!

    Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney'e,
    Cezbesi aşkın karışmıştır mey'e.

    Yardan ayrı dostu ney dost kıldı hem,
    Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.

    Kanlı yoldan ney sunar hep arz-ı hal,
    Hem verir Mecnunun aşkından misal.

    Ney zehir, hem panzehir, ah nerde var,
    Böyle bir dost, böyle bir özlemli yar?

    Sırrı bu aklın bilinmez akl-ile,
    Tek kulaktır müşteri, ancak dile.

    Gam dolu günler zaman hep aynı hal,
    Gün tamam oldu, yalan, yanlış, hayal.

    Gün geçer yok korkumuz, her şey masal,
    Ey temizlik örneği sen gitme, kal!

    Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan,
    Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can.

    Olgunun halinden ah, anlar mı ham?
    Söz uzar, kesmek gerektir vesselam.

    --------------------------------------------------------------------------------

    DUYDUM Kİ BİZİ BIRAKMAYA

    Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
    Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

    Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
    Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

    Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
    Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

    Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
    Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

    Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
    Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

    Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
    Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

    Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
    Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

    Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
    Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

    Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
    Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

    Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
    O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

    Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
    Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

    Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
    Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

    İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
    aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

    --------------------------------------------------------------------------------

    DÜN GECE

    Ne güzel geceydi dün gece, ne güzel geceydi:
    Onunla sarmaşdolaş, dudak dudağa,
    talih kapısı ardına kadar açık,
    güneş kucağımızda.

    Ne güzel geceydi dün gece, ne güzel geceydi:
    Şarap tasını her sunuşunda
    diyordu aklına başına al.
    Hani dün gece aklın da tam sırasıydı ya!

    --------------------------------------------------------------------------------

    EY BALÇIK DÜNYA

    Seni bildim bileli,
    ey balçık dünya,
    başıma nice belâlar geldi,
    nice mihnet, nice dert.
    Seni sırf belâdan ibaret gördüm,
    seni sırf mihnetten, dertten ibaret.

    İsa'nın yurdu değilsin sen,
    yayıldığı yersin eşeklerin.
    Nerden tanıdım seni bilmem ki,
    nerden parçası oldum bu yerin,

    Bana vermedin bir yudum tatlı su,
    sofranı yaydın yayalı.
    Elimi ayağımı bağladın gitti,
    elimin ayağımın farkına varalı.

    Bırak da bir ağaç gibi
    yerin altından çıkarıp ellerimi
    sevgilinin havasıyla sarmaşdolaş olayım,
    uzayıp gideyim bâri.

    Ey çiçek, dedim çiçeğe,
    dedim, bu küçük yaşta sen,
    neden ihtiyar oldun bu kadar,
    dedim, nasıl oldu bu böyle?

    Çocukluktan kurtuldum, dedi çiçek,
    sabah rüzgârını tanıyalı,
    hep yukarlara doğru çıkar
    yukarlardan gelmiş bir ağaç dalı.

    Şunu da söyledi çiçek:
    Madem aslımı tanıdım,
    madem yersizlik âlemi aslım,
    artık bana tek bir şey düşecek:
    Yücelip aslıma gitmek.

    Sus yerter artık,
    var git yokluğa haydi,
    yoklukla yok ol.
    Git, yokluklardan tanı
    yokluktan var olanı.

    --------------------------------------------------------------------------------

    GEL

    Gene gel, gene.
    Ne olursan ol, ister kafir ol,
    İster ateşe tap, ister puta,
    İster yüz kere tövbe etmiş ol,
    ister yüz kere bozmuş ol tövbeni...
    Umutsuzluk kapısı değil bu kapı,
    Nasılsan,
    Öyle gel...

    --------------------------------------------------------------------------------

    GELİN DE BİZİ GÖRÜN

    Ey aşıklar, gelin bakın,
    gelin bakın, ey iş erleri.
    Gelin de bizi görün işte.
    Bakın nasıl yıldızlar gibi ateş kesilmişiz,
    ayın yöresinde bütün gece nasıl oynayıp dönmeye koyulmuşuz.
    Güneşimiz gideli ortaya nasıl çıkmışız işte bakın.
    Bakın nasıl anadan doğma çırılçıplak olmuşuz,
    nasıl başıboş olmuşuz bakın.

    Ey aşıklar, gelin,
    gelin ey iş erleri,
    şarabın en tatlısı burada işte bakın,
    işte burada şarabın en iyisi,
    işte burada yıllanmışı şarabın.

    Tanyeri ağarınca her gün,
    güzeller sıltanımız çağırır, haydi der,
    ey çaresizler der, gelin,
    aşıklara derman olan biziz asıl,
    aşıklara bizi asıl tek çare, der.

    Turdağı o şarabı içti.
    Körkandil şarhoş oldu.
    Turdağı kendinden geçti.
    Bizim elimizden ne gelir,
    biz demirden dağ değiliz ki!

    Gökyüzünde, harman yerinde,
    yanan yıldızlarız ama,
    kesilsek dilim dilim,
    bölünsek parça parça,
    olsak arpa gibi, tane tane,
    gene de söz açamayız sırdan yana,
    veremeyiz ondan bir zerre bile.

    Diyorlar aşk deli.
    Ama biz zırdeliyiz.
    Diyorlar kötülüğe götürür insanı insanın içi.
    Ama biz o iç'e emrederiz

    Tek bir aşka tutulmuşuz yani,
    yani senin aşkına tutulmuşuz.
    Sen bir kez daha şu yolculuktan dön gel,
    gel Allah aşkına bir gör halimizi.

    --------------------------------------------------------------------------------

    GİTTİN

    Buradan bir nice acıyla, özlemle gittin,
    sonra yalvardın yakardın amma
    eline düşmüştün bir kere kaderin,
    ne fayda sevgili, ne fayda.

    Her yanda çareler aradın kendine,
    olmadık şeyler yaptın her yanda.
    Bulamadın bir çare, sonunda gittin,
    ne fayda sevgili, ne fayda.

    Kucağın güllerle doluydu senin,
    ayın öndördü bir yüzün vardı .
    Kopup halkasından dostlar meclisinin,
    o aşağılık, o bayağı yere sen,
    o karıncaların, yılanların yanına
    ne oldu, nasıl oldu da gittin?

    Nerde hani o cânım sözlerin şimdi?
    Nerde hani o sırları çözen akıl?
    Nerde hani gül bahçesine giden ayak?
    Elimizi tutan el nerde hani?

    Hoştun, güzeldin, eşin yoktu senin,
    insanları hemen elde ederdin.
    Ama kalktın çıktın bir uzun yolculuğa,
    insanları yiyen toprağa gittin.

    Ağlaya inleye sen gittin ama,
    gökler de arkandan durmadı ağladı.
    Parça parça etti yüzünü ay.
    Gönlüm arkandan kan bağladı.

    Şimdi ne edeyim, kime sorayım seni?
    İyi insanlar arasında mısın orda?
    Yani dostlar meclisinde mi?
    Yoksa bir kenarda boynun bükük mü kaldın?

    Öyle bir yere gittin ki bu sefer,
    izinin tozu bile belli değil.
    Ne kadar da kanlıymış gittiğin yol!

    --------------------------------------------------------------------------------

    GÜNEŞE KULUM BEN

    Mademki ben güneşe kulum,
    güneşten söz açmalıyım size.
    Mademki gece değilim ben,
    mademki karanlığa tapmıyorum,
    düşten dem vurmak nafile.

    Mademki tıpkı güneşe benziyorum,
    elimi eteğimi çekmeliyim üzerinden
    ferah, mâmur olan yerin.
    Mademki tıpkı güneşe benziyorum,
    doğmalıyım ortasında harabelerin.

    Gerçi bugün bir kuru elmayım,
    ama değerim ağacımdan çok.
    Gerçi sarhoşum, yıkılmışım ama
    doğru lâf etmedeyim,
    erkekçe konuşmadayım.

    Benim gönlümün kokusu
    yöresindeki topraktan gelir.
    Ben o topraktan utanırım da
    nedense bir tek söz söyleyemem
    suya dair.

    Güzel yüzünden kaldır perdeni,
    böyle konuşmayı yakıştırma bana.
    Taş gibi kaskatıysa senin kalbin,
    bak benim kalbim yanmış, ateş haline gelmiş.
    Bir iyilik eder, şişeyi alırsan eline,
    bir de bakacaksın ki kadehle şarap bende dile gelmiş.

    --------------------------------------------------------------------------------

    HANGİSİYİM BEN

    Şu insanlardan hangisi ben'im?
    Hele sen şu kavgayı, gürültüyü dinle,
    ağzıma, sözüme kulak asma.
    Hem sen beni elden çıktı bil.
    Yoluma kadeh madeh koyayım da deme.
    Önüme ne çıkarsa tuzla buz ederim.

    Hem ben tıpatıp sana benzerim.
    Ağlarsan ağlarım,
    gülersen gülerim.
    Asıl sen vardın ortada,
    ben senin elinde bir ayna.
    Sen yeşillikte bir ağaç,
    ben senin gölgen.

    Ben senin gôlgen olduktan sonra
    hemen gider kendime bir dost ararım
    kurmak için yanında çadırımı,
    ararım bir taze gül fidanı.

    Sonra sâkinin kapısına varır,
    vurur testimi kırarım.
    Sonra oturur bardak bardak içerim
    ciğerimden akan kanı

    --------------------------------------------------------------------------------

    HAPİSTELER AMA

    Yürü, can gözünü aç,
    şu âşıklara bir bak hele:
    Nasıl sarmaşdolaş, gönül gibi bir şey olmuşlar,
    nasıl gelmişler can gibi
    elsiz, ayaksız hale.

    Bahçeden daha güler yüzlü onlar,
    gülden daha güler yüzlü.
    bilgiden daha doğru,
    akıldan daha hünerli,
    serviden daha hür.
    Ölmezlik suyundan daha arı, duru.

    Hep zerreler gibi hovardalar.
    Güneş onlara kaftan.
    Balçığa ayak basmışlar,
    baş komuşlar gönül dizine.
    Kanların üzerinden geçmişler,
    kan denizlerin dalgaları arasından.
    Etekleri gene tertemiz;
    bir şey bulaşmadan eteklerine.

    Diken içindeler,
    ama gül gibiler.
    Hapisteler,
    ama şarap gibiler.
    Balçık içindeler,
    ama gönül gibiler.
    Gece içindeler,
    ama sabah gibiler.

    Sen onların şarabını bir iç de gör:
    Naıl birdenbire ferah olur, aydınlanır yüreğin,
    birdenbire nasıl unutulur her şey,
    nasıl birdenbire gözlerinin içi güler.

    --------------------------------------------------------------------------------

    HATIRLA AMA

    Bir tatlı ömür gibi gitmeye niyetlendin,
    ayrılık atına eyer vurdun inadına.
    Ama bizi unutma, hatırla ama.

    Sana temiz dostlar, iyi dostlar, bağdaş dostlar
    yeryüzünde de var. gökyüzünde de var.
    Eski dostla ettiğin yemini, hatırla ama.

    Sen her gece ay değirmisini
    başına yastık edince yollarda,
    dizimde yattığın geceleri hatırla ama.
    Sen ey, hüsrev'i kendine kul,
    Şirin gibi bir nice güzeli esir eden,
    aşkının ateşiyle tıpkı Ferhat gibi benim
    ayrılık dağını delmede olduğumu, hatırla ama.

    Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında
    bir aşk ovasını görmüştün hani;
    sarfan dallarıyla, ağustos gülleriyle sarmaşdolaş.
    Bunu unutma, hatırla ama.

    Ey Tebrizli Şems,
    dinim aşktır benim, senin yüzünü gördüm göreli,
    benim dinim senin yüzünde övünür, ey sevgili.
    Bunu unutma, hatırla ama.

    --------------------------------------------------------------------------------

    HEP O

    Aşk geldi, kan gibi
    Damarlarıma derime doldu.
    Beni benden aldı,
    Varlığımı sevgiliye doldurdu.
    Kısaca;
    Bana benden kalan bir ad;
    Ancak ötesi hep o...

    --------------------------------------------------------------------------------

    HERGÜN BİR YERDEN GÖÇMEK

    Her gün bir yerden göçmek
    Ne iyi

    Her gün bir yere
    Konmak ne güzel
    Bulanmadan, donmadan
    Akmak ne hoş

    Dünle beraber
    Gitti cancağızım

    Ne kadar söz varsa
    Düne ait
    Şimdi yeni şeyler
    Söylemek lazım

    --------------------------------------------------------------------------------

    İSYAN ETMİŞİM

    Aya öfkelenmişim ben,
    işte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum.
    Padişaha kızmışım,
    çırılçıplak bir yoksul olmuşum.

    Güzeller sıltanı gel demiş,
    evine çağırmış beni.
    Ben bir yolunu bulmuşum,
    yola baş kaldırmışım.

    Sevgilim baş çeker, naz ederse,
    gamlara atar, kararsız korsa beni,
    bir kez olsun ah demem, inad için.
    Ah'a da kızmışım ben.

    Bir bakarsın altınla aldatırlar beni o.
    Bir bakarsın şanla şerefle aldatırlar beni.
    Oysa altın falan istemiş değilim ondan,
    şanla şerefe hele çoktan boş vermişim.

    Ben bir demirim,
    mıknatıstan kaçıyorum.
    Bir saman çöpüyüm ben,
    mıknatıslara yan çizmişim.

    Ben öyle bir zerreyim ki,
    bütün âleme isyan etmişim.
    Havaya, toprağa isyan etmişim,
    Ateşe, suya isyan etmişim.
    Altı yöne isyan etmişim.
    Beş duyuya isyan etmişim.

    Hava, toprak, ateş, su da neymiş ki,
    altı yön de neymiş,
    beş duyu da ne.
    Benim için hiç bir şey umurumda değil.

    --------------------------------------------------------------------------------

    KARDEŞİM

    Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
    Geriye kalan et ve kemiksin,
    Gül düşünür gülüstan olursun,
    Diken düşünür dikenlik olursun.

    --------------------------------------------------------------------------------

    KENDİME YEDİREMEM

    Düşman saçmasapan lâflar eder,
    duyar can kulağım.
    Benim için kötü şeyler düşünür,
    görür can gözüm.
    Üzerime köpeğini salar,
    ısırır köpek ayağımı,
    çok acılar çekerim, çok acılar.
    Köpek değilim, onu ısıramam,
    ısırırım dudağımı.

    Büyük kişilerin sırlarına ortağım,
    gene de na şu kadar övünemem.
    Bütün ayıplar bende ama,
    ne yapıp yapmalı,
    ulaşmalı dostlara,
    geride kalmayı kendime yediremem.

    --------------------------------------------------------------------------------

    O GELİYOR O

    yollara sular dökün,
    bahçelere müjdeler edin,
    bahar kokuları geliyor,
    o geliyor, o
    Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.

    Yol verin, açılın, savulun.
    Beri durun, beri.
    Yüzü apaydınlık, akpak,
    bastığı yeri ardında gündüzler gibi bırakarak
    O geliyor, o.
    Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.

    Gökler yeryüzünü kapladı, örttü bir anda.
    Bir anda dört yanı misk gibi bir koku sardı.
    Bir anda bir velvele, bir kıyamet koptu cihanda.
    O geliyor, o.
    Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.

    Bir anda can geldi bağlara, bağlar ışıdı.
    Bir anda açıldı baktı bağlara gözler.
    Bir anda bizde ne gam kaldı, ne dert kaldı, ne keder.
    O geliyor, o.
    Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.

    Yayından fırladı ok.
    Hedefe ha vardı, ha varacak.
    Bahçeler selama durdu.
    Selviler ayağa kalktı.
    Çayır çimen yollara düştü.
    İşte konca, ata binmiş geliyor.
    Biz ne duruyoruz,
    O geliyor, o.
    Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor.

    Sen bizim yöremize gelirsen göreceksin, ey şems,
    Huyumuz sadece susmak olmuş bizim, susmak.
    Senin güzel gözlerinçin işte canım pusuda.
    Rahatım kaçtı benim,
    geceleri uykum kalmadı gitti ama,
    bak işte o güzel günler yola çıkmış geliyor.

    --------------------------------------------------------------------------------

    O KAPIYI KAPA

    O kapıyı kapa.
    Gayret kemerini kuşan.
    Bize can şarabını sun.
    Bu meyhaneye aşık kişileriz biz,
    hem çok uzaklardan geliyoruz bak,
    çok uzaklardan.

    O kapıyı kapa.
    gel sen asıl bizi gör,
    gör halimizi, acı.
    Bir başka kapı aç,
    işte na şurda,
    bir gizli kapı.
    Bir büyük sağrak bul getir bize.
    Sonra doldur şarabı
    eski dostluğumuzun şerefine.
    O kapıyı kapa.
    Gel bizi yıka, arıt.

    Hani bir gün, bilmem unuttun mu,
    biz hepimiz uykudaydık.
    Sen bir tekme atmıştın bize,
    derken bir, bir daha.
    Sıçramış uyanmıştık uykudan.
    Oturup şarap içmiştik sonra.
    Şarap başımıza vurmuştu
    O zaman olmuştu işte ne olduysa.

    Denizleri yüksük gibi gören timsahlarız artık,
    tirit, mercimek, aş erleri değil.
    Haydi inadı falan bırak,
    inadı bırak da kendine gel,
    bize şarap ver, şarap.

    --------------------------------------------------------------------------------
#30.03.2010 17:57 0 0 0
  • Mevlana Celaleddin-i Rumi

    Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī; 30 Eylül 1207de doğmuştur. 17 Aralık 1273te ölmüştür.), İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars[1][2](Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik)[3] şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür. Prenses Gürcü Hatunla yakın dosttur. Hatta Mevlana portresini ve Mevlana Türbesini ilk Gürcü Hatun yaptırmıştır. Bu sayede Bilinen tek bir Mevlana portresi ve yaygınlaşan Mevlana türbeleri bu şekilde ortaya çıkmıştır.

    Mevlânâ bugünkü Afganistan'da bulunan Belh'te doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.[4] Babası, Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.


    Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir.
#07.04.2010 23:30 0 0 0
  • konular birleştirildi..
#08.04.2010 07:54 0 0 0
  • Mevlana - Celaleddin Rumi - Mevlana Kimdir - Mevlana Hakkında

    Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī ;

    Belh, Afganistan 30 Eylül 1207'de doğmuştur. 17 Aralık 1273'de ölmüştür


    noimage
    İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Türk (Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik) şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür.

    Prenses Gürcü Hatunla yakın dosttur. Hatta Mevlana portresini ve Mevlana Türbesini ilk Gürcü Hatun yaptırmıştır. Bu sayede Bilinen tek bir Mevlana portresi ve yaygınlaşan Mevlana türbeleri bu şekilde ortaya çıkmıştır.

    Mevlânâ bugünkü Afganistan'da bulunan Belh'te doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.[4] Babası, Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.

    Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir.

    Babasının ölümüne kadar olan dönem

    Mevlana Müzesi, KonyaHarzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid'at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı "bir yerde iki sultan olmaz" diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).

    Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin'e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).


    Mevlana'dan Tüm İnsanlığa Nasihat:

    «
    Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
    İster kafir, ister mecusi,
    İster puta tapan ol yine gel, ,
    Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
    Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
    Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
    Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
    Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
    Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
    Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!


    Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir. »

    Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bu mesnevisi de böylece sona ermiş oldu

    Babasının ölümünden sonraki dönemi

    Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz". Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü

    Şems-i Tebrizi

    1244'te Konya'nın ülü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş Veli'nin Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabb'ime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.

    Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245).


    İstanbul, Büyükçekmece'de bulunan bir Mevlana heykelciğiTebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.

    Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü. Tebrizli Şems'in türbesi Hacı Bektaş Dergahı'nda diğer Horasan Alperenlerinin yanındadır.


    Mevlânâ Türbesi (Yeşil kubbe) Selahattin Zerküb

    Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Tebrizli Şems'in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin'in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.

    Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin'in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.

    Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.

    İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar'ın İlahiname 'sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzattı genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."

    Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de öldü. Mevlana'nın öldüğü gün olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan Rabb'ine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır.


    Mevlana Celalettin Rumi'nin Mevlana Müzesi'nde bulunan mezarı, Konya.İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.(ahmet nebi tosun)

    2007 UNESCO Dünya Mevlana Yılı

    Mevlânâ'nın 800.doğum yılı olan 2007 UNESCO tarafından dünya Mevlânâ yılı ilan edilmiştir. Bu karar Mozart yılı olan 2006'nın mart ayında alınmıştır.



    Mesnevi
    Büyük Divan "Divan-ı Kebir"
    Fihi Ma-Fih "Ne varsa İçindedir"
    Mecalis-i Seb'a "(Mevlana'nın 7 vaazı)"
    Mektubat "(Mektuplar)"
    Sözleri [değiştir]
    -Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir Yüz defa tövbeni bozmuş olsun da yine gel."

    -Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin! Sözün öylesine bir söz olmalı ki dünyanında sınırını aşmalı. Sınır nedir, ölçü ne? Bilmemeli!"

    -Ya olduğun gibi görün, Ya da göründüğün gibi ol.


    -Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil

    -Güzel söyle de halk, yüzyıllar boyunca okusun. Allah'ın dokuduğu kumaş ne yıpranır, ne eskir.

    -Kisi günese yüzünü döndü mü, gölgesi arkasinda kalir. Artik o nereye giderse gitsin, gölgesi hep pesinden gelir. Lakin kisi günese arkasini dönerse gölgesi hep önünde kalir. Ne kadar ugrassa da gölgesini yakalayamaz. Işte bunun gibi, insan, Allah'a yüzünü dönerse, mal-mülk, aile ve çoluk çocugu aynı gölgesi gibi onun pesinden kosar. Fakat kişi Allah'a arkasini dönerse o kişi mal ve iyalim peşinden ne kadar koşarsa koşşun, gölgesini tutamayacagi gibi onlara nail de olamaz."

    -herkesin aynı şeyi düşündüğü yerde kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir.

    -Aşk etinden topuğuna kadar işlemiş bir nasırdır. Ya canın acıya acıya adım atacaksın yada canını acıta acıta söküp atacaksın. Her iki yolda da tek bir gerçek olacak. Canın çok ama çok yanacak.

    -Can konağını aramadaysan, cansın; bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin, bir damla su arıyorsan susun, zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan âşıksın, Gönlün neye kapılmışsa O'sun sen. Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir.

    -Durma! Çabuk gel. Gelmem deme! Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır. Dostum, senin şanına sadece gelmek yaraşır.

    -Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyeceğim kimse olmadığından yalnızım ben.

    -Herkes aynı fikirdeyse hiç kimse yeterince düşünmüyor demektir.

    -Her dil gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı sırlara ulaşılır.

    -Aklın yoksa yandın, ya kalbin yoksa o zaman zaten sen yoksun ki.

    -Ben ne insanlar gördüm üstünde elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok.
#18.01.2011 09:02 0 0 0