VATANA, BAYRAĞA VE O KAHRAMAN ATALARA SAYGI İÇİN BİRAZ UTANALIM HEP BİRLİKTE...
OSMANLI SANCAĞI
Sağda: Türk Bayrağı,
Solda; Hilafet Sancağı,
Bayrakların Ortasında Bulunan Eliptik Şekil ve Üzerindeki Kavuk; Osmanlı Hanedanı'nın Bütün Müslümanların (İslam Toplumlarının) lideri (Halifesi) olduğunu
Solda Bulunan Çiçekler; Devletin Hoşgörüsünü,
Solda Bulunan Terazi: Devletin Adaletini,
Solda Bulunan Kitap(Kuran-ı Kerim): Müslüman Türk Devletini,
Sağda ve Solda Bulunan Silahlar; Eşsiz Türk Ordusunu,
Güneş; Türk Osmanlı Devletinin Büyüklüğünü,
Güneşin Ortasında ki Yeşil Yuvarlak ve içindeki Tuğra; Türk ve Müslüman Büyük Osmanlı Hanedanını
Tuğra'nın Altındaki Ay; Devletin Dünyadaki Bütün Müslümanların Bekçisi Olduğunu
Madalyonların Asılı Olduğu Aksam, Köklü Osmanlı Devletini ve Türk kültürünü
Ve En Altta Asılı Olan Madalyonlar; Devletin Çeşitli Milletlerden Olan Halkını
Temsil Etmektedir....
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
Türk Bayrağı rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz.
Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez.
Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletler bayraklarına Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.
Haç'ın anlamı Hazreti İsa (a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar.
Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir?
Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Hâlbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur.
Bu anlamı da "ALLAH ( c.c.)" isminden almıştır. Bilindiği gibi Arapça aslında Hilal kelimesinde; 1 "He", 1 "Lam", 1 "Elif", ve yine 1 "Lam" harfleri bulunmaktadır. Yani 1 "He", 1 "Elif" ve 2 tane "Lam" bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri de:
• "He
• "Lam"
• "Elif"
• "Lam"
• Toplam Olarak =99
ALLAH (c.c.) kelimesi de yine bir "Elif", iki "Lam" ve bir "He" ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ebced hesabıyla toplandığında yine 99 rakamını verir. Her iki kelimede harfler değişmediği için rakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilal yazarken ALLAH ( c.c.) isminin harflerini kullanıyoruz. 99'da Esmaul Hüsna'yı temsil eder. Öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde Bayrak üzerine ALLAH ( c.c.) yazacak yerde, aynı ismin eş değerlisi olan Hilal'i koymak hem anlamlı, hem inançlarımıza daha uygundur. Çünkü inancımıza göre, "ALLAH (c.c.)"ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış oluruz. Bu sakıncadan dolayı "ALLAH ( c.c.)" ın zatı ve ismi tenzih edilerek, o ismin harf ve ebcedi bakımından eş değerlisi olan "Hilal" sembol yapılmıştır. Mademki sembolik anlam taşıyacaktır o halde Hilal yazmaktansa Hilalin şeklini yapmak arasında hiç fark yoktur. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun, daha anlamlıdır. Böylece Hilal'in sembol olarak seçilmesinde şu mantık silsilesi görülmektedir:
ALLAH (c.c.) à Hilal (isim) à Hilal (şekil)
ALLAH(c.c.)'ın birliği (Tevhid) inancı ve bu inancın La ilahe İllallah (ALLAH c.c.) tan başka Tanrı yoktur) formülüyle ifade edilen manası böylece Hilal şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur.
Bilindiği gibi bazı İslam ülkeleri bayrağında, özellikle Suudi Arabistan doğrudan doğruya Kelime-i Tevhid'i yazarak sembole gidilmeden bayrağına koymuştur. Ancak birtakım manaların sembol ile ifadesi, sözle ifadesinden daha derin ve anlamlıdır. Hilal'in kucağındaki Yıldız, Hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden alınmıştır. Ancak bu şekil yine Arapça "Muhammed" yazısının şeklidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed ( s.a.v.) Efendimizin ismi yazıldığı zaman birinci "mim" in başı, "ha" harfinin dirseği, ikinci "mim" in kıvrımı ve "dal" harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam' ın şartları da beş tanedir. Hilal ALLAH (c.c.) inancını, yıldız Peygamber'e bağlılığı dile getirir.
ALLAH (c.c.) inancı, amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını, yıldız da İslam' ın şartlarını remz (sembol) olarak dile getirir ki, bayraktaki bu iki sembolle, ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.
Claude Farrere dilimize "Türklerin Manevi Gücü" adıyla çevrilen eserinde ( s.36) Hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır: "En mükemmel gemiler, yarım ay şeklinde amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı. Evet, yarım ay şeklinde... Ve hilal şekli gerçekten Müslüman, gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!..." diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır. İstiklâl marşımızda, "Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal." "Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?" mısralarında bayrağın ve hilalin şahsına dile gelen hitap, aslında doğrudan doğruya ALLAH ( c.c.)'a niyazdır. ALLAH (c.c.)'dan, artık bu millete rahmet ve merhametiyle nazar etmesi istenmektedir. Zaten "Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;" mısrasında bu dilek daha açık bir dille ortaya konmaktadır.
Hilal sadece bayrağımızda değil, kandil geceleri yapılıp dağıtılan ayçöreğinde de görülür. Camide ve kışladaki ders nizamı da, Mehter Takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep Hilal şeklidir.
TÜRKÜN TARİHİ
4/6/2007 - VATANA, BAYRAĞA VE O KAHRAMAN ATALARA SAYGI İÇİN BİRAZ UTANALIM HEP BİRLİKTE...
Kategori: emelce
OSMANLI SANCAĞI
Sağda: Türk Bayrağı,
Solda; Hilafet Sancağı,
Bayrakların Ortasında Bulunan Eliptik Şekil ve Üzerindeki Kavuk; Osmanlı Hanedanı'nın Bütün Müslümanların (İslam Toplumlarının) lideri (Halifesi) olduğunu
Solda Bulunan Çiçekler; Devletin Hoşgörüsünü,
Solda Bulunan Terazi: Devletin Adaletini,
Solda Bulunan Kitap(Kuran-ı Kerim): Müslüman Türk Devletini,
Sağda ve Solda Bulunan Silahlar; Eşsiz Türk Ordusunu,
Güneş; Türk Osmanlı Devletinin Büyüklüğünü,
Güneşin Ortasında ki Yeşil Yuvarlak ve içindeki Tuğra; Türk ve Müslüman Büyük Osmanlı Hanedanını
Tuğra'nın Altındaki Ay; Devletin Dünyadaki Bütün Müslümanların Bekçisi Olduğunu
Madalyonların Asılı Olduğu Aksam, Köklü Osmanlı Devletini ve Türk kültürünü
Ve En Altta Asılı Olan Madalyonlar; Devletin Çeşitli Milletlerden Olan Halkını
Temsil Etmektedir....
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
BAYRAĞIMIZIN DERİN MANASI
Türk Bayrağı rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz.
Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez.
Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletler bayraklarına Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.
Haç'ın anlamı Hazreti İsa (a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar.
Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir?
Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Hâlbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur.
Bu anlamı da "ALLAH ( c.c.)" isminden almıştır. Bilindiği gibi Arapça aslında Hilal kelimesinde; 1 "He", 1 "Lam", 1 "Elif", ve yine 1 "Lam" harfleri bulunmaktadır. Yani 1 "He", 1 "Elif" ve 2 tane "Lam" bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri de:
• "He
• "Lam"
• "Elif"
• "Lam"
• Toplam Olarak =99
ALLAH (c.c.) kelimesi de yine bir "Elif", iki "Lam" ve bir "He" ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ebced hesabıyla toplandığında yine 99 rakamını verir. Her iki kelimede harfler değişmediği için rakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilal yazarken ALLAH ( c.c.) isminin harflerini kullanıyoruz. 99'da Esmaul Hüsna'yı temsil eder. Öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde Bayrak üzerine ALLAH ( c.c.) yazacak yerde, aynı ismin eş değerlisi olan Hilal'i koymak hem anlamlı, hem inançlarımıza daha uygundur. Çünkü inancımıza göre, "ALLAH (c.c.)"ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış oluruz. Bu sakıncadan dolayı "ALLAH ( c.c.)" ın zatı ve ismi tenzih edilerek, o ismin harf ve ebcedi bakımından eş değerlisi olan "Hilal" sembol yapılmıştır. Mademki sembolik anlam taşıyacaktır o halde Hilal yazmaktansa Hilalin şeklini yapmak arasında hiç fark yoktur. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun, daha anlamlıdır. Böylece Hilal'in sembol olarak seçilmesinde şu mantık silsilesi görülmektedir:
ALLAH (c.c.) à Hilal (isim) à Hilal (şekil)
ALLAH(c.c.)'ın birliği (Tevhid) inancı ve bu inancın La ilahe İllallah (ALLAH c.c.) tan başka Tanrı yoktur) formülüyle ifade edilen manası böylece Hilal şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur.
Bilindiği gibi bazı İslam ülkeleri bayrağında, özellikle Suudi Arabistan doğrudan doğruya Kelime-i Tevhid'i yazarak sembole gidilmeden bayrağına koymuştur. Ancak birtakım manaların sembol ile ifadesi, sözle ifadesinden daha derin ve anlamlıdır. Hilal'in kucağındaki Yıldız, Hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden alınmıştır. Ancak bu şekil yine Arapça "Muhammed" yazısının şeklidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed ( s.a.v.) Efendimizin ismi yazıldığı zaman birinci "mim" in başı, "ha" harfinin dirseği, ikinci "mim" in kıvrımı ve "dal" harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam' ın şartları da beş tanedir. Hilal ALLAH (c.c.) inancını, yıldız Peygamber'e bağlılığı dile getirir.
ALLAH (c.c.) inancı, amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını, yıldız da İslam' ın şartlarını remz (sembol) olarak dile getirir ki, bayraktaki bu iki sembolle, ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.
Claude Farrere dilimize "Türklerin Manevi Gücü" adıyla çevrilen eserinde ( s.36) Hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır: "En mükemmel gemiler, yarım ay şeklinde amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı. Evet, yarım ay şeklinde... Ve hilal şekli gerçekten Müslüman, gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!..." diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır. İstiklâl marşımızda, "Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal." "Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?" mısralarında bayrağın ve hilalin şahsına dile gelen hitap, aslında doğrudan doğruya ALLAH ( c.c.)'a niyazdır. ALLAH (c.c.)'dan, artık bu millete rahmet ve merhametiyle nazar etmesi istenmektedir. Zaten "Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;" mısrasında bu dilek daha açık bir dille ortaya konmaktadır.
Hilal sadece bayrağımızda değil, kandil geceleri yapılıp dağıtılan ayçöreğinde de görülür. Camide ve kışladaki ders nizamı da, Mehter Takımının nöbet vurma sırasında aldığı şekil de hep Hilal şeklidir.
TÜRKÜN TARİHİ
Ötüken toprağından yaratılmış bedenim,
Zalime karşı,mazluma kol kanat gerenim.
Sevdam Hürriyeti Tanrı dağlarına yazan ,
Altaydan at sırtında rüzğar gibi geçenim.
Ezelden Türk'üm Yafes'in soyundan gelirim.
Tevrat'ta adım geçer,Nuh'u Ata'm bilirim.
Adalet ve yiğitlik damarımda dolaşır,
Medeniyet deyince dünya'ya ders veririm.
Altayların yücesinden gür sularım akar,
Ötüken ormanında av hayvanlarım koşar.
Cennetsi çeşit çeşit meyve ağaçlarımı,
Tanrı dağlarının güçlü yağmurları sular.
Kımız dolu deri belimde,çanaç elimde,
Kurtbaşlı Tuğ'lar dalgalanır Türk'ün il'inde.
Ekmek ve tuz ikramdır ilk gelen misafire,
Manas destanı söylenir komuzun telinde.
Meralarım küçüldü su kıtlığı başladı,
Beyler mozaik desenli kilimde kışladı.
Ozanlar kopuz çalıp göç diye söz eyledi,
Ak pürçekli analar hepbirden alkışladı.
Ortaasyada yüce çınarım,dal dal büyür,
Rüzğarlar bineğim,yağmurun saçından sürür,
Göktürk imparatorluğu Sancağı elimde,
Gazabım düşmanlar üzerine kol kol yürür.
Kalpak giyer Bozüyde yaşar Kımız içerim,
Medeniyetler kurar çağ önüne geçerim..
Fırtınalar koparan güçlü ordular kurup,
Yetmişiki Millete baş olmayı seçerim..
Kefen sırtımda at üstünde kılıç sallarım,
Kendi kanımdan imdat diyene can yollarım.
Beşbin yıllık şanlı geçmişimin her devrinde,
Rehberim Kuran,Bayrak ve Vatanı kollarım.
Han,Hamam,Okul ve onca imaret yaptırdım,
Bir çakıl taşına nice yiğitler kaptırdım.
Vermedim toprağımı toprak kattım üstüne,
İbret için vatan hainlerini astırdım.
Ortaasya'nın Steplerinde Cirit oynadım,
Üç kıt'aya hükmettim asla halkı soymadım.
Türk'lüğümü Orhun Kitabelerine yazdım,
Altın harflerle tarihe geçmeye doymadım.
Çin Seddini ördüren Kırgız Milleti benim,
Hun İmparatorluğu ilk büyük Türk devletim.
Kimek Hakanlığımda Türk boyları birleşti,
İslamla taçlanan Karluk devletimle şen'im.
Vatan için Millet için çarpmalı her dilan,
Her Türk'ün evinde kurulmalı günlük şilan.
Ertuğrul Gazi oğlu Osman bey'dir Pirimiz,
Türk'e yakışan birliktir yoksa yıkar hicran.
Baki Evren'e yüzseksen Türk Devleti kurdum,
Akdeniz ve Karadenizi Türk'e göl sundum.
Türk-İslam birliğini tek Bayrak'ta toplayıp,
Hak sevgilisi Muhammedin izinde durdum..
Selahaddin Eyyübi Haçlıları püskürten,
Sultan Fatih Gemileri dağlardan yürüten,
Adriyatikten Çin seddine Türk birliğidir,
Amerika,Avrupa ve Rusya'yı ürküten.
Karahanlıyım,Selçukluyum,Altınorduyum,
Osmanlının üç Hilali Göktürk'ün Bozkurduyum.
Avar,Hazar,Gazneli ve Şül Türkleri benim,
Dünya üzerindeki tüm Türklerin yurduyum.
İkiyüzelli milyonluk Türk dünyası coşar,
Bahar seli coşkusunca tek Bayrağa koşar.
Önüme onlarca bentler kurup enğel çeksen,
Yinede Türk Milleti kendi yolunu açar.
Hele dinle yirmi kadar Türk Lehçe konuşur,
Aç gözünü bak Türk'ün yirmi boyu buluşur.
Dinim,Dilim,Kültürüm ve Tarihim tek Millet,
O gün Doğu Türkistan özgürlüğe kavuşur.
Azerbaycan dağ gibi acar yüce bir devlet,
Özbekistan öz be öz Türk'üm diyen bir Millet,
Tacikistan,kazakistan ve Kırgızistan gel,
Türkiye-Türkmenistan kolkola yeter mühlet.
Türkiyem güneştir Kuzey Kıbrıs Türk'ü hare,
Balkan Türk'leri el uzatmış soruyor çare.
Titre ve aslına dön ey büyük Türk Milleti,
Ahıska Türk'leri sürgünlerde pare pare.
Fransa Kralı birinci Fransuva esir düşer,
Almanlar Akbabalar gibi yurduna çöker.
Devrin kudretli İmparatoru Kanuniden,
Fransuvanın annesi tarihsel yardım ister.
Bizans hanedan üyeleri trabzona kaçar,
Düşmanı almaya Yüce Hakan savaş açar.
Trabzon Rum İmparatorluğu Fethedilirken,
Zelil hanedan Moraya kaçmaktadır naçar.
Dünya düzeni altıyüz yıl benden soruldu,
Her devirde toprağıma göz dikenler oldu.
En son Anadolumu paylaşmaya gelenler,
Bu seferde karşısında Atatürk'ü buldu.
Yirmidört kıt'ada Türk'ün Tarihini yazar,
Çifte standartlı kokmuş Avrupa bizi bozar.
Haykır''Ne Mutlu Türk'üm diyene''avaz avaz,
Degmesin Milletimin birliğine kem nazar.
CUMHURİYET
Cumhuriyet, milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimidir. Aynı zamanda, "Türkiye Cumhuriyeti" örneğinde olduğu gibi, cumhuriyetle yönetilen ülkelere de cumhuriyet adı verilir.
Cumhuriyet kelimesi, arapça, sırasıyla cemhere ve cumhur köklerinden gelir. Cemhere "bir araya toplama", cumhur ise "cemaat" veya "cemaatin ileri gelenleri" anlamlarına gelmektedir. Bu açıdan cumhuriyet kelimesi arapçada halkın, kendi seçtiği ileri gelenler tarafından yönetildiği, yönetimin babadan oğula geçmediği yönetim biçimi anlamında kullanılmaktadır. İngilizce eş anlamlısı olan republic kelimesinin latince kokeni res publicadır; bu da "insana ait" veya "insana dair" demektir. Burada kastedilen bireylerin tümü, yani halkdır.
Monarşik olmayan, seçime dayalı devlet yönetimlerine genel olarak cumhuriyet denilmiştir. Örneğin, teokrasi ile yönetilen İran da, işgalinden önce diktatörlükle yönetilen Irak da cumhuriyet olarak adlandırılır.
"cumhuriyet" nedir? Bu soru insanlara yöneltildiğinde, genellikle şu cevaplar alınır: "Cumhuriyet halkın halk tarafından yönetildiği rejimdir". "Cumhuriyet halkın yönetime katıldığı rejimdir"; "Cumhuriyet en iyi yönetim şeklidir" vs. Bu cevaplarda öğrencilerin ilkokul birden beri öğrendikleri tüm bilgilerin kalıntıları saklıdır.
Aslında insanlar cumhuriyeti değil, demokrasiyi tanımlamaktadırlar. Ülkemizde demokrasiyle cumhuriyetin aynı şeyler olduğu yolunda yerleşik bir inanç var. Her ne hikmetse, "cumhuriyet"in tanımı istendiğinde, "demokrasi"nin tanımı verilmektedir. Farkında olunmadan cumhuriyet, demokrasi ile özdeşleştirilmektedir. Oysa bu anlayış bütünüyle yanlıştır; ve bu yanlışlığın kanıtlanması pek kolaydır. Birer cumhuriyet olmakla birlikte demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Komşularımız Irak ve İran birer cumhuriyettir. Keza eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Oysa bu devletlerin demokratikliği pek kuşkuludur. Demek ki "cumhuriyet = demokrasi" anlayışı ampirik olarak yanlıştır.
İnsanlara "monarşi nedir" diye sorulduğunda ise, genellikle, "monarşinin bir kişinin yönetimi olduğu", "monarşide iktidarın halka değil, krala ait olduğu", hatta "krallığın anti-demokratik ve kötü bir rejim olduğu" yolunda cevaplar alınmaktadır. Bu cevaplar, insanların ilkokul birden beri edindikleri kültürü göstermektedir.
Bu cevapları verenler monarşiyi demokrasinin karşıt kavramı olarak tanımlamaktadırlar. Aslında ülkemizde, pek de farkında olmasak da, her nedense, monarşi ile demokrasinin karşıt kavramlar olduğu yolunda yerleşik bir anlayış var. Monarşinin anti-demokratik bir rejim olduğu, demokrasiyle uzlaşamayacağı yolunda bilinç-altımıza yerleşmiş bir kanı var. Oysa bu kanı bütünüyle yanlıştır. Dünyada demokratik olarak kabul edilen 21 ülkeden 10'u cumhuriyet, 11'i ise monarşidir. Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda[1] gibi demokratikliklerinden hiçbir şekilde şüphelenilmeyen ve üstelik uzun zamandan beri demokratik rejimleri kesintiye uğramamış olan bu devletler bir cumhuriyet değil, monarşidir.
Görüldüğü gibi cumhuriyet ile demokrasi arasında bir bağıntı yoktur. Bir cumhuriyet demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir. Keza monarşi ile demokrasi arasında da bir bağıntı yoktur. Bir monarşi demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir.
CUMHURİYET MİTİNGİ
Gelelim son günlerde popiler olan ve savunulan cumhuriyet mitingine.Cumhuriyet in tanımını iyi okuduğunuzu umarak devam ediyorum Türbanlı pankart resimleri üzerine çarpı bu biz değiliz yazısıSöylemlere baktığımızda ise çok ilginç sözler, aşağıdaki belge resimleri yalanlayan, hoş belgeye ihtiyaç mı var ;Türk halkının nasıl yaşadığını bilmemek Cumhuriyeti bile savunmaktan önce gelmelidir değimli. Cumhuriyet rejimdir, ama benliği inkar ihanettir. İhanet deyince ; Kaldığımız yere dönelim, deniyorki Çanakkaledekilerin kemikleri sızlıyor , hayallah sızlıyor ama neden sızlıyor bu, bukadar değiştirilebilir.İnsaf edin sızlatan sizlersiniz..
Millî Mücadelede Anadolu Kadını
Millî Mücadele'nin destanlaşan birçok erkek kahramanı bilinir; ama kadın kahramanları fazla bilinmemektir. Oysa Anadolu kadını, Millî Mücadele'nin her safhasında vazifesini yerine getirmiştir.
93 Harbi'nde Rusların eline geçen Aziziye tabyalarının kurtarılmasında, Nene Hatun ismiyle nam salan Anadolu kadını, Millî Mücadele'de battaniyeyi evlâdı yerine mermiye örten Kara Fatma'yla sembolleşiyordu. Anadolu kadını evlâtlarını çeşitli cephelerde savaşması için yetiştiriyor gibiydi. O çoğu zaman, cepheye gönderdiği evladının yüzünü bir daha görmüyordu. Ama o her şeyden önce bir anaydı; ana yüreği evlâtların ölmesine tahammül edemiyordu. Merhametliydi ve merhameti herkesin evlâdınaydı.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, bir gün: "Anneciğim, gazetede okudum. Bir tabur asker donmuş bir göl üzerinden geçerken buzların altında kalmış." der. Bunun üzerine "Eyvah!" diye bir çığlıkla karşılaşır Tanrıöver. Annesinin can evinden vurulduğunu görünce, onu yatıştırmak için, "Anneciğim yanlış anladın, buzlar altında kalan Türk taburu değil, Rus taburu..." deyince, annesi: "Olsun evlâdım. Sen daha baba olmadın, evlât sevgisini belki bilmezsin. Ben dünyadaki bütün çocukların annesiyim." der.
Merhameti bu derece yoğun olan Anadolu kadını, vatanı işgale maruz kalınca, soluğu cephede aldı. Yıllarca süren savaşlarda, babasını, eşini veya oğlunu şehit vermiş olan Anadolu kadınları, vatanın işgal edilmesi üzerine mukaddes değerlerinin muhafazası için, kendisi de bizzat cepheye gidip savaştı. Anadolu kadını, yazdığı destanın 'cephe sayfasında' eksik olmasın istiyordu. Millî Mücadele, Anadolu kadınının kahramanlık hikâyeleriyle doludur:
Bu kahramanlardan biri Tayyar Kadın'dır. O, Osmaniye'nin Raziyeler Köyü'ndendi, asıl adı Rahime'dir. Tayyar Kadın, Kilikya'da Albay Arif'in 11. Tümen'inde savaşmıştı; 1920 Şubat'ında gönüllü milislerle Hasanbeyli Tüneli'nde Fransızlara saldırıp, onlardan seksen tüfek, iki makineli tüfek almışlardı. Tayyar Kadın, savaşta ölen iki kişiyi de sırtında taşımıştı. Çevikliğinden dolayı ona Tayyar Kadın adı verilmişti. 1920 Haziran'ında Osmaniye'de Fransız istihkamına yapılan hücuma o önderlik etmişti. Ve bu karargahın önünde şehit düşmüştü.
Millî Mücadele'deki kadın kahramanlardan biri de Emire Ayşe Aliye'dir. "Birçok kişide bulunmayan şecaatle, Aydın'da duman ve kanlar içinde çiğnenmemek için boynundaki ziyneti satarak bir tüfek tedarik eden kadın" diye anlatılıyor Emire Ayşe Aliye. Kendisine, "Harbe niçin girdin?" diye sorulduğunda; "Yunan, Aydın'a gelmeden önce altun paramı boynumdan atıp martini aldım ben. On beş gün evvel düşman Nazilli'ye geçti. Geçtiği yerleri yakıp yıkmaya başladı. Dayanamadım. Köylü, büyük adamlar, 'Silâhı olan alsın çıksın.' dedi. Aldım martini, ben de çıktım. Üç dört gün sonra harp başladı. Köylü bana, 'Ya martini bize ver, ya harbe git.' dedi. Aldım martini, köyümden gittim." diyor.
Millî Mücadele'de savaşan kadınların yanı sıra, cephe gerisinde çalışan adsız kadın kahramanlar da vardı. Fotoğraf karelerinden tanıdığımız; omzunda top mermisi, kağnılarla cepheye mermi, mühimmat ve erzak götüren kadınların yaptıkları destanlaştırılacak işlerdendir.
Anadolu kadını cephedeki çalışmalarının yanı sıra, cephe gerisinde yardım toplama vb çalışmalarda da erkeklerle yarışmıştır. Bunlardan biri Hilal-i Ahmer'in (Kızılay), organize ettiği himmet toplantısında görülür. Bu organizasyonda Ankara erkeklerinden bin lira toplanabilmişti. Kadınlardan daha az, en fazla yüz lira toplanabileceği tahmin ediliyordu. Ancak umulmayan bir şey olmuştu. Kadınlar bu konuda da erkeklerden geri kalmamış, bin lira toplamaya muvaffak olmuşlardı. Bu yardım toplantılarından biri de, Kız Öğretmen Okulu salonunda yapılmıştı. O toplantıda konuşma yapan Halide Edip toplantıya katılanlardan birini şöyle anlatıyor: "Ben epeyce konuştuktan sonra, basma entarili bir kadın yanıma geldi. Anlaşılan gözleri pek görmüyordu. 'Nerede, nerede?' diye sordu. Ben yanına varınca, kollarını boynuma doladı. Kalbinin attığını duydum. 'Senin ne dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darü'l-Muallimat'ta (Kız Öğretmen Okulu) bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara bir çamaşırcı kadınım. Onu okutabilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak. Benim oğlum Çanakkale' de şehit oldu. Ağlamıyorum. İşimi bırakmıyorum. Çünkü o zaman kızımı okutamam. Fakat, hep yeni savaşlardan söz ediyorsun. Çanakkale'de ölenleri hiç söylemedin!' dedi ve göğsünden bir lira çıkararak 'Hilâl-i Ahmer'in yaralılarına...' diye uzattı. Karşı karşıyaydık. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Boynuna sarıldım. Yanaklarından öptüm ve gözlerimizden yaşlar boşandı."
Oğlunu Çanakkale'de kaybetmiş, ancak vatanının kurtulacağına olan inancını kaybetmemişti Anadolulu anne. Hayata dört elle sarılmış, dişinden tırnağından artırdığıyla çorbada tuzunun bulunmasını istiyordu. Oğlunu şehitler ordusuna vermişti, kızını muallimler ordusuna hazırlıyordu, kendisi de var gücüyle çalışıyordu. Savaş devam ediyordu, hem de yıllardır devam ediyordu. Balkan Harbi, İtalyan Harbi, Çanakkale, Galiçya, Sarıkamış, Yemen, Sina derken düşman Anadolu'nun içlerinde ilerliyordu. Erkekler cephede destanlar yazıyordu. Ancak hayat da devam ediyordu. Hem cephe gerisinde kalanların, hem de cephedekilerin doyurulması gerekiyordu. Anadolu kadını toprağı sürüyor, ekiyor, biçiyordu. Elleri yarılmıştı, ayakları nasırlaşmıştı, yüzü esmerleşmişti. Tanrıöver, Halide Edip'le Anadolu kadınının bir karşılaşmasını şu şekilde nakletmektedir:
"Halide Edip, Millî Mücadele'nin başında Kalaba Köyü'nden gelen bir kadının yaz toprakları gibi çatlamış ellerine dikkatlice bakmıştı. Köylü kadın bunu gördü ve 'İçerinin karısıyım, dışarının erkeğiyim. Bu el yumuşak kalsın, beyaz kalsın olur mu?' dedi." Evet o eller beyaz kalamazdı, yumuşak kalamazdı. Çünkü o eller saban tutuyor, tarla sürüyordu. Tohum ekiyor, ekin biçiyordu. Mermi taşıyor, tetik basıyordu. Yağmur-çamur, kar-kış demeden çalışıyordu. Onun, elleriyle, kaşıyla, gözüyle, ağzıyla, burnuyla uğraşacak zamanı yoktu. Bu bilmediğinden değildi. Elbette o da biliyordu, süslenmeyi, giyinmeyi, kuşanmayı. Ne zaman ne yapacağını biliyordu. 'Gözün goca olursa süzersin, ağzın goca olursa büzersin, burnun goca olursa nidersin?' diyordu. Farkındaydı elbette güzelliğin, güzelleştirecek şeylerin. Ancak buna zaman kalmıyordu. Çünkü o kendi veciz ifadesiyle, 'içerinin kadını, dışarının erkeği' idi."
Anadolu kadının katlanamayacağı bir şey daha vardı: Dinine dil uzatılması ve küfredilmesi. "Türk'ün Ateşle İmtihanı"ndan öğrendiğimiz kadarıyla, işgal yıllarında azınlıklar vapurlarda her zaman ikinci mevki için bilet aldıkları halde birinci mevkide yolculuk yaparlarmış. Güçlerini işgal kuvvetlerinden alırlarmış. Yine bir defasında azınlık kadınlarından biri, hâdise çıkarmıştı. Biletine uygun yerde oturmak istemiyordu. İlgililer duruma müdahale edip onu biletine uygun yere gönderirken, o küfürler savuruyordu. Bundan sonrasını Halide Edip'ten dinleyelim: "Çıkarken kadının tekrar dine ve imana sövmesinden dolayı, o zamana kadar bir köşede oturan ihtiyar bir kadın, birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini ovdum. Biraz kendine geldi; fakat durmadan ağlıyordu. 'Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir?' diyordu." Bunları diyor ve bir şey yapamamanın üzüntüsüyle kahroluyor, buna dayanamayıp bayılıyordu Anadolu kadını. Evet bayılmıştı ninemiz. En güçsüzünün, en yaşlısının yaptığı buydu. Dinine saldırılması bayıltacak kadar ızdırap veriyordu Anadolu kadınına.
Anadolu kadını, kendi topraklarının galip devletler tarafından işgal edilmesine mânâ veremiyordu. Artık üzerine gelinmesini istemiyor, rahat bırakılmasını istiyordu. Ancak onlar nifak tohumlarını atıp gidiyorlar, tekrar geri geliyorlardı. Millet-i sadıkayı tahrik edip isyan ettiriyorlardı. Asırlardır sulh içinde yaşayan insanları birbirine düşman ediyorlardı. Fatma Nine, Yunanlıların kendi köyünü yakması üzerine, "Bütün evleri yakmayın, hiç olmazsa yaşayanlar için bir dam bırakın, burada ne işiniz var?" diye seslendiğini, ancak kendisine, "Bizi Avrope yolladı." dediklerini anlatıyor ve Halide Edip'e şunları söylüyor: "Bana bak kızım, o Avrope denilen adama söyleyin, biz ona fenalık etmedik. Biz biçare köylüleri rahat bıraksın."
Anadolu kadını bayrağına düşkündü. Nasıl düşkün olmasın ki, bayrak, hürriyetin ve bağımsızlığın sembolüydü. Vatanında bayrakları dalgalanmayan bir ülkenin esir olduğu aşikârdı. Bu kadınlardan birisi, bayrak sevgisini "Türk'ün Ateşle İmtihanı" nda şöyle anlatıyor: "Yavrucuğum, ben Üsküp'ten beri beş göç gördüm. Ay yıldız nereye giderse peşinden gittim. Mutlaka onun altında ölmek istiyordum. Balkan Harbi'nden sonra İstanbul'dan çıktım. Anadolu'nun, Kâbe toprağı olduğuna inanırdım ve oraya kâfirlerin gireceğine inanamazdım. Onlar gelince şaşırdım. Bir mucize bekledim. Zafer haberi geldiği zaman Yunanlılar hâlâ şehirdeydi. Ay yıldız gelmeden ölmekten korkuyordum, sonunda bizimkilere kavuştum. Ben onlara sarıldım, onlar bana sarıldı. Ay yıldızın arkasından geldiğimi söylediğim zaman beni bayraktarın arkasından yürüttüler."
Anadolu kadını, askerî savaşların yerine, ekonomik, kültürel ve sosyal savaşların yaşandığı günümüzde de, kültürünün muhafazasını temin için kolundakini, kulağındakini ve parmağındakini seve seve ortaya döküyor. Tarihteki hemcinsleri gibi, destansı sayfalara yenilerini ekliyor.
AYAKLARI ALTINDA CENNET VAAT EDİLENLERTarihimizi zaferlerle süsleyen yüce şahsiyetleri yetiştiren, cephelerde omuz omuza mücadele veren, ayakları altında cennet vaat edilen anneler;
Çanakkale'de şehit mektupları
erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikaye. Siz Anadolu'daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!..
Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır. O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür. Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, 'vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık' vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri'nden okuyalım:
"Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, "Saya geldi! Saya geldi!" diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi'ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti.
-Sai gelmiş. İzmir'in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar.
Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:
Mehmet oğlu Kara Ali!?..
Değişik yerlerden sesler yükseldi:
-Cennet-i A'lâ'da!..
-Mertebesine erdi!..
Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı:
-Alsancak'tan Hayati oğlu Salim!
Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı:
-Ver! Buradayım!..
Yanındaki asker, Salim'in sırtına hafif bir yumruk vurdu:
-Kimden geliyor?!..
-Dur, hele zarfın arkasını okuyayım.
Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı:
-Kadir oğlu Hüseyin!..
Değişik yerlerden cevap geldi:
-Şehit!..
-Şehit!..
Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı:
-Hasan oğlu Rafet!..
-?!..
Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:
-Hasan oğlu Rafet!?..
Tanıyanı kalmamıştı. Sai'nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai'nin sesini hâlâ duyuyorlardı:
-Musa oğlu Muharrem!.."(1)
Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!..
*
Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı bir de şiir var sırada. Binbaşı Mustafa Kemal'in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu. Sultan Reşad'ın yazdığı bir gazel. Heyecanla okuyalım:
Savlet etmişdi Çanakkale'ye bahr ü berden
Ehl-i İslâm'ın iki hasm-ı kavîsi birden
Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal'a-i pûlâd-beden
Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen
Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar
Kalb-i İslâm'a nüfûz eylemeğe gelmiş iken
Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua
Mülk-i İslâm'ı Huda eyleye dâim me'men
(...Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup Çanakkale'ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi...)
(...Şükür ki Allah'ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler...)
(...Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da...)
(...İslam'ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar.)
(Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: "Allah, bu İslam yurduna daima emniyet versin!" )
(1) Bk. Mehmed Niyazi (Özdemir), Çanakkale Mahşeri, 19. Bs. Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 389-390
En Güzel Vatan
Kurtuluş Savaşı'nda hiçbir ırk, mezhep ayırımı gözetmeden tam 253 bin şehidimizin al kanlarıyla yoğrulan bu mübarek vatan toprakları öyle mukaddestir ki , her taşı bir mâbed-i imandır, her karış toprağı Kâbe eşiği gibi öpülüp koklanır. Aslında ona ihanet edenler bile bunun farkındadır da, fitne kök salmıştır bir kere kafalarında. Farkında olmasalar, her türlü ihanetleri sebebiyle yurt dışına kaçarak aynı hainliklerine oralarda da devam ederken ölenler bile, "cenazemi vatan topraklarına gömün" diye vasiyet ederler mi hiç? Uğrunda can veren şehidini, Peygamberin kucak açıp beklediği bu mübarek vatan toprakları üzerinde tarihler devirdik, tarihler kurduk Türkü'yle, kürdü'yle, laz'ıyla çerkez'iyle... Sünnî'siyle, alevî'siyle... Aynı toprak , aynı bayrak uğrunda can cana olduk siperlerinde. Kanlarımızı sebil ettik, fakat vatanın namusunu çiğnetmedik, bayrağı yere düşürmedik; minarelerden ezanı, camilerden Kur'an-ı dindirtmedik. Birlikte yatıyor hep şehitlerimiz bu toprakların kara bağrında koyun koyuna. Ne güzel ifade etmiş bu toprakların niceliğini Necmettin Halil Onan: "Dur yolcu!.. Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver: Bu sessiz yığın Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda Gördüğün bu tümsek, Anadolu'nda İstiklâl uğrunda, namus yolunda Can veren Mehmed'in yattığı yerdir. Bu tümsek, koparken büyük zelzele Son vatan parçası geçerken ele Mehmed'in düşmanı boğduğu sele Mübarek kanını kattığı yerdir. Düşün ki: Haşrolan kan, kemik, etin Yaptığı bu tümsek amansız, çetin Bir harbin sonunda bütün milletin Hürriyyet zevkini tattığı yerdir." Şairin de dediği gibi anlatılması bile çok güç olan bir kurtuluş savaşı sonunda kadın-erkek topyekün bir milletin haşrolan kanı, kemiği, eti; dağlar gibi tümsekler meydana getirmiş, ama sonunda da hürriyyet ve bağımsızlığın zevkini tattırmış; şânını, şerefini yaşatmış. Adları bilinen ve bilinmeyen 253 bin şehidimizin içinde öyle kadın kahramanlarımız var ki, durup düşünen herkes için hayatları tam birer ibret levhası...
FATMA SEHER (KARA FATMA) Belinde fişekleri, omuzunda mavzeri, ayağında çizmeleri ve elindeki kamçısıyla Erzurum'lu Fatma Seher (Kara Fatma). Yanındaki 96 yiğitle önce Aziziye Tabyaları'nda düşmanı darmadağın etmiş; sonra köylü kıyafetiyle gittikleri İzmit'te, Albay Neşet Bey'in komutasında stratejik konumu büyük olan "Fındıktepe"yi Yunanlılardan temizlemiş; sonra da müfrezesiyle birlikte Sakarya Meydan Muharebesi'nde düşmanın belinin kırılmasında büyük yararlıklar göstermiş. Dört kez yaralanmış, düşmana esir düşerek esaretin acısını tatmış. Esaretten kurtulduktan sonra da üsteğmen rütbesiyle taltif edilerek, "Vatanî Hizmet Tertibi"nden maaş bağlanmış, fakat maddî sıkıntılar çekmesine rağmen hizmetlerini bir karşılık sebebiyle değil, vatan aşkı için yaptığını söyleyerek maaşını Kızılay'a bağışlamış ve 1955 yılında da bu fâni hayata veda ederek Hak'kın rahmetine kavuşmuş.
RAHMİYE HATUN (TAYYAR RAHMİYE) Osmaniye işgale uğrayınca, Hüseyin Ağa'nın millî kuvvetlerine katılmak için müracaat eden Rahmiye Hatun'a Hüseyin Ağa'nın, "Bacım! Bu, er işidir, sen cephe gerisinde belki daha yararlı olursun" demesi üzerine: "Vatanın savunmasında hepimiz eriz. Düşman toprağımıza ayak basmış, harîm-i ismetimizi kirletmek istiyor. Elim silah tutarken ben nasıl savaşmam?" diyerek cephe ilerisinde göğüs göğüse yapılan savaşlara katılarak, Hasanbeyli civarında Fransız kuvvetlerini bozguna uğratan Tayyar Rahmiye. Tayyar, uçan, demektir. Hasanbeyli civarında Fransızlarla yapılan bu savaşlarda şehit düşen erlerin düşman çizmesiyle çiğnenmemesi için siperden uçarcasına fırlayarak bir şehidi geri getirdi Rahmiye Hatun. Bunu gören arkadaşları da siperlerinden fırlayarak diğer şehitleri kucaklayıp geri getirdiler ve sonra da ona, "Tayyar Rahmiye" dediler. 1920 Temmuzunda Osmaniye'deki Fransız karargâhına düzenlenen saldırıda tereddüt eden arkadaşlarını görünce, "Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da, siz erkek olduğunuz halde yerlerde sürünmekten ve saklanmaktan utanmıyor musunuz?" diye gürlemiş, bu gürleyişle ayağa kalkan arkadaşlarıyla birlikte, "Allah Allah" sesleriyle düşmanın üzerine atılmışlar fakat Tayyar Rahmiye alnından vurularak şehit düşmüş canından çok sevdiği bu topraklar uğrunda.
YA DİĞERLERİ...
HALİDE EDİP ADIVAR "Kardeşlerim, Evlatlarım! Bu muazzam, bu tarihî meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bugün sizi seyrediyor. Dünyanın öbür ucuna at süren nâmağlup Müslüman-Türk tarihinin bedbaht bir kızıyım. Bugün de dünkü kadar kahraman ve talihsiz Türk Milleti'nin anasıyım. Millet nâmına, ecdadımızın bizi seyreden ruhlarına yemin ediyorum. Bugün kolları kesilmiş olan Türk'ün kalbi, eski cesaret ve gücünü kaybetmemiştir. Yemin ediyorum ki, Osmanlı sancağına, tarihine hıyanet etmeyeceğim. Osmanlı toprağında böyle muazzam, böyle tarihi bir gün belki bir daha görmeyeceğiz. Evlatlarım! Öyle bir gün olur da bir daha toplanamazsak, Türk'ün İstiklâl bayrağıyla mezarı üzerine geliniz! Benimle beraber yemin ediniz! Türkiye'nin İstiklâl ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir güçlük önünden kaçmayacağız.! (Vallahi kaçmayacağız" sesleriyle meydan inlemiştir.) Yediyüz senenin tarihine ağlayan minareler altında yemin ediniz! Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna ihanet etmeyeceğiz! Bu uğurda can vermekten çekinmeyeceğiz!" Romancı yazar; Kurtuluş Savaşı'nın Halide Onbaşı'sı Halide Edip Adıvar'ın haykırışlarıdır bu sözler 23 Mayıs 1919'da Sultanahmet Meydanı'ndaki mitingte. 13 Ocak 1920 tarihli Sultanahmet mitinginde ise: "Size memleketin bir kadını sıfatıyla hitap ediyorum. Fatih'in, Selim'in, Süleyman'ın mezarlarını, ecdadının ebedî âbideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur edemiyorum. Çıkmayacağız, bırakmayacağız. "diyerek 160 bin kişiyi coşturan Nâkiye (Elgün) Hanım da öyle. (Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür Bakanlığı, c.3, s.28-30) 3 Şubat 1921'in karlı-fırtınalı gesesinde askerdeki birliğinden firar ederek ana ocağının kapısına gelen biricik oğlu İsmail'i dinine ve vatanına ihanet ettiği için göz yaşları içinde Hükümet'e teslim eden Mudurnu'lu Fatma Kadın da öyle değil mi? Ya kağnı arabasındaki mermiler ıslanıp da telef olmasın diye çocuğunun üzerindeki tek yorganını mermilerin üzerine örten kar üstündeki çıplak ayaklı adsız Ayşe Ana... Mustafa Necati'nin Çankırı-Çerkeş önlerinde görüp; görmeyen gözlere, duymayan kulaklara, hissetmeyen gönüllere, anlamayan kafalara bir ibret levhası olarak sunduğu ve Fevziye Abdullah Tansel'in de şiirleştirdiği bu Türk anasına ne demeli? "Bir zâbit (subay): Ey hemşire (kardeş)! Sarsana şu çocuğu yorgana... Mosmor olmuş yavrucak; vah zavallı vah, yazık! Köylü kadını: Doğru emme ey gardaş! Görmez misin boranı? Fişeklerin üstüne örtmüşüm yorganı. Varsın çocuk ıslansın... O, bunlara alışgın... Biliyorsun bir silah, bugün bize bir asker, Kadar lâzım... Onun'çün bozulmasın fişekler! Bugün benden babası silah ister ötede, Islanmasın fişekler; yanmam çocuk ölse de!" Bu kahramanların içinde Kastamonu'ya kağnısıyla cephane taşırken yolda donarak şehit düşen Şerife Bacı'lar var; boyunduruğun bir tarafına tek öküzünü, bir tarafına da kendisini koşup kağnı arabasıyla cepheye mermi taşıyan Ayşe Bacı'lar; Trakya'lı ana-kız Havva-Zehra Soyyanmazlar var; Gördes'li Makbule Hanımlar, Maraş'lı Senem Ayşe'ler var. Saymak isteseniz sayamazsınız. Hepsi ruhumuzda, hepsi gönlümüzde... (Daha geniş bilgi için bkz: Fevziye Abdullah Tansel, İstiklal Harbinde Mücahit Kadınlarımız, S.28-39)
EN GÜZEL VATANA, EN GÜZEL İDARE ŞEKLİ, CUMHURİYET
Milletin irade ve yetkisini, doğrudan doğruya seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullandığı bir yönetim tarzı, milletin danışarak ve görüşerek kendi kendisini idare etme biçimi olan Cumhuriyet, 1000 senelik tarihinde hiç esaret hayatı yaşamayıp, hep kendi irade ve idaresine sahip olan aziz Türk Milleti için en güzel bir idare şeklidir. Çünkü danışıp görüşerek karar vermek (istişâre), Yüce Allah'ın emridir. "Onların işleri aralarında istişâre iledir." (Şûrâ, 38) Bu âyet-i kerime ile Yüce Allah istişâreyi emrediyor, keyfîliği ve zorbalığı yasaklıyor. Yine Kur'an-ı Kerim'de Şûrâ (danışma) ile ilgili başlıbaşına bir sûre mevcut. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in vefatından önce Hilâfet Makamı (Devlet Başkanlığı) için hiç kimseyi işaret etmemesi; ilk Halîfe Hz. Ebû Bekir'in, sonra Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın ve Hz. Ali'nin, halkın teker teker biatları ile devlet başkanlığına seçilmeleri, Cumhuriyet'in özü değilse, nedir? Bir takım dînî kaide ve kuralların açıklanmasında, "Cumhur Ulemâsı'nın görüşleri"ne de, Müslüman devlet ve milletler arasında itibar edilegelmiştir hep. Açıklamaların hulâsasına gelecek olursak, her tarafı düşmanlar tarafından istilâ edilen mübarek vatan topraklarımızda Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde bir kutlu şahlanış olan Millî Mücadele ile vatanın her karış toprağı düşmanlardan temizlenerek yeni bir devlet kurulmuş 29 Ekim 1923'te ve adına da, "Türkiye Cumhuriyeti" denmiş. Atatürk, "Nutuk" adlı kendi eserinde bakınız nasıl anlatıyor Cumhuriyet öncesi dönemini: "Durum, 1919'da hiç de iç açıcı değildi. Osmanlı Devleti'nin dahil bulunduğu grup, Harb-i Umûmî'de mağlup olmuş. Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şerâiti ağır bir mütârekenâme imzalanmış. Büyük harbin uzun seneleri zarfında millet yorgun ve fakir bir halde... Ordunun elinden esliha (silahlar) ve cephanesi alınmış ve alınmakta... Îtilâf devletleri mütareke hükümlerine riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesîle ile îtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana vilayeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Antep) İngiliz'ler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî kıtaları; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta ecnebî zabit ve memurları ve hususî adamları faaliyette... Îtilâf devletlerinin muvafakatiyle Yunan ordusu da İzmir'e çıkarılıyor..." (Nutuk, Gazi Mustafa Kemal, Ankara-1927, S.3) İşte böyle nâmüsâit şartları müsâit şartlara çevirdi Mustafa Kemal Atatürk başlattığı Millî Mücadele ruhu ile, ve önce Sakarya Meydan Muharebesi'nde düşmanın belini kırdı, 30 Ağustos Büyük Taarruz'unda da düşmanın kırılan beli üzerine vurdukça vurarak, hâk ile yeksân (toprak gibi dümdüz) eyledi. Ve sonra da 29 Ekim 1923 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülen Cumhuriyet idaresi, "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında ve alkışlarla kabul edildi ve aynı gün yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi sonunuda Ankara Milletvekili olan Atatürk, 158 üyenin oybirliği ile Cumhurbaşkanlığına seçildi.
YİNE YANDI YÜREKLERİMİZ
"Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber, Sana âğûşunu açmış, duruyor peygamber."
Mehmed Akif ERSOY
10 Eylül 2001 Pazartesi akşamında, İstanbul Taksim Gümüşsuyu'nda Çevik Kuvvet polislerinin arasına dalan bir canlı bomba ile Halil İbrahim Doğan ve Tuncay Karataş adlı iki polisimiz şehid oldu, 16'sı polis olmak üzere 23 kişi de yaralandı. Adana'nın Kozan İlçesi Bucak Köyü'nde 1976 yılı doğumlu Halil İbrahim Doğan, daha 3 ay önce, Haziran ayında Diyarbakır Polis Okulu'ndan mezun olup; İstanbul Çevik Kuvvet'te görevine başladı . Fakir bir aileye mensuptu, ablasının yanında kalıyordu. Haberi alan acılı annesi, "En büyük isteğin polis olmaktı. Daha mesleğine doyamadan bizi bırakıp gittin" diyerek ana yüreğinden taşan göz yaşlarını pınar edip ağladı, ağladı, ağladı... Samsun'un Çarşamba İlçesinde doğup büyüyen Tuncay Karataş ise eşi Mine hanım ile daha üç ay önce evlenmişti. Şehit eşinin tabutuna sarıldı, feryatları yürekleri dağladı... Yaralı polis Eşref Koçak ise, gözlerini kaybetti. Avustralya'lı 23 yaşındaki Amanda Rigg, Türkçe öğrenmek için gittiği dershaneden çıkmış oteline giderken canlı bombaya yakalandı; kolu koptu, ciğerleri parçalandı ve iki gün sonra da vefat etti. (Gazetelerden)
RUHLARI ŞÂD OLSUN... "Cennete girdikten sonra hiçbir kimse tekrar dünyaya dönmeyi arzu etmeyecektir. Ancak şehitler böyle değil. Şehit, gördüğü ikramdan dolayı tekrar dünyaya dönmeyi ve on kere şehit olmayı temennî eder." (Hadis-i Şerif: Tirmizî, Cihad 25) Sadece bugün değil, her devirde hep zulme uğradı bu aziz millet. Hem çeşitli terör örgütleriyle vurup kıydılar, hem de, vurulup kıyıldık, diyerek devletimizi mahkûm ettirmek istediler iç ve dış bu şer güçler. Yurtiçinde tam 35 bin canı candan kopardılar, yurtdışında da sadece 1973-1994 yılları arasında 33 Büyükelçilik mensubumuzu şehit ettiler. Görmeyen gözlere, duymayan kulaklara, sızlamayan gönüllere ibret olmak üzere, terör olaylarının dünyayı meşgul ettiği bu günde, yurtdışında şehit edilen bu 33 insanımızın adlarını, görev yerlerini ve şehit edildikleri tarihleri bir ibret vesikası olmak üzere burada vermeyi bir vefa borcu olarak görüyorum. Asker, polis, diğer görevli, sivil bütün şehitlerimizin ruhları şâd olsun. Yurtiçinde ve dünyanın dört bir tarafında hunharca katledilen aziz şehitlerimiz! Sevginiz, yüce Türk Milleti'nin vefâkâr gönlüne işlendi ilmek ilmek. Artık hep oradasınız ebediyyete kadar. Allah üzerinizden rahmetini esirgemesin.
DÜNYANIN AHİRETİ DE VAR MUHAKKAK BİR GÜN... "Allah'ın haram kıldığı insan öldürme fiiline yaklaşmayın." (İsra, 33) "Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük azap hazırlamıştır." (Nisâ, 93) "Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş ancak Bizedir." (Kâf, 43) "Kendinizi, kendi elinizle tehlikeye atmayın..." (Bakara, 195) "Sizden önce geçen ümmetlerden birisi içinde bir kişi vardı. Onun (vücudunda ) bir yarası vardı. Onun elem ve ızdırabına dayanamayıp bir bıçak almış da onunla elini kesmişti. Fakat kan bir türlü durmamış, nihayet ölmüştü. Allah Teâlâ; "Kulum kendi kendisine (ölüme teşebbüs ederek) Benim önüme geçti. Ben de ona cenneti haram kıldım." (Hadis-i Şerif: Tecrid-i Sarih Tercemesi, C.9, S.192-193, Hadis No: 1413) "Kim kendisini yüksek bir yerden atarak öldürürse; o kimse cehennem ateşinde de ebedi ve devamlı şekilde kendini atarak azap olunur. Zehir içerek kendisini öldüren kimse de , cehennemde devamlı zehir içerek azap görür. Kendisini bir demir parçası ile öldüren kimse ise, cehennem ateşinde devamlı elindeki demiri karnına saplayarak azap olunur." (Hadis-i Şerif: Buhari; Cenâiz 84; Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12/96, Hadis No: 1940) "Sizden hiç kimse sakın ölümü temenni etmesin . Çünkü o sâlih bir kimse ise, hayatta oldukça iyiliklerinin artması umulur. Şayet kötü bir kimse ise, tevbe edip Cenab-ı Allah'ın rızasını kazanması umulur" (Hadis-i Şerif: Müslim, Zikr 13; Nesâî, Cenâiz 1) "Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise ve bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız , mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur. Muhakkak ki siz, Rabbinize kavuşacaksınız ve o zaman bütün bu işlerden sorulacaksınız." (Hadis-i Şerif: Buhârî, Megâzi 77 ) Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerif örneklerini çok daha arttırmak mümkün. Ancak bunlardan hiçbir yoruma mahal bırakmayan birkaçını buraya aldım. Herşey ayan-beyan ortada. Bırakınız insanın kendisini ve başkalarını öldürmesini, buna niyet edilmesinin dahi İslâm'da yeri yok. "Ebedi Cehennemlikler" hükmü altına alınmış bu gibi kişiler. Peki , bütün bu hükümler ortadayken neden bu zâlimlikler? Çünkü dînî inanışlar yok olmuş, insanî ve vicdanî duygular kararmış; ırkî hırslar, dînî hükümlerin önüne geçmiş. "Duâ ve ibadet olmasaydı, ben çoktan çıldırırdım" diyor Mahatma Gandhi. "Mûtedil, kuvvetli bir inanca sahip olan dindar bir şahıs, sinirlerini, kötülük yapma hislerini sağlam bir zırhla muhafaza etmektedir" diyor, Mazhar Osman. Bunları idrak edebildiği gün insanlık, karanlıklar gündüzler gibi aydınlık, gündüzler de cennet bahçeleri gibi mutlu ve huzurlu olacaktır.
NEDİR İSTENEN BU MAZLUM MİLLETTEN
Doğu ile Batı'yı birleştiren, Asya ile Avrupa'yı buluşturan bir köprü durumundaki ülkemiz, konumu itibariyle dünya coğrafyasının en önemli noktasında bulunuyor. Karadeniz'den Akdeniz'e, Ege'ye ve okyanuslara açılan iki kapıdır İstanbul ve Çanakkale boğazları. Ne ticaret gemileri işler, ne de uçak gemileri geçer bu kapılar açılmadan. Petrol rezervleri yönünden dünyanın en zengin bölgeleri olan Ortadoğu ve Ortaasya ülkeleriyle din bağımız, kan bağımız, kültür bağımız var. Üç tarafı denizlerle çevrili; suları gür ve berrak akan nehirlerimiz, bereketli topraklarımız, güneşi ve karı üzerinden dört mevsim eksik olmayan denizlerimiz-dağlarımız, gittikçe büyüyen yatırımlarımız ve en önemlisi vatanına-milletine, Kur'an'ına-Ezanına, Devletine-Bayrağına âşık insanımız var. Birliği-Beraberliği bozulmazsa eğer, dünyanın en güçlü devletleri arasındaki yerini alacak. İşte bunu gören şer güçler hiç boş durmadılar bugüne kadar ve bugün de durmuyorlar. Dün, kardeşi kardeşe kırdırmanın sinsi planlarıyla askerimizi-polisimizi, öğretmenimizi-imamımızı, ihtiyar ninelerimizi-dedelerimizi, kundaktaki çocuklarımızı şehit ettiler; köylerimizi yatktılar, bir lokma ekmek peşinde koşan insanlarımızın iş yerlerini harabeye çevirdiler. Okulda okuyan masumları, hastanede derman bekleyen çaresizleri kurşuna dizdiler. Tam otuzbeşbin canı, candan kopardılar, ama yine birliğimizi bozamadılar, cennet vatanımızın bir karış toprağını parçalayamadılar. Kıyamete kadar da bozamazlar ve parçalayamazlar.
DUR VE DÜŞÜN!.. Bu satırları okuyunca dur ve bu toprakların nasıl vatanlaştırıldığını, bu Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu düşün. Tüylerin diken diken olsun, kalbin küt küt atsın, beynin zonklasın. İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif ERSOY'un, "Enbiyâ yurdu bu toprak, şühedâ burcu bu yer, Bir yıkık türbesinin üstünde, Mevlâ titrer" dizeleriyle kudsiyyetini çok güzel ifade ettiği bu mübarek vatanının dirliğini, milletinin birliğini bozmak isteyenlere fırsat verme. Bu kutsal topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne sahip çık. Din, vatan ve millet aleyhtarı çeşitli ırkî mulâhazalarla birliğine gözdiken bozgunculara; çeşitli mezhep ve dînî mulâhazalarla arana fitne salmak isteyen fitnecilere yüz verme. Silahlı terör eylemleriyle vatanını parçalamak isteyenlere, veya her fırsatta dînî ve millî birliğine saldıranlara, veya kendilerinden başka kimseyi düşünmeden çalıp-çırpıp yurtdışına kaçanlara, ya da kaçamayıp yurtiçinde kalanlara; fakir-fukara, yetim, tüyü bitmemiş demeden çeşitli hilelerle Devletimizi soyarak ekonomimizi zaafa uğratma gayreti içinde olanlara karşı uyanık ol. Hatta senin ödediğin elektrik, su parasını ödemeyerek kaçak kullananlara mâni ol. "Büyük soygunların yanında bunların lafı mı olur ?" düşencesinde olma. Unutma ki, küçük hırsızlıklar, büyük hırsızlıklara açılan kapıdır. Bu vatan senin, bu devlet senin, bu millet senin, bu bayrak senin. Eğer sen sahip çıkarsan sen vatansız, devletsiz, milletsiz, bayraksız, Kur'an'sız, ezansız kalmayacaksın. Yüce Allah hiç kimseyi vatansız, devletsiz, milletsiz, bayraksız; Kur'an'sız ve ezansız bırakmasın. Silahlı, ekonomik ve sözlü her türlü tedhiş ve terörle bu millete ihanet edenler zannediyorlarmı ki yaptıklarıyla huzur içinde yaşayacaklar? Bu gibilerin hayatlarına bakınız lütfen! Kimisinin vatan hasreti bir kor gibi yakar gönüllerini de, "Cenazemi" diye sayıklar durm vatanımın topraklarına gömün
İkiyüzelli milyonluk Türk dünyası coşar,
Bahar seli coşkusunca tek Bayrağa koşar.
Önüme onlarca bentler kurup enğel çeksen,
Yinede Türk Milleti kendi yolunu açar.