Filozoflar

Son güncelleme: 14.08.2007 20:19
  • Descartes

    Fransız filozof ve matematikçisi (1596-1650).

    Descartes, 1628'den itibaren, on beş yıl süren geziler, savaşlar ve serüvenlerden sonra yerleştiği Hollanda'da, batı düşüncesini altüst eden bir felsefe sistemi kurdu.

    Öğrendiğinin, gördüğünün, duyduğunun, inandığının hepsini birden büsbütün silerek, her şeyden kuşkulanmağa başladı. Yalnız tek bir şeyden emindi: düşüncenin varlığı («düşünüyorum, o halde varım!»). Buradan hareketle, evrenin açıklamasını yaptı.

    Metot Üzerine Konuşma'da (1637) hep karmaşıktan basite inerek, gerçeği kuşatmaya yarayacak kuralları bir bir saydı.

    Felsefeyi, bütün inceleme kitaplarının Latince yazıldığı bir çağda, Fransızca yazarak ve «sağduyu dünyada en iyi bölüştürülmüş şeydir» diyerek, herkesin, uzman olmayanların bile anlayabileceği bir duruma indirgedi.

    Descartes her tür araştırmanın pratik niteliği üzerinde ısrarla durur. Ona göre en önemli bilimlerden mekanik, insanlara yardım edecek makineleri yapma sanatı; tıp, vücudu ve ruhu tedavi etme sanatı; ahlâk, mutlu yaşama sanatıdır.

    Descartes, zamanının bilginleriyle, hükümdarlarıyla ve soylularıyla ilişki kurmuştur. Ona hayran olan İsveç kraliçesi Kristina, Descartes'ı sarayına davet etti. Descartes, elli dört yaşında Stockholm'de öldü.

    ESERLERİ

    Aklın idaresi için Kurallar, Metafizik Düşünceler, Felsefenin ilkeleri, Ruhun Tutkuları.



    Ainesidemos


    (M.S. I. ya da II. yüzyıl) Yunanlı şüpheci filozof. Ainesidemos'un şüphe etmekte haklı olduğumuzu göstermek için ileri sürdüğü on sebebin sayısını beşe indirdi. Genel olarak Yunan kuşkucularının yöntemini özetleyen beş kanıt şunlardır:

    1.) Hem gündelik yaşamda, hem de filozofların tartışmalarında düşünceler çatışır.

    2.) Hiç bir şey kendi kendini açıklayamaz, çünkü her açıklama ayrıca açıklanması gereken bir ikinci önermedir ve bu sonsuza değin böyle gider.

    3.) Gerek algı, gerekse de yargı iki anlamda görelidir: İkisi de özneye göre değişir ve ikisi de kendileriyle birlikte bulunan başka algılardan etkilenir.

    4.) Dogmatik filozoflar, önermeler dizisinde sonsuza değin geriye gitmekten kaçındıkları için kanıtlayamayacakları varsayımlar ileri sürerler.

    5.) Filozoflar, duyularla ilgili olanları akılla, akılla ilgili olanı ise duyularla kanıtlamaya çalıştıklarından çifte tuzağa düşerler. Hem duyuların tanıklığından, hem de insanın anlama olanağından kuşku duyan Agrippa, bilgi edinmenin bir başlangıç noktası olmadığı sonucuna ulaşır. Ondan öncekiler, hakikati bilmediğimizi söylerlerdi; Agrippa ise bilemeyeceğimizi ispata çalıştı.

    Anaksagoras

    M.Ö. 500 - 428) Yunan doğa filozofu. Klazomenai'de doğan Anaksagoras Atina'da bir okul açarak Perikles, Euripides, Arkhealos (bazı yazarlara göre Sokrates), vb. bir çok öğrenci yetiştirmiştir. Bazı parçaları günümüze kadar kalan Tabiat Üzerine adlı bir eser yazdı. Platon'un Phaidion'unda Sokrates onun dersinden söz açar.

    Anaksagoras, cisimlerin birbirine benzer çok küçük parçalardan oluştuğunu savunmuş, zekayı (nous) bütün bunların üzerine yerleştirmiştir. "Başlangıçta çok büyük bir kaos varken, zekanın gelip her şeyi düzene soktuğunu" ileri sürmüştür. Yıldızların hareketini, evrenin dönüşünü ve dünyayı bu zeka yönetiyordu. Ona göre doğa, gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklardan meydana geliyordu. Her şey küçük, daha küçük parçacıklara bölünebilir ancak en küçük parçada bile her şeyden bir şey vardır.

    Plutarkhos'un anlattığı bir olay onun gerçekçiliğini yeterince belirtir. Atina'da Perikles'e karşı olanlar buldukları tek boynuzlu bir danayı öne sürerek Perikles'in diktatör olacağı propagandasını yaparlar. Anaksagoras kalabalık bir topluluğun önünde söz konusu boğanın başını ameliyat ederek iki boynuzun oluşmasını engelleyen anormalliği açıklar. Tanrısızlıkla suçlanıp ölüme mahkum edilince, Atina'yı terk etmek zorunda kaldı.

    Anaksagoras, astronomiyle de ilgileniyordu. Gökyüzündeki tüm cisimlerin Yer ile aynı maddeden meydana gelmiş olduğunu öne sürüyordu. Bu fikre bir meteoru inceledikten sonra varmışdı. Bu nedenle başka gezegenlerde de hayat olduğu düşünülebilir, diyordu. Öne sürdüğü fikirlerden bir diğeri de Güneş'in bir tanrı olmayıp Peloponnesos Yarımadası'ndan irice, kor halinde bir kütle olduğuydu. Ayrıca Anaksagoras, Ay'ın ışığını güneşten aldığını varsayıp Ay ve Güneş tutulmalarını bununla açıklamıştır. Ayrıca, hayvanların anatomilerini incelemiş ve balıkların solungaçlarıyla nefes aldığını keşfetmişti.


    Miletoslu Anaksimenes

    (M.Ö. 550 - 480) Yunan doğa filozofu. Miletos'da doğan Anaksimenes, Anaksimandros'un öğrencisi ve Miletos okulunun son temsilcisidir. Eserlerinden hiç biri günümüze kadar ulaşamamıştır. Düşüncelerini ancak Diogenes Leartios'un bir açıklamasından öğreniyoruz. Bu açıklama da, Theophrastos'un Anaksimenes üzerine yazdığı bir incelemeye dayanmaktadır.

    Anaksimenes'e göre her şeyin esası, Thales'in düşündüğü gibi su değildir; Anaksimandros'un söylediği gibi bir sonsuzlukta değildir; fakat sudan daha etkili ve daha belirli olan "hava" (aer) olduğunu kabul etmiştir. Ona göre her şey havadan gelir ve havaya döner. Onun genişlemesi ve yoğunlaşmasıyla su ve toprak meydana gelir. Ayrıca, Anaksimenes'in, Anaksimandros'un bulduğu güneş saatini geliştirdiği söylenir.



    Antisthenes


    (M.Ö. 444- 365) Yunan filozofu. Atina'da doğan, Gorgias ve Sokrates'den ders alan Antisthenes, Tanagra savaşında (M.Ö. 426) çarpışmıştır. Sokrates'in ölümünden sonra kendi okulunun başına geçip Kinik felsefenin kurucusu oldu. Sokrates'in en çok kanaatkârlık öğretisinden etkilenmiştir. Özellikle uygulama yönü ağır basan bir ahlak anlayışını benimseyerek, gerçek erdemin kişinin kendine egemen olmasına, tutkularından ve öbür insanlara bağımlılıktan kurtulmasına dayandığını savunmuştur.

    Kinikler gerçek mutluluğun maddi olanaklar, politik güç ya da sağlıklılık gibi dış özelliklerden oluşmadığını vurgularlar. Onlara göre gerçek mutluluk bu tip rastlantısal ve geçici şeylere bağımlılıktan kurtulmakla edinilir. Mutluluk tam da bunlara dayanmadığı için herkes tarafından elde edilebilir. Bir kez ele geçirilince de elden gitmez. Kinikler insanın sağlıklı olmaya kafa yormalarının gerekmediğini söylüyorlardı. Acı ve ölümü de dert etmeye gerek yoktu. Aynı şekilde başkalarının acılarıyla da ilgilenmiyorlardı.


    Apollonios


    Yeni Pythagorasçı filozof. Kappadokia'da Tyana'da doğmuş, Ephesos'da ölmüştür. Pythagoras'ın doktrinlerini benimsedi; uzun yolculuklar yaptı. Her gittiği yerde, ahlakı düzeltmek ve Pythagoras'ın dogmalarını yaymak için çalıştı. Bazen sihirbaz ve şarlatan olarak kabul edilen Apollonios, derin bir ahlak fikrine sahipti. Hayatı hakkında tüm bilgiler, hitabet öğretmeni Philostratos'un yazdığı olağanüstü hikaye bir masaldan ibarettir.

    Apollonios, Pythagorasçı bir okul kurduğu Ephesos'da öldü. Kazandığı büyük şöhret zamanının en büyük, en ahlaklı insanlarından biri olduğunu gösterir. Sonradan Porphyros ve İamblikhos'un faydalandıkları Pythagoras'ın Hayatı ile Kahinlik Üzerine adlı eserler yazdı. III. yüzyıl'da, Hierokles, Philostratos'un yazdığı Apollonios'un Hayatı adlı esere dayanarak kişiliğini İsa'nınkiyle karşılaştırdı. Caracalla, onun adına bir tapınak yaptı; III. yüzyıl sonunda birçok tapınakta resmi vardı. Ephesos'da kendisine bir tanrı gibi tapılıyordu.


    Aristippos

    (M.Ö. 435 - 366) Yunan filozofu. Kyrene okulunun veya Hazcılık adı ile tanınan öğretinin kurucusu. Sokrates'in derslerine devam etti. Bu derslerden, sadece, felsefeye pratik bir nitelik vermek gerektiği düşüncesine vardı. Hükümdarlara dalkavukluk etmek sanatının ustasıydı. Ömrünün bir kısmını Sicilya'da Dionysios'ların sarayında geçirdiği söylenir; ama hakkında söylenen her şeyin doğru olduğu şüphelidir.

    Kendisine mal edilen bir öğretiye göre mutluluk, haz aramaktan başka şey değildir. Yaşamın amacının mümkün olduğunca çok haz almak olması gerektiğine inanıyordu. "en üstün iyilik hazdır" ve "en büyük kötülük acıdır" diyordu. Bununla birlikte, bu öğretiyi ilk olarak ortaya koyanın, torunu Genç Aristippos olması da mümkündür.

    Aristoksenos

    (M.Ö. IV. yüzyıl sonları) Yunanlı gezimci filozof ve müzikçi. Tarentum'da doğan Aristoksenos Aristoteles'in çömeziydi. Suidas lugatçesine göre 453 eser yazdı; bunların en önemlisi filozof ve yazarları konu alan "Ünlü Kişilerin Hayatlar"dır. Aristoksenos, ünlü bir müzikçi olan babası Spintharos'un Sokrates ile ilgili anılarını kaleme aldı. Bugün elimizde, en eski müzik inceleme kitabı olarak bilinen Armonikon Stoikheion (Armoni Öğeleri) ile, Rythmika Stoikheia (Ritim Öğeleri) adlı incelemeden yalnız bir parça vardır.

    Aristoksenos, öğretiminde, duygu ile deneye büyük bir yer verilmesini isterdi. Bu görüş, Pythagoras'ınkine karşı bir tepki niteliğinde olduğu için, olumlu karşılandı. Sonradan, Aristoksenos ile Pythagoras'ın çömezlerini birbirinden ayırt etmek içi kulaktan armoniciler ve hesapçı armoniciler deyimleri kullanılır oldu.



    Aristo (Aristoteles)

    (M.Ö. 384 - 322) Yunan filozofu. Aristoteles, yalnızca büyük Yunan filozoflarının en sonuncusu değil, Avrupa'nın da büyük biyologlarından ilki idi. Platon'un akademisinde 20 yıl öğrencilik yapan Aristoteles, bir süre sonra Atina'dan göçüp Büyük İskender'in eğiticiliğine getirildi. M.Ö. 355'de Atina'ya dönerek ünlü okulu "Lykeion"u (Lise) kuran Aristoteles, Büyük İskender ölünce yeniden Atina'dan göçmek zorunda kaldı (M.Ö. 323) ve ertesi yıl Eğriboz adasında öldü.

    Platon'un tüm duyular dünyasına ve etrafımızda gördüğümüz şeylere sırt çevirmiş olmasına rağmen, Aristoteles bunun tam tersine gerçekçi bir şekilde balıkları, kurbağaları, anemon çiçeklerini ve gelincikleri inceledi. Aristoteles, "Gerçekten var olan nedir?" sorusuna, "Şu görmüş olduğumuz tek tek nesnelerdir; şu insan, şu masa, şu ağaç gibi fertlerdir. Yoksa, Platon'un dediği gibi göremediğimiz idealar değildir" cevabını verir. Ayrıca, Platon bir şair ve destan yazarı iken, Aristoteles'in yazıları ansiklopedi maddeleri gibi kuru ve detaylıdır. Buna karşılık yazılarının temelini o güne kadar hiç yapılmamış doğa araştırmaları oluşturur.

    Aristoteles Platon'la "tavuk" fikrinin tavuktan önce var olduğu konusunda da aynı fikirde değildi. Aristoteles'in tavuk biçimi ile kastettiği şey, tavuğun özgün özellikleri olarak her tavukta var olan şeylerdi. Bu yüzden tavuğun kendisi ile tavuk biçimi, ruhla beden gibi birbirinden ayrılamayacak şeylerdi. Aristoteles'in Platon'un idea öğretisi hakkındaki bu eleştirileri düşünce yönteminde de çok önemli bir değişim anlamına gelir. Çünkü Platon için gerçeklik aklımızla düşündüğümüz bir şey iken, Aristoteles için gerçeklik duyularımızla algıladığımız bir şeydi.

    Aristoteles'e göre doğada çeşit çeşit neden vardı. Bunların içinde en önemlisi onun "ereksel neden" dediği nedendir. Aristoteles, doğadaki cansız süreçlerde de "ereksel neden" arıyordu. Örneğin, yağmurun yağdığını çünkü bitkilerle hayvanların büyümek için yağmura gereksinimi olduğunu söylerdi. "Ereksel neden" ile kastettiği buydu. Görüldüğü gibi Aristoteles bir anda yağmur damlalarına bir görev ya da bir "amaç" veriyordu.

    Aristoteles doğayı ciddi bir şekilde düzenlemek istiyordu. Doğadaki her şeyin değişik guruplar ve alt-guruplarda bir araya geldiğini göstermeye çalışıyordu. Ayrıca Aristoteles insanların kavramlarına bir düzen getirmek isteyen titiz ve düzenli biriydi. Bu yanıyla mantığı bir bilim olarak kuran kişi de o oldu. Hangi çıkarımların ya da kanıtların mantıksal olarak geçerli olduğuna ilişkin kesin kurallar öne sürdü.

    Aristoteles'e göre dünya küre biçimindedir ve her şeyi içine alır; evrenin merkezinde Yer vardır ve Yer hareketsizdir. Aristoteles Dünyadaki devinimleri yıldız ve gezegenlerin yönettiğini düşünüyordu. Ancak gökyüzü cisimlerini de hareket ettiren bir şey olmalıydı. Bu güce Aristoteles "ilk devindirici" ya da "Tanrı" diyordu. "İlk devindirici"nin kendisi hareket etmez ve o gökyüzündeki cisimlerin ve dolayısıyla doğadaki her şeyin hareketlerinin "ilk nedeni"dir. Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, arzu ve isteklerin olduğu bir hayattır.

    İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak var olunan bir hayattır. Üçüncü tür mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır. Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç koşulun da bir arada var olması gerektiğini ısrarla belirtir ve tek yönlülüğü reddeder. İnsanlarla ilişkilerimizde de "altın orta"yı tutmaktan söz eder Aristoteles: Ne korkak ne çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. Ne cimri ne savurgan, sadece bonkör olacağız der.

    Aristoteles'e göre insan bir "politik varlık"tır ve insanı çevreleyen toplum olmadan gerçek anlamda insan olunmaz. Aristoteles'e göre devlet, ahlaki ve manevi gayelerle bir araya gelmiş olan insan toplulukları demektir. insanlar ne hayvanlar gibi yalnızdır, ne de Tanrı gibi tek başınadır. İnsanların birbirlerine ihtiyacı vardır. "İnsan toplumsal bir canlı"dır ve toplum, ailelerden oluşur. Devletin şeklini devletin kanunu belirler. Devlet şekilleri kendiliklerinden ne iyidirler ne kötüdürler. Ancak iyi ya da kötü yönetimler vardır.

    Aristoteles üç iyi devlet türünden söz eder. Bunların ilki, devletin başında tek bir kişinin bulunduğu monarşidir. Bu devlet biçiminin iyi olabilmesi için baştaki kişinin kendi çıkarları uğruna devleti kötüye kullanmaması gerekir. Bir diğer iyi devlet biçimi aristokrasidir. Aristokraside devleti yöneten bir gurup lider vardır. Üçüncü iyi devlet biçimi de Aristoteles'in politeia demekle kastettiği demokrasidir. Ancak bu yönetim biçiminde de var olan tehlike, bir demokrasinin kolayca bir ayaktakımı egemenliğine dönüşebilmesidir.

    Aristoteles'e göre kadında bir şey eksiktir. Hatta kadın "eksik bir erkek"tir. Üreme olayında erkek etkin ve verici iken, kadın edilgen ve alıcıdır. Çünkü çocuk erkeğin özelliklerini alır, diyordu Aristoteles. Aristoteles'in Avrupa uygarlığına bir başka katkısıda pek çok bilimin bugün dahi kullandığı bilimsel dilin kurucusu, bir çok bilimi kurup düzenleyen bir filozof oluşudur. Çağının aşağı yukarı bütün bilim dallarında yapıtlar vermiş olan Aristoteles'in ortaya koyduğu kesin gözlem ve sınıflama kuralları, İbni Sina ve İbni Rüşd'ün yapıtlarının çevirileri aracılığıyla Ortaçağda bütün Batı kültürüne damgasını vurmuş, Aquinolu Tommaso'nun Hıristiyanlık ile Aristoteles mantığını bağdaştırmak çabalarıysa, dogmacı özelliklerinden ötürü, gelişmeyi kösteklemiştir.


    Arkesilaos

    (M.Ö. 316 - 241) Yunan filozofu. Pitane'de doğan Arkesilaos Yeni Akademia'nın kurucusuydu. Ona göre diyalektik, her meselede, lehte olanı ve olmayanı savunma sanatıdır. Hiç bir şeyin kesinlikle doğru olmadığını, ancak doğruluk derecesine göre karar vermek gerektiğini ileri sürdü. Şüpheci bir yaklaşım olan "yargıdan kaçınma" (epokhe) görüşünü savundu. "Karşı konulamaz izlenimler" kuramına bağlı olan Stoacılar ona, insanoğlunu kıpırdayamaz hale getirdiği ve felsefenin insanoğlunu güçlü ve mutlu kılmak olan amacını saptırdığı gerekçesiyle saldırdılar.

    Arkesilaos buna, akıllı bir insanın "usa uygun" (eulogon) olduğunu bilmekle yetineceği yanıtını verdi. Ayrıca, Stoacıların dogmatizmine, özellikle Kitionlu Zenon'a karşı, gerçeğin kesin belirtisi olmadığın, dolayısıyla, insanın düşünce ve yargısını kesinliğe vardırmaması gerektiğini savundu.


    Athenagoras

    (M.S. II. yüzyıl) Yunan filozofu. Hıristiyanlığı kabul eden Athenagoras Marcus Aurelius ile oğlu Commodus'a hitaben Presbeia peri Khristianon'u (y. 177 Hıristiyanlar İçin Elçilik) yazdı. Bu eserinde, Hıristiyanlığın inanç ve ibadet ilkelerini Yunan ve Roma dünyasına açıklamak, Hıristiyanları devlete sadakatsizlik ve ahlaksızlıkla suçlayan putperestlerin savlarını çürütmek amacıyla Yeni Platoncu kavramları ilk kez kullanmıştır.

    Öbür eseri Peri Anastaseos Mekron (Ölülerin Dirilişi Üzerine) başlığını taşır. Bu eserinde, bedenin ruhun zindanı olduğunu ileri süren Platoncu görüşü yadsır, madde ve ruhun birbirini bütünlediğini savunur. Ölülerin bugünkü bedenleri ile dirileceği savını, tanrının her şeye gücünün yettiği ve kendi suretini insanlara sonsuza değin göstermeyi amaçladığı temeline dayandırır.

    James Beattie

    İskoçyalı filozof, şair ve eleştiricisi. 1735'te Kincardine kontluğundaki Lawrencekirk'te doğdu, 18 ağustos 1803'te Aberdeen'de öldü. İlköğretim önemimde gösterdiği başarılar dolayısıyla Aberdeen Üniversitesi'nin açtığı parasız öğretim müsabakasını kazanmış ve dört yıl Mreschall Kolejinde okumuştur. Sonra da öğretim mesleğine girmiştir.

    Aberdeen'de Latin grameri profesörü olmuş, bir taraftan da şiirler yazmıştır. Virgile'in Eglogues'unu çevirmiştir. Ahenk, zarafet ve duyarlılıkla süslü olan bu gençlik yazılarından utanmış ve bu eserlerin anısını unutturmak için çok çalışmıştır.

    Mevki ve servetini korumak için arkadaşları ona, kendinden fazla ilgi gösterdiler ve 1760'ta Mareschall Koleji'nde mantık ve ahlak profesörlüğüne tayin ettirdiler. Hocalığının ilk dönemlerinde pek de başarı gösteremedi.

    1766'da evlendi,İki oğlundan biri 1789'da diğeri de 1796'da ölünce Beattie teselli edilemez bir melankoliye düştü ve hayatının son yıllarını yalnızlık ve inziva içinde geçirdi. Beattie'nin İskoçya felsefesinde kendisini onurlu bir yer sağlayan düşünceleri şunlardır;

    1- Kamul duyunun verdiği gerçeklerle aklın gerçekleri arasındaki derin farkı göstermiştir. Bu farklardan birincileri apaçıktırlar, ispata gerek duymazlar. İkincileri ise, ancak alıl yürütmeyle bu nitelikleri kazanabilirler.

    İskoçya felsefe sisteminde büyük bir rol oynayan bu farkı derinden göstermek isteyen Beattie, kamul duyuyu şöyle tanımlar: "Eğitim ve alışkanlıktan doğmayan fakat doğadan meydana gelip birdenbire içgüdüyle ve direnilemez bir içtepi ile gerçeği algılayan veya inanca kumanda eden bir ruh fakültesidir."

    Aklı da şöyle tanımlar: "Bize bildiğimiz düşünce veya oranları arama yeteneğini veren fakülte. Onsuz, ilk ilkelerin ve sezgisel aksiyomların ötesinde, gerçeği keşfetmek için bir adım bile atamayacağımız fakülte.

    2- Berkeley'in tinselci şüpheciliğiyle Hume'un evrensel şüpheciliğine ve herşeyi ispata çalışmak suretiyle çağdaş şüpheciliği yaratmış olan Descartes'a karşı giriştiği tartışmalardır. Bu son filozof hakkındaki düşüncelerinde Reid gibi hareket eder. Şüphecilikle savaşı amansızdır.

    Beattie, şüpheciliğin daha çok yeni zamanda bulunduğunu, bu sistemin Descartes'ten başlayarak Hume'de en yüksek gelişmesine ulaştığını, aynı zamanda matematikçilerle fizikçilerin araştırmalarını yöneten ilkelere büsbütün zıt ilkeler kabul ettiğini, kamul duyunun apaçıklığı yerine akıl yürütmenin apaçıklığını koyduğunu ve nihayet şüpheciliğin beşeri inançların en meşru ve evrensel ilkeleriyle çelişik olan sonuçlara ulaştığını iddia eder.


    Bonstetten

    3 Eylül 1745'de Berne'de doğup 3 Şubat 1832'de Cenevre'de ölmüş olan İsviçreli edip ve filozof Berene'in eski ve asil ailelerinden birine mensuptur. Öğrenimine önce burada başlamış daha sonra Yverden, Cenevre ve Lozan'a giderek Voltaire ve Ch. Bonnet'den başka bir takım diğer büyük kişilerle tanışmış ve Layde, Cambridge üniversitelerinde öğrenimini tamamlamıştır. İngiltere, İtalya, Hollanda ve Fransa'ya yaptığı seyahatlerden sonra eebi bir ün kazanmıştır.

    Şair Thomas Gray, Madam Necker ve düşeş La Rochefoucauld'la tanışarak devrin edebiyat cereyanlarına ve XVIII. yüzyılın felsefe sistemlerine karışmıştır. Bütün Seyahatlerinde bilgisinden çok görgüsünü arttırmayı amaç edinmiştir.

    Bonstetten İsviçre'ye döndüğü zaman, Berne kraliyet meclisine üye olmuş; sonra da Sarnen valiliğine tayin edilmiştir. Nyon valiliğini yaparken, şair Matthison ve tarihçi Jean de Muller'le tanışmış, ülkesinde başlayan kargaşalardan dolayı İtalya ve Kopenhag'a kaçmıştır. Burada üç yıl kalmış ve ortalık sakinleşince tekrar Cenevre'ye dönmüş ve ölümüne kadar burada yaşamıştır.

    Bonstetten, Voltaire'in etkisi altında kalmıştır. Her çeşit din kayıtlarından uzak ve olayları gözlemlemekte usta bir zeka sahibi olduğu için, kendi deneylerinden öyle sonuçlar çıkarmıştır ki bunlar, bir sistem olmamakla birlikte, asil, âlicenap ve hatta bazı bakımlardan orijinal bir ahlak görüşünü ihtiva ederler.

    Bazı eserlerinde, insanlara dair derin bir bilgi, az rastlanan bir gözlem inceliği, yeni görüşleri saf ve cömert duygular vardır. Eserlerinde, onun iki kişiliği dikkati çeker:Ahlakçılığı ve filozofluğu.


    Robert Boyle

    İngiliz fizik ve kimya bilgini olmasına rağmen felsefeye oldukça gerekli bir ekti yaratmıştır. 25 Ocak 1626'da İrlanda'da doğmuş olup, 30 Aralık 1691'de Londra'da ölmüştür. Boyle, ilk olarak kiliseye girmeyi planlıyordu fakat sağlık durumunun zayıflığı nedeniyle, Fransa, İtalya ve İsviçre'de yaptığı bir kaç seyahatten sonra Stalbridge'deki çiftliğine çekilerek servetini bilimsel incelemelere tahsis etti. İngiltere'deki iç savaşları ve kargaşalıklar arasında 1645'ten itibaren felsefi kolej üyelerinin arasında Kral cemiyeti kurulmadan önce, mevcut olan bilginler toplantısında eserlerini hazırladı.

    Boyle, II. Charles tarafından Londra'da açılmasına izin verilen Kral Cemiyeti'nin kurucularından biri oldu. Servetini, bilim işleriyle, hayır işlerine ve Hindistan'daki misyoner kurullarına harcadı. Ünü bütün Avrupa'ya yayılmıştı. Öldüğü zaman Westminster kilisesi mezarlığına gömüldü. Yeni kimyanın kurucusu olan Boyle, simyacılara şiddetle hücum etmiş, havanın özelliklerini açıklayan gözlem ve deneylemelerle hem fizik hem de kimyaya hizmet etmiştir.

    Ona göre kimya, cisimlerin maddesel bileşiklerini inceleyen bir bilimdir. De Ispa Natura'sında doğayı canlı bir kişiymiş gibi anlayan görüşlere hücum ederek, doğada gizli bir esas güç yada ruhsal gücün bulunmadığını hatta onun bir 'şey' bile olmadığını ileri sürerek dedr ki; "Doğa eşyanın büyük yaratan tarafından eylemsiz olarak güçlerle cisimlerin etkilemesi ve etkilenmesi için belirttiği bir düzgü sistemidir. "Evreni ve atomların hareketlerini Tanrı yaratmıştır ve tanrı, doğanın akışına karışabilir; fakat âlemi biz düzenli bir surette işleyen saat, "kozmik bir mekanizm" gibi anlamaya mecburuz. Bu nedenle Boyle, mistisizmin gizli güçleriyle Paracelsus'un doğa felsefesinin, Aristo ve skolastiklerin 'tözel' biçimlerine son vermiş olur.

    Boyle, Descartes metafiziğini de reddeder ve atom felsefesine yeni bir anlayışla katılır. Boyle'a göre, cisimlerde müşterek, uzamlı içine girilemeyen, fakat bölünebilen bir öz'ün niteliklerini taşıyan bir madde vardır. Tanrı, maddeyi hareketle birlikte, biçim ve durumlarda birçok küçük 'zerreler'in meydana gelmesine neden olur, bunlar birleşmek ve karışmak suretiyle bileşik olan 'moleküller'i oluştururlar.

    Boyle'in atomculuğu, Epikür'ün ve daha çok Gassendi'nin atomculuğuna benzer. Bunun eskilerin atom anlayışından farkı, Boyle'nin Descartes'la birlikte, atomların hareketleri yüzünden maddenin parçalanmasını kabul etmesivle bu hareketleri bilinmez bir nedenin ya da doğrudan doğruya Tanrı'nın oluşturduğunu iddia etmesidir. Bu görüş, Newton'un çekim teorisini yıkmıştır.


    Cerinthe

    Miladın I. yüzyılında yetişen irfancılardandır. Mısırlıdır. Öğrenimini İskenderiye'deki Philoncu Okulda tamamlamış sonrasında da Kudüs, Sésarée ve Antakya'yı ziyaret etmiştir.

    Geleneğe göre Saint-Pierre ve Saint-Paul ile bir sünnet olma olayı ve bilinmeyen bazı nedenlerden dolayı arası açılmıştır. Saint-Paul'e karşı olan bu düşmanlık havası dolaştığı yerlere o kadar çok yayılmıştır ki, saint-Paul'ün mektuplarında, Cerinthe'e taş atan bir çok parçalar vardır.

    Cerinthe, Saint-Mathiu incilinden başkasını kabul etmezdi. Epiphane'ye göre Cerinthe, Kudüs'ten ayrıldıktan sonra Anadolu'ya geçmiş ve orada kendi, "Kafirliğinin uçurumu"nu yaymıştır. Doktrinini yaymak için şehirleri dolaşmış ve Ephése'deki seyahatlerinden birinde hamamda havari Saint-Jean'la karşılaşmıştır. Havari, onu görünce çıraklarına: "İçeriye gerçeğin düşmanı girdiğinden, bina yıkılıp altında kalmamak için çabuk buradan çıkalım" demiş.

    Cerinthe'nin en çok beynini yoran şey, âlemdeki kötülüğün nereden geldiği sorunudur. Cerinthe'nin sistemi bu sorunu çözme iddiasındadır. O, kendisinin üstün bir varlık olmadığını sadece göksel bir takım vahiylere nail olduğunu söylerdi.

    Varlığın doruğundaki her türümün kaynağı olan bir tek Tanrı'nın bulunduğunu ve bunun maddeyi yaratmadığını; bunun türüm merdiveninin aşağı basamağında bulunan ve tanrı varlığını bilmeyen meleklerin eseri olduğunu iddia eder. Ona göre diğer irfancı okul şeflerinin öğrettiği gibi, Yahudilerin Tanrısı, yaratıcı meleklerin şefi değildir. Din kanunlarını vahyeden melektir. Sisteminin bu noktasına da Cerinthe, Philon'un sadık bir çırağıdır.

    Sistemin diğer bölüğünde, İsa'nın bir bakireden doğmuş Tanrı olmadığını, belki diğer insanlardan daha yetkin olan Yusuf ve Meryem'den doğmuş bir adam Olduğunu, vaftiz edildikten sonradır ki, kutsal ruha ve her şeyin bilinmeyen babasının vahiylerine nail olduğunu iddia eder.

    Neander, Ewald, Gieseler, Lipsius, Kurtz, Baur, Dorner, Uressensé, Robertson, Woscott gibi tanınmış kişiler Cerinthe'in düşüncelerinin gerçek niteliğini araştırmışlardır.


    Charles Fourier


    Fransız düşünür, ütopik sosyalizminin Saint Simon'dan sonra gelen en önemli temsilcisi Fourier, zengin bir kumaş tüccarının oğludur. Lise öğrenimini Cizvit Okulu'nda tamamladı. 19 yaşında Lyon'a yerleşti ve ticaretle uğraşmaya başladı. Aynı yıl Jironderlerin Lyon'da düzenlediği bir ayaklanmaya katıldı. Tutuklandıysa da hapisten kaçarak ölümden kurtuldu.

    1794'de askere yazıldı, ancak hastalığı nedeniyle ordudan ayrıldı. Bu tarihten sonra Paris'e yerleşen Fourier, bir süre değişik ticari işletmelerde satıcılık ve kâtiplik gibi işler yaptı. 1803'te iş yaşamından uzaklaştı ve yaşamının geri kalan bölümünde, toplumsal, iktisadi ve felsefi öğretisini yaymak ve düşüncelerini yaşama geçirmek için çalıştı.

    Fourier'in düşünceleri, 18. yüzyıl felsefi düşüncesinin, Tanrı'ya ermişliği amaç edinen, sihir ve büyüyle karışmış gizemci bir akım olan Teosofizm'den ve J. J. Rousseau'nun doğal iyimserciliğinden etkilenmiştir.

    Bireyciliğe ve rekabete dayanan toplum yapısına karşı olan Fourier'ye göre insan, gerçekte iyidir, insanlık; yabanilik, barbarlık ve ataerkillik dönemlerinden oluşan, acılarla dolu bir yolu geçerek, uygarlık dönemine ulaşmıştır. Oysa toplumsal ve iktisadi yapıya örgütsüzlük, akıldışılık ve kaba kuvvet egemendir. Uygarlık, çözemediği ve sürekli olarak yeniden yarattığı çelişkiler içinde bir kısır döngüde ilerlemektedir.

    Fourier, uygarlık döneminde yaşanan bu sorunların nedenini, kurallarına göre yaşanması gereken bir "toplumsal yasa" nın şimdiye kadar bulunamamış olmasında görür. İktisatçıların ve felsefecilerin bu yasayı bulmak yerine, çağın düzeni kimin çıkarınaysa ona hizmet ettiklerine, düzenin yaşaması için kuramlar yarattıklarına dikkat çektikten sonra kendi geliştirdiği "tutkular öğretisi" nin soruna kesin bir çözüm getirdiğini savunur.

    Bu öğretiye göre insan, 12 tutkusunun etkisindedir. Bunlardan beşi duyulara ilişkindir; 4'ü grup tutkusudur (arkadaşlık, aşk, aile sevgisi ve hırs); 3'ü de dağıtıcı tutkulardır (planlama, değiştirme, birleştirme). Bu tutkuların özgürce gelişmesi sağlanırsa, tek bir üstün tutkuda (sevgi) birleşilir.

    Kapitalizmin insan üzerindeki etkilerini maddeci bir yorumla eleştiren, insanlığın tarihini diyalektik yöntemle inceleyen Fourier'nin sosyalist düşünce tarihi içinde önemli bir yeri vardır.


    Conring

    Doktor ve bilgin Alman filozofu. 1606'da Norden'de doğup, 1681'de ölmüştür. Yaşamı süresince halkın büyük sevgi ve saygısını kazanmıştır. Gezimciliğe olan düşkünlüğü ile ün kazanmıştır. Çok yazmış olmasına rağmen eserlerinde yeni ve orijinal fikir pek azdır. Sağlık durumunun pek zayıf olmasına rağmen, daha çocukken seçkinliğini göstermiş, öğrenimlerini başarılı bir şekilde bitirmiştir. Leid Üniversitesindeki meşhur profesörleri dinlemiş ve yirmi altı yaşında Helmstadt'da doğal felsefeyi okutmuştur.

    Bir süre Ost-Fris kraliçesine ve kraliçe Christine'e doktorluk yapmış olmasına rağmen bu kraliçe kendisini yanında alıkoyamamıştır. Daha sonra aynı ilde hukuk profesörü olmuş ve bu sıfatla tanınmıştır.

    Geniş bilgisi, parlak zekası ve sonsuz çalışmalarıyla kendini ispat etmiş ve insanlara kendini tanıtmış, saygılarını kazanmıştır. Almanya'nın sayılı hukukçularından biri olan Cınring'ten bazı hükümdarlar kamu haklarını pek nazik sorunları için yararlanmıştır.

    "De Finibus Imperii" isimli eseri Alman sınırları içerisinde büyük etki yaratmıştır. Zamanını hukuk işlerinde eşsiz sayılan Conring'i XIV.Louis de mükafatlandırmıştır. Henri Meibom, kendisiyle birlikte çalışanlardan biridir. O, bir çeşit canlı ansiklopediydi.

    Conring, 201 eser yazmış ve türlü konular üzerinde çalışmıştır. Bunlar, Goebel tarafından toplanarak altı cilt halinde basılmıştır (Brunswick, 1730). Bunlardan felsefeyi ilgileyen Doğal Felsefeye Giriş'idir. Bu eserde bütün gücüyle Aristo ilkelerine dayanmıştır. Aristo'nun Politikasına yorumlar ekleyerek bastırmıştır ki, bunda ilkçağlardan, XVII. yüzyıla kadar gelen siyasal bilimler tarih, de vardır. Uygarsal Felsefe'ye dair de gezimcilik esaslarına dayanan birçok eserler de vardır.

    O zamanlar, Mélanchton, Protestan okullarının öğrenim biçimlerini yenileştirmiş, Aristo, anlaşılır bir duruma getirilerek, skolastiği kaplayan boş inceliklerden kurtarılmıştır. Conring, bunu iyi anlayanlardan bir oldu. Conring, Aristo'ya olan düşkünlüğünden dolayı Descartçılığa düşman görünür. Descartes'in ölümünden sonra bile, onu çekiştirmek hatasına düşmüştür.

    Conring, yetkisine giren konular için hakka saygı göstermekten çekinmemiştir. Harvey'in kan dolaşımına dair deneylerini ve kendi ününü gölgede bırakacak olan Grotius ve Puffendorf'un çalışmalarını hayranlıkla övmesi bunu ispat etmiştir. Kendisi, Descartes'le çarpıştığı gibi, Hobbes ve Gassendi'yle de savaşmıştır.


    Demokrit (Demokritos)

    Yunan filozofudur (M.Ö. 460-370). Doğa filozoflarının sonuncusu olan Demokritos, Abdera'da doğdu. Mısır'da beş yıl kalan ve Asya'yı baştan başa dolaşan Demokritos, çeşitli bilginlerle, özellikle matematikçilerle dostluk kurduktan sonra Atina'ya dönerek kendisini bütünüyle felsefeye adamıştır

    M.Ö. 420'ye doğru Abdera'da kendi felsefe okulunu kurmuştur. Mekanist ve atomcu bir maddeciliğe dayanan felsefesine göre doğa, bölünmez parçacıklar olan atomlardan oluşmuştur ve her şey sürekli hareket eden bu atomların çeşitli biçimlerde bir araya gelmelerinden oluşur; yani "hiçbir şey hiçten doğmaz".

    Demokritos için, atom teorisinin öncüsüdür denebilir. Demokritos'a göre atomların devinimlerinin ardında hiçbir bilinçli "amaç" yoktur. Doğa, tamamen mekanik bir şeydir. Bu her şeyin "rastlantısal" bir biçimde oluştuğu anlamına gelmez, çünkü her şey doğanın değişmez yasalarını izler.

    Demokritos, olup biten her şeyin ardında bir doğallık, bir neden olduğunu ileri sürüyordu. Bir keresinde de, Pers ülkesine kral olmaktansa böyle bir doğal neden keşfetmiş olmayı yeğlediğini söylemişti.

    Demokritos'a göre atom teorisi algılarımızı da açıklayabiliyordu. Ona göre algılayışımızın nedeni, atomların boşlukta hareket edişleriydi. Ay'ı görmemizin nedeni "Ay'ın atomlarının" gözümüze girmesiydi.

    Demokritos, insanlık tarihinin başlangıcını merak etmiş ve insanların önceleri hayvanlarınkine benzer bir yaşam sürdüklerini ileri sürmüştür. Ona göre akıllı bir yaratık olan insanı, buluşlara yönelten zorunluluklardır ve insanlar "ilerleme" sonucu "kültür"e sahip olmuştur.

    Wihelm Dilthey

    19 Kasım 1833'de Biebrich'te doğup, 1 Ekim 1911'de Bozen'de ölmüş olan Alman filozofu. 1882'de Berlin Üniversitesine profesör olmuştur. Bünye psikolojisi, felsefe tarihi, hayat ve kültür felsefesindeki çalışmalarıyla son yüzyılın önemli kişiliklerinden biri olmuştur. Kendisine bağlı olan birçok tanınmış filozoflarla ayrı bir okulun kurucusu sayılır.

    Dilthey, Almanya'da tinsel bilimlerle doğal bilimler akımını uzlaştırmaya çalıştı. Bu iki bilim zümresinin birbirine aykırı olan niteliklerini gösterdi. Ona göre doğal bilimler, açıklamaya ve geneli bulmaya çalışırlar. Bunlar, çözümcü ve öğeci özelliklere sahip oldukları halde, tinsel bilim, anlamaya, kavramaya önem veren, bireyselle uğraşan sentetik bir karaktere sahiptir. Bunun yöntemi, tarih'tir; bu nedenden dolayı da yaşanmış olaylar üzerinde çalışır.

    Bir devrin ruhu kavranılmadan, bireyseli kavramak imkansızdır. O, bir devrin ruhuna 'Nesnel Ruh' adını verir. Tarih felsefesi yöntemine yeni bir yön vermiş olan Dilthey, bir yandan pozitifçiliğe bağlı olduğu halde, diğer yandan da Hegel ve romantiklerden ilham alır. Ahlâkta bağıntıcıdır. Önemli başlıca eserleri şunlardır:

    Einleitung in die Geisteswissenschaften (1883)
    Ideen Über ein Beschreibende und Zergleidernede Psychologie (1894)
    Jugundgeschichte Hegels (1906)
    Der Aufbau der Geschichtlichen Welt in den Geisteswissenschaften (1910)
    Die Typpen der Weltanschauung (1911)
    Das Erlebeniss und die Dichtung, Lessing, Goethe, Novalis, Hölderlin (1906)



    Diodoros Kronos

    (M.Ö. 296) Yunan filozofu. İasos'da doğan Diodoros Megara okulunun en ünlü diyalektik ustalarındandı. Gerçekte filozof Eubulides'e ait "örtülü" ve "boynuzlu" adlı safsatalar yanlışlıkla, Diodoros'un safataları gibi gösterilmiştir. Diodoros, hareketin imkansızlığını ispatlar ve ancak zorunlu olarak ortaya çıkacak olanın mümkün olduğunu öne sürer. Bu ikinci savı ispatlamak için şöyle bir örnek verir: "Nasıl ki varlıktan yokluk meydana gelmezse, mümkün olandan da imkansız olan çıkarılamaz.

    Geçmiş bir olayın, olduğundan başka türlü olması imkansızdır. Fakat bir olay, herhangi bir anda mümkün olsaydı, bu mümkünden mümkün olmayan bir şey çıkmış olurdu; şu halde, bu mümkün aslında mümkün değildi. Demek ki gerçekte ortaya çıkan olayın dışında herhangi bir şeyin olması imkansızdır." Bu safsatalı kanıta Diodoros Kyrieuon (muzaffer) adını verir.


    Sinopeli Diogenes

    (M.Ö. 413 - 327) Yunan filozofu. Kinik felsefe okulunun kurucusu olan Sinope'li Diogenes (Diyojen de denir) Antisthenes'in en ünlü öğrencisi idi. Diogenes'e göre en üstün iyi, erdemdir, fazilettir. Bilim, şan ve şeref, servet hor görülmesi gereken uydurma "iyi"lerdir. Felsefenin özü, her yerde özentiyi kötülemek ve onun karşısına tabiatı koymaktır. Bilge, kendini, istek ve duygularından uzak tutmalı, ihtiyaçlarını en aza indirmelidir.

    Platon'un "Çılgın Sokrates" dediği Diogenes, her mevsimde yalınayak dolaşır, harmanisine sarınıp tapınak kapılarında yatar ve bir fıçıda otururdu. Büyük İskender'e, Korinthos'da kendisine "Bir dileğin var mı?" diye sorunca "Var, gölge etme, başka ihsan istemem" demişti. Bir gün çeşmeden avucu ile su içen bir çocuk görünce "bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti" diye haykırıp su çanağını kırdı.

    Hareketi inkar eden Elealı Zenon'un bir dersinde, ona cevap olarak kalkıp yürümüştü. Sıradan insanları o kadar küçümserdi ki, bir gün öğle vakti, elinde fener, "Bir adam arıyorum" diye söylenerek Atina sokaklarında dolaşmaya çıkmıştı. Gerçi Atinalılar onunla alay ederlerdi ama, çekinilen ve sayılan bir insan olduğu da bir gerçekti.

    Dupuis

    Fransız bilgin, diplomat ve filozoflarındandır. 26 Ekim 1742'de Triyechâteau'da doğmuş, 29 Eylül 1809'da ölmüştür. La Rochefaucauldun himayesiyle Harcourt Koleji'nde yetişmiş olup, Tanrıbilim Lisansını almıştır. Lisiuex Koleji'nde retorik okutmuştur. Laland'ın astronomi dersleri takip ederek, kendi sisteminin temelini teşkil eden 'Tarih Felsefesi'nin ilhamlarını kazandı.

    Enstitü üyeliğine de seçilmiş olan Dupuis'ye göre, bütün dinlerin, ibadet ve törenlerin, insel inançların kaynağı birdir; hepside astronomiye bağlıdır. Dupuis'e Convention idaresi tarafından büyük değer verilmiştir.

    Büyük Fréderic, kendisine Berlin Üniversitesi'nin Edebiyat Kürsüsü'nü vermiştir. 1788'de Academie Des Inscriptions et Belles Elttres'e üye seçilmiştir. Daha sonra College de France'de Latin belâgati profesörü olmuştur.

    Convention, ulusal eğitim işlerinde kendi ilkelerinin ve kanunlarının uygulaması için onu vilayetlerde komiser olarak çalıştırmıştır. Dupuis Napoléon'un büyük sevgisini kazanmıştır. Onun konsüllüğü zamanında, yasama işlerini hazırlayacak olan konseye katıldı.

    İlkçağlar mitolojisinin, astronomik bilgilerin alâmetlerinden başka bir şey olmadıklarını, Memoire sur I'Origine des Constellation et sur I'Explication de la Fable par le Moyen de I'Astronomie (Paris, 1781) adlı eserinde savunmuştur.

    Rigine De tous les Cultes ou la Religion Universelle başlılı eserinde bütün evreni Tanrı sayar ve "dünyanın bütün yanılmaları"nın kaynağını gökyüzünde bulduğunu iddia eder, alegorilere aşırı bir değer verir, masallarla olgular arasında sıkı bir ilişki görür. 1798'de ilk kez telgraf fikrini ortaya atan da kendisidir.


    William James Durant

    Amerikan terbiyecisi ve felsefe tarihçisi. 5 Ekim 1885'te Nort Adams'ta doğdu. Gereken klasik öğrenimlerini bitirdikten sonra, yazarlık ve öğretmenlik hayatına atılmış olan Durant, 1914- 1927 tarihleri arasında Labor Temple School'da müdürlük yapmış ve 1927-1935 tarihleri arasında da Newyork'ta U.C.L.A'da felsefe profesörlüğü yapmıştır.

    Durant, felsefeyi ve filozofları, bu bilim ve kişileri uğraşmayanların anlayabileceği şekilde çekici ve zarif bir üslupla yazmakta büyük bir başarı kazanmıştır. Eserlerinde felsefe konuları, edebi ve merak verici bir özellik taşır. En çetin problemleri açıklarken, filozofların çevreleriyle hayatları ve felsefeleri arasındaki ilişkiden ustaca yararlanan Durant, derin olmaktan çok, doğru ve dikkati çeken eleştirilerinde okuyucuya telkinler yapan öğretsel bir tavır takınır.

    Bu nedenle, onun 'Filozofi Tarihi'nde, bu bilimin klasik yöntemlerinden çok, öğretmek ve felsefeyi sevdirmek ereğini taşıyan kendi kişisel zevk ve anlayışının öznel ışıkları hakimdir. Bunun içindir ki, kendisi de Alden Freeman'ın yöntemine uyarak, "terbiye ve seyahatlerle asil ve aydın bir hayatın ilhamları"na önem verdiğini itiraf eder.

    Durant, "bilgi teorisinin, çağımız felsefesini hemen hemen yıkacak" bir yol tuttuğuna inanır; ve bilgi probleminin incelenmesinde, yalnız psikolojiye ayrılacak bir dönemin geleceğini, felsefenin artık bu dönemde, yeniden her deneyin biçim ve yollarının betimsel bir çözümlemesi değil, belki sentetik bir girişi telakki edileceğini ümit eder ve bilime çözümlemenin girerek, bize bilgi vermesini, felsefenin ise bilgeliğin bireşimini yapmaya mecbur olmasını ister.

    William James DURANT'ın başlıca eserleri şunlardır;
    The Story Of Philosophy (Felsefe Tarihi, 1926)
    Adventures in Genius (Dehaların İlerlemesi, 1931)
    On the Meaning of Life (Hayatın Gerçek Anlamı, 1932)
    The Story of Civisilation (Uygarlık Tarihi, 1935)
    The Life of Greece (Yunan Hayatı, 1939)
    William James DURANT'ın
    Vies et Doctrines des Philosophes (Filozofların Hayat ve Doktrinleri, Paris 1932)
#14.08.2007 20:10 0 0 0
  • Elealı Zenon

    (M.Ö. V. yüzyıl) Yunan filozofu ve matematikçisi. Aristoteles tarafından diyalektiğin kurucusu olarak nitelenir. Parmenides'in öğrencisi olan Elealı Zenon'un, mantık ve matematiğin gelişmesinde önemli rol oynayan ünlü paradoksları süreklilik ve sonsuzluk kavramlarının açıklık kazanmasına değin çözümsüz kalmıştır.

    Zenon, varlığın birliğini ve sürekliliğini ortaya koymak için bulduğu kanıtlarla (ok kanıtı, kaplumbağa kanıtı, vb.) hareketin varlığına karşı çıktı. Parmenides'in soyut, analitik tarzını sürdürmüş, ama rakiplerinin tezlerinden yola çıkarak reducito ad absurdum (saçmaya indirgeme) yöntemiyle bunları çürütmüştür. Aristoteles tarafından diyalektiğin bulucusu kabul edilmesinin nedeni de büyük olasılıkla bu çıkış noktası ve çok etkili olan çürütme yöntemidir.

    Zenon'un yaşamı süresince matematik çıkarsamalarının etkili olduğunu düşünmek zordur. Ama paradokslarıyla ortaya koyduğu matematiksel bir sürekliliğe ilişkin mantıksal sorunlar ciddi ve temellidir. Aristoteles'in bunlara getirdiği çözüm de oldukça yetersiz kalır. Zenon, Elea tiranına düzenlenen bir suikaste karıştığı için öldürüldü.



    Empedokles

    (M.Ö. 490'a doğru) Yunan filozofu. Agrigento'da doğan Empedokles siyaset adamı, kanun yapıcısı, şair, hekim ve müneccim idi. Empedokles, Aristoteles'e göre retoriğin yaratıcısıdır. Pergamonlu Galenos onu Roma tıbbının öncüleri arasında saymıştır. Söylendiğine göre Gorgias onun öğrencisi idi. Bugün elimizde Peri Phiseos (Tabiat Üzerine) adlı şiirinden 450 mısra, Katharmoi'dan (Arınmalar) 120 mısra bulunmaktadır.

    Herakleitos'tan, Parmenides'ten ve Pythagoras'dan yararlanmakla birlikte eklektik bir filozof olan Empedokles'in kendine özgü olan dört unsur teorisi modern kimya çağına kadar süre geldi. Bu teoriye göre var olan her şeyi yaratıp meydana getiren dört unsur, su, hava, ateş ve toprak'tır. Bu bileşim süreklidir. Empedokles, hem Parmenides'e hem de Herakleitos'a hak verir. Ona göre hiç bir şeyin başlamadığını ve bitmediğini söyleyen Parmenides haklıdır; çünkü unsurlar, sürekli olarak aynı kalır. Her şeyin sürekli olarak değiştiğini öne süren Herakleitos da haklıdır; çünkü, unsurların meydana getirdiği bileşimler, bir an birbirleri ile özdeş değildir.

    Empedokles'e göre unsurlara iki ilke hakimdir; onları birleştiren sevgi, ayıran da nefrettir. Biyoloji alanında Empedokles'de, evrim ve doğal ayıklanma kavramlarını bulmak mümkündür. Empedokles aynı zamanda değişimcilik teorisinin de, uzaktan bir öncüsü sayılabilir.



    Epikür (Epiküros)

    (M.Ö. 341 - 270) Yunan filozofu. Samos'da doğan Epiküros, Aristippos'un hazcı ahlakını geliştirip bunu Demokritos'un atom öğretisiyle birleştirerek kendi öğretisini (Epikürosçuluk) kurdu. Midilli (M.Ö. 306-30) ve Lampsakos'da ders verdikten sonra Atina'ya yerleşti ve satın aldığı bahçede öğrencileriyle birlikte yaşadı. Epikurosçuların bu bahçede bir araya geldiği söylenir. Bu yüzden bunlara "bahçe filozofları" da denir. Bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela olduğu da söylenir; "Ey yabancı! Burada mutlu olacaksın. Burada haz en üstün iyiliktir."

    Doğanın atomların birleşmesinden oluştuğuna inanan Epikuros'un ahlak anlayışı insanın mutluluğa varmasını amaç alır. Mutluluğa zevklerin akıllıca ve zorunlu zevklere yönelmesi, doğal ama zorunlu olmayan zevkleri benimsemesi, doğal ve zorunlu olmayan zevklerden de vazgeçmesi gerekmektedir.

    Demokritos'un "ölümden sonra bir hayat yoktur, çünkü insan ölünce ruh atomları dört bir yana dağılır" sözlerinden etkilenen Epikuros, gayet basit bir şekilde "ölüm bizi ilgilendirmez" diyordu. "Biz var olduğumuz sürece, ölüm yoktur; ölüm olunca da, biz artık yokuz." Epikurosçular Stoacıların tersine politika ve toplumsal yaşamla fazla ilgilenmediler.

    Epiküros'un öğüdü "gizli yaşa!" idi. Epikuros kendi kurtuluşcu felsefesini "dört ilaç" adını verdiği şu dört noktada özetledi: Tanrılardan korkmamız gerekmez. Ölümden kaygı duymamız gerekmez. İyiyi elde etmek kolaydır. Korkunç olana katlanmak kolaydır.



    Eukleides

    (M.Ö. 450 - 380) Yunanlı filozof. Megara okulunun kurucusu olan Eukleides Sicilya'da Gela veya Megara'da doğdu. Önce Parmenides'in, sonra da Sokrates'in öğrencisi oldu. Sokrates'in mahkumiyetinden sonra (399) Atina'dan ayrılan öğrencilerini Megara'daki evine aldı. Açtığa okula, Platon da devam etti.

    Megaralı Eukleides, Eleacılık ile Sokrates'in fikirlerini bağdaştırmaya başladı. Elea okulu "Varlık tektir" diyordu. Eukleides'e göre bu hareketsiz ve ezeli birlik iyiliktir; değişkenlik, kötülük Varlık'la ilgili olamaz. Varlık ve iyilik, aynı haklarına rağmen, binbir değişik şekilde görünürler. Varlık ve iyilik, Tanrı, bilgelik, akıl, fazilet adlarını alabilirler. Öyle görünüyor ki bu anlayışta, Platon'un idealar teorisinin tohumu bulunmaktadır.

    Eukleides'de, Aristoteles felsefesinde o kadar önemli yer tutan güç ile eylem arasındaki mantıki ayırıma da rastlanır. Eukleides doktirini hiç bir düşünce hareketini kabul etmez: Gerçekten de bu inanışa göre her türlü yargı imkansızdır, çünkü fikirler hareketsizdir, aralarında ilişki bulunmadığı gibi hiç bir güçleri de yoktur. Kimsenin fikrine doğrudur denilemez, çünkü fikir (idea) gerçektir, kişi ise bir görünüşten ibarettir. Eukleides'in felsefesi en soyut safsatacılığa varır. Bu yüzden öğrencilerine didişimci (eristikoi) denilmiştir. Platon, Eukleides'i Theaitetos adlı diyalogunda konuşturur.


    Fabricius

    Alman mütebahhiri ve felsefe tarihçisi. 1668'de Leipzig'de doğdu; 1736'da öldü. Hamburg Akademisinde belagat ve felsefe profesörüydü. Ona felsefe tarihçileri, "Bibliyografların Prensi" unvanını vermişlerdir. Olağanüstü bilgilere sahip, araştırıp incelemekte yorulmak bilmeyen bir gayrete sahip olan Fabricius, Latin, Yunan ve Aşağı Latin Kitaplığı adını verdiği üç büyük külliyatıyle kendini ebedileştirmiştir.

    Felsefe tarihiyle doğrudan doğruya uğraşmamış, fakat bütün felsefe tarihçilerine ve filozoflara muhtaç oldukları türlü tarihsel bilgileri, felsefi belgeleri ve birçok eski filozofların eserlerinden kalan, unutulmuş, dağınık, elde edilmesi güç parçaları nakletmek suretiyle, onlara rehberlik etmiş ve yine birçok unutulmuş ve hatta kaybolma tehlikesi geçirmiş olan düşünür, yazar ve bilginleri, eserlerinde yeniden yaşatmıştır.

    Asıl adlarını aşağıda verdiğimiz eserleri, türlü eklentilerle büyütülerek tekrar tekrar basılmıştır. Bu geniş çalışma, araştırma ve toplama gayretlerine rağmen, örneğin, Aenesidemos'u, Photius'den kalan bir metni yanlış yorumlayarak Ciceron zamanında yaşamış göstermek gibi bazı yanılmalara düşmüş olması, onun gerçek değer ve emeğini asla küçültmez. Aristo'yu yorumlayan eserlerin listesini Yunan Kitaplı ad h eserinde vermiştir. Aspasius'un Nikomaküs'ün Ahlakı'nı yorumlayan önemli bir parçası da bu kitaplıktadır.

    Eserlerinin asıl adları şunlardır:

    - Specimen Elenchticum et Historiae Logicac (Hamburg, 1799);
    - Bibliotheca Lat. Mediac et Inf. Aetatis;
    - Bibllotheca Graecque (Bunun yeni baskısının başında Galien'in hayat ve eserlerine dair Ackermann tarafından
    yazılmış geniş bir makale vardır. Bu eser 12 cilttir); Bu filozofun adını taşıyan birçok Alman mütebahhir ve
    filozofları daha vardır.

    Bunlardan biri, François Fabricius'dür. Alman hümanist ve filozoflarından olan bu Fabricius, 1525'e doğru Duren'de doğmuş, 1573'te ölmüştür. Paris'te Turn ve Ramus'un öğrencisi olmuş, Düsseldorf'da rektörlük yapmıştır. O, Aristo'ya karşı olan fikir akımlarının kuvvetli olduğu bir dönemde, bu büyük filozofu savunma cesaretini gösterenlerdendir.



    Feuerbach

    Alman filozofu olan Feuerbach, cinayetler bilgini ve maddeci Feuerbach'ın babasıdır. 14 kasım 1775'te jena da doğmuş, 29 mayıs 1883'te Frankfurt'da ölmüştür.

    Jena'da felsefe ve İena Üniversitelerinde hukuk öğrenimini bitirdikten sonra ilk olarak bu üniversitede daha sonra da Kiel, Lanshut Üniversitelerinde 1805'e kadar hukuk profesörlüğü yapmıştır. Daha çok cinayet hukukuna dair yaptığı çalışmaları ile ün kazanmıştır.

    Cezanın amacı, korkutmada gören bir hukuk sistemine bağlıdır. Feuerbach da Fichte gibi, birey hukukunun, adli kanuna ilke hizmetini görmesini ister; hak, saf olarak olumsuz bir müsaade olmamalı, bir yaptırım, bir adli otorite tarafından desteklenmiş olumlu bir ruhsat olmalıdır.

    Kant'la birlikte ahlak ilkesinin, aynı zamanda hukuk kanunu ilkesi olmasını da ister. Yapmak ya da yapmamak hususundaki adli fakülte, bu ilkenin ürünü olmalıdır. Fakat, Feuerbach karar verilecek noktaya geldiği zaman ve olumlu ruhsatın pratik akıldan nasıl meydana gelebildiğini sorduğu zaman, bu sorunun çözülemez olduğunu ve Kant'la birlikte eşyanın tabiatına dair yenilgiye uğratılamayan bilgisizliğimizin arkasında kaldığını bildirir. Bu ruhsatın akıldan türediği pekin bir gerçektir ama ne şekilde türediği anlaşılamaz der.

    Feuerbach'a göre, doğal hukukun en yüce ilkesi şudur: "Doğal hukuk bireyin lehine müspet bir ruhsatı gerektirir ve bu ruhsat, olgunun olabilirliğini anlamıyorsak da akılsal bir kanundan türemelidir.

    Feuerbach, jürinin büyük bir taraftarı değildir. Zira, her özel halde bir yasamacı ile yargıçtan biri, cezaları uygun bir şekilde karar altına almaya, diğeri de olguları karıştırmaya ve bundan ahlaklığı takdir etmeye yetenekli olabilir der.

    Bundan jürinin ellerine bir yasama gücü vermekle,onda, sanığın suçlu ya da masum olduğuna karar vermek ya da vermemek gibi bir fakültenin bulunduğunu kabul etmiş oluruz. Bu takdirde de herhangi bir yargıç, aynı surette bir yasamacı olabilir demektir. Hukuk felsefesine dair yayımladığı bir çok eserlerden önemlileri şunlardır;

    Doğal hukukun Varoluş ve Yetkisine Karşı İleri Sürülebilecek Kanıtlar. (Leipzig ve Iena 1705)
    Bir Doğal Hukuk Hizmetine Giriş Hizmetini Görmek İçin, Doğal Hakkın Eleştirimi (Altona 1796)
    Yüksek Hainlik Cinayetine Dair Felsefi-Adli Araştırmalar (Altona 1798)
    Müspet Ceza Hukukunun Temel İlke ve Kavramlarını Yeniden İnceleme (Iena 1799)
    Anti-Hobbes (Hobbes'a Karşı) (1798)


    Alexandre Gerard

    XII. yüzyılın büyük yazarlarından olan Gerrard, Yunan ve İslam felsefe anıtlarını Latince'ye ilk çevirenlerdendir. Bazıları Gerard'ın İtalya'da Crémone kasabasından, bazıları da Endülüs şehirlerinden Crémoneli olduğunu iddia ederler. Fakat, Muratorie'nin yanınladığı eski bir kronikte Gerard'ın İtalyan olduğu anlaşılmaktadır. 1114'te doğmış ve kendi şehrinde 1187'de ölmüştür.

    Gerrard, ülkesinde eğitimini tamamladıktan sonra aydınlanmak için gezgin gibi dolaşmış ve Avrupa'nın her yerinden kovulmuş olan bilimin tek sığınağı İspanya'ya giderek orada halifelerin himayesini kazanmıştır.

    Toledo'ya yerleştikten sonra Arapça öğrenmiş ve hayatını sayısı 70'i bulan felsefe eserlerini çevirmek ile geçirmiştir. Bunların içinde en önemlisi Ptolémée'nin Almegeste'sidir. Bu eser sayesinde astronomi eğitimi, ortaçağ okullarında yenileştirilmiştir. Bu eserden sonra en değerli çevirmelerinin başında İbn-i Sina'nın Kitab al-Kanun fil Tıb adlı eseridir. Bunlar Gerard'da matematik, astronomi ve fizik zevkini uyandırmıştır.

    Aristo'nun Meteorolojisi'nin ilk kitabını, Afrodisyalı Alexandra'ın türlü eserlerini, Galien'in bazı eserleriyle Farabi'nin De Intellectu'sunu, İshak İbn-i Honey'in Tarifler'ini Latince'ye çevirmiştir.

    Aristo'nun İkinci Analitikler'ini, Themistius'un Yorumlamalar'ıyla birlikte Arapçası'ndan çevirdiği gibi, Meteorların üç kitabını, De Naturali Auditu başlığıyla Aristo fiziğini, De Caelo et Mundo'yu, Le Generation et Corruptione'u da Arapça'larından çevirmiştir. Proklus'den de, Elementatio Theologica başlıklı Yeni Eflatunculuk derlemelerinden Causis'i de çevirmiştir ki bu eser uzun süreler Aristo'nun zannedilmiştir.

    Ortaçağlarda Liber Aristoteles de Expositions Bonitatis Purae ya da kısaca Liber Bonitatis Purae başlığıyle anılırdı. Gerrard, Alkindi'nin bazı eserlerini ve önemli olan De Intellectu, De Qunque Essentiis'ini de çevirmiştir.

    Bütün bu eserler, Batı aleminde yayınlandıktan sonra, uzun zaman Avrupa bilim ve düşünce hayatında büyük değişikliler görülmüştür. Gerrard kitaplarını Crémone'deki Saint-Lucie Manastırına vakfetmiş, kendisi de bu manastıra gömülmüştür.



    Gorgias
    (M.Ö. 483 - 376) Yunan filozofu ve sofisti. Leontinoi'da (Sicilya) doğan Gorgias M.Ö. 424'de Syrakusai'lilere karşı yardım istemek için elçilik göreviyle Atina'ya gitti. Belagatıyla Atinalıları hayran bıraktı. Orada hitabet dersleri verdi, Attikalı hatipleri, hatta Thukydides'i bile büyük ölçüde etkiledi. Çok zengin oldu, gösterişli bir hayat sürmeye başladı. Çeşitli eserler yazdı, bu arada her şeyin bir görüntüden ibaret olduğunu ileri süren Peri Phisoes e Per Tu Me Ontos (Tabiat ve Yokluk Üzerine) adlı eserini yayınladı. Gorgias bilginin imkansızlığını ileri sürmüştür. Gorgias'ın görüşleri şu üç yargıda özetlenebilir:

    1.) Hiç bir şey yoktur.

    2.) Olsa bile bunu bilemezdik.

    3.) Bilseydik de başkalarına bildiremezdik. Gorgias doğru bilginin imkansızlığını açık seçik ileri sürmekte ve bu sözleriyle de felsefede Septisizm denilen öğretinin başlamasına düşünsel ortam hazırlamıştır. Platon retoriğin özünü ve değerini araştırdığı Gorgias diyalogunda onun retorikçi yanını över. Gorgias şiire rakip olabilecek etkili bir düzyazı geliştirmeye çalışmış ve bu amaçla üslup çalışmalarını retoriğin önemli bir bölümü haline getirmiştir.




    Hegel

    Alman idealist düşüncesine son ve kesin biçimini kazandırmış olan Hegel, tamamen kendi içine kapalı, yöntem bakımından birliği olan, kendisinden öncekilerle kıyaslanamayacak derecede geniş bir içerik ve düşünce zenginliğini taşıyan bir sistem kurar.

    Ona göre; tarih boyunca ortaya çıkmış bütün felsefe akımları, evrensel bir felsefenin parçaları ve aşamalarıdır. Kendi sistemi de bu evrensel felsefenin bir parçası, fakat bu felsefenin en son ve tamamlanmış aşamasıdır. Önceki tüm düşünceler, kendi sisteminde içerilmiş, düzenlenmiş, aşılmış ve tamamlanmıştır.

    Hegel'in felsefesinin temelinde 'ide' bulunur. İde, bütün varlığın kaynağı olan doğaüstü, evrensel bir ilkedir. Tarih, doğa ve toplum, idenin kendini açıp yaymasının evrelerinden başka birşey değildir. Bu açılıp yayılma, raslantısal değil, mantıksal bir sıra içinde, zorunlulukla ilerler.

    Doğadaki, toplumdaki ve düşüncedeki tüm gelişme evreleri, bu mantıksal ve bağıntılı bütünün tikel görünümleridir. Dolayısıyla idenin hareketi ile doğa ve toplumun hareketi, aynı yasalara dayanır. Her iki alandaki bu hareket diyalektiktir. Tüm bu hareket, idenin kendini tanıması ve gerçekleştirmesi içindir. Bu süreçte ide, diyalektiğin tez-antitez-sentez üçlemesine uygun olarak üç aşamadan geçer. Ama her aşamanın içindeki hareketlerde diyalektiğin bu üçlüsüne uygundur.

    Hegel'in diyalektiği, bir kavramlar diyalektiğidir. Nesnel dünyanın öncülüğünün, kavramların hareketi olduğunu ileri süren, kavramların hareketinin diyalektiğini keşfetmekle dış dünyanın hareketinin yasalarını da içeren bir bütünlüğe ulaşacağını iddia eden idealist bir diyalektir bu.

    O, kendi felsefesinin, felsefenin tamamlanmamış son hali olduğunu düşünmekle, kendi diyalektiğinin inkârına ulaşır. Zengin bir içerik taşıyan Hegel sisteminin, marksizmin oluşmasında önemli bir rolü olmuştur. Bu, özellikle diyalektik konusunda böyledir.

    Marx, diyalektiğin genel işleyiş biçimini ilk kez Hegel'in sunmuş olduğunu, kendisinin, başaşağı olan Hegel'in diyalektiğini yeniden ayakları üzerine oturttuğunu belirtir. Lenin ise Hegel felsefesinin iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın Marx'ın 'Kapital'inin anlaşılamayacağını belirtir.



    Homeros

    M.Ö. 8. yüzyılda İzmir'de veya Sakız Adası'nda yaşadığı sanılan Homeros, Yunan duygu ve düşüncesinin ilk ürünleri olan İlyada ve Odysseia adlı destanların derleyicisidir. Troya Savaşı'na ilişkin söylenceleri toplayan İlyada'da, eski Yunanlıların gelenek ve görenekleri, dini ve felsefi inançları ve Çanakkale'nin tarihi coğrafyası hakkında önemli bilgiler vardır.

    Konusu, kuruluşu ve anlatım yöntemleri bakımından İlyada'dan farklı olan Odysseia'da ise Troya'nın yıkılışından sonra, yurdu İthake'ye dönmek üzere yola çıkan Akha önderlerinden Odysseus'un 10 yıl süren yolculuğu sırasında başından geçen olaylar anlatılır. Bu destanda da aynı türden bilgilere rastlamak mümkündür.

    M.Ö. 4. yüzyılda Atina'da yazıya aktarılan Homeros Destanlarındaki dini anlayış, Atinalılar tarafından aynen benimsenmiş ve İlyada ve Odysseia, Yunan eğitiminin temeline yerleştirilmiştir. Bunların Yunan toplumundaki işlevi, M.Ö. 4. yüzyılda Platon'un Devleti'nde eleştirilinceye dek hiç sorgulanmamıştır.



    İbni Rüşd
    Batı'da en çok tanınan İslam filozoflarından biri olan İbn-i Rüşd; felsefe, tıp, matematik gibi alanlarda çalışmış ve uzun süre doktorluk yapmıştır.

    Aristoteles'ten etkilenen İbn-i Rüşd, onun sistemini de bazı noktalarda eleştirmiştir. İbn-i Rüşd'e göre evrenin başlangıcı olan Tanrı, tüm varlıkları belli bir düzene göre yaratan sınırsız bir irade ve zorunlu bir varlıktır. Ona göre Tanrı, dünyayı kendisinden türeyen "ilk akıl'la yönetir. Bu 'ilk akıl'dan da diğer akıllar türemiştir.

    Tanrı, yukardan aşağıya doğru bir hiyerarşi içinde tasarlar evreni. Tüm akılların 'ilk akıl'dan türemesi, bütün insan akıllarının öz bakımından aynı olduğunu belirtir ve genel bir insan aklından bahseder. Sonsuz ve ölümsüz kabul ettiği 'ebedi akıl'la da insanlığın ölümsüzlüğü sonucuna ulaşır. Bilginin insan aklıyla kavranması gibi bir sonuca ulaşması, o zamana kadar kabul edilen ruhun ölümsüzlüğü görüşüne büyük bir darbeydi.

    İbn-i Rüşd'ün diğer bir özelliği de, evrenin hiçlikten ibaret olduğu değil, ezeli olduğu düşüncesidir ki bu düşüncesi daha sonra Hıristiyanlık'ı temel alan düşünürlerce kıyasıya eleştirilmiştir.

    İnsanın, özü gereği bağımsız olduğunu düşünen İbn-i Rüşd, insan dışındaki olayları dikkate aldığında bağımlı varsayar. Bundan da insanı, kendi eylemlerinden, yaşamından dolayı sorumlu tutar ama kendisi dışındaki olaylar karşısında da sorumlu olmadığını söyler.

    Genel olarak felsefenin konusunun varlıkları incelemek olduğunu belirten İbn-i Rüşd, tüm dini görüşlerine rağmen maddi olana işaret etmesi, o dönemde yaşayan düşünürler açısından değerlendirildiğinde önemlidir. Tanrı'ya ulaşmanın yolunu da, beş duyu ile algılanacak somutluğu incelemekle mümkün olduğunu belirtir.

    İbn-i Rüşd, etkisi daha çok İslam Dünyası'nda değil, Batı Dünyası'nda olmuştur. Rüşd'ün ruhun ölümsüzlüğü, evrenin ezeliliği gibi düşünceleri, Ortaçağ Hıristiyan düşüncesini etkilemiş, hatta İbn-i Rüşdücülük diye sonradan bir akım olmuştur.



    Immanuel Kant

    1724-1804 yılları arasında yaşamış ünlü Alman filozofudur. Kritik der Reinen Vernunft (Saf Aklın Eleştirisi), Kritik der Pratischen Vernunft (Pratik Aklın Eleştirisi) ve Kritik der Urteilkraft (Yargı Gücünün Eleştirisi) temel eserleridir.

    Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak epistemolojiyi ön plana çıkartmış olan Kant, öncelikle Hume'dan etkilenmiştir. Kendi deyişiyle Hume onu dogmatik uykusundan uyandıran, spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur.

    Öte yandan, o Descartes'in akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşısında adeta büyülenmiştir. Kant, bundan başka asıl, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda göz kamaştırıcı gelişmeler kaydeden bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir.

    Kant'ın gözünde bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bir bilim adamı, Kant'a göre, bir yandan kendisinden önceki bilim adamlarının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bir bilim adamı kabul ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman, deneysel yöntemler kullanır. Bilim yansızdır ve nesneldir.

    Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant'a göre, rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir. Başka bir deyişle, fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da, empirizmin ulaştığı sonuçları da yanlışlayarak gelişimini sürdürmektedir. Buna göre, kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamakla yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak apriori sonuçlara ulaşır. Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizatihi kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır.

    Kant'a göre, İngiliz filozofu Hume'un empirizmi, belirli bir nedenden daima aynı sonucun çıkacağını hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimizi savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı benimsemiştir. Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Kant bu bağlamda, kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, empirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, insan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür.

    Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir, çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşı amansız bir mücadele içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşısında mutlak bir zafer kazanma yoluna girmiştir. Bu zafer, Kant'a göre, bilimin bakış açısından iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlak ve dinin bakış açısından tam bir felakettir.

    Bilimin dinin müdahaleleri karşısında özerkliğini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançların, din ve ahlakın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, insanlık açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir.

    Kant, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlakı temellendirmek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Descartes'in rasyonalizminden ve hem de Hume'un empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir.

    Düşüncesinde rasyonalist felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini yapan Immanuel Kant, bilgide hem deneyimin ve hem de aklın katkısının kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. O, ilk olarak en basit bir deneyimin, duyu izlenimlerinin bile apriori bir öğeyi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir öğeyi içerdiğini göstermiştir. Söz konusu apriori öğelere karşılık gelen zaman ve mekana, deneyin transendental koşulları adını veren Kant, böylelikle Hume'un matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne karşı, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabilmiştir.

    Başka bir deyişle, zihnin bilgideki temel, ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve bu malzemeyi birleştirip, ona bir birlik kazandırmak olarak tanımlayan Kant'a göre, zihin söz konusu sentezi, her şeyden önce, çeşitli tecrübelerimizi sezginin belirli kalıpları içine yerleştirerek gerçekleştirir.

    Sezginin söz konusu kalıpları ise zaman ve mekandır. Buna göre, biz şeyleri zorunlulukla zaman ve mekan içinde olan şeyler olarak algılarız. Bununla birlikte, zaman ve mekan duyu-deneyinden türetilmiş ideler, izlenimler ya da kavramlar değildirler. Zaman ve mekanla, Kant'a göre, doğrudan ve aracısız olarak sezgide karşılaşılır. Bunlar sezginin apriori, yani her türlü deneyimden önce gelen ve her tür deneyin onsuz olunamaz koşulları olan kalıplarıdırlar. Yani, bunlar duyu-deneyindeki nesneleri her zaman kendileri aracılığıyla algılamakta olduğumuz gözlüklerdir.

    O zaman ve mekanla ilgili bu öğretisine transendental estetik adını verdikten sonra, transendental analitiğe, kategoriler öğretisine geçmiş ve tıpkı, duyarlık ya da deneyimin apriori algı formları içermesi gibi, doğaya ilişkin araştırma ve bilginin de bağıntı, töz ve nedensellik türünden apriori ilkeleri içerdiğini göstermiştir. En sıradan düşüncede bile, sistematik olmayan bir tarzda varolan bu kategoriler, matematiksel-mekanik bir doğa biliminin temel öğeleri olarak ortaya çıkar ve rasyonel bir doğa kavrayışını mümkün hale getirir.

    Başka bir deyişle, düşüncenin ya da insan zihninin duyu-deneyinden gelen malzemeye bir birlik kazandırması veya söz konusu malzemeyi bir sentezden geçirmesiyle ilgili olan belirli kategorilerin bulunduğunu ifade eden Kant'a göre, zihin söz konusu sentez ya da birleştirme faaliyetini çeşitli yargılar ortaya koymak suretiyle gerçekleştirir, öyle ki bu yargılar bizim dünyaya ilişkin yorumumuzun temel bileşenlerini meydana getirir.

    Deneyimde söz konusu olan çokluk, Kant'a göre, bizim tarafımızdan nicelik, nitelik, bağıntı, töz gibi belirli değişmez formlar ya da kavramlar aracılığıyla değerlendirilir ya da yargılanır. Örneğin, nicelikle ilgili bir yargı söz konusu olduğunda, zihnimizde bir ya da çok olan vardır. Nitelikle ilgili bir yargı ön
#14.08.2007 20:12 0 0 0
  • Miletli Thales


    (M.Ö. 640 - 550) Aristo bu fizikçilerin ilki olarak Milet'li Thales'ten söz eder. Eski bir İonia kolonisi olan Milet, Batı Anadolu kıyılarının zengin bir ticaret kentidir. Bir söylentiye göre Thales M.Ö. 585 yılında güneşin tutulacağını önceden haber vermiş. Eğer söylenti doğru ise, Thales'in düşünüş biçimiyle ilgili bir kaynak bazı geometri konularını Thales'in bulmuş olduğunu haber verir. Bu söylenti, bizi Thales'in Mısırlıların geometrisini bildiği ve belki de Mısır'da bulunduğu düşüncesine götürüyor.

    Tüm bu bildirilenlere inanmak gerekirse; Thales'i, pek çok geziler yapmış ve bu gezileri rastgele değil de bilgi edinmek için yapmış bir insan olarak benimsemek gerekir. Belki de bu gezilerinde Thales, zamanının iki büyük bilim merkezine, yani geometrinin vatanı olan Mısır'a ve zengin astronomi gözlemleri olan Babil'e de gezi yapmış olabilir. Mısırlıların geometrisi ile Babillilerin astronomisi, Yunanlıların eski Doğu kültüründen miras olarak aldığı iki önemli bilimdir. Yunan düşüncesinin gelişmesinde bu iki bilimin çok büyük etkisi vardır.

    Thales'in felsefesi ile ilgili olarak Aristo tek bir yargıdan söz eder: "Herşeyin kaynağı su'dur." Bir başka deyişle: Herşey ıslak bir maddeden çıkmıştır. Thales acaba bu yargıya nasıl ulaşmıştır? Aristo bu konuda bazı tahminlerde bulunuyor. Çünkü o Thales'in yapıtlarını kendisi görmüş değildi. Aristo'nun tahminine göre Thales bu tezini doğanın gözlemlerinden çıkarmış olsa gerekir.

    Aristo'nun bu tahmini büsbütün yanlış sayılmaz. Çünkü Thales, büyük bir olasılıkla, Mısır'da bulunmuştur. Mısır'daki tüm yaşam, bilineceği gibi, her yıl yinelenen Nil'in taşkınlarından etkileniyordu. Belki de Thales Nil'in taşkınlarından sonra bitki ve hayvan yaşamlarının nasıl birdenbire fışkırdığına kendisi tanık olmuştur. İşte bu gözlemdir ki Thales'e suyun yaratıcılığını ilham etmiş olabilir.

    Ayrıca Thales'in kendisi de bir sahil kenti olan Milet'lidir. Bu ve benzeri tezlerin eski dönemlerden beri var olduğunu da dikkate almak zorundayız. Nitekim Homer, herşeyin temelinde okyanusun bulunduğunu savunuyordu. Başlangıçta yalnız su vardı, karalar sonradan oluşmuştur. İşte eskiden beri var olan bu düşüncelere, Mısır'daki gözlemlerini de eklersek Thales'in herşeyin aslının "su" olduğu tezine nasıl ulaştığını anlamak daha bir kolaylaşır.

    Burada şu noktaya dikkat etmelidir: Thales tüm varlığı, temel görevini üstlenen tek bir temel unsura "Arche"ye, yani suya dayandırmaktadır. Bu temel unsur yalnızca herşeyin başlangıcında bulunmaz, aynı zamanda tüm varlıkları da oluşturur.

    Thales'e göre herşeyin başlangıcı belirli bir unsurdur. Gerek sonraları ve gerekse günümüzde bu madde, bu unsur, edilgen birşey olarak anlaşılmaktadır. Edilgen maddenin karşıtı olan etken maddeyi, "canlı" olarak benimseyebiliriz. Ancak Thales için maddenin karşısına konacak başka birşey yoktur. Çünkü ona göre, maddenin kendisi, doğal olarak canlıdır. Nasıl canlı bir varlık hareket eder ve biçimini değiştirirse, canlı olan bu madde de hareket eder ve değişim halinde bulunur.

    Bunun içindir ki Thales: "Nasıl oluyor da sudan tüm varlıklar meydana gelebiliyor?" sorusunu sorma gereksinimi duymaz. Çünkü temel olan unsur "su"dur ve de su canlıdır. Her canlı gibi o da öteki varlıkları kendisinden yaratmak gücüne sahiptir. Daha sonraları bu maddeyi canlı ve yaratıcı var sayma görüşüne "Hylozoizm" denmiştir. Aristo'nun aktardığına göre bu görüş, aynı zamanda, her şeyde Tanrıların gizli olduğuna da inanır. Yani herşey Tanrılarla dolu demek, herşey canlı demek oluyor.

    Thales'de farklı olan şey; birtakım gözlem ve düşüncelere dayanarak evrenin kaynağını açıklamak için, bir denemeye girişmiş olmasıdır. Bu açıklama, suyun organik yaşam için gerekliliğiyle ilgili gözlem ve deneylere dayanır. Bu dönemde yapılan gözlemlerden başka, Thales'in kendine ait, tümüyle teorik olan düşünceleri vardır.

    Bu teorik görüşler, evrenin bir başlangıcı olması gerektiği düşüncesinden hareketle: "Hiçten hiçbir şey mey dana gelmez "kuramına dayanır. Hiçten hiçbir şey meydana gelmeyeceğine göre bu evrenin başlangıcında yaratıcı bir varlığın bulunması gerekir.

    Thales'in evrenin oluşumu ile ilgili başlıca görüşleri bunlardır. Onun bu görüşlerini bir yana bırakırsak, Thales'in evren düşüncesi eski şairlerinkinden pek farklı değildir. Thales'te de, aynı eski şairler gibi, evreni bir okyanusun kapladığı ve dünyanın bu okyanus ortasında düz bir tekerlek (kurs) gibi yüzdüğü görüşü, güçlü bir olasılık olarak vardır.



    Anaksimenes


    (M.Ö. 550 - 495) M.Ö. 500 yılından biraz önce ölen Anaksimenes, Anaksimandros'un öğrencisidir ve Milet Okulunun sonuncu filozofudur. Ondan sonra İranlılar tarafından alınarak yakılıp yıkılan Milet (M.Ö. 494) ile birlikte Yunan felsefesinin bu en eski düşünüşü sona ermiştir.

    Anaksimenes'in kendisinden sonrakilere ulaşan yapıtı, fizikçilerin geleneğine uygun olarak: "Doğa Üzerine" adını taşır. Aristo'nun aktardığı bilgilere göre, Anaksimenes'in düşünceleri daha çok Thales'e yakındır. Bu durum, Anaksimandros'a göre bir gerileme sayılabilir. Thales'te olduğu gibi, Anaksimenes de dünyanın düz bir tekerlek (kurs) olduğunu varsayar.

    Ancak Anaksimenes'e göre, dünya hiçbir şeye dayanmaksızın havada durmaktadır. Ayrıca Thales'in "su" ana maddesinin yerini Anaksimenes'te "hava" alır. Böylece Anaksimandros'un aksine, ana maddeyi sınırlandırır, yani belirli bir madde ile bir tutar. Anaksimenes'in, Thales'teki su yerine neden havayı koyduğunu anlamak güç değildir.

    Thales'in ana madde olarak suyu alması, suyun yaşam açısından taşıdığı önemden kaynaklanır. Aynı şeyler ve hatta daha da çok, hava için de söylenebilir. Bir kere havanın kapladığı alan sudan daha geniştir. Havanın fırtınaları suyunkinden daha şiddetlidir. Son olarak, yaşayan varlıklar için hava sudan çok daha önemli ve gereklidir.

    Anaksimenes havayı suyun yerine koymakla ana maddeyi yine belirli bir şeye dönüştürmüş oluyor ve Thales'e yaklaşıyor. Bununla birlikte öteki bazı noktalarda Anaksimandros'tan da ileride olduğunu söyleyebiliriz. "Ruh" kavramı ile ilk kez Anaksimenes'te karşılaşıyoruz. "Tüm canlıların ruhu vardır" diyen Anaksimenes, doğada canlı-cansız ayırımını ilk kez yapan düşünürdür.

    Ona göre canlı olanı ayakta tutan ruhtur. Ruh bedenden ayrılınca bedenin çürümesi bunun kanıtıdır. Ruh nedir? Ruh solunan havadır. Son nefes ile birlikte ruh bedenden ayrılır. Bu görüşü ilk kez Anaksimenes bulmadı, çok önceleri biliniyordu. Eski dillerin çoğunda ruh ile soluk aynı anlamdadır. İnsan yaşadığı sürece solunum yapar. Solunum yapıldığı sürece ruh bedende kalır. İnsanın soluk alışı bitince ruh ve yaşam onu terkeder, ondan ayrılır.

    Bunun içindir ki hava yaşatan, yaşamı sağlayan unsurdur. Anaksimandros varlıkların Apeiron'dan çıkışlarını belirsiz bir biçimde açıklamıştı, yalnızca zıt niteliklerin oluşumuna dikkat çekmişti. Oysa Anaksimenes doğanın oluşumuyla ilgili çok daha somut, çok daha açık olan düşünceler üretmiştir. Ona göre herşey havadan oluşur. Hava hem gevşeyen ve hem de sıkışabilen bir şeydir. Hava gevşeyince yukarıya doğru yükselen ateş olur.

    Hava sıkışınca önce buhar ve duman olur. Bu duman ve buhar bulutları daha çok sıkışınca yağmur olur, su olur. Suyun sıkışması sonunda önce çamur, sonra toprak, en sonra da taş olur. O halde ateş-su-toprak öz olarak hava ve onun gevşeyip sıkışmasının dereceleridir.

    Böylece Anaksimenes, Anaksimandros'un doğa oluşumunu belirsiz ve yetersiz açıklayışı yerine somut ve net bir açıklama şekli getirmiştir. Doğanın oluşumunun bir yasaya bağlı olduğu noktasında ise iki düşünür de aynı görüştedir. Anaksimenes'e göre de, tek tek maddelerin ana maddeden oluşması ve belirli bir biçim kazanması olayı bir yasaya uygun olarak tamamlanır.

    Anaksimenes'in düşünceleri İlkçağda çok etkili olmuştur. Onun düşüncelerinin izlerini, kendisinden sonraki pekçok düşünürde görüyoruz Bu düşüncelerin geniş bir alana yayılmasında, Milet'in İranlılarca alınması ve tahrip edilmesi sonucu öğrencilerinin her yöne dağılmaları etkili olmuştur.

    Anaksimenes, aynı Anaksimandros gibi bir fizikçi, bir doğa bilginidir. Onun da öncelikle doğa olaylarıyla ilgilendiğini görüyoruz. O da doğa olaylarını, bir doğa bilimcisi gibi açıklamak istemiştir. Bunun içindir ki, onun açıklamalarında da dinî yorumlara rastlanmaz. O da eserini, ölçülü ve yansız bir anlatımla yazmıştır. Bundan sonra göreceğimiz filozoflar ise özellikle bu açıdan farklıdırlar. Bunları izleyen dönemlerdeki filozofların, özellikle mitolojik ve dini düşüncelere yöneldiğine, dini ve mitolojik düşünceye büyük önem verdiklerine tanık oluyoruz.

    Milet Okulunun üç filozofuna Aristo, haklı olarak, "fizikçiler" adını vermiştir. Çünkü bu üç düşünür de, yalnızca doğa ile ilgili konulara eğilmiştir. Üç düşünür, doğa olaylarını yine doğal nedenlere bağlı kalarak açıklamak istemiştir. Kuşkusuz bunlar zaman zaman Tanrılardan da söz etmişlerdir. Onlar Tanrılar ile doğadaki yaratıcı ve yapıcı gücü anlamıştır.

    Gerçi Anaksimenes ruhtan da söz etmiştir, fakat ondaki ruh, yaşamı ayakta tutan, yaşamı sürdüren "nefes"ten başkası değildir. Bu üç düşünürde din ve ahlâk problemleri önemli yer tutmaz. Nitekim bunların yapıtlarında şiirsel bir anlatım yerine ölçülü bir düzyazı kullanmaları bunu doğrular.



    Pisagor (Pythagoras)

    (M.Ö. 570 - 496) Bizi Orphik dininin Tanrılar ve ruh konusundaki görüşlerinden çok, zamanındaki felsefe akımları üzerinde yaptığı etkiler ilgilendirir. Bu etkileme gerçekten derin olmuştur. Bu etkiyi, en belirgin biçimde, özellikle Pisagor (Pythagoras)'da buluruz. Pisagor'un yaşamı ve kişiliği konusunda pek az şey biliyoruz.

    Bilgilerimiz yarı efsane biçimindedir. Gerçi bugün elimizde Pisagor'un adını taşıyan bazı yapıtlar bulunmaktadır. Fakat bunlar, Pisagor'un yapıtları olmayıp, özellikle M.S. aynı görüşü izleyenlerce yazılmış yapıtlardır. Pisagor ile ilgili kesin birşey bilemeyişimiz, kişiliğinin gerek kendi sağlığında ve gerekse öldükten sonra bir efsane biçimine dönüşmüş olmasındandır.

    Nitekim onun ölümünden uzun zaman sonra, Milattan sonraki yüzyıllarda Pisagor'un kişiliği ve düşünceleri yeniden güncelleştirilerek dinî bir akımın temeli yapılmıştır.

    Pisagor'un yaşamıyla ilgili kesin bilgilerimiz şunlardır: Pisagor Sisam adasında doğmuştur. Genç yaşında güney İtalya'ya göç etmiştir. O sıralarda güney İtalya'da bakımlı ve zengin Yunan kolonileri bulunuyordu. Pisagor güney İtalya kentlerinden bir koloni olan Kroton'da yerleşmiş ve burada tarikatını kurmuştur.

    Onun okulu Milet okuluna benzetilemez, onun kurmuş olduğu okul daha çok bir tarikattır, bir din cemaatidir. Bu cemaat taraftarları belli bir yaşam biçimini garanti ederler. Bunlar et yemez, keten elbise giyer ve kurban kanı sunmazlar, yani hayvan öldürmekten kaçınırlar. Bu yasak, ruh göçü kuralı ile ilgilidir.

    Nedeni ise, kesilen hayvanın bu kılığa girmiş bir akraba ruhu olasılığı taşımasıdır. Böylece bilmeyerek bir akrabanın kanına girilmemiş olunur. Bununla birlikte cemaat üyelerinin kesinlikle dikkat etmeleri gereken birtakım ahlâk kuralları vardır. Sözgelişi somut nazlardan olabildiğince kaçınmak, temiz ve namuslu bir yaşam sürmek, somut gereksinimlerden sakınarak ruhun bedene olan bağımlılığını önlemek gibi...



    Ksenofanes ve Elea Okulu

    (M. Ö. 575-490) Pisagor, Anaksimandros ve Anaksimenes'in görüşlerini Anadolu'dan Yunanistan'a ve güney İtalya'ya taşıyanlardan biridir. Pisagor'un yurdu olan Sisam adasından ayrılarak Güney İtalya'ya yerleşmesine, Anadolu'nun İranlılar tarafından işgal edilmesi sebep olmuştur.

    Pisagor gibi yurdunu terkedenler arasında, çağdaşı olan filozoflardan Ksenofanes de vardır. Ksenofanes Batı Anadolu kıyılarında doğmuş ve genç yaşında yurdundan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Bize kadar ulaşan yazılarından anlaşıldığına göre; o da Anaksimandros ve Anaksimenes gibi filozofların yapıtlarını biliyordu.

    Ksenofanes aynı Pisagor gibi, bir bilgin olmaktan çok bir yenilikçidir. Yaşamı konusunda bildiklerimiz ise: Güney İtalya'da çok gezmiş ve gittiği yerlerde öğretici ve eğitici nitelikteki şiirlerini okuyarak dikkatleri üzerine çekmiştir. Yaşamının sonlarına doğru, günümüze ancak yıkıntıları kalmış olan "Elea." kentine yerleşmiştir. Bu Elea kenti sonradan ünlü bir felsefe okulunun merkezi olmuştur.

    Herşeyden önce bir din yenilikçisi olarak tanıdığımız Ksenofanes, özellikle, kökleri Homer ve Hesiod'a kadar inen, halkın Tanrı kavramı ile savaşır. Halk dini, Tanrıları insanlaştırıyordu. Bir yazısında Ksenofanes, Homer'den şikayet eder. Çünkü Homer Tanrılara insanların çirkin ve kötü davranışlarını yüklemiştir. Homer'in şiirlerindeki Tanrılar biri ötekini aldatır, entrikalar çevirir, hırsızlık yapar, özetle insanlardaki tüm kötülüklere sahiptir. Buna karşı Ksenofanes Tanrı kavramına ahlâki bir temel kazandırmak ister.

    Ona göre; bir yandan Tanrılara saygı duymak, öte yandan onlar için bu tür çirkin masallar uydurmak, biri öteki ile uyuşmaz. Ayrıca Ksenofanes, Tanrıyı insan biçiminde tasarlamaya da karşıdır. Onun verdiği örnek ile bu durumu açıklarsak: Zenciler Tanrıların siyah renkli, kıvırcık saçlı, kalın dudaklı olduğunu düşünür.

    Güney Trakyalılar ise Tanrılarını mavi gözlü, sarı saçlı olarak tasavvur eder. Şayet öküzler de resim yapmasını bilebilselerdi Tanrılarını herhalde öküz şeklinde çizeceklerdi. O halde herkes Tanrıyı kendi biçiminde tasarlayacaktır. Gerçekte ise Tanrı ne insan ve ne de hayvan biçiminde olamaz. Tanrı birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir, hareket etmez, sabittir, değişmez, ölümsüzdür, soyut gücüyle evrendeki tüm davranışları ve değişmeleri düzenler. Bu düşünceleri ile Ksenofanes daha sonraları Eflâtun ve Aristo'da gördüğümüz Tanrı kavramının hazırlayıcısı olmuştur.

    Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteist (tek Tanrı) hır görüşe sahiptir. Ancak ondaki monoteizm Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır. Çünkü onun Tanrı kavramı, aynı zamanda panteisttir (Tanrı ile evreni özleştirmek). Yani Hıristiyanlıktaki ya da Müslümanlıktaki gibi, Tanrı bir yaratıcı olmayıp evren ile aynıdır, özdeştir, evrene eşittir.

    Tanrıya bir biçim vermek gerekseydi, her halde evren biçiminde, yani küre gibi düşünmek gerekirdi. Hareketini kendinden yaratan bu evren, Tanrının kendisidir. Demek ki, Ksenofanes bir yandan Tanrı kavramına ahlâkî bir öz kazandırırken, halkın kaba görüşlerinden arındırır, öte yandan Tanrı ile evreni aynı ve özdeş sayar.

    Ksenofanes'in fizik anlayışında, ondaki bu panteist dini görüş etkili olmuştur. Ksenofanes'ten bize ulaşan yazılardan onun Anaksimandros ve Anaksimenes'teki doğa kavramını bildiğini görüyoruz. Bu yazılarında, evrendeki en önemli unsurun hava olduğu, ruhun insan bedenini kavrayan canlı bir soluk olduğu, güneşin ise yanan bir bulut olduğu vurgulanır. Bu anlayış Anaksimenes'i anımsatır.

    Ksenofanes Anaksimandros gibi dünyanın başlangıçta tamamen sularla kaplı olduğunu ileri sürer. Buna kanıt olarak da, dağlarda gezinirken rastlanan balık fosillerini gösterir. Başlangıçta bir bütün olan bu evren sonradan zıtlıklara ayrılmıştır. Bu zıtlıklar bize kendisini unsurlar halinde tanıtır.

    Ksenofanes'in yaşamının sonlarına doğru yerleştiği Elea kentinde sonradan kurulmuş olan bir felsefe okulu Yunan felsefesi tarihinde ilk gerçek felsefi tartışmayı başlatmıştır. Bu tartışmayı başlatan Efes'li Heraklit'tir. Heraklit; okulun kurucusu Parmenides'ten yaşlı, onun çağdaşı Ksenofanes'ten gençtir.



    Efesli Heraklit (Herakleitos)

    (M. Ö. 540-475) Batı Anadolu'da kurulmuş olan ancak bugün yıkıntıları oldukça içerlerde kalan Efes, Heraklit'in zamanında, aşağı yukarı M.Ö. 500 yıllarında zengin bir kıyı kentiydi. O zamanlardaki bu tür ticaret kentlerinin çoğu gibi Efes'te de siyasî bir huzursuzluk ortamı vardı. O dönemin tüm Batı Anadolu'daki Yunan kolonileri, batı yönünde genişleyen İranlıların sürekli tehdidi ve baskısı altındaydı.

    Kent içinde ise Aristokrat Parti ile Demokrat Parti arasında bir türlü sonu gelmeyen tartışmalar yaşanıyordu. Bir süre Efes Heraklit'in yakın dostlarından bir aristokrat tarafından yönetildi. Bu aristokrat yönetimin, demokratlarca zor kullanılarak devrilmesi Heraklit'in iç yaşamında derin izler bırakmıştır. Heraklit'ten bize kalan bir yazısında onun demokrat yönetimi şiddetli bir şekilde eleştirdiğine tanık oluyoruz.

    Bu devrimden sonradır ki Heraklit'in yaşamı içe kapalı bir görünüm almış ve bu durum onun düşüncelerini etkilemiştir. Öyle ki, bu durumu onun yapıtlarında açık bir şekilde görebiliyoruz. Heraklit'in yapıtlarında gururlu, insanları küçümseyen, kendine aşırı güvenen, kendi yeteneklerine inanmış bir tutum sergilenir. Yapıtlarını özellikle güç anlaşılacak biçimde yazmıştır.

    O, küçümsediği halk tabakası tarafından anlaşılmak istemiyordu. Yalnızca sendi düzeyindeki insanların yapıtlarını anlayabilmesini istiyor ve onlar için yazıyordu. Bu durumu o kadar ileri götürmüştür ki, sonunda kendisi "karanlık" takma adıyla anılır olmuştur. O, yapıtını Anaksimandros ve Anaksimenes gibi kuru bir düzyazı biçiminde değil, kısa ve anlamlı vecizeler biçiminde kaleme almıştır.

    Heraklit yapıtında "çok şey bildiri"ni yazdığı Pisagor'dan da söz etmiştir. Gerçi Pisagor matematik ve müzik alanlarında başarılı olmuştur fakat, uğraşılması gereken konu; evrenin temeli ve anlamı problemleri olmalıdır. Bu anlamda Heraklit Milet okulu filozofları ile aynı görüşü paylaşır. Hareket noktası onlarınkine paralellik gösterir. Yalnız Heraklit ana madde (Arche) olarak "ateş"i alır. Maddenin var oluşu ve yok oluşu probleminde de Milet okulu ile uyum içindedir.

    Ona göre tüm evren ateşten var olmuştur ve bir süre sonra yine ateşe dönecektir. Evrenin var oluşu ve yok oluşu olayı periyodik olarak sonsuz kere yinelenecektir. Evren, belirli dönemlerde var olan ve yine belirli bir dönemde yok olan bir olgudur.

    Heraklit'te yeni olan taraf; evrenin birden bire bir oluş ve yok oluş olgusu olarak görülmesidir. Milet okuluna göre evren özü somut olan bir şeyden; sudan ya da havadan yapılmıştır, her şeyin özünde bu maddeler bulunur. Heraklit ise ateşi ana madde yapmakla, varlıkların özde bir madde değil, bir olgu olduğuna dikkat çekmiştir.

    Heraklit'e göre sabit bir şey yoktur, her şey aynı ateş gibi, sürekli bir değişim içindedir. Gerçi ona ait olduğu var sayılan "Her şey akıyor" cümlesini onun yapıtlarında bulamayız. Heraklit'in görüşünü, sonraki dönemlerde, bu cümle ile çok güzel bir biçimde dile getirmişlerdir. Heraklit'in evren olgusu dediği şey; bir yandan ateşe, öte yandan da bir nehirin akışına benzer.

    Onun ünlü deyişiyle: "Bir nehirde iki kez yıkanılamaz, çünkü dün girdiğim nehir bugün artık aynı nehir değildir, dünkü sular akıp gitmiştir. Bununla birlikte biz dünkü nehiri bugünkü nehir ile aynı sayarız." Acaba gerçek böyle midir? Kesinlikle böyle değildir. Biz nehirin dış görünüşüne aldanıyoruz.

    Heraklit'e göre: Nerede bir sabit şey olduğuna inanırsak, bu inancımız her zaman bir kuşkuya, bir aldanmaya dönüşecektir. Nitekim, her şey gibi, insanın kendisi de, bedeni de, ruhu da sürekli değişim içindedir. Çünkü bugünkü bedenim, dünküne göre tümüyle başka unsurlardan oluşmuştur. Çevresindekilere dikkatle bakmayı bilen kişi, her şeyin sürekli değiştiğini görecektir. Ancak yüzeysel bakış ile bu değişim kavranamaz. Gök cisimleri de bu değişimin dışında olamaz.

    Anaksimandros'un "güneşin dünya çevresinde döndüğü" görüşüne karşı çıkar. Heraklit'e göre güneş kendisini her gün yeni baştan yaratır. Akşamları sönen bu ateş sabahları yeniden yakılır. Sürekli hareket ve değişim içinde olan evrende, sabit kalan bir şey, bir yasa vardır. Sabit kalan, değişmeyen şey "madde" değil, tüm değişimi yöneten "yasa"dır. Anaksimenes'e göre de evrendeki tüm olaylar belli bir yasaya bağlı olarak meydana gelirler.

    Bu görüş Heraklit tarafından daha net, daha kesin bir biçimde ileri sürülmüştür. Bu yasa anlayışını aydınlatmak için Heraklit alışverişi örnek verir. Biz para verir karşılığında mal alırız. Sonra bu malı, dilersek, yeniden satarak paraya dönüştürebiliriz. Paranın mala, malın paraya dönüşmesi olayı sonsuz kez yinelenebilir. Bu değişimde tek sabit kalan şey, para karşılığı mal ve mal karşılığı para edinebilme "yasa "sidir. Aynen bunun gibi, evrendeki oluşu yöneten bir yasa vardır: Bu yasa, maddenin karşıtına dönüşümü yasasıdır. Sıcağın soğuğa, sıvının katıya vb. dönüşü. Bu düşünce şekli Anaksimandros için de geçerlidir.

    Milet okulunun gelişmesi M.Ö. VI. - V. yüzyıllar arasında olmuştur. Heraklit'in olgunluk çağı da M.Ö. 500 yıllarına rastlar. Heraklit de Milet okulu gibi, evrenin yaratılışı probleminden hareket etmiştir. Ancak o, ana madde olarak ateşi almıştır. Anaksimandros ise, her şeyin sonunda aslına döneceğim savunur. Heraklit de bu konuda Anaksimandros gibi düşünür.

    Ateşten meydana gelen her şey, en sonunda, dönüp dolaşıp yine ateş olacaktır. Sonra ateş, yeniden her şeyi yaratacaktır. Bir "devri daim", bir kısır döngü olan bu oluş ve yok oluş sonsuz bir olgudur. Heraklit'in ana madde olarak aldığı ateş de, su ve hava gibi, duran bir şey değildir. Sürekli değişen bir unsurdur, sürekli değişen bir oluştur, sürekli değişen bir olgudur.

    Bu nedenle, evren de sürekli bir değişim içindedir. Bu evrende sabit olan, aynı kalan bir şey arayan yanılır. Sabit sanılan her şey yalnızca bir görünüşten başkası değildir. Evrendeki bu sürekli oluşum, maddenin karşıtlarına dönüşmesi biçimindedir: Sıcağın değişerek soğuk olması, sıvının değişerek katı olması gibi. Oluş, karşıtların var olmasını gerekli kılar.

    Heraklit'e göre her şeyin başlangıcını, varlıklar arasındaki karşıtlık oluşturur. Bu sürekli mücadele, varlıkların var olma nedenidir. Evrende var olduğunu gözlemlediğimizi sandığımız şeyler, aslında varlıklar arası zıtlığın bir süre için var olmayışıdır.

    Heraklit bu zıtlığın, evrenin her yerinde etkili olduğunu savunur. Dünya ve onu çevreleyen ateş küresi arasında da zıtlık vardır. Canlılık ilkesi olan erkek ve dişi arasında da zıtlık bulunur. Bu zıtlıktan evrendeki sürekli oluş doğar. Evrende her şey akış halindedir. Tüm varlıklar bir nehrin akışına benzetilebilir. Bir nehire iki kez girilemez, çünkü sular her an akıp gitmektedir. Bunun için evrende sabit bir şey aramaya kalkarsak hata ederiz.

    Bu görüş bizi ilk kez Heraklit'te rastlanan önemli bir düşünüşe ulaştırır: "Görünüş evreni" ile "gerçek (reel) evren "in birini ötekinden ayırma gerekliliği. Görünüş evreni, duyularımızla algıladığımız evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek (reel) evreni ise ancak akıl ile kavrayabiliriz. Görünüş evreni sabit ve sürekli maddelerden oluşuyor gibi görünür.

    Oysa gerçek evren sürekli akış halindedir. Duyularımız bize bir nehiri hep aynı nehir olarak gösterir ve bizi yanıltır. Fakat akıl bize gerçeği, evrenin gerçek görünüşünün nasıl olduğunu gösterir. Bunun içindir ki her zaman akla uymalı, duyumlarımızın bizi aldatmalarına kendimizi kaptırmamalıyız.

    Bu evrendeki sonsuz değişmeler içinde tek sabit kalan şey, bu değişmeleri yöneten yasadır. Her değişme, bir ölçüye göre olur. Bunun içindir ki "Evrende hiçbir şey kaybolmaz", her şey yalnızca belli bir oran içinde yeniden oluşur. Bu genel yasaya Heraklit "logos" adını verir. Logos; söz, kelime demektir. Kelime, harflerin birbirlerine bağlı olmadan yanyana duruşlarının aksine, ilişkili ve anlamlı bir söz oluşturmasıdır. O halde logos anlamlı ve ilişkili bir söz, daha genel anlamda olmak üzere de, cümle ya da nutuk anlamına gelir. Bu kavrama daha geniş bir anlam verilerek, "akıl" anlamında da kullananlar olmuştur.

    Bir kitap birçok cümlelerden oluşur ve arka arkaya gelen bu cümleler arasında bir ilişki vardır. Bir kitap gibi ya da bir nutuk gibi, evren de anlamlı ve ilişkili bir varlıktır. Evrendeki tüm olaylara logos (akıl) hükmeder. Bu akılın bir parçası da insandaki akıldır. İnsandaki akıl, Heraklit'in Tanrı dediği ve ateş ile eş saydığı, evrendeki oluşu yöneten "tümel akıl"ın bir parçasıdır.

    Bu görüşü daha açık bir duruma getirmek istersek, diyebiliriz ki: Evren, içinde aklın egemen olduğu canlı bir organizmadır. Sanki canlı bir organizma gibi bu evren de belli bir amaca göre kendisini durmaksızın yeniden yaratır. Biz insanlar ise bir organizma olan bu evrenin çocuklarıyız. Gerçeği kavrayan aklımız, evrenin kutsal aklının bir parçasıdır.

    Dine karşı aşırı bir ilgi gösteren filozoflara Heraklit'i de katabiliriz. Bu filozoflar, içinde yaşadıkları çağın ahlâkî ve dinî görüşlerini düzeltmeye çalışmışlardır. Ksenofanes'te olduğu gibi, Tanrıların insanlara benzetilmesi ile savaşmışlardır.

    Heraklit'in Tanrı anlayışı, Ksenofanes gibi, monoteisttir. Ancak yine de aralarında önemli ayrılıklar vardır. Ksenofanes tüm evrene egemen olan kutsal gücün, sabit ve değişmez bir varlık olduğuna inanır. Tanrı ile evreni aynılaştırarak panteist bir görüşün savunucusu olur. Ona göre Tanrı da evren gibi, küre biçimindedir. Heraklit'te de panteizm vardır. Fakat Heraklit, Ksenofanes'in aksine, Tanrının değişmeyen sabit bir varlık değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur.
#14.08.2007 20:12 0 0 0
  • Thukydides

    (M.Ö. 460 - 400) Heredot'tan sonra Yunanlıların ikinci büyük tarihçisi Thukydides'tir. O, Atina ile Isparta arasındaki 30 yıl süren ve M.Ö. 404 yılında sona eren ünlü Pelopponnes savaşları sırasında yaşamış ve bu savaşları tasvir etmiştir. Thukydides, tarihi her şeyden önce, siyasî açıdan inceler ve tarih ile bunun için ilgilenir. "Pelopponnes Savaşlarının Tarihi" adlı yapıtında, özellikle bu savaşların nedenlerini ve sonuçlarını ele alır.

    O bu yapıtını, vatandaşlarına siyasî bir eğitim kazandırmak, onları siyasî açıdan bilgilendirmek için yazmıştır. Görüleceği gibi Thukydides, Heredot'a göre, çok farklı bir tarihçidir. Heredot yalnızca bir öykücüdür, oysa Thukydides tarihi, siyasî açıdan ele alan bir tarihçidir. Aralarındaki farklılığa rağmen, her ikisi de tarihçidir ancak tarih filozofu değildir. Bir başka deyişle, her ikisi de tarihi olaylarla ilgilenmişler, tarihin anlamı ve amacını, insanın tarih içindeki rolünü dikkate almamışlardır.

    Oysa Demokrit tam bir tarih filozofudur. Onu öncelikle, insanı tarih çerçevesinin bütünü içine yerleştirmek konusu ilgilendirir. Demokrit'in bilmek istediği: İnsanlık nasıl bir başlangıçtan bugünkü duruma gelmiştir, yani insanlık tarihinin evrimi nasıl oluşmuştur?

    Doğa filozofları, doğa olaylarının başlangıcını, doğanın özünü, doğanın yapısını öğrenmek istemişlerdi. Demokrit ise, tarih filozofu olarak, ayrıca insanlık tarihinin başlangıcını ve bu tarihe temel olan gerçekleri de bilmek istemiştir.

    Demokrit'in bu konuyu gözlem ve deneylere dayanarak cevaplandırması, kabul edilemez. O, insan toplumunun ilk durumuyla ilgili olarak, yalnızca bir tasavvur öne sürer: İnsan, tarihin başlangıcında hayvanlara benzer bir yasam sürmüştür. Doğanın sunduğu meyveleri toplayarak beslenmiş, mağara ya da ağaç kovuklarında barınmıştır.

    Özetle: Başlangıçta insanların bir kültürü yoktu. Kültür, yani insanların aletler yapması ancak sonraki bir gelişimin ürünüdür. Hastalık ve ölüm konusunda da insanlar bu ilk dönemde aynı hayvanlara benzer bir yaşam sürmüştür. Hastalıklar karşısında çaresizdiler.

    Toplumun bu ilk ve ilkel şeklini yaşayan insan çaresizlikler, korkular içindeydi. Çaresizlikler içinde yaşamak, insana bu çaresizliği çözmeye, bunun için bir şeyler bulmaya yöneltti. Başka bir deyişle çaresizlikler insanı buluşlar yapmaya zorladı. Söz gelişi insan topladığı meyveleri, bu meyvelerin bulunmadığı zamana kadar koruyup, saklamak zorunda kaldı. Soğuktan ve sıcaktan korunmak için evler yapıldı.

    Demokrit'e göre bu buluşlar yapılırken, hayvanların yaşamlarından çok fazla şeyler öğrenilmiştir. Söz gelişi kuşlar da yuva yaparlar. Hayvanlara korunmaları için doğanın verdiği silahlar, insanda korunmak için silah yapma düşüncesini doğurmuştur.

    Bu türden çaresizlikler ve sıkıntıların neden olduğu buluşlar yardımıyla insan, hayvan yaşamını andıran ilkellikten kendini kurtarmış, kültür yaşamına geçmiştir. Bu gelişmede insanın en büyük başarısı sayılması gereken buluş kuşkusuz "dil" olmuştur. Dil aracılığı ile insan öteki insanlarla anlaşabilme olanağına kavuşmuştur.

    Demokrit'e göre tarih, insan kültürünün, insan buluşlarının tarihinden ibarettir. İcatlar tarihi sürekli olarak artan bir gelişmeyi belgeler. Demokrit, gelişmeyi, tarihin odak noktası yapan düşünürdür. O, tutumuyla, kendisine kadar olan Yunan düşüncesine ters düşmüştür. Pek çok ulusun efsanelerinde, tarihin başlangıcında bir mutlu dönem yaşandığı, toplumun bir cennet yaşamı sürdüğü görüşü yaygındır. Eski Yunanistan'da bu görüşü ilk kez Hesiod belirlemiştir.




    Hesiod

    (M. Ö. VIII. yüzyıl) Hesiod'a göre insanlar altın döneminde basit ve tekdüze bir yaşam sürdüler, fakat buna rağmen çok mutluydular. Bu mutluluk döneminde henüz çelişme ve savaş yoktu. İnsanların başkalarına baskısı da söz konusu değildi. Bu dönem, insanlar arasında tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü, doğa nimetlerinden rahatlıkla yararlanıldığı altın bir dönemdir. Hesiod'a göre, bu başlangıç dönemi, tam anlamıyla bir barış ve huzur dönemidir.

    Demokrit ise bu ilk dönemin bir sıkıntı ve çaresizlik dönemi olduğuna inanır. Hesiod'a göre, insanın en tehlikeli buluşu ve icadı olan para, yani servetin ortaya çıkması, insanların güçlü-güçsüz diye iki sınıfa ayrılmasına neden olmuştur. Altın dönem sona ermiş, demir dönemi yani çekişme ve kavga dönemi başlamıştır.

    Bundan sonra insanlar arasında para, servet, güç uğruna bir çekişme başlamıştır. Böylece adaletin bulunmadığı, bir baskı, bir zorlama dönemi yaşanır oldu. Fakat zamanla insanda ilk duruma geri dönme, o mutlu dönemi yeniden yaşama isteği doğdu. İnsanlık, şimdi yaşadığı kötü koşullardan kurtularak ilk mutlu döneme dönebilme tutkusunu sürekli içinde taşıdı.

    Hesiod'un bu görüşü, Demokrit'in gelişme görüşü ile çatışır. Demokrit'e göre insanlık tarihi, sürekli bir gelişimdir. İnsan, tarihinin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştur.

    Hesiod'a göre ise bu tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir. Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden altın dönemine dönen bir yol izler. Empedokles bu altın dönemi pek parlak, pek hayalci bir biçimde canlandırır: Bu dönemde insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık yoktu, doğa canlılara nimetlerini bol bol sunuyordu.

    Tarihin akışıyla ilgili birbiriyle çatışan bu iki görüşe, felsefe tarihinin akışı içinde sık sık rastlayacağız. Bunu doğrulamak için büyük bir sıçrama yaparak XVIII. yüzyıla bir göz atalım.




    Archytas

    (M.Ö. 430 - 348) Pisagorcuların en önemli başarılarının, evreni matematiksel düşüncelerle açıklama çabası olduğunu biliyoruz. Ancak, hatırlanacağı gibi, Pisagorcular matematiği sonunda bir sayılar sezgiciliği (mistiği) haline getirdi.

    Onlara göre nesneler arasındaki tüm oranlan sayılarla göstermek olasılığı vardır ve de bu gereklidir. Pisagorcular sayılar evreninin gerçek evrenin örneği olabileceğine inanırlar. Bu gerçek örneği incelemekle, onun bir görüntüsü olan doğayı da kavramış oluruz. Bu anlayış, kuşkusuz abartılıdır. Ancak ilk düşünmelerde bu tür abartılara her zaman rastlanır.

    Gerçekte doğru ve yararlı olan bu düşünüş, hemen abartılarak her alana uygulanmak istenmiştir. Pisagorcuların bir başka özelliği de ikicilikleridir (düalizm). Onlar evrende biri ötekine zıt iki öğenin geçerli olduğunu benimser. Bu öğelerden biri "sınırsız" alandır.

    Ötekisi ise bu sınırsız alanda bir "sınır" çizendir. Sınırsız olan uzaydır. Bu uzayda aralık yoktur, bitişiktir. Sınırlı olan, bu uzay içine konmuş olan noktalardır. İşte bu görüşten hareket eden Pisagorcular Demokrit'inkinin tam karşıtı bir evren görüşüne ulaşırlar.

    Demokrit'in boş bir uzay varsaydığını biliyoruz. Oysa Pisagorcular uzayı madde ile aynileştirirler. Başka bir deyişle, uzayın aynı cinsten olan sıvı bir madde olduğuna ve sıvı içinde dönüşüm yapan hareketlerde bulunduğuna inanırlar. Demokrit ise boş uzayda atomları hareket ettirir. Pisagorcular ile Demokrit arasındaki bu karşıtlığın yeni zaman felsefesinde yeniden güncelleştiğine tanık oluyoruz.

    XVII. ve XVIII. yüzyıldaki iki karşıt fizik anlayışından biri, Demokrit'ten hareket eder, öteki ise daha çok Archytas'tan (Descartes fiziği).

    Archytas ve yandaşları Demokrit'in, özellikle dokunma duyumunu temel alışını eleştirir. Gerçekten Demokrit'e göre bize nesnenin gerçek yapısını tanıtan dokunma duyumuzdur. Öteki duyumlar bize nesnenin yalnızca görünüşlerini tanıtırlar.

    Oysa Pisagorculara göre dokunma duyumuz da bizi, öteki duyularımız gibi, yanıltır. Söz gelişi dışardaki şeyler gözümüzde renk etkisi oluşturur. Bir şeye dokununca da elimizde sertlik etkisi oluşur. Bunun içindir ki dokunma duyumuz, görme duyumuzdan kesinkes farksızdır. Şayet nesne gerçek yapısı yönünden renkten uzak-ara yoksun ise, aynı zamanda sertlikten de yoksundur. Nesnenin yapısına dönük gerçek niteliği; uzayda yer tutması, yer kaplamasıdır.

    Sonraki Pisagorcularla ilgili olarak özellikle Eflâtun'un "Timaios" diyalogundan bilgi ediniyoruz. Bu Pisagorcuların gerçek başarısı astronomi alanındadır. Onların astronomisi, temelde, modern astronomiye, yani Kopernik'in astronomisine çok yaklaşır. Pisagorcular, her şeyden önce, dünyayı evrenin sabit merkezi olmaktan çıkaran, onu kendisi de hareket eden bir yıldız olarak anlayan ilk astronomlardır.

    Pisagorcular evrenin merkezinde bir ateşin bulunduğunu ve dünyanın da bu merkezdeki ateş çevresinde döndüğünü kabul ederler. Bu merkezî ateş çevresinde dünyadan başka güneş ve beş gezegen de dönmektedir. Oysa İlkçağın ve özellikle de Aristo'nun bunun tam karşıtı bir görüşü benimsediğini biliyoruz.

    Aristo'ya göre evrenin merkezinde dünya vardır. Güneş ve öteki yıldızlar dünyanın çevresinde hareket ederler. Pisagorculara göre, dünyanın bir yüzü sürekli olarak merkezdeki ateşe dönüktür. Bunun içindir ki biz merkezdeki ateşi göremeyiz ve dünyanın bu ateş çevresindeki hareketi sırasında güneş ile yıldızların sanki dünya çevresinde döndüğünü sanırız.

    Oysa bu, dünyanın hareketinden oluşan, tamamiyle yanlış bir izlenimdir. Bundan sonra dünyanın kendi ekseni etrafında da döndüğünü kabullenmek için ancak bir adım daha atmak yeterli olacaktı ki, bu adım son Pisagorcular tarafından atılmıştır. Sonunda Eflâtun'un Akademisi'nden olan bir Pisagorcu bilgin, güneşi evrenin merkezi yapmış ve böylece Kopernik'e tümüyle yaklaşmıştır.

    Kopernik'in İlkçağın astronomi varsayımlarına yabancı olmadığını, bunları bildiğini, kendi varsayımına öncülük edenleri ciddî bir şekilde incelediğini biliyoruz. Gerek İlkçağda, gerek Ortaçağda, Aristo'nun otoritesinin egemen oluşu yüzünden, Pisagorcuların astronomi alanında vardıkları sonuçlar ilgi görmemiş, her iki çağda dünya evrenin merkezi sayılmış ve öteki tüm yıldızların dünyanın çevresinde döndüğü görüşü benimsenmiştir. Böylece Yunan felsefesinin ilk bölümünü, yani bu felsefenin doğa olaylarıyla ilgili olan ilk bölümünü noktalamış oluyoruz.

    Bu ilk dönem filozofları özellikle doğa konusuyla ilgilendiler. Bunların belirgin niteliği, doğa filozofu olmalarıdır. Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz filozoflar gerçekte doğa bilginleri olup, biraz da din alanında yenileşme yanlısı düşünürlerdir. Bunların hemen hepsi, yalnızca bir konuya ilgi duymamıştır: Bu konu insan ve insanın yaratılışı konusudur. Yalnız

    Demokrit için, tarih konusunun bir problem oluşturduğunu biliyoruz. Demokrit bu kuşağın son örneğidir. Ancak bu ilk doğa filozofları ile Demokrit arasında şimdi ele alacağımız bir düşünürler topluluğu vardır ki, bunlar öncelikle insan konusu ile ilgilenmişlerdir. Bu filozoflar topluluğunu belli bir isimle anmak gelenek olmuştur: Bunlara "Sofist"ler denir.



    Straton

    M.Ö. ? - 268) Theophrast'tan sonra Peripatos okulunun yönetimine, kendisine "Fizikçi" unvanı verilen Straton getirilmiştir. Doğada gayeci nedenlerin varlığından kuşku duyan Straton, Aristo'nun gayeciliğinden ayrılarak daha çok Demokrit'in sebeplilik ilkesine yaklaşmıştır.



    Aphrodisiaslı Aleksandros

    (M.Ö. III y.y. - II. y.y.) Sonraki dönemde Peripatos okulunda özellikle "tarihsel bilimler'' önem verilmiştir. Bu dönemden din ve müzik tarihine ait bazı metinler günümüze kadar gelebilmiştir. Daha sonraki dönemde ise, M.Ö. I. yüzyılda, Peripatos'çular Aristo'nun eserlerinin toplanması, bunların açıklamaları ve yorumları ile ilgilenmişlerdir.

    Özellikle dil çalışmalarını büyük bir dikkatle yapmışlardır. Aristo'nun bugün elimizde bulunan eserlerini, bu Peripatos'çuların titiz ve tutarlı çalışmalarına borçluyuz. Bu yorumcuların en ünlüsü Aphrodisias'lı Aleksandros'tur.

    Çeşitli yöndeki çalışmaları sayesinde Peripatos okulu, özellikle "bilim dallan" alanında yapılan araştırmaların temelini oluşturmuştur. Aristo, Yunan bilim ve felsefesinin gelişiminde bir dönüm noktasıdır.

    Aristo'ya gelinceye kadar bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşmış durumdaydı. Aristo ile birlikte bağımsız bilimler, o zamana kadar genel bilim niteliğindeki felsefeden ayrılarak, birer "uzmanlık dalı" şeklinde gelişme göstermiştir. Bu gelişme en yüksek noktasına Atina'da değil de İskenderiye'de ulaşmıştır.

    İlkçağın sonlarına doğru İskenderiye bilimsel araştırmaların merkezi olmuştur. O zamanki Mısır hükümdarının yardım ve katkıları sonunda tüm bilimler atılım yaptılar, ancak bu konuda aşırılığa kaçıldı. Uzmanlıkta o denli uç noktalara gidildi ki, sonunda "bütün" gözden kaçırıldı, bir sürü önemsiz ayrıntılar arasında boğulup kalındı.
#14.08.2007 20:13 0 0 0
  • Kleanthes

    (M.Ö. 331 - 232) Okul yönetimi Zenon'dan sonra Kleanthes'e geçmiştir. Bir rivayete göre, Kleanthes köleymiş. Geceleri efendisinin işini görüp, gündüzleri de Zenon'un derslerini izlermiş. İlkçağda beden işinin aşağılandığını biliyoruz.

    Bunun için, şimdi sözünü ettiğimiz dönemde bir düşünce değişimi olduğuna tanık oluyoruz. Nitekim Stoacıların gözünde bu gibi ayırımlar artık bir anlam taşımaz. Onlar, insanlar arasında yalnızca akıllılar ve budalalar diye bir ayırım yapar.

    Chrysippos (M.Ö. 280 - 206) Kleanthes'ten sonra Stoa okulunun yönetimi Chrysippos'a geçmiştir. Töreler, Chrysippos'u Zenon'dan sonra ve onun yanında Stoa okulunun "ikinci kurucusu" olarak gösterir. Chrysippos Stoa'nın özellikle bilgi teorisini işleyerek tanımlamış ve çok sayıdaki eserlerinde özellikle septikleri eleştirmiş, onlara karşı tutum belirlemiştir.


    Timon

    (M.Ö. 320 - 230) Bir başka septik de Pyrrhon'un öğrencisi olan Timon'dur. Timon Atina'ya gelmiş ve Eflâtun'un Akademisi'nde büyük bir saygınlık kazanmıştır. O kadar ki, Timon'un etkisiyle Akademi bir süre şüpheci bir yol izlemiştir. Bu ise garip bir görünümdür. Çünkü Eflâtun'un Akademisi, hiçbir zaman şüphecilik eğilimi göstermemiştir. Eflâtun'un kendisi de hiçbir şekilde şüpheci sayılamaz.

    Ayrıca Eflâtun'u izleyenler şüpheci değil, daha çok mistik bir yola sapmışlardır. Fakat Eski Akademinin "sayı mistisizmi"ne karşı, Orta. Akademi şüpheci (septik) bir yol izlemiştir.


    Heredot

    (M.Ö. 484-424) Antik felsefenin ilk dönemi, her şeyden önce, bir doğa felsefesidir. Bu dönemin felsefesi, öncelikle, nesneler evrenini tanımak ister. Bunun için olacak, bu dönemde sorulan başlıca sorular şunlardır: Bu evrenin yapısı nasıldır? Bu nesneler evreninde ne tür olaylar ortaya çıkar?

    Bu olayların ortaya çıkısını etkileyen şeyler nelerdir? Olayları doğuran sebepler, güçler nelerdir? Bu dönemde felsefe, insana ve onun tarihine ait konularla geçici olarak ilgilenilmiştir. Nitekim Demokrit'ten kalan yazılardan yalnızca birinde insanlık tarihi konusu ele alınmıştır.

    Eski Yunan'da tarih ile ilgilenme çok eskilere kadar gider. Yunan tarihçilerinin gerçek babası Heredot'tur. Çeşitli geziler yapan Heredot, gittiği yerlerin insanları ve tarihleri ile ilgilenmiştir. O, daha çok bir öykücüdür. Dolaştığı yerlerde gördüklerini, kendisine anlatılanları aktarır ve bu yerlerin insanlarını, onların özelliklerini, tarihlerini tasvir eder. Heredot'a bugüne kadar bir eleştiri yapılmamıştır, çünkü o yalnızca aktarmıştır.


    Ainesidemos

    (Hz. İsa'lı yıllar) Ainesidemos ile ilgili fazla bir bilgimiz yok. Yalnız onun İskenderiye'de yaşadığını ve şüpheciliği bir "sistem" şekline getirdiğini öğreniyoruz. Septik felsefenin esasları bu düşünür tarafından "tropos"lar denilen birtakım kısa yargılar şeklinde toplanmıştır.

    Ainesidemos şu görüşten yola çıkıyor: Bilgimizin kaynağı ya "algılar"dır ya da "akıl". Önce bilgi için "afatlar "m esas olduğunu kabul edelim: Her hayvanın kendine göre duyu organları vardır. Söz gelişi insanın gözü balığın gözüne göre başka yapıdadır. Aynı şekilde balığın gözü böceğinkinden farklıdır.

    İnsan dünyayı insan gözüyle, balık dünyayı balık gözüyle, böcek ise dünyayı böcek gözüyle görür. Acaba bu gözlerden hangisi evreni olduğu gibi görebiliyor? Hangisinin gördüğü evren doğru ve gerçek evrendir? Bu soruya kesin bir yanıt vermek olanaksızdır. O halde biz evrenin "gerçek şekli"nin nasıl olduğundan söz edemeyiz, olsa olsa evreni "kendimizin" nasıl gördüğünü söyleyebiliriz. Göz için öne sürülen bu yargı, öteki duyumlar için de geçerlidir.

    Biz cisimlere katı ya da yumuşak derken, dokunma duyumuz bize cisimleri böyle gösterdiği için bu yargıda bulunuruz. Fakat dokunma organı kıllar ile örtülü olan bir hayvanın dokunma duyumu, dokunma organı yalnız deri ile kaplı olan insanınkine göre elbette ki başka türlü olacaktır.

    Çeşitli hayvan cinsleri arasında görülen bu farklılık, insanların kendi aralarında da vardır. İnsanların gözleri biri ötekinin tam aynı değildir. Acaba hangi insanın gözü evreni olduğu gibi görebiliyor? Aynı şekilde bu sorunun da yanıtı yoktur. Bunun için her insana göre evren, kendi gözünün gösterdiği şekildedir.

    Karşımda duran bir elmaya bakalım. Benim gözüm bu elmayı belli bir renk ve şekilde görür. Buna karşın dokunma duyumum aynı elmayı bana, gözüm gibi, renkli değil de, yalnızca sert ve yumuşak olarak gösterir. Aynı şekilde dilim de bu elmanın renginden bana hiçbir şey bildirmez, ancak ekşi ya da tatlı olduğunu bildirir.

    Şimdi acaba bu çeşitli duyumlardan hangisi bana elmanın gerçek realitesini tanıtıyor? Bu da yanıtı olmayan bir sorudur. Nitekim daha başka duyumlarımız olsaydı elmayı, şimdi farkına varmadığımız, başka özelliklerde algılayacaktık. O halde duyumlarımıza güvenerek bir objenin gerçek niteliklerini ya da gerçek realitesini öğrenmek olanaksızdır.

    Şimdi insan ile balığı bir daha karşılaştıralım: İnsanın gözü ile obje arasında hava bulunur; oysa balığın gözü ile obje arasında su vardır. Acaba objeyi arada hava varken mi, yoksa su varken mi gerçek şekli ile görebiliriz? Aynı şekilde bunun da yanıtı yoktur. Duyularımız bize objeleri oldukları şekilde göstermezler; biz objeleri, ancak duyularımızın bize onları tanıttığı şekilde biliriz.

    Şimdi de bir boynuz alalım. Bu boynuz çeşitli renklerde olabilir. Fakat boynuzun üstünü kazırsam, kazımazdan önce söz gelişi koyu renkli olan boynuz, kazındıktan sonra açık renkli olur. Bu boynuzun gerçek rengi hangisidir? Boynuz koyu renkli midir yoksa açık renkli mi? Aynı şekilde buna da doğru bir yanıt verilemez. O halde duyumlarımıza dayanarak eşyanın gerçek yapısına ulaşamayız. Duyumlarımız bize ancak eşyanın "görünüş"lerini tanıtır.

    Bilginin kaynağı olarak gösterilen "akıl"a gelince:

    Önce, düşünce dediğimiz şey nedir? Düşünmek, bir akıl yürütmede bulunmaktadır. Akıl yürütmede bulunurken daha önce bir yargının, bir görüşün bulunması gerektir. Söz gelişi matematikçi yaptığı akıl yürütmeleri belli yargılardan, birtakım açık seçik ve de kesin bilgilerden çıkarır.

    Acaba bu açık seçik ve kesin bilgiler nereden geliyor? Bu açık seçik ve kesin bilgiler de belki daha başka yargılardan çıkarılmıştır. Ancak bununla sorun çözülmüş olmaz. Çünkü açık seçik kesin bilgilerin son olarak çıkarıldığı yargıların da nereden geldiğini bilmek gerektir. O halde bu tür düşünüldüğünde, ya sonsuza kadar bu akıl yürütmeyi sürdürmek ya da herhangi bir yargıda durmak gerekecektir.

    Fakat bir de, sonuç elde ederken, temel aldığım yargıların doğruluğuna güvenebilir, inanabilirim. Ancak inanmak bir bilgi değildir. İnanç, hiçbir zaman yargıların doğruluğunu kanıtlamaz. Nitekim Stoacıların felsefesi de inanmaya dayandırılmakta idi. Bu inanma ise tümüyle yanlış olarak kalmaya mahkûmdur. O halde akla dayanan düşünme, ya sınırsızlığa kadar uzayan bir düşünme olacak ya da başlangıç olarak alınan yargının doğruluğuna inanmak zorunda kalacaktır.

    Sonuç olarak ne "afat" ne de "akıl" bizi kanıtlanması mümkün doğru bilgilere ulaştıramaz. Algı ve akıl bizi tek başlarına gerçeğe götürmeye yetmiyorsa, ikisi birleşince de bizi gerçeğe ulaştıramazlar. Çünkü iki yalancı tanıktan, hiçbir zaman, doğru bir tanıklıkta bulunmalarını bekleyemeyiz. Ainesidemos'un kanıtları işte bunlardır.

    Septikler eleştirilerini karakteristik olarak iki noktaya yöneltmişlerdir. Birinci olarak onlar evrenin kendiliğinden "bilinemeyeceği"ni savunurlar. İkinci olarak da nedensellik kavramını eleştirirler. Özellikle sonraki septikler, nedensellik kavramında bilginin ağırlık merkezini bulduklarına inanırlar.

    Tüm bilgilerimiz "neden"i arar, bir başka deyişle, sebep-sonuç arasında bir ilişki kurmaya çalışır. Evreni, bir sebep-sonuç ilişkisi ile örülmüş olarak düşünür. Ancak Septiklere göre, işte özellikle de bu "her olayın zorunlu olarak sebep-sonuç ilişkisi içinde oluştuğu" varsayımı, kanıtlanması olanaksız bir şeydir. Bunun için, bu düşünceye inanmak zorunda kalırız.

    Oysa biz, ancak olayların akışında az ya da çok bir belirliliğin olduğunu kabul edebiliriz. Çünkü olayların genellikle belli kurallara göre oluştuğunu deneyimlerimiz bize doğrulamaktadırlar. Fakat bu gözlem ve deneyimlerimizin dışına çıkmaya, hiç ama hiç hakkımız yoktur.



    Sekstus Empirikus

    (M.S. 180 - 250 ?) Sextus Empricus'un doğum ve ölüm tarihleri konusunda farklı görüşler olmasına rağmen M.S. II-III. yüzyıllarında yaşamış olduğu doğrudur. Kendisi bir tıp okuluna bağlıdır. Bilindiği kadarıyla İlkçağda tıp dikkat çekici bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde tıp alanında üzerinde tartışılan nokta; hekimin, hastalığın "sebebi"ni mi, yoksa "belirtileri"ni mi bilmesi gerektiği konusudur. Bazı tıp okulları önce insan bedeninin yapısının bilinmesi gerektiğini, daha sonra da hastalıkların bedende nasıl oluştuğunun belirlenmesi gerektiğini öne sürüyordu.

    Hastalığa neden olan son sebebi bulduktan sonra, bu hastalığı iyi edecek ilacın aranması, bulunması isteniyordu. Bu görüşe deneyci hekimler, bunların içinde Sextus Empiricus da vardır, karşı çıkmıştır. Onlara göre herhangi bir varsayımdan hareket etmemeli, aksine hastalığın belirtileri hareket noktası olmalıdır. Önce hastalığın belirtileri dikkatle gözlenmeli, sonra da hastalığa şifa verecek ilaçlar üzerinde denemeler yapılmalıdır.

    Sextus bir septik değildir. Onun ikinci isminin, Empiricus'un, anlamı gibi, o bir "deneyci"dır. Ona göre her tür bilgimizin zorunlu olarak deneye dayanması ve deney sınırları dışına hiçbir şekilde çıkmaması gerekir. Ancak gözlem ve deneye dayanan açıklama ya da öngörüş, ileride doğru çıkma yeteneği taşır.

    Deney dışında kalan tüm varsayımlar, Özellikle metafizik varsayımlar, güven vermeyen bilgileri içerirler. Şu halde yapılacak şey, deney ile elde ettiklerimizi açıklamak ve buna dayanarak da gelecek ile ilgili ölçülü öngörüşlerde bulunmaktır. Bunun dışına çıkan her davranış, yalnızca bir inanç olur.

    İnanç ile bilgi uyumlu olamaz. Sextus Empiricus'un bağlı olduğu okulun belli başlı görüşlerini böylece gösterebiliriz. Dikkat edilirse bu okulun Stoacılardan bir çok yönden ayrıldığı görülür; çünkü Stoa'ya göre her tür bilgi sonuçta bir inanca dayanır. Bu dönemdeki okulların, evren ve yaşam konusunda birbiriyle çatışan, üzerlerinde tartışılan görüşleri vardır. Bu felsefe okulları, aynı dünya görüşünü taşıyanların "birliktelik"idir.

    Bu okullar bir Yunanlı için, dinin yerini tutacak görüş ve tutumların da bir yansımasıdır. Bu da anlamsız sayılmaz, çünkü sözünü ettiğimiz felsefe okullarının ortaya çıktığı dönem, Yunan ulusal dininin güç ve etkisini artık yitirdiği bir dönemdir. Son olarak ele aldığımız felsefe okulları arasındaki rekabet, M.Ö. I. yüzyılda sona ermiş gibidir.

    Bu yüzyıla kadar felsefe okullarının evren ve yaşam konusunda aynı görüşü taşıyan kişilerin oluşturduğu bir topluluk olmasına karşın, M.Ö. 150 yıllarına doğru felsefe okulları artık birer "Üniversite" durumuna gelmeyi başarmışlardır. Yani felsefe okulları, aynı görüşlerde birleşen insanların oluşturduğu bir düşünce toplumu olmaktan çıkmış, genç insanların belli şeyleri öğrenmek için gittikleri birer eğitim kurumu olmuştur.

    Özellikle "Roma"lı gençler bu okullara ilgi duymuştur. Varlıklı aile çocukları o dönemde felsefe öğrenmek için Atina'ya gidiyordu. Bu değişim, çeşitli okullar arasındaki karşıtlığın şiddetini yitirmesine neden oldu. Bu değişim sonrasında felsefe alanında "eklektizm" (iktitafçılık-seçmecilik) başladı. Eklektizm denince, tek ve belli bir yönü olmayan, çeşitli felsefe akımlarından gerekli gördüğü şeyleri alarak bir araya toplayan bir felsefe anlaşılır. Söz konusu dönemin asıl amacı, "felsefî miras"ı korumaktır.

    Gerçi çeşitli felsefe okulları arasındaki karşıtlık (zıtlık) tümüyle ortadan kalkmadı, yalnızca ikinci plâna itilmiş oldu. Buna karşılık, kaynağı ne olursa olsun -ister Eflâtun'dan, ister Aristo'dan, ister Stoa'dan, isterse Epikürcülük'ten gelsin- felsefî mirasın korunması esas alınmıştı. Bu gelişmeyle ilgili olarak Atina'daki aşırı felsefe akımlarının, özellikle de septisizmin, önemini ve gücünü yitirdiğine tanık oluyoruz. Bu dönemde, Peripatos okulu çerçevesinde yazılmış olup sonraları haksız olarak Aristo'ya ait olduğu söylenen "Evren üzerine" isimli bir eser karakteristik özellik taşır. Çünkü bu eserde Aristo'nun ve Stoa okulunun düşüncelerini birleştirip uzlaştırmak için özel çaba harcandığına tanık oluruz.



    Cicero

    (M. Ö. 106-43) Roma'nın siyasal tarihinde Konsül sıfatıyla büyük bir rol oynayan Cicero, aynı zamanda, felsefe alanında değerli bir yazardır. Yalnız Cicero'nun eserleri tam anlamıyla Romalıdır, yani bu eserin orijinal bir yanı yoktur. Bunlar herşeyden önce, Yunan eserlerinin bir çeşit uyarlamalı çevirisinden başka birşey değildir. Buna rağmen Cicero "lâtince felsefe terimleri"ni toplamakla büyük bir hizmette bulunmuştur.

    Gerçekte bu terimler Yunanca terimlerin bir çevirisidir. Fakat tam bir Roma karakteri taşırlar. Cicero'nun eserleri Batı dünyası için, Ortaçağın ortalarına kadar devam eden, büyük bir öneme sahiptirler. Birçok kuşaklar felsefeyi Cicero'nun eserinden öğrenmişlerdir. Yunanca metinlerin elde bulunmadığı ya da bulunanların da anlaşılamadığı dönemlerde tüm Batı dünyası felsefeyi öğrenmek için Cicero'nun eserlerinden yararlanmıştır.



    Philon

    (Tahminen M. Ö. 25 - M.S. 50) Philon milât yıllarında yaşamış ve aslen yahudi olup önemli etkinliği olan bir düşünürdür. Bu filozofun, İskenderiye yahudilerine bazı kolaylıklar sağlaması için Roma İmparatoru Caligula'yı gönderilen heyette bulunduğunu biliyoruz.

    Philon; Yahudi dini ile Yunan felsefesini, özellikle de Eflâtun felsefesini uzlaştırmaya çaba göstermiştir. Bu çalışmasıyla o, dönemin tipik filozofu sayılmıştır. Kendisi Yunancayı eski İbraniceden daha iyi biliyordu. Bize kadar kalan eserlerinde Philon, Eflâtun'u Hz. Musa'nın bir öğrencisi gibi görür. Bunun için de Tevrat'ın görüşlerini Eflâtun'un görüşleriyle uzlaştırmaya çalışır.

    Philon'un eserleri, özü yönünden, Tevrat'ın yorumlarıdır. Yalnız bu yorumlar Eflâtun'un felsefesi açısından yapılır. Philon'un bu uzlaştırma çabasında en önemli nokta, Eflâtun'un ide varsayımına bakışı ve bu varsayımda yaptığı değişikliklerdir.

    Eflâtun'un, ideleri zamana bağımlı olmayan varlıklar olarak düşündüğünü biliyoruz. Oysa Philon, Eflâtun'un idelerini "Allah'ın ruhunda gizli olan" düşünceler şekline sokmuştur. İdeler, Allah'ın kendilerini düşünmesi halinde var olurlar. Böylece Philon, Eflâtun'un felsefesine "Yaratan"kavramını dahil etmiş oluyor.

    Eflâtun için de, Aristo için de Allah'ın evrenin yaratıcısı olmayıp yalnızca mimarı olduğunu, yani Allah'ın gerçekte var olan bir malzemeye ancak şekil kazandırdığını hatırlayabiliriz. Oysa Philon Allah'ı evrenin yaratıcısı yapıyor ve Eflâtun'un idelerini Allah'ın düşünceleri durumuna sokuyor.

    Yunan felsefesi, kendisini dinin etkilerinden kurtarmaya çalışan bir düşünce olarak başlamıştı. Zamanla dini görüşlerin yerini bilimsel görüşler aldı. Yunan felsefesi, dönüp dolaşıp başlangıçtaki amacının tam karşıtı olan bir sona ulaşmış, yani son dönemlerinde bu felsefeye yine dinsel görüşler hâkim olmuştur.

    İlkçağın son dönemlerinde "dinsel motifler" gittikçe daha çok güç ve de etkinlik kazanmıştır. Bu dönemde, öncelikle, insanın dinsel gereksinimlerini doyuma ulaştırmak için felsefeye başvurulmuştur. İlkçağda Yunanistan ve Roma'da dinler devlet dini şeklini alacak yol izlemiştir.

    İlkçağda Tanrılar, özel kişilerle ilgileri çok az olan "Devlet Tanrıları" idi. Bu gelişimin sonunda devletin kendisi de bir Tanrı şekline sokulmuş, söz gelişi Roma'da imparatorlara tapınılmış ve kurbanlar sunulmuştur. İmparator devletin temsilcisinden başka bir şey olmadığına göre, gerçekte tapınma konusu yine devlettir.

    Roma'da bu resmî din yanında bir de tamamen "bireye" ait bir din gereksiniminin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Bu kişisel dinin ağırlık merkezini de "ruhun ölümsüzlüğü" düşüncesi oluşturur. Ruhun ölümden sonraki durumu konusu, insanı daima ilgilendirmiştir. Resmi devlet dini bu gereksinime cevap veremiyordu. İşte bu gereksinim, Doğu'dan gelen dinlerin Roma'da yerleşip cemaatlerini oluşturmasına çok yardımcı olmuştur. Bunun sonucu olarak Roma'da, özellikle son dönemlerde, küçük büyük çeşitli Tanrılara inanıldığını biliyoruz.

    İlkçağın sonlarında din gereksiniminin felsefeyi de etkilediğini, felsefede de yer aldığını görüyoruz. Bu nedenle bu dönem felsefesi ruh göçüne inanıyor, Daimonlara evrende önemli bir yer ayırıyordu. Çünkü bu felsefe evrene yalnız maddesel güçlerin değil, aynı zamanda ruhsal güçlerin de hâkim olduğuna inanıyordu.

    Bu felsefede, bilginin yalnızca bir gözlemden, yalnızca mantıksal bir çıkarımdan oluşmadığı, bilgide mistik motiflerin de önemli rol oynadığı görüşü ağırlık kazanıyordu. Mistik bilgiler bir sezişin, bir gözlemin ürünüdür ve sezgi de ancak olağanüstü insanlara has bir yetenektir. İnsana son gerçekleri tanıtan bu seziş yeteneği, Allah'ın bir hediyesi olup, herkeste değil, yalnızca bu bağışa kavuşmuş olanlarda bulunur.

    Bu tür düşünceler yanında bir de çeşitli dinlerin mitolojileri işe karıştırılmış ve bunların felsefî yönden yorumuna kalkışılmıştır. Bu türden görüşlere sahip olan bir felsefe, bugün bizim değerlendirmemizde uydurma inançlar (hurafeler)la dolu olan bir felsefeden başka bir şey değildir.

    Din ile iç içe girmiş bu felsefeden büyük bir sonuç, önemli bir başarı ortaya çıkmıştır: İlkçağın son dönemi, öteki büyük felsefe sistemleriyle haklı olarak aynı ayarda sayılabilecek olan bir felsefe akımını, yani "Yeni Eflâtunculuk"u yaratmıştır



    Jamblikos (Jamblichos)


    (Tahminen 270 - 330) Kendisinden kalan birkaç parça dokümanda, onun felsefesinin tam anlamıyla hayalci birtakım görüşlere dayandığını görüyoruz. Bu dokümanlarda Jamblichos, görülen şeylerden çok görülmeyen şeylerden, meleklerden, şeytanlardan, daimonlardan... söz eder. Onun öğrencileri Jamblichos'a "Kutsal" unvanı vermiş ve hocalarına mucizeler yüklemiştir.

    Sonraki gelişiminde Yeni Eflâtunculuk tümüyle efsaneye dönüşmüştür. Yani bu felsefe bir süre sonra çeşitli ulusların çeşitli zamanlarda inandıkları bir yığın efsane ile dolu olan bir ilahiyat olmuştur.

    İlkçağın son döneminde bir dinsel kaynaşma, yani çeşitli dinlerin birbiriyle kaynaşması olayı karakteristik bir görünüm kazanmıştır. Bu dönemde, özellikle Romalılar, şu ya da bu dindeki Tanrıların reel bir varlığa sahip olduklarına inanıyorlardı. Bu arada bu Tanrıların güçlü ya da güçsüz oldukları da benimseme görüyordu. O kadar ki, bilinmeyen Tanrıların sayısının bilinen Tanrılardan fazla olduğu söyleniyordu.

    Nitekim bu dönemde yazılmış olan bir Hıristiyan eserinden öğrendiğimize göre Atina'da bir tapınma yeri yapılmış ve üzerine de "Bilinmeyen Tanrı İçin" yazısı yazılmıştır. Bu dönemde, Tanrıların bedenine inanıldığı için, Tanrılara saygıda kusur olmasın diye, bilinmeyen Tanrılara ayrılmış tapınakların yalnız Atina'da değil, hemen her yerde kurulmuş olduğunu düşünebiliriz. Sayısız Tanrıları kapsayan bir Panteon'da ilahiyat biliminin oluşması doğaldır.

    Bu dönemde ilahiyat için en temel ortam görevini Yeni Eflâtunculuk üstlenmiştir. Yeni Eflâtunculuğun kendisinin de sonunda bir ilahiyat şekline geldiğini biliyoruz. Tüm dinlerin birbiri içine girdiği İlkçağın son dönemi, sayısız Tanrılardan oluşan Panteon'un başına, en yüksek Tanrı olarak, Yeni Eflâtunculuğun "Bir"ini. koymuştur.

    Bu dönemin çok Tanrıcılık (politeizm) akımı yönünden dikkat çekici ismi imparator Julianus Apostata'dır. Konstantin M.S. 300 yıllarında Hıristiyanlığı resmen tanıdı. Fakat onun yeğeni ve de kendisine Roma tahtında halef olan Julianus, can çekişen Roma dinini yeniden canlandırma girişiminde bulunmuştur.

    Bunun için Hıristiyanlığın yayılmasına engel olmak istemiş, bu yönde pekçok önlemlere başvurmuştur. Bu nedenle kendisine "apostata Murted" denilen Julianus, teorik alanda Yeni Eflâtunculuk sistemine dayanır. Felsefî söylevlerinde Jullianus'u, hocası, Jamblikos'a bağlı bir öğrenci olarak görüyoruz, onda da karışık bir teolojiye rastlıyoruz.

    Yeni Eflâtunculuğa dayanarak Hıristiyanlığın karşısına çıkmak isteyen Roma dini başarısızlığa uğradı. Çünkü Yeni Eflâtunculuk daha çok bilginlere, aydınlara seslenen bir dünya görüşü sunuyordu. Bu felsefe sistemi bir yandan kurgucu bir hayal gücünün, öte yandan skolastik bir zekânın ürünüdür. Yani bu felsefe içinde; bir kavramlar sistemi, bu kavramlar sistemi ile ilişkilendirilen ve hayalciliğin ürünü yapılan Tanrı kurguları yanyana bulunurlar.

    Yeni Eflâtunculuğun son dönemlerinin dikkat çeken temsilcilerinden biri, tam ve mükemmel matematikçi olan Proklos'tur.




    Paulus


    (10 - 67 ?) Aynı şeyi dört incilden sonra yazılmış olan Paulus'un mektupları için de söyleyebiliriz. Kendisine, haklı olarak, Hıristiyanlığın ikinci kurucusu diyebileceğimiz Paulus, mektuplarında insanın günahtan arınması için, İsa'nın yolunda yürümesi, yani ölüp sonra yeniden dirilen Allah'a inanması gerektiğine dikkat çeker. Ölüm günahın sonucudur; o halde ölümden kurtulmak, ancak günahtan kurtulmakla mümkündür. Paulus mektuplarında bu nokta üzerinde özellikle durur.

    Bu mektuplardaki ikinci önemli düşünce, insanın "tek basına" günahkâr yapısını hiçbir zaman yenemeyeceği inancıdır. Paulus'a göre insan iyiliğin neyde olduğunu bilir; fakat buna rağmen onda, bir türlü önüne geçemediği, kötüye karşı bir eğilim vardır.

    Bu görüş ile Sokrat'ın görüşlerini bir karşılaştıralım: "Erdem bilgidir" ve "hiç kimse bilerek kötülük yapmaz" diyen Sokrat'ın bu iki ana görüşünde; temelde günahın ve suçun bir hatadan ileri geldiği düşüncesi gizlidir. Bunun için, gerçek mutluluğun nerede ve neden oluştuğunu bilen bir insan, hataya düşmez, bunun sonucu olarak da hiçbir zaman kötülük yapmaz.

    Sokrat'ın bu ana görüşü sonraları Stoacılara, Epikürcülere ve dahası Yeni Eflâtunculara hâkim olmuştur. Özellikle bu noktada, kuruluş durumunda bulunan Hıristiyanlık ve bu yeni dini kurmakta büyük rol üstlenen Paulus, Sokrat'ın tam karşıtı bir inanç taşır. İlk Hıristiyanlığa göre insan "iyi"yi bilir; fakat buna rağmen iyi olamaz.

    Yeni doğmakta olan Hıristiyanlığın en önemli misyonerlerinden biri olan Paulus, pekçok Hıristiyan cemaatleri kurmuş ve sonunda Neron'un kovuşturmasına uğramış ve yaşamını yitirmiştir. Hıristiyanlığın ilk müminleri; aydın insanlardan çok, yoksul halk kitlelerindeki cahil kimselerdi. Hıristiyanlığın Allah'ının aşağılanan bir insan biçiminde görünmesi (tecelli), özellikle işçileri kendine çekmiştir. Başlangıçta böyle olmasına rağmen, sonraları durum değişmiş, öteki sosyal tabakalar ve sonunda filozoflar da Hıristiyanlığa katılmışlardır.

    Milâdın aşağı yukarı (takribi) ilk iki yüzyılında, yalnızca Hıristiyanlığın "savunması" için yazılmış olan birtakım eserlerle karşılaşıyoruz. Bu eserler Hıristiyanların Roma devletinin resmî kulları (tab'a) olmadıkları konusundaki görüşleri yanıtlamaya çalışırlar. İkinci olarak da bu savunmalar, Hıristiyanları ateistlik, yani Allah'ın varlığını reddetme suçlamalarına karşı dururlar.

    Hıristiyanların Allahsızlık!? suçlanması, yeni dinin öteki dinlerin Allahlarını benimsemeyişi yüzünden oluyordu. Üçüncü olarak bu savunmalarda Hıristiyanlığın ahlâkına ait yapılan eleştiriler yanıtlanır. Sonuç olarak bu savunma yazıları Hıristiyanlığın, felsefenin en yüksek görünüşlerine, söz gelişi bir Stoa ya da Yeni Eflâtunculuğa hiç de aykırı olmadığını vurgularlar.

    Bu arada Hıristiyanlıkta ruhun ölümsüzlüğü düşüncesinin bulunduğuna değinilir ve aynı düşüncesinin, Hıristiyan dinindeki biçimde olmasa bile, Stoa'da ve Yeni Eflâtunculukta da var olduğu ileri sürülür. Birinci dönemdeki bu savunma çabalarından sonra, Hıristiyanlık düşünüşünün ikinci döneminde, Hıristiyan dininin ilkelerini "felsefi açıdan temellendirmek" denemelerinin başlatıldığına tanık oluyoruz.

    Bu ikinci dönemde özellikle bir konu ile, "iman ile bilgi" arasındaki, yani Hıristiyanların dogmaları ile felsefe arasındaki ilişki konusuyla uğraşılır. Hıristiyanlık vahiy yolu ile indirilmiş olan birtakım dogmalara dayanır. Bu dogmaların mümine yakışan bir inançla, benimsenmesini ister. Acaba saf bir inançla benimsenmesi istenen bu dogmaların felsefe ile ilişkileri nedir? İşte bu dönem, temelde, bu konuyu ele alır.

    Bu dönemde bu soruya "değişik" yanıtlar verilmiştir. İlk yanıtı, M.S. I-II. yüzyıllarda rastlanan ve öteki hellenistik dinlerde de görülen, "Gnosis" doktrininde buluruz. Gnosis, (kelime anlamı), dinsel bir bilgi, yani seçkin ve mistik yapılı insanlara has olan bir bilgidir.

    Bu nedenle Gnostikler "doğa. üstü" bir bilgiye sahip olan ayrıcalıklı insanlardır. İşte bu Gnostikler dinin dogmalarına yalnızca inanmanın yetmediği, dogmaların Gnostik bir yorumlamasının şart olduğunu ileri sürerler. Böylece Gnostikler, kişisel ve mistik bilginin dogmadan üstün olduğunu benimsemiş oluyorlar.

    Bu Gnosis akım bütüncül (vahdet) olmayıp, çeşitli kollara ayrılmıştı. Ayrıca Gnosistler, sistemlerine Hıristiyanlığınkinden başka dogmaları da almaya eğilimlidirler. Bu bakımdan Gnosis, dönemin eğilimlerine uygun olan bir akımdır. Şayet bu akım üstünlük sağlanabilseydi, belki de Hıristiyanlık bu akımın dinsel eğilimleri içinde kaybolur giderdi. Gittikçe güçlenen Hıristiyan kilisesi tehlikeyi görmüş ve Gnosis akımı ile şiddetli bir kavgaya girişmiştir.



    Proklos

    (410 - 485) Soyut düşünceye olan yetenek ve eğilimini matematik alanındaki başarılarıyla kanıtlamış olan Proklos, bu katıksız matematikçi, Tanrılar konusunda hayal ürünü olan düşüncelere de sahiptir. Geniş bilgi sahibi bir bilgin olan Proklos, çeşitli ulusların çok iyi bildiği efsanelerini bir sistem halinde toplamaya ve sistemini, nedenleri ile birlikte açıklayacak biçimde kurmaya çalışmıştır.

    Bu sistemin karakteristik olan noktası, hep üçlü gruplar oluşturmaya ve bunlar arasında ilişkiler kurmaya çalışılmasıdır. Böylece Proklos, sonradan Hegel'de de Taslayacağımız, dinle k tik bir sema, (çizelge) kurmuş olur.

    Proklos'un eksik yanı, ekzakt gözlemler yapmamasıdır. Aristo ve okulunun temelde benimsediği kesin gözlemler, artık Yeni Eflâtunculukta önemini tümden yitirmiştir. Gerçek, doğanın kendisinde değil de, "kitaplar"da aranmaya başlanmıştır. Yeni Eflâtunculuğun son dönemlerinde ilgi odağı olan konulardan biri, Eflâtun ve Aristo'yu "yorumlamak"tır.

    Bu, gerçeği, yalnız kitaplarda aramaya kalkışma akımına, tüm İlkçağın sonlarında, bir bakıma tüm Ortaçağda rastlarız. Gerçeği kitaplarda değil de gözlemi yapılan olaylarda aramak düşüncesi ancak Rönesans'ta yeniden ortaya çıkacaktır.

    Proklos Atina'da yaşamış ve Akademi'de müdürlük yapmıştır. Proklos'un zamanında Atina'da eski felsefe okullarının devam ettiğini görüyoruz. M.S. 529 yılında Atina'daki felsefe okulları Bizans İmparatoru "Justinianus" tarafından kapatılmıştır. Bu olayı "Antik Felsefe "nin sona ermesinin dış imajı olarak düşünebiliriz.

    Yeni Eflâtunculuğun, zamandaşı olan Hıristiyanlık üzerindeki etkilerine geçmeden önce, Antik evrenin sonunda rastladığımız düşünce akımlarını bir daha gözden geçireceğiz: Bu dönemde pozitif bilimler, felsefeden tam bağımsız olarak, kendi yollarında ilerlemiştir.

    Bu dönemin önem verdiği bilimler arasında aritmetik, geometri ve astronomiyi sayabiliriz. Yalnız astronomi, astroloji ile karışık olduğu için, dinsel bir niteliğe bürünmüştür. Gramer alanında da, bilimsel filolojinin bir çeşit başlangıcı sayılabilecek olan, çalışmalar yapılmıştır. Oldukça gelişmiş ileri bir coğrafya bilimi bulunan bu dönemde, temeli Aristo'ya dayanan bitkiler (botanik) ve hayvanlar (zooloji) da ilgi alanı içindedir.
#14.08.2007 20:15 0 0 0
  • Tertullianus (Tertullian)

    (Tahminen 155 - 220) Hıristiyan kilisesi, Gnosis'in tam karşıtı olarak, dogmayı her zaman bilgiden üstün saymıştır. Ancak bu konuda da kilise çerçevesinde çeşitli eğilimler; felsefeye dost olan, felsefeye düşman olan akımlar vardır. Felsefeye karşı olumlu bir tutum alanlara düşman olanlardan birisi de Tertullian'dır.

    Ona göre dogmaları, içeriği ne olursa olsun, yalnızca "iman" ile benimsemek gerektir. Biz dogmayı yorumlamak, ona göre bir anlam vermek hakkına sahip değiliz. O kadar ki Tertullian daha da ileri giderek, dogmanın akıla tümüyle "aykırı" olabileceğini de savunur.

    Söz gelişi Hıristiyanlıktaki Allah'ın insan biçimine girdiği ve bir insan olarak acı çektiği dogması, akla tümüyle aykırı olan bir düşünce, bir paradokstur. Buna rağmen dogmalara inanmak gerekir, çünkü dogmalar aklı alçak gönüllü olmaya zorlar. Böylece Tertullian, dogmaların felsefî yorumunu tümüyle reddeder.

    Ona göre dinî inanç ile felsefî bilgi birbirinin karşıtıdır. "İmkânsız olduğu için inanıyorum", yani inandığım şeye, akıla karşı olduğu için inanırım sözü, doğrudan doğruya Tertullian tarafından söylenmemişse bile, onun anlayışını çok güzel açıklar. Ancak tüm bu anlayışlar Tertullian'ın, aynı zamanda, Antik felsefenin de etkisi altında kalmasına engel değildir. Nitekim Tertullian'ın Stoa'nın etkisiyle yazılmış olan ruh ile ilgili bir kitabı vardır. Tertullian, imanı bilgiden "üstün" tutan bir düşünce akımına önderlik etmiştir.





    İskenderiyeli Clemens

    (250 - tahminen 211 -215 arası) Tertullian karşıtı bir görüşü, zamandaşı olan İskenderiyeli Clemens temsil eder. İskenderiye'de bir Hıristiyan okulunun yöneticisi olan Clemens, çeşitli kitaplar yazmıştır. Bu eserlerden birisi "Halılar" gibi dikkat çekici bir isim taşır. Halı, çeşitli renk ve şekillerden oluşan bir dokumadır.

    Clemens'in kitabı da çeşitli felsefî görüşleri, tıpkı bir halı gibi, renkli bir sistem halinde göstermiştir. Clemens de inancı bilgiden üstün tutar, yalnız ona göre inanç ile bilgi arasında bir karşıtlık yoktur.

    Önce dogmayı yakın bir inançla benimser, sonra da felsefeye dönersek, o zaman inancın felsefe tarafından da doğrulanmakta olduğunu görürüz. Clemens sonradan bu görüşü şu kural ile dile getirmiştir: "Anlamak için inanıyorum", yani inandığım şeyin akıl tarafından da onaylandığını görmek için inanırım.




    Augustinus

    (354 - 430) Origenes'in karşıtı ve aynı zamanda Kilise Babalarının en büyüğü olan ve en önemli kişi olarak kabul edilen düşünür "Augustinus"tur. Denilebilir ki, İlkçağ ile Ortaçağın sınırı üzerinde bulunan Augustinus ile Patristik dönem hem olgunluğa ulaşmış, hem de son bulmuştur.

    Augustinus, politeist (çok Tanrılı) Romalı bir subay ile Hıristiyan bir anadan doğmuştur. Önce çeşitli etkilerde kalan Augustinus, çok sonra Hıristiyan olmuştur. Hıristiyan olduktan sonra, gerek teorik ve gerekse pratik yönden, tüm yaşamını Kiliseye ayırmış, Kuzey Afrika'da piskopos olarak ölmüştür.

    Augustinus'un yaşamını, en iyi şekilde, kendisinin yazdığı bir eserden, "Confessiones" isimli eserinden öğreniyoruz. Confessiones'in dünya edebiyatında özel bir önemi vardır. Çünkü bu eserin, dünya edebiyatında ilk gerçek otobiyografi olduğu söylenebilir.

    Eserinde Augustinus bize önce gençliğini nasıl geçirdiğini anlatır. Bu gençlik, o dönemde Romalı bir genç için alışılagelen, öncelikle hazzı elde etmek isteyen ve öteki şeyleri ikinci plâna iten Epikürcü bir yaşam biçimidir. Onun yaşamında karakteristik olan şey, yaşadığı dönem ile ilişkisine birdenbire ve de tesadüfen son verişidir. İlk gençlik döneminin eğlenceye dönük yaşamından Augustinus'u Cicero'nun bir eseri ile tanışması caydırmıştır.

    Bu eser ile tanışmak, Augustinus'a yaşamının tamamını bilim ve felsefeye ayırma kararı verdiriyor ve bunun üzerine hitabet hocası oluyor. Bu görevi Augustinus fazlaca yadırgamıyor. Çünkü onun hitabete olan yakınlığı ve hâkimiyetini tüm eserlerinde görebiliyoruz.

    Yalnızca felsefe ile doyuma ulaşamayan Augustinus, dini bir görüşe de sahip olma gereksinimi duyar. Bu gereksinim onu, pek karakteristik olarak, Hıristiyan olmayan, daha çok Zerdüşt dininin temeli üzerinde kurulu Gnostik bir mezhep ile, "Mani" mezhebi ile ilişki kurmaya zorlamıştır.

    Bu mezhep Augustinus'tan tahminen yüz yıl kadar önce Mani isminde İranlı biri tarafından kurulmuştur. Zerdüşt dininin evreni biri ötekine karşıt iki gücün, iyi ile kötünün, bir kavga alanı olarak anladığını biliyoruz. İyi ve kötü başlangıcından bu yana vardır ve biri öteki ile sürekli kavga içindedir. Bu karşıt iki gücün gerçek savaş alanı insan ruhudur.

    Augustinus'un Mani mezhebine bağlanışı yalnızca bir rastlantı sonucu olmamıştır. Çünkü o da ötedenberi kötünün reel bir güç olduğuna inanıyordu. Bu inancı ile Augustinus Sokrat'ın karşıtı bir anlayışa sahiptir. O daha çok Paulus'a. yaklaşmıştır. Çünkü Sokrat'a göre "kötü" bir realite olmayıp yalnızca bir hatanın ürünüdür.

    Oysa Paulus'a göre insan "iyi "yi bilir, fakat iyiye göre davranmakta güçsüzdür, yetersizdir. Kötülük, insanın egosunda (nefs) bir türlü yenemediği bir güçtür. Augustinus bir süre sonra Manizmden ayrılmıştır. Buna, bu mesleğin başındakilerin boş olduklarını (kof olduklarını) görmesi ve ayrıca Gnostik mezheplerde tümüyle hayalci düşüncelerin fazlaca yer aldığının farkına varması neden olmuştur.

    Manizmden ayrıldıktan sonra sağlam bir temel bulamayan Augustinus, kendini bir süre "şüpheciliğe" kaptırmıştır. O dönemde şüphecilik henüz kendini koruyabilen bir akımdı Augustinus gibi gerçeği büyük bir tutku ile arayan bir ruhun şüphecilikte uzun süre kalamayacağı doğaldır. Bunun içindir ki Plotin'in felsefesini tanıması kendisi için gerçek bir kurtuluş olmuştur. Tüm şüphelerinden kurtulup bu kez de Yeni Eflâtuncu olan Augustinus, yaşamının sonuna kadar bu felsefeye olan sevgisini ve ilgisini korumuştur.





    Johannes Eriugena

    (810 - 877) İrlandalı olan Johannes Eriugena kral olan Kel Karl'ın daveti üzerine Paris'e gelmiştir. "Saray Okulu"nda bir süre hocalık yapmıştır. Eriugena'dan "Dogmanın Paylaşılması Üzerine" isimli bir eser bugün elimizde bulunmaktadır. Açık mistik dinsel eğilimler içeren bu eser, Yeni Eflâtunculuğun güçlü bir biçimde etkisi altındadır; nitekim daha sonra bu nedenle kilise tarafından reddedilmiştir.

    Eriugena'ya göre doğanın, birbirinden ayrı olan, dört alam vardır. Önce yaratılmamış olan, fakat kendisi yaratan doğa, yani "Allah" vardır. Eriugena yaratmayı Yeni Eflâtunculuktaki gibi anlar. Allah'tan, "Eflâtun'un ideleri"ni içeren doğa oluşmuştur.

    Bu ikinci alanda tüm varlıkların başlangıçsız ve sonrası olmayan örnekleri bulunur. Doğanın bu ikinci alam Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak, kendisi de, yaratma gücüne sahiptir. Çünkü doğanın bu bölümünü oluşturan ideler eşyanın meydana gelmesine neden olur. Doğanın üçüncü alanını, yaratılmış olan ve kendileri yaratmaktan yoksun bulunan "cisimler" oluşturur.

    Son olarak, doğanın bütününde ya da çeşitli alanlarında, yaratılmamış ve artık kendisi de yaratmayan doğaya; yani "Allah"a, sonunda gerçekleşecek olan, yeniden kavuşma "eğilim"i vardır. Eriugena'nın düşüncesine göre, Allah doğanın yalnız başında değil, sonunda da bulunur. Yani evren, Allah'tan başlayıp yine Allah'a ulaşan bir devir hareketidir. Doğanın tüm amacı, dönüp dolaşıp sonunda yeniden Allah'a ulaşmaktır.

    Eriugena'nın Hıristiyan olmaktan çok Yeni Eflâtuncu olan bu görüşleri, aynı zamanda "olumsuz ilâhiyat"m da başlangıcı olmuştur. Eriugena'ya göre Allah konusundaki tüm savunduklarımız doğru olmaktan çok yanlıştırlar. Çünkü Allah için "mutlak güç sahibidir, bütünlüğün (vahdet) kendisidir vb.." dediğimde bütün bunlar, Allah'ın niteliğini tam olarak ortaya koyamayan ve koyamayacak olan sıfatlardır.

    Bir cisme bir sıfat yüklediğimiz zaman, aynı zamanda, bu cismin bu niteliğin karşıtı olanlarını dışında bıraktığını söylemiş oluruz. Söz gelişi tebeşire beyazdır demek, aynı zamanda, tebeşir siyah değildir demektir de. Ancak Allah konusunda böyle bir yargıda bulunamayız. Çünkü Allah'ın var olduğunu bile söyleyemeyiz, zira Allah, aynı zamanda, her şeyin içinde kaybolduğu bir uçurumdur da.

    Görülüyor ki Eriugena için ancak olumsuz ilahiyat mümkündür. Çünkü Allah'a bazı sıfatlar yükleyip de, bunların karşıtlarını kendisinden kaldıramıyoruz. Ayrıca Allah'ı "kavramak" da gelişi güzel bir objeyi kavramaya benzemez. Allah'ı kavramak istersek, yalnızca dikkatimizi kendisine yöneltmek yeterli değildir. Bunun için bilinci tümüyle susturmak, tam bir kendinden geçme durumu (cezbe) sağlamak gerekir.

    Bu noktada Eriugena felsefesinin tam anlamıyla mistik olan yanıyla tanışmış bulunuyoruz. Bu türden düşüncelere, yani Allah'ı kavramak için kesinkes bilincin sınırlarını aşmak gerektiği ve Allah ile ancak kendinden geçme durumunda birleşebileceği görüşüne, Ortaçağ ve Yeniçağın tüm mistiklerinde rastlarız. Ancak gerçek ve saf Skolastiğin bu gibi mistik görüşleri reddedip, onlarla kavgaya tutuşmasını doğal karşılamak gerekir. Çünkü gerçek Skolastik, Allah'ın niteliğini "yargılarla" anlamaya çalışır.

    Tüm bu mistik eğilimlerine rağmen, Eriugena'yı tam bir Ortaçağ filozofu sayabiliriz. Çünkü onun felsefesinde de "Allah" asıl konu olarak işlenmiştir. Ortaçağ felsefesi, her şeyden önce, bir teoloji (ilâhiyat)dir. Doğa konulan bu felsefe için ancak ikinci plânda gelir.

    Ortaçağın ilk dönemleri (V.-X. yüzyıllar) Batı için bir gerileme dönemidir. Bu dönemde, Eriugena'dan başka ismini anmaya değer bir özellikte düşünür yoktur. Fakat aynı dönemde "Doğu"nun özellikle örgütlenme durumunda bulunan "İslâm" dünyasının durumu tümüyle başkadır.




    Gazali

    (1059-1111) Farabi ve İbni Sina'nın karşısına, İslâm felsefesinin üçüncü önemli kişiliği olan Gazali bir eleştirmen olarak çıkar. Gazali "şüphecilik" ile "iman"ı birleştirme girişiminde bulunan özel bir düşünür tipidir. Gazali, Eflâtuncu Farabi ile Aristocu İbni Sina'yı birer rasyonalist sayar. Ona göre bu iki filozof da dogmayı rasyonelleştirmek, yani açık-seçik sözleri aklın anlayabileceği bir şekle sokmak, akıl ile aydınlatmak istemiştir.

    Böylelikle, Gazali'ye göre, gerek Farabi gerekse İbni Sina aklı imanın üstüne koymuş oldular. Oysa Gazali dini, bilimsel bilginin "karşıtı" olan bir şey diye yorumlar. Ona göre dinin dogmaları bilimsel açıklamalarla, bilimsel bilgilerle aydınlatılamaz. Dinin dogmaları yerine bilimin bilgileri konulamaz. Gazali, Farabi'nin ve İbni Sina'nın karşıtı olarak, dogmayı bilgiden üstün sayıyor ve böylece, İlkçağ şüpheciliğini sürdürmüş oluyor.

    Gazali şüpheciliğin bütün kanıtlarını yalnızca "bilimsel bilgiye karşı" kullanmaya kalkar ve bunun için de bilimsel bilginin son derece önemsiz ve çürük bir temel üzerinde oturmakta olduğunu kanıtlamaya çalışır.

    Ona göre bilimsel bilgi, kanıtlanması olanaksız bulunan birtakım varsayımlara dayanır. Şayet dogmalara körükörüne inanılmasını istiyor diye din eleştiriyorsa, aynı eleştiri bilim içinde yapılabilir. Bu görüşünü doğrulamak için de Gazali teorik matematiğin içinde yüzdüğü çözümlenememiş güçlüklere dikkat çeker.

    Söz gelişi uzay ve zamanın sınırsız bölünebileceği düşüncesi, bu tür güçlükleri içinde taşır. Ayrıca Gazali, bilimlerin temellerinden biri olan "doğada her olayın bir nedeni olduğu" varsayımının da güçlüklerle dolu olduğunu gösterir.

    Sebep ve sonuç kavramları arasındaki ilişkinin hiç de açık olmadığını, birçok kez sebep ile sonuç arasındaki ilişkiyi anlayamadığımızı söyler. Sonuç olarak bilim, kanıtlanması olanaksız bulunan temellere dayanır. Bunun için güvenilir değildir ve çürüktür.

    Böylece Gazali bilime saldırmakla dini korumuş, yani bilime karşı şüpheci bir tutum almakla, mistisizme içtenlikle inanmış dindar insan tipini savunmuş ve aynı zamanda dinin dogmalarını akıl ile aydınlatmaya, desteklemeye çalışan skolastiğe karşı da cephe almış oluyor.

    Farabi, İbni Sina ve Gazali Doğu İslâm kültürünün üç büyük temsilcisidir. Önce Doğuda gelişen bu kültür, sonraları Batıya da geçmiş ve İspanya ile Fas'ta büyük bir etki alanı kazanmıştır. Nitekim Ortaçağın ilk yarısında tüm İspanyol kültürü tam anlamı ile İslâm kültürünün etkisi altındadır





    Moses Maimuni

    (1135 -1204) Ortaçağın ilk gerçek Aristocusu olan İbni Rüşd'ün izini Moses Maimuni (Lâtince söylenişi: Miamonides, Doğudaki söylenişi ile: İbni Me'mun) isimli bir "Yahudi" filozofu sürdürmüştür ki, onun Ortaçağın belli bir dönemi üzerinde etkisi büyük olmuştur. Maimuni için de "gerçek filozof" Aristo'dur ve hiç kimse Aristo kadar gerçeğe yaklaşamamıştır.

    Aynı şekilde o da Hıristiyanlığın ve öteki dinlerin Aristoculuk ile yorumlanabileceğine inanır. Maimuni İbni Rüşd ile birleşerek, din ile felsefe arasında önemli bir ayrılık olmadığını, yalnız dinin daha çok anımsatıcılarla, felsefenin ise kavramlarla düşünüldüğünü söyler.

    Maimuni bazı noktalarda İbni Rüşd'den ileri giderek onu aşar. Maimuni'ye göre din ile felsefenin "ayrılığa" düştüğü her yerde, daha çok felsefeye inanmak gerekir. Bir başka deyişle: Vahye dayanan din kuralları ile felsefi bilgiler arasında bir anlaşmazlık olduğu zaman, dini "sembolik" karşılamak gerekir. Burada ilk kez, "akla dayanan bir din" anlayışı ile karşılaştığımızı söylemeliyiz.

    İskenderiyeli Clemens "anlamak için inanıyorum" diyordu. Maimuni'ye göre ise, yalnızca imana dayanan din, ancak bir ilk aşamadır. Bundan sonra, akla dayanan bir din doğacaktır. Ancak bir felsefî bilgi halinde olan dini kurallar bizi kutsal gerçeklere ulaştırabilir. Maimuni de, aynı İbni Rüşd gibi, sonraları Skolastiğin parlak dönemine temel olacak olan, gerçek Aristoculuğun temsilcilerindendir





    İbni Haldun

    (1333 -1406) İslâm-Yahudi felsefesinin yine Batı bölümünden olan bir başka düşünür İbni Haldun'dur. İbni Haldun'un kişiliğinde, ilk kez gerçek bir "tarih filozofu" ile karşılaşıyoruz. İlkçağda tarih felsefesi, hemen hemen, yok gibidir.

    Antik dönemin filozofları daha çok doğa ile ilgilenmişler, tarihe fazlaca ilgi duymamışlardır. Ortaçağın başlarında bu durum tümüyle değişti. Tarih felsefesinin Augustinus'un sisteminde ne kadar geniş yer aldığını hatırlayacağız.

    Ancak Augustinus'un tarih felsefesi, tümüyle dini temellerden çıkarılmış olan bir tarih yapısalcılığıdır. Oysa İbni Haldun'un, tarih felsefesi karşısındaki tutumu tamamen farklıdır. O tarih felsefesini "empirik" bir temel üzerine kurmaya çalışır.

    Birçok tarihi incelemeler yapmış olan ve özellikle İslâm devletlerinin tarihini çok iyi bilen İbni Haldun'un araştırmalarında şu durum dikkatini çekmiştir: İslâm devletleri kuruluyor, belli bir gelişme dönemi yaşıyor, sonra da yıkılıyor. İbni Haldun'a göre tüm devlet kuruluşlarının kaçınılmaz sonu budur. Acaba bunun nedeni ne olabilir?

    Devletlerin önce yavaş yavaş yükselip sonra da gerilemesi neden kaynaklanıyor? İbni Haldun bu sorundan önce bir başka konuyu ele alıyor: İnsanları bir devlet halinde birleştiren sebep nedir? Bu soruya verdiği yanıtta İbni Haldun, "dayanışma" kelimesiyle karşılayabileceğimiz bir kavramı, açıklamaları içine alıyor.

    Tarih felsefesini, ilk olarak, tarihi olaylara dayandıran İbni Haldun, İslâm felsefesinin en dikkat çekici isimlerinden biridir. İbni Haldun öncelikle şu soruyu soruyor: Bir devlet olarak yanyana yaşayan insanların bu birliktelikleri neye dayanır? Bu soruyu İbni Haldun, "dayanışma" kavramı ile yanıtlıyor.

    Ona göre toplum yaşamında ancak "dayanışma bilinci"nin bulunduğu yerde, yani bireylerin birbirini karşılıklı olarak destekledikleri yerde dayanışma olanağı vardır. Acaba dayanışma duygusu neye dayanır? Bu duygu çeşitli etkilere, söz gelişi ortaklaşa ırk birliğine, din birliğine, tarihi kader birliğine dayanabilir.

    İbni Haldun için önemli olan nokta, tüm bu temellerden "önce" insanda bir topluluk bilincinin var olması gerekir. Yani insan öteki insanlarla akraba olduğu için değil, akrabalık "bilincini" duyduğu için dayanışma duygusu taşır. Ya da insan aynı dine bağlı olduğu için değil de, böyle bir bağın bilincine sahip olduğu için kendisini ötekiler ile dayanışma içinde duyar.

    O halde bir bağın var olduğuna ait olan bilinç, bağlılığın kendisinden daha önemlidir. Çünkü söz gelişi aynı kandan gelindiğine dayanan bir dayanışma bilinci, bu ortak biyolojik birlik, yalnızca bir yanılgı olsa bile, yine de, gelişme olanağı bulur. Bir başka deyişle diyebiliriz ki: Devlet biyolojik bir birlik olmayıp "ruhsal" bir birliktir. Devleti ayakta tutan "bilinç"tir. Bu bilincin dışında kalan bağların gerçekten var olup olmadığı konusu, ikinci derecede önem taşır.

    İbni Haldun'a göre her devlet, belli bir şablona göre "gelişir". Her devlet başlangıçta, köylü sınıfına dayanan "tarım" devletidir. Nüfusun artması ile devlet şekli değişme gösterir. Devlet köyden "kent"t bir gelişme içindedir.

    Başlangıçta devleti sırtlayan sınıf köylülerdi. Yavaş yavaş devleti kent halkı taşıyacak duruma geldi. Ancak devletin köyden kente geçişi, köylülerden kentlilerin eline geçişi, kaderci (fatal) bir yapıya sahiptir. Çünkü bu gelişme, zorunlulukla, bireyciliğe yol açar.

    Bir başka deyişle: Devletin köyden kente geçmesi, devletin asıl temeli olan dayanışma duygusunun "gevşemesine", zayıflamasına neden olur. Kent yaşamı bireyleri birbiriyle yarışmaya ve mücadeleye sürükler, bireyler zengin olmaya eğilimlidirler. Böylece bu gelişim devletin şeklini zorunlu olarak değiştirir.

    Her devlette, devletin bir "yönetici" sının vardır. Köy devletinde yönetici sınıf köylünün "güvenine" sahiptir. Yönetici sınıf ile devleti sırtlayan sınıf arasında bir güvenin bulunması, köy devletlerinin karakteristik özelliğini oluşturur. Fakat devlet köyden kente geçtikçe, halkın devlete ve onun yöneticilerine olan güveni kaybolmaya başlar ve bu gibi devletler daha çok "dikta"ya yönelir. Ancak; bu durum ile devletin göçmesine doğru bir adım atılmış olur.

    Tarihî araştırmalardan İbni Haldun, bir devletin ancak "dört kuşak" yaşayabildiği sonucunu çıkarır. Devletlerin kurulmaları, bir yükselme dönemi yaşamaları ve sonunda batmaları, "genel bir yasa "dır. Bu yasa, devletin bir organizma olduğu anlamına gelmez. Aksine devletlerin gelişimi "psikolojik" bir temele dayanır. Böylece İbni Haldun, tarih felsefesini temelinde psikoloji bulunan ve gözlemlerinin ürünü olan bir sosyolojiye dayandırmış oluyor.

    İbni Haldun'un yaşadığı dönem (1300 - 1400 araları), aynı zamanda Batıda da tarih felsefesinin konu edilmeye başlandığı bir zamana rastlar. Nitekim İbni Haldun'dan biraz sonra, Batıda "Makyavelli" yetişmiştir.

    Bundan önce de değindiğimiz gibi, özünde doğayla ilgilenen Antik dönem, tarih felsefesiyle ilgili konulara oldukça yabancıdır. Ortaçağ ile bu konu değişti. Söz gelişi Augustinus'un felsefesinde doğa konularından çok tarih konuları ön plândadır.

    Ancak Augustinus'un tarih felsefesi din kitaplarından yararlanmış tarih bağlantılarıdır. Augustinus tarih felsefesini, daha çok, pek yakın olduğuna inandığı kıyameti anlatmak için yazmıştır. Gerçekten deneye dayanan bir tarih felsefesini ise, ancak Ortaçağın sonlarında buluruz.





    Anselmus

    (1033 -1109) Şimdi de biraz geriye giderek Ortaçağın ilk dönemlerine dönelim: İlkçağın son dönemlerine paralel olarak Kavimler Göçü sonunda, Antik dönemden süre gelen bir çok kültür değerlerinin Avrupa kıtasında yok olduklarını söylemiştik. Bu nedenle Batıda 500-1000 yılları arasında kültür yönünden bir huzur dönemine rastlıyoruz; oysa, gördüğümüz gibi, Doğu aynı dönemde canlı bir düşünce yaşamını algılamıştı.

    Batıda düşünce yaşamı 1000 yıllarında canlanmaya başlamıştır. Bu canlanma Kilisedeki bir hareketle ilişkilidir. X. yüzyılda kültür yönünden büyük bir çöküş yaşamış olan Katolik Kilisesi, bundan sonraki yüzyılda enerjik ve yenilikçi papazlar yardımıyla yeni bir hayata kavuşmuştur.

    Katolik Kilisesine bu canlılığı getirenler arasında, özellikle Papa VII. Greguar ile öğrencisi Anselmus'u (1033-1109) sayabiliriz. Aslen İtalyan olan Anselmus, önce Kuzey Fransa'da bir kilisede rahiplik yaptıktan sonra İngiltere'de Canterbury Başpiskoposu olmuş ve 1109 yılında bu görevindeyken ölmüştür. Anselmus'un belli başlı eserleri bize kadar ulaşmıştır.

    Ortaçağ'ı ilgilendiren başlıca konunun, insanın Allah ile olan ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu konuyu Ortaçağ felsefesi, dinin dogmaları yönünden yanıtlar. Çünkü bu çağa göre gerçek zaten din kitaplarında bulunmaktadır. Bu nedenle yapılacak tek şey, dogmayı savunmak ve temellendirmektir. İşte, her şeyden önce bir teoloji olan Ortaçağ felsefesi için, Anselmus tipik bir örnektir.

    Anselmus doğa ile hiç ilgilenmez, ruhtan çok az söz eder, onun tüm görüşleri "Allah" düşüncesi etrafında toplanmıştır. Onun için Allah tüm varlığın ağırlık merkezidir. Anselmus'un tüm çabası kutsal vahiy olan dogmaları savunmak ve temellendirmektir. Oysa iki yüzyıl sonra, Skolastiğin parlak döneminde tümüyle başka bir görüntüyle karşılaşacağız.

    Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu Skolastiğin ilk döneminden parlak dönemine geçiş, "Aristo "nün eserlerinin tanınması ile mümkün olmuştur. Aristo'nun eserleri İslâm felsefesi aracılığı ile öğrenilmiştir. Yani bu eserler Arapça çevirilerinden Lâtinceye çevrilmiştir. Aristo'nun eserleri "doğa" konusundaki ilginin yeniden uyanmasına neden olmuştur.

    Henüz Skolastiğin ilk döneminde yaşayan Anselmus, doğa konusuna hemen hemen hiç ilgi göstermemiştir. Oysa Skolastiğin parlak döneminde, söz gelişi Aquino'lu Thomas da, doğaya ait geniş bir ilgiye, Aristo'ya göre ayarlanmış bir doğa felsefesinin var olduğuna tanık oluyoruz.

    Skolastiğin bu iki dönemi arasında başka bir farklılık daha oluşmuştur. İlk dönemin temsilcisi olan Anselmus, Kilisenin "tüm dogmaları"nı akla uygun duruma getirmek isteyen tam imanlı bir Hıristiyan'dır. Skolastiğin parlak dönemi, iman ile kabul edilmesi gereken dogmalarla, akıl ile aydınlanması mümkün olan dogmalar arasında bir ayırım yapar.

    Bu ikinci dönem için iman ve felsefe birbirine uygun olan iki alan değildir. Aksine iman aklı tamamlar. İmanın birtakım sırları vardır ki, bunlara yalnızca inanmak gerekir. Ancak Allah'ın kendisi, varlığı gibi konulan akılla temellendirmek mümkündür.

    İşte Skolastiğin "son dönemi", özellikle bu yönden daha ileri bir adım atarak, akıl ile kavranabilecek dini gerçeklerin sayısını büsbütün azaltmıştır. Bu son dönem Allah'ın varlığını bile akılla temellendirmenin mümkün olduğunu reddeder. Böylece Allah'ın varlığı konusunu da bir iman meselesi yapar. Böylelikle ilahiyat ile felsefe tümüyle birbirinden ayrılmış olurlar. Felsefe ancak bilinmesi mümkün olanı, özellikle doğayı; iman ise akıl tarafından kavranmalarına olanak bulunmayan dini gerçekleri konu alır.

    Batıda Skolastiğin "üç" dönemi vardır: Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu ilk dönemde felsefe, kurgusal ilahiyattır. Bu dönem, en yüksek dini gerçeklerin akıl ile aydınlatabileceğine inanır. Oysa ikinci dönemde, yani Aristo'ya dayandırılan parlak dönemde, felsefe ile ilahiyat artık biri ötekinden ayrılmaya başlar. Bu döneme göre dinin ancak bazı temelleri akıl ile çözümlenebilir, geriye kalanlara yalnızca iman etmek gerekir. Skolastiğin son döneminde felsefe ve ilahiyat biri ötekinden tam anlamı ile ayrılır.

    Öncelikle "bilmek nedir?" sorusundan hareket eden Anselmus, "bilmek düşünmektir, gerçeği çıkarabilmektir" diyor. Gerçek ise, ancak kanıtlanarak bilinir. Gerçek dediğimiz şey nedir? Gerçek, bilgimizin realiteye "uygun" olmasıdır. Her düşünce kesinkes bir "var olana" geri döner. Her var olan ise "mutlak bir varlığı", yani Allah'ın bedenini şart koşar.

    O halde biz, "var olan Allah" olmaksızın düşünemeyiz. Anselmus bu düşüncesini, Allah'ı kanıtlamak için bir delil olarak benimser. Yani ona göre mutlak varlığın, yani Allah'ın, varlığını gerektirmeyen hiçbir düşünce gerçek olamaz. Bu düşüncenin temelinde Eflâtun'un ve özellikle Yeni Eflâtunculuğun etkileri olduğunu kolayca fark edebiliriz. Çünkü Plotin'e göre de "var olan" ancak mutlak varlığa katılarak var olur. Nitekim Skolastiğin ilk dönemi "Yeni Eflâtunculuk"un etkisi altındadır. Bu ilk dönem için Aristo'nun etkisi henüz söz konusu değildir.

    Anselmus'un öteki bir yapıtında, sonraları felsefe tarihinde çok ünlenen ve Yeniçağda Descartes tarafından yeniden ele alman ikinci bir Allah kanıtını; "ontolojik kanıt"ı bulur. Bu kanıt ile Allah'ın varlığı aşağı yukarı şöyle belgelenir: Biz Allah deyince genellikle "en büyük olan"ı anlarız.

    Şimdi bir yandan Allah'ın var olduğunu öte yandan var olmadığını düşünelim. Var olan bir şey var olmayana oranla daha büyüktür. Allah'ı var varsayarak büyüklüğüne bir şey eklemiş, var olmadığını düşünürsek büyüklüğünden bir şey eksiltmiş oluruz. Oysa Allah'ın "en büyük" olduğunu düşünüyoruz.

    Bunun için onun ancak var olabileceğini çıkarırız. Yani "en büyük" diye düşündüğümüz bir şeyin kesinkes var olduğunu kabul etmek gerektir. Aksi hâlde çelişkiye düşeriz. Dikkat edilirse, bu kanıtla, "Allah" kavramından, Allah'ın varlığı çıkarılıyor. Anselmus bu kanıtlamasında tam bir rasyonalisttir.

    Bilmek, objeler konusunda kavramlar oluşturmaktır. Ancak öyle bir kavram vardır ki, Allah kavramı, bu kavramı yalnız "düşünmekle", dayandığı objeyi tanıyabiliriz. Zaten her akılcı bilgi bizi zorunlulukla, bu ontolojik kanıt cinsinden, hiçbir şekilde deneye dayanmayan bilgilere götürür. Her rasyonalist felsefede öyle bir kavram vardır ki yalnızca düşünmekle, kendisine karşılık olan objeyi anlamak mümkün olur.

    Ontolojik Allah kanıtına daha Anselmus'un sağlığında karşı çıkılmıştır. "Bu metod ile her şeyin varlığını kanıtlamak mümkündür" diye eleştirilmiştir. Anselmus kendisine karşı çıkanlara şu yanıtı verebilirdi: Allah kavramından başka bütün öteki kavramlar objeleri ile "sınırlandırılmıştır".

    Yalnızca Allah "mutlak varlık" olarak düşünülebilir. Kendilerini yalnızca hiçbir objenin karşılayamadığı kavramlar düşünülebilir. Roma kentini hem var hem de yok bir kent diye düşünebiliriz. Oysa Allah'ı hem var hem de yok diye düşünemeyiz, çünkü Allah mutlak varlıktır.

    Anselmus'un kişiliğinde tipik temsilcisini bulan Skolastiğin ilk dönemi için karakteristik olan yan, bu dönem felsefesinin, dinin son sırlarını da akılla temellendirmeye kadar giden bir ilahiyattan oluştuğudur.

    "İnandığımı sonradan aklın da aydınlattığını görmek için inanıyorum" diyen bu dönem için, iman öncelik taşır. Bu dönemin başka bir karakteristik yanı, bilgide kullandığı rasyonalist metottur. Gözlem ve deneyin bu dönemde hiçbir etkinliği yoktur. Çünkü ilahiyatın dogmalarını deney nasıl temellendirebilir? Bu dönem için bilmek, düşünmektir. Gerçek, yalnızca mantık çıkarımlarıyla kavranmaya çalışılır.

    Söz gelişi Anselmus'un ünlü ontolojik kanıtı, Allah'ın varlığını yalnızca Allah kavramının analizinden çıkarmak için yapılmış olan tipik bir kanıttır. Allah'ı kanıtlamak için tam anlamıyla rasyonalist bir bilgi metoduna neden ısrarla başvurulduğunu anlamak güç değildir. Düşünmenin, insan ruhunun sınırlan içinde kalan düşünmenin, dıştaki bir olayı kavradığından nasıl emin olunabilir?

    Tümüyle sübjektif olan düşünme ile dışardaki bir realite arasındaki köprü, bu ontolojik kanıt ile kurulmak isteniyor. Dıştaki bir varlığa da dayanmakta olduğunu mantıksal bir çıkarımla kendisinden elde edebileceğim tek bir kavram vardır: Allah kavramı.

    Ontolojik kanıtın mümkün olması için bir koşul daha vardır: Allah'ın mutlak varlık ile aynı olması ve her var olanın bu mutlak varlığa katılması gereği. Dikkat edilecek olursa, Anselmus'un ontolojik kanıtının, Eflâtun ile sıkıdan sıkıya ilgisi olduğu görülür. Bundan önce de söylediğimiz gibi, Skolastiğin ilk döneminin Eflâtuncuğu, sonraları tüm Ortaçağ boyunca süren bir konuya, "tümeller tartışması"na yol açmıştır.

    Tümel kavramlar nedir? Acaba tümel kavramlar reel bir varlığa sahip midir? Yoksa yalnızca aralarında ortak oranlan içeren şeyleri mi gösterir? Bu son düşüncenin, yani isimciliğin (nominalizmin), Skolastiğin daha ilk dönemlerinde var olduğunu söyleyebiliriz.
#14.08.2007 20:16 0 0 0
  • Roscelinus

    (Tahminen 1050 -1123) Kendisiyle ilgili pek az şey bildiğimiz Roscelinus''a göre: Tümel kavramlar yalnızca birer kelimeden ibarettir. Aralarında az ya da çok ilişki olan objelere bu kelimeleri bizim yüklediğimizi savunur.

    Bu dönemde isimciliğin etkisi sınırlı ve önemsizdir. İsimcilik fazla yayılamamıştır. Çünkü Kilisenin direnmesi ve "düşmanlığı" hız karşılaşmıştır. Nitekim 1092 yılında Soisson Sinod, Roscelinus'un isimciliğini (nominalizmi) açıkça suçlamıştır.





    Abelard

    (1079 -1142) Roscelinus'un öğrencisi olan Abelard hocasının isimciliğini (nominalizmini) daha ılımlı ve yumuşak şekilde temsil etmiştir. Abelard Ortaçağın en ünlü ve çok okunan yazarlarındandır. Özellikle Heloise ile olan talihsiz aşkı, kendisini tümden imlendirmiştir.

    Abelard bize "skolastik metodu" en güzel biçimde anlatır ve açıklar: "Bilimsel bir konu nasıl incelenmelidir?" diye soran Abelard, bu soruya şöyle yanıt veriyor: Önce konu edilen sorun ile ilgili tüm otoritelerin, yani Kilise Babalarının, Eflâtun'un ve Aristo'nun düşüncelerini bir araya toplamak gerektir. Daha sonra bu düşüncelerin birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları belirlemek gerekir. Bu da yapıldıktan sonra görülür ki, otoritelerin düşünceleri, temelde birbirlerine uygundur.

    Abelard bu açıklaması ile skolastik metodu gerçekten çok doğru bir şekilde vurgulamıştır. Skolastik, gerçeği otoritelerde ve kitaplarda aramaktadır. Gerçeğin doğrudan yapılacak gözlemlerle bulunacağını kabullenmez. Ayrıca otoritelerin ana düşüncelerde uyuştukları, bir ayrılık varsa, bunun temelde değil de ayrıntılarda olduğuna inanır. Abelard skolastik metodu incelediği eserine "Evet ve Hayır" gibi dikkat çekici bir isim veriyor.




    Gilbert de la Porree

    (? -1154) "Chartes Okulu"na bağlı olanlar, daha çok bilgin denilmeyi hak etmiş kişilerdir. Bunların en önemlisi ise Gilbert de la Porree'dir. Batıda "İslâm" eserlerinin etkisine (özellikle matematik, doğa bilimleri ve tıbba ait eserler) ilk kez bu Chartes Okulunda rastlarız. Bu okul İbni Sina'yı biliyordu ve eserlerinden yararlanıyordu. İslâm fiziği ve bunun dayandığı Aristo'nun doğa felsefesi ve ayrıca mantığı, Batıya bu okulun yardımıyla girmeyi başarmıştır.

    Sözünü ettiğimiz bu dönemde; Roscelinus, Abelard, Chartes gibi çeşitli "Fransız" isimleri dikkatimizi çekiyor. Fransa bu dönemde ilahiyat ve felsefeye ait araştırmalar bakımından özellik taşıyan bir ülkedir. Bu dönemde ulusal özellikler henüz belirmemiştir. Söz gelişi Anselmus aslında İtalyandır. Fakat sonraları Canterburg Başpiskoposu olmuştur. Bu dönemin düşünürleri, doğal olarak, hep "lâtince" yazıyorlardı.

    Fransa'da XII. yüzyılda "ilk üniversite" (Sorbonne) kurulmuştur. Bunu XIII. yüzyılda İngiltere'de Oxford Üniversitesi izlemiştir. Yeni kurulan bu üniversiteler, bilimsel incelemelerin ve Skolastiğin parlak dönemindeki araştırmaların "merkezi" oldu. Üniversitelerden önce yalnızca manastırlara bağlı olan medreseler vardı.

    Üniversitelerde yapılan bilimsel ve felsefî araştırmalara paralel olarak, bu dönemde bir akımın, "Fransisken ve Dominiken" tarikatlarına bağlı olanların başlattığı bir akımın, doğuşuna tanık oluyoruz.





    Bonaventura

    (1221 -1274) Bonaventura için felsefe, öncelikle ilahiyattır ve ilahiyat olması gerekir. Bonaventura deneyi reddetmez, ancak ona göre deneyin yeri başkadır. Nitekim gerçekten deneye dayanan bilgilerimiz vardır.

    Bu yönden Aristo'cu olan Bonaventura, deney ile ilgili olan doğa bilgilerinde bile, doğayı Allah'ın yaratmış olduğunu her zaman göz önünde bulundurmak gerektiğine dikkat çeker. Çünkü doğanın her yerinde Allah'ın izlerine rastlarız. O halde onun gözünde her şey "Allah'ı bilmek" ile ilgilidir.

    Bundan başka doğrudan doğruya Augustinus'dan alınmış bazı düşünceler de Bonaventura için karakteristiktir. Ona göre de evren "çeşitli alanlar"a ayrılır:

    Organik olmayan doğa alanı, organik yaşam alanı, doğa üstü varlıkların alanı. Bu alanlar, objenin çeşitli düzlemlerin üzerindeki şekillerine ya da orijinal ile aynadaki hayaline benzer, biri ötekini "yansıtır". Sonra bu çeşitli alanlar aralarında sayısal oranları içerirler.




    Duns Scotus

    (? -1308) Ortaçağın bir döneminde düşünce yaşamına çok itina göstermiş olan Dominiken ve Fransisken tarikatlarından söz etmiştik. Thomas, Dominiken rahibidir. Fransisken tarikatı Thomas'a karşıdır. Bu tarikat, özellikle Skolastiğin son dönemini temsil etmiştir.

    Şimdi Fransisken tarikatının en önemli iki kişiliğinden söz edeceğiz. Bunlardan biri İskoçyalı Duns Scotus'tur. Duns Scotus Thomas'tan esasta ayrılır. Thomas için seyir (temaşa) yaşamının esas olduğunu biliyoruz. Oysa Duns Scotus tam tersine olarak, yaşamın anlamını "fiil ve davranışız, bulur. İşte bu fiil ve davranışa verdiği önemle, bu aksiyona verdiği değer ile Duns Scotus bir bakıma Rönesans'ı hazırlamış olur.

    Duns Scotus'a göre, Allah isteyen ve "irade sahibi" bir varlıktır. Allah, evreni kendi özgür iradesinden, iradî bir davranış ile yaratmıştır. Bundan başka, ahlâkî değerler de Allah tarafından yaratılmıştır. Bundan dolayı evreni ve ahlâkı yalnızca akıl ile, yalnızca rasyonalist bir metod ile temellendiremeyiz. "İyi" Allah'ın beğenmiş olduğu şeydir. Fakat başka şeyler de Allah'ın hoşuna gidebilir. Allah'ın, bilgisine akıl erdimediğimiz iradesi, "iyi"yi ve "kötü"yii şimdiki şekilleriyle belirlemiştir. Allah'ın bunu niçin böyle yaptığını soramayız. Bunu yalnızca bir "olay" olarak benimseyip Allah'ın huzurunda eğilmemiz gerekir.

    Duns Scotus bu "fiil ve davranış" bir de bireyciliği (individüalizm) bağlamaktadır. Ona göre her birey bir kişiliktir. İnsan ancak dünyaya bir kez gelmiş olan kişiliği ile bir özelliğe sahip olur. O halde reel olan tümel değil, bireydir. Bu "fiil ve davranışı" ve bireyciliği (individüalizm) ile Duns Scotus, Skolastiğin son dönemini hazırlamıştır. Zaten kendisi Skolastiğin parlak dönemi ile son döneminin sınırları üzerinde bulunur



    Occamlı William


    (? -1349) Skolastiğin son döneminin en büyük ve en tipik temsilcisi İngiliz Occam'lı William'dır. Occam'lı William tam anlamı ile bir isimcilik (nominalist) temsilcisidir. Tüm Ortaçağda süren "tümeller tartışması"nı hatırlayalım. Acaba tümel kavramlar reel olan objeler midir, yoksa yalnızca eşyaya benzerlikleri yönünden takılan isimlerden mi ibarettirler?

    Skolastiğin ilk dönemi, Eflâtun'un anladığı anlamda, bir kavram realizmini temsil eder. Orta dönem ise, Aristo gibi, aracı bir tutum takınır, yani "tümel vardır, yalnız bireyin içindedir" der. Oysa son dönemin en belirgin temsilcisi olan Occam tam bir isimcidir (nominalist).

    Ona göre insan ve at diye bir şey yoktur, ancak tek tek insanlar ve tek tek atlar vardır. Yalnız tek tek insanların ya da tek tek atların aralarındaki benzerlikler, bizi bunları aynı bir kavram ile isimlendirmeye yönlendiriyor. Fakat bu kavram ya da isim ne tek tek atların dışında, ne de içinde ayrı bir realiteye sahiptir. At kavramı, yalnızca tek tek atların dahil edildiği bir "benzerlik sınıfı "nın adıdır.

    Bu görüşlerin sonucu olarak: Önce bilgi, sonra da insanın anlaşılması yönünden belli sonuçlar çıkar. Occam'ın anlayışına göre bilgi, tek tek eşyayı gözlemlemek ve arkasından bunların aralarındaki benzerlikleri belirlemektir. Bu nedenle bilginin biricik kaynağı "algı"dır. Çünkü tek tek objeleri bize algılar bildirir.

    Bunun içindir ki bu görüş için artık madde üstü bir evrenin varlığı konusunda rasyonel kanıtlar bulmak söz konusu olamaz. O kadar ki Occam, Allah'ın varlığını kanıtlamak için kanıtlar bulmayı bile reddeder. Kuşkusuz Occam gibi bir Ortaçağ insanı için bu anlayış, Allah'ın varlığını reddetmek anlamına gelmez. Occam aklın ve bilginin yolundan gidilirse Allah'ın kanıtlanabileceğinden kuşkuludur. Occam'ın öğrencilerinden biri, nedensellik ilkesinin de rasyonel bir biçimde kanıtlanamayacağını savunur.

    Occam'a göre de yalnız "birey" reeldir. Bu noktada o, kendisi gibi bir Fransisken rahibi olan, Duns Scotus ile birleşiyor. Aynı şekilde Occam, Duns Scotus'un "fiil ve davranışı"^ da katılır ve bu anlayış onun bilgi varsayımında önemli rol oynar. Bilgi, Occam'a göre, "objelere üstün olmaktır."

    Sonuç olarak; "fiil ve davranış", bireycilik (individüalizm) ve bir de isimcilik (nominalizm), Skolastiğin son dönemindeki karakterini belirleyen üç ana akım olmuştur. Fakat, Ortaçağın sonundaki bu görüş, aynı zamanda, "Rönesans"ı da hazırlamıştır.




    Aquinolu Thomas

    (1225 -1274) Aquino'lu Thomas 'da tümü ile farklı bir felsefe ile karşılaşırız. Thomas düşüncelerini iki büyük eserinde toplamıştır: "Summa Philosophica" da denilen birinci eser "Allah'tan Başkasına Tapanlara Karsı" (müşriklere karşı) ismini taşır. Burada "Allah'tan Başkasına Tapanlar" deyimi ile Hıristiyan olmayanlar değil de, Brabant'lı Siger ve yandaşları, yani Lâtin İbni Rüşdçüler kastedilmiştir. İkinci eserin ismi "Summa Theologica"dır. İlahiyata ait olan tüm bilgiler bu eserin konusunu oluşturur.

    Skolastiğin ilk döneminde felsefe, aslında rasyonalist bir ilahiyattır. Bu felsefe, insanın Allah ile ilişkilerini bilmek ister, bunun dışındaki konularla ilgilenmez. Üzerinde özellikle durulan sorunun yanıtı, zaten dini dogmalarca verilmiş bulunuyor.

    Bu nedenle, önce dogmalara bağlı olarak inanmak, sonra da bunları akıl ile temellendirmeye çalışmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor. Oysa Skolastiğin ikinci dönemine, yani çökme dönemine geçince, bu durumun köklü biçimde değiştiğini görürüz. Bu dönem klasik şeklini Aquino'lu Thomas'ın felsefesinde bulur.

    Aslen İtalyan olan Thomas'ın Papalık ile yakın ilişkileri vardı. Skolastiğin ilk dönemi, daha çok Yeni Eflâtuncu idi; ikinci dönemi ise Aristocudur. Nitekim Thomas da Aristo'dan hareket eder.

    Ona göre Kilisenin kuralları ile Aristo'nun düşünceleri temelde ve içerik yönünden, birbirine uygundur. Fakat buna rağmen iman ile bilim ve felsefe bilgileri arasında bir fark vardır. Çünkü dinde, ancak iman ile kavranabilen, akılla aydınlatılmalarına olanak bulunmayan, birtakım "sırlar" bulunur. Ya da Thomas'ın kendi benzetmesi ile söylersek: İmanı bir tapınak olarak düşünürsek, bilim ve felsefe bilgileri bu tapınağın asıl içini değil, ancak girişini aydınlatabilir.

    Söz gelişi Allah'ın varlığının ve bir "mutlak" ruh olduğunun felsefe ile kanıtlanması mümkündür. Fakat Allah'ın evreni belli bir zamanda (yedi günde) yaratmış olduğu, akılla değil de yalnız imanla kabul edilebilir. Günah ve sevapların hesabının görüleceği bir kıyamet gününün olacağı akıl ile aydınlatılamaz, buna yalnızca inanılır.

    Aristo ile birlikte Thomas da her tür bilginin "deney "den kaynaklandığını kabul eder. Oysa ilk Skolastiğin tipik temsilcisi olan Augustinus'un görüşüne göre deneyin bilgi yönünden hiç önemi yoktur. Thomas'a göre bilgimizin hareket noktasını oluşturan "algı", eşyadan birtakım hayallerin gelip ruhumuza girmesi sonunda oluşur. Bundan sonra "düşünmenin" aktivitesi başlar. Eşyadan gelen algı hayalleri akıl tarafından "kavram"lar haline getirilir ve bu kavramlar bize eşyanın yapısını tanıtır.

    Her türlü bilgi, gerek algı ve gerekse düşünme anlamındaki bilgi, kesinkes "reel" olan bir şeye geri döner. Bilgimizin, dışımızdaki reel dış dünyaya uygun olduğu, anlam ve zaman bakımından doğrudur. Dış dünyanın varlığından kuşkulanmanın hiç anlamı yoktur.

    Thomas da, Aristo'nun yaptığı gibi, dış dünyadaki objelerde iki taraf olduğunu savunur: Madde ve Şifim. Her objede, bu maddeye biçim veren bir güç, bir de biçim bulunur. Bunu, en açık şekliyle, bitkilerde ve hayvanlarda görürüz. Canlıda, bitkide ve hayvanda; alınan gıdalara organizmayı oluşturacak biçim verici bir güç gizlidir.

    Her objenin "nitelik" ve "varlık" taraflarını birbirinden ayırmak gerekir. Ya da her obje için şu iki soru sorulabilir: Bu nasıl bir objedir? Bu obje niçin vardır? Fakat her objedeki nitelik ve varlık birbiriyle uyum içinde birarada bulunur: Bu obje "Allah"tır.

    O halde Allah, sebebi dışarıda değil de kendinde bulunan, dolayısıyla niteliği ve varlığı birbirinden ayrı olmayan varlıktır. Oysa öteki bütün objeler bir sebep sonucunda biçim kazanır ve bir varlığa sahip olur. Allah'ın ise bir sebebe gereksinimi yoktur. Onun biçimi yine kendisidir. Bu açıklama şekli, dikkat edilirse, ontolojik kanıtı kullanmaz, Allah'ın varlığını başka kanıtlardan çıkarır.

    Önce bu evrende "son ve en yüksek bir sebebin", yani evreni ilk kez harekete geçirmiş olan bir sebebin var olması gerekir. Çünkü sebepler dizisi sonsuza kadar uzamaz, bu dizinin bir yerde sona ermesi gerekir. Allah'ın evreninin en yüksek nedeni ve ilk hareket ettiricisi olduğu görüşünü, Thomas Aristo'dan aynen almıştır. Fakat Thomas, Allah'ın varlığını kanıtlamak için, öteki bir kanıt daha gösterir: Her var olanın bir "amacı" vardır.

    Ayrıca bir de tüm evren için son ve en yüksek bir amaç bulunacaktır. Tüm varlıklar ancak göreli olarak iyidir. Fakat bunun yanında bir de mutlak şekilde iyi olanın varolması gerekir. Evrenin son ve en yüksek amacı: "Mutlak olarak iyi olan" Allah'tır. O halde Allah, en yüksek neden ve en son amaçtır.

    Thomas'a göre en yüksek neden ve en son amaç olan bir varlığın var olması gerektiğini de bize aklımız öğretir. Sonra Allah'ın maddi bir varlık olmayıp yalnızca bir ruh olduğunu da yine akıldan çıkarırız. İşte Allah'ın varlığı ve nitelikleri konusunda felsefe bizi buraya kadar getirebilir.

    Thomas'a göre felsefe bir varlık bilimi, yani bir "ontoloji" de olabilir. Ontolojide deney ile mutlak düşünce birbirine uygundur. Söz gelişi mutlak düşünce bize var olanların çelişkisiz olmaları gerektiğini söyler ve bir şeyin hem var hem de yok olmasının olanaksızlığını gösterir. Biz buna çelişki ilkesi deriz. Bu bir mantık ilkesidir, fakat aynı zamanda varlıklara da uygulanan bir ontoloji ilkesidir. Bu nedenle mantık bize varlığın yapısını ve tümel yasalarını öğretir.

    Aristo gibi Thomas da varlık evrenini birbiri üzerine düzenlenmiş olan çeşitli "alanlara" ayırır. Önce elemanlar evreni, bunun üstünde de bitkilerin, hayvanların ve insanların evreni vardır. Bu sonuncu varlık alanı, aynı zamanda "ruh"u da kapsar. Fakat yalnız insan "kendini bilmek" olanağına sahiptir. Yalnız insan kendisi ve evrendeki yeri konusunda derin düşünebilir.

    İşte bu yetenek insana, aynı zamanda kendisinin üstünde ne bulunduğunu düşünebilme, Allah'ı düşünebilme olanağını kazandırır. Zaten insanın bu evrendeki varlığının hikmeti, kendisini ve Allah'ı bilmesidir. O halde Thomas için gözlem hayatı pratik hayattan üstündür. Thomas kendisi bir keşiştir ve bu nedenle teorik yaşamı tercih etmesi doğaldır.

    Thomas'ın "devlet felsefesi", Aristo'nun ve Augustinus'un düşüncelerinden oluşan bir karmadır. Thomas'da insanın sosyal bir yaratık olduğu, yapısı gereği kendi cinsleri ile birlikte yaşamak zorunluluğunda olduğu düşüncesi, Aristo'nundur. Aynı şekilde devletin bir "hayır" kurumu olduğu görüşü de Aristo'dan gelir.

    Oysa Augustinus'un devleti, "zorunlu bir kötülük" olarak anladığını biliyoruz. Fakat devletin, "bir dünya devleti olması gerektiği" düşüncesinde Thomas, Augustinus ile aynı görüşü paylaşır. Dünya devleti Kutsal devletin bir kopyası olmalı, yeryüzünde onun düzeni gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır. Sonuç olarak Thomas da, Augustinus gibi, Kiliseyi devletten üstün tutar. Çünkü Kilise kutsal, devlet ise sosyal bir kuruluştur. Bütün bu düşünceleri ile Thomas, klasik Ortaçağ için karakteristik olan görüşleri de sergilemiş oluyor.

    Thomas'ın ölümünü izleyen yüzyıl içinde artık skolastik sistemin dağılmaya, çökmeye başladığını görüyoruz. Böylece skolastiğin son dönemi başlamış oluyor. İlk dönemde Skolastik, dinin temellerinin akıl ile açıklanabileceğini sanıyor ve bunu benimsiyordu. İkinci dönem ilahiyat ve felsefeyi kısmen birbirinden ayırmıştır. Dine, felsefe tarafından kavranmasına olanak bulunmayan, esrarlı yanlar bırakılmıştır.

    Sonuç olarak Skolastiğin son dönemde iman ile bilim arasındaki karşıtlık büsbütün "fazlalaşmış", bilimin payı sınırlandırılmış ve imana daha geniş bir alan ayrılmıştır. Bu son dönem, dogmaların akıl ile kanıtı mümkün olduğu görüşünü tümüyle reddeder. Bilginin konusu ancak "doğa"dır. Bu nedenle bilgide Allah konusunun ele alınmaması gerekir.




    Origenes

    (185 - 254) Yunan dünyasının Doğu bölümünde yetişmiş olan Origenes İskenderiye'de Clemens'in okulunda görev almıştır. Hıristiyanlığın ilk dönemi için çok önemli ve karakteristik bir düşünürdür. Ammonios Sakkas'ın öğrencisi olan Origenes'in karakteristik yanı, Hıristiyanlık ile Yeni Eflâtunculuk arasında sallanmasıdır. Nitekim bu "kararsızlığı" kendisini Kilise ile anlaşmazlığa düşürmüş ve sonunda Hıristiyan cemaatinden kovulmasına neden olmuştur.

    Yeni Eflâtunculuk ile Hıristiyanlık arasında başlıca farklardan birini, "Allah anlayışı" oluşturur. Hıristiyanlık Allah anlayışını Yahudilikten almıştır, yani Allah, Hıristiyanlığa göre de, evreni yoktan yaratmış olan bir "Yaratıcı "dır. Oysa Yeni Eflâtunculuk evreni Allah'ın bir görüntüsü olarak düşünür. Evren, ışığın güneşten çıkıp yayılması gibi, "kutsal anlamın bir yayılması"dır. Origenes de Allah anlayışında daha çok Yeni Eflâtunculuğa yakındır.

    Hıristiyanlık ile Yeni Eflâtunculuk bir de "Allah ve insan" ilişkisi konusunda farklı düşünürler. Hıristiyanlığa göre insan Allah'ın "yarattığı" bir yaratıktır ve bundan dolayı Allah ile insan arasında yaratan ve yaratılan ilişkisi geçerlidir. Bu nedenle ikisinin arasında "aşılamaz bir uçurum" bulunur. Oysa Yeni Eflâtunculuk için insan, Allah'ın bir görünüşüdür. İnsan kendinden geçme (cezbe) durumunda yeniden Allah ile "birleşme" imkanına sahip olur, ancak bu kendinden geçmenin (cezbenin) kutsal anlamda olması şarttır.

    Sonuç olarak Hıristiyanlık evrenin "belli bir zaman içinde", yani, zamanın başlangıcında yaratılmış olduğuna inanır. Ayrıca Hıristiyanlığa göre Allah'ın insan biçimine girmesi, "bir kez" olmuştur ve bu belli bir tarihte olmuştur, bir daha yinelenmeyecektir.

    Origenes ise Hıristiyanlığın bir kez olan olayını, "zamanın üstünde" olan olay olarak ve de sonsuz olay olarak anlama eğilimindedir. Bu eğilim onu, evreni "yinelenen bir gelişim" olarak anlamaya götürmüştür. Origenes'e göre Allah'ın yarattığı bir yaratık olan insan, yalnızca zayıf olduğu için günah işleyip Allah'tan ayrılmıştır.

    O halde "günah" Allah'a başkaldırmanın bir sonucu olmayıp, yalnızca insanın zayıf olması yüzünden meydana gelir. Ancak Allah bu düşkün yaratığına yardım edecek, ona şefaat (bağışlama) ederek onu düştüğü günah çukurundan çıkaracaktır. Nitekim insan yalnızca ceza olarak, daha doğrusu, günahtan "arınsın" diye bir bedenle yaratılmıştır.

    Ceza bir düzelme (ıslâh) aracı olduğu için, günahkârların tümü sonunda günahlarından temizlenerek Allah'a dönmek olanağına sahiptir. Nitekim tüm yaratıklar (şeytan da dahil) sonunda kurtulacak ve yeniden Allah ile birleşecektir. Ancak yaratılanların zayıf olmaları devam edeceğinden, bunlar Allah'tan yeniden ayrılacaklar ve bu hareket bu şekilde sayısız kez yinelenerek sürecektir.

    Origenes'in, evrenin sürekli bir döngü içinde olduğu görüşü, Hıristiyanlığa hiç uymayan, daha çok Gnosis'e uyan bir düşünüştür. Bu ve bunun gibi Hıristiyanlığa aykırı fikirleri, Origenes'in Kilise ile arasının açılmasına neden olmuştur




    Marcus Aurelius

    (M.S. 120 -180) Marcus Aurelius "Kendi Kendine Düşünceler" isimli eserinde Epiktet'ten sıkça söz eder. Bu son iki Romalı Stoacıda Eski Stoa ruhunun bir daha canlandığına tanık oluyoruz. Bunlar bireyin amacını, devlet içinde bir hizmette bulunmak olarak anlar.

    Marcus Aurelius'a göre her bireyin kendisini görev başında bulunan bir asker gibi, yani komutanın kendisine verdiği emri yerine getirmekte olan bir asker gibi anlaması gerekir. Bir sipere belli bir görevle yerleştirilen bir asker, üzerine düşeni, elinden geldiğince yapmalıdır.

    Kendisine verilen görevin doğru olup olmadığını tartışmaya askerin hakkı yoktur. Aynı bunun gibi her insana doğa ve devlet tarafından belli bir "görev" verilmiştir. Herkesin kendisine verilen görevi elinden geldiğince yapması gerekir. Sonraki Stoacıların ahlakında gittikçe artan bir değer kazanan bu görev düşüncesinin Roma dünya görüşünde önemli bir yeri vardır. Roma en parlak dönemlerine görev düşüncesine dayanarak ulaşmıştır.

    Stoacılık yanında Epikürcülüğün de, yani sert bir görev ahlâkı yanında bir haz felsefesinin de Roma'ya girmiş olduğuna burada işaret etmeliyiz. Buna, haz felsefesini kolay anlaşılır bir biçimde dile getiren ünlü Lâtin şairi Lecretius'tu örnek gösterebiliriz. Lecretius (M.Ö. 91 - 55) şiirsel biçimde yazılmış bir eğitim eseri olarak anabileceğimiz "Eşyanın Doğasına Dair" adlı eseriyle tanınır.

    İşte Romalıların felsefe alanındaki başarılan, hemen hemen, bunlardır. Eski Stoacılar ulusal Yunan dinini olumlu karşılarlar. Nitekim Eski Stoacılar gerek astrolojiyi, gerek geleceği okumayı (kehaneti) benimsemişlerdi. Panaitios Eski Stoaya bu noktada eleştiri yöneltir. Ona göre astroloji (ilmi nücûm), geleceği okumak (kehanet)... birer uydurma inanç (batıl itikat)tan başka bir şey değildir.

    Panaitios'un bu karşı çıkışı etkili olmamıştır. O kadar ki, Panaitios, bu gibi inançlarla uğraşanların sonuncusudur. Çünkü bu türden inançlar, özellikle astrolojiye inanma, bundan sonraki dönemde daha da önem kazanmıştır. Bu dönem için, özellikle iki düşünürden söz etmeliyiz: Bunlardan ilki Poseidonios'tur.





    Eugen Dühring


    (1833-1921). — Alman filozof ve iktisatçısı, bir süre Berlin Üniversitesinde felsefe ve ekonomi politik dersleri vermiştir. Kısa süre sonra gözleri görmez oldu; ölümüne kadar, önce Berlin'de, daha sonra da Nowawes'te, yazar olarak yaşadı. Bir burjuva sosyalizminin, toplum düzeninin temelini "bireysel ruhun doğal çabaları"nda gören bu en belirgin temsilcisi, toplumsal üründe işçilerin artan payı teorisini öğretiyor ve geleceğin kurtuluşunu sınıflararası uzlaşmaz karşıtlıkların uzlaşmasından bekliyordu; kendisini insanlığın düzelticisi, iyileştiricisi gibi görüyordu. Çok çeşitli konularda konferanslar verdi.

    Berlin profesörlerine karşı uluorta saldırıları sonucu, kısa zamanda koltuğundan oldu. 1870-1880 yılları arasında, sosyal-demokrasi, pek çok yandaş bulmuştu. Dühring, birçok yapıtında, toplumsal-felsefi özel bir sistem geliştirdi ki, bu sistem, kendisinin bulmuş olduğunu sandığı bir sürü mutlak "son yargı gerçekleri"nin yardımıyla oluşturulmuştu. Hıristiyanlığa karşıydı ve ateşli bir yahudi düşmanıydı.

    Kendi elinde olmayarak, dolaylı bir şekilde, bilimsel komünizme büyük bir hizmeti olmuştur; Marx'a ve Lassalle'a karşı tutkulu saldırıları ve büyüklük deliliğinin damgasını taşıyan "gerçeğin felsefesi", Engels'in ünlü yergi yazısındaki yanıta yolaçtı: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor (Anti-Dühring) kitabı, kısa zamanda yeni devrimci işçi kuşağının felsefe kılavuzu haline geldi. Bu yapıtında Engels, Dühring'in yavanlıklar sistemini acımasızca yıkıyor ve ilk kez diyalektik materyalizmin, usta elinden çıkma tam ve açık bir açıklamasını yapıyordu.





    Friedrich Engels


    (1820-1895) — Marx'ın en sevgili dostu ve ayrılmaz savaşım arkadaşı, diyalektik materyalizmin ve bilimsel sosyalizmin ortak kurucusu ve Komünist Parti Manifestosu'nun hazırlanışında Marx'ın yardımcısı; Komünistler Birliğinin ve Uluslararası İşçi Birliğinin ya da Birinci Enternasyonalin kurucularından. Marx'ın (1883'te) ölümünden sonra, uluslararası işçi hareketinin manevi önderi ve en büyük otoritesi oldu.

    Onun başlıca değeri, diyalektik materyalizmi geliştirmesinde ve açıklamasındadır. Teorik yapıtları arasında ilk yeri, felsefe konusundaki yergi yazılarına vermek gerekir. Bunlar proletarya düşüncesi üzerinde en kalıcı etkiyi yapmış olan ve giderek artan bir önem kazanan başyapıtlardır. Engels, bu yapıtlarında, toplumsal sınıfların savaşımları ile ve üretici güçlerin gelişmesi ve doğa bilimlerinin paralel ilerleyişi ile felsefenin diyalektik ilişkilerini ustalıkla ve eşi bulunmaz bir duruluk ve açıklıkla gösterir.

    Böylece okuru, hep aynı yollardan geçirerek şu gerçeğe götürür: Bütün insanlığı gerçekten kurtaran bir felsefe, ancak diyalektik materyalizm felsefesi olabilir, çünkü, yalnız bu felsefe teorik düşünceyi idealizmin Scylla'sından, mekanikçi kaba materyalizmin Charybde'inden koruyabilecek ve bilginin tutarlı bir materyalist teorisinin zaferini sağlayabilecek yetenektedir.

    Engels'in bu konudaki başlıca yapıtları: Anti-Dühring, Lessing tarzında hazırlanmış, taptaze bir hava, canlılık, savaşımcı bir güçle dolu bu polemik yapıtı, materyalist dünya anlayışının olağanüstü verimli bir savunmasıdır; Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, felsefenin Hegel'den Marx'a kadar gelişmesi üzerine parlak bir deneme yazısıdır.

    Daha az tanınan, ama Anti-Dühring ile birlikte Marksistlerin, felsefesinin yeni idealist sistemlerine karşı savaşımlarında temel bir silahı olabilecek bütün niteliklere sahip olan bir yapıtı da Doğanın Diyalektiği'dir. Fransa'da birkaç yıl önce yayınlanmış, 1873'ten 1892'ye kadar yazılmış makalelerden ve parçalardan derlenmiştir; —bazı noktalarda son bilimsel bulgularla aşılmış olsa bile— diyalektik materyalizm ve onun doğru yorumu için, savaşım veren herkes için, çağdaş doğa bilimlerinin sonuçlarını uyumlu bir biçimde Marksizmin bünyesine katma zorunluluğunu kafasına koymuş olan herkes için tükenmez bir kaynaktır.

    Öteki teorik ve yöntem bilimsel önemli yapıtları arasında şunları sayalım: İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu (1845); Komünist Parti Manifestosu —Manc'la birlikte—; Almanya'da Burjuva Demokratik Devrim (1850-1852) —içerdiği bölümler: "Köylüler Savaşı", "Almanya'da Devrim ve Karşı-Devrim" ve "Reich Anayasası İçin Kampanya"-—; Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm (1880); Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884); Konut Sorunu (1872); ilkel Hıristiyanlık Tarihine Katkı; "Kapital" Üzerine İncelemeler; Erfurt Programının Eleştirisi (1891).

    Bunlardan başka, Edebiyat ve Sanat Üzerine, Din Üzerine, "Kapital" Üzerine, Felsefe İncelemeleri, Marx ve Engels'in bu konulardaki seçilmiş metinlerini içerir. Engels'in yazışmaları arasında, K. Marx-F. Engels Yazışmasını (9 cilt) ve Friedrich Engels-Paul ve Laura Lafargue Yazışması'nı (3 cilt) analım.




    Holbach

    HOLBACH, Paul Henri Thiry, baron (1723-1789). — Fransız materyalisti. 12 yaşında Paris'e geldi, öğrenimim, gerçek yurdu haline gelen Fransa'da, sonra da Leyde'de yaptı. Holbach, Diderot ile birlikte, Ansiklopedi'nin. hazırlanmasında etkin bir görev aldı. Ansiklopedi'ye, doğa bilimlerine ilişkin açıklamalar ve makaleler yazdı. Onun salonu, o zamanın Fransası'nın en iyi kafalarının toplantı yeriydi.

    Üçüncü gücün (Tiers Etat—soylular ve din mensupları dışında kalan halk) devrimci ideolojisi bu salonda biçimlendi, daha sonra 18. yüzyılın Fransız materyalizmi diye adlandırılacak olan felsefenin ilkeleri, birkaç dostun dar çevresi içinde, bu salonda dile getirildi. Mekanikçi materyalizm, onun yapıtlarında sistemli ve tamamlanmış ifadesini buldu.

    Holbach, ikiciliğe, dünyanın madde ve ruh diye ikileştirilmesi-ne karşı çıkmıştır. İnsan, doğanın zorunlu ürününden başka bir şey değildir. Doğa, hareket halinde bir maddedir. Madde, bizim duyu organlarımız üzerinde doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak işleyen, etki yapan şeydir. Ruhçu ve tanrıbilimci sistemler, ancak insan beyninin ipesapa gelmez saçmalarıdır. İnsan bilgisizliğinin meyvesi ve bu sistemlerden çıkar sağlayanların çoğunun, özellikle de kilisenin bilinçli bir aldatmacasının ürünüdür. Doğanın Sistemi (1770) adlı yapıtının, kendi zamanında, olağanüstü devrimci bir etkisi oldu.




    David Hume


    (1711-1776). — İskoçyalı filozof, felsefede kuşkucu ve bilinemezci (septik ve agnostik), aktif politikacı, toplumsal ekonomi sorunları üzerine denemeler yazdı ve özgün bir tarihçi oldu. Hume'un felsefesi İngiliz burjuvazisine özgü düşüncenin yöneliminin, yani Locke'un deneysel felsefesi ile başlayıp sonradan Berkeley'in öznelciliğine (subjectivisme) dönen, ve en sonunda bütün temel sorunlarda bilinemezcilikten yana, yani gerçek bilginin olanaksızlığını iddia eden teoriden yana düşünceleri benimseyen yönelimin en belirgin örneğini temsil eder.

    Hume, Berkeley gibi, maddenin varlığını yadsımakla yetinmez, nedensellik ilişkilerinin nesnel gerçeklikleri olmadığını, yalnızca öznel bir alışkanlığın değişikliklerine uyarak kurulmuş olduklarını bildirerek, kuşkuculuğunu, şeylerin nedensel ilişkilerine kadar genişletir. İnsan, olaylar dizilerinin, düzenli bir biçimde yinelendiğini saptadı, ve bundan, başka hiçbir neden olmaksızın, olaylardan birinin, ötekinin nedeni olduğu sonucuna vardı.

    Şunu gözlüyorum, diyor Hume, ne zaman ak bilye, kızıl bilyeye çarpsa, kızıl bilye hareket ediyor. Bunun sürekli böyle olmasını, beyaz bilyenin çarpması, kızıl bilyenin hareketinin nedenidir diyerek ifade ediyorum. Peki ama, burada, zorunlu ve nesnel bir nedensellik olduğunu, basit kişisel bir yanılma olmadığını kim temin edebilir bana? Kim bana temin edebilir, yarın da, gene beyaz bilyenin çarpmasının kızıl bilyeyi harekete geçireceğini ve gene onun hareketinin nedeni olacağım? Demek ki, Hume, her şeye karşın, gene de dünyanın bilinmesi ve açıklanmasının eksenini oluşturan nedensellik ilişkisi konusunda, her türlü garantiyi reddediyor.

    Gene ona göre, dış dünya, en sonunda bir varsayımdan bir "sam"dan başka bir şey değildir. İşte Hume'u çürütmek için Kant, kendi "eleştiri" öğretisini hazırlamıştır. Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'da tahlil ettiği Hume'un para teorisi, onun, şeylerin yüzeysel görünüşlerinin her zaman esas temel süreçlerin yerlerini aldığı yolundaki yutturmaca burjuva anlayışının ekonomik ilişkilere uygulanışıdır. Başlıca felsefe yapıtları: İnsan Tabiatı Üzerine İnceleme (1739-1740), İnsan Aklı Üzerine Araştırmalar (1748).





    John Locke

    (1632-1704). — İngiliz filozofu, deneyin, bütün bilginin tek temeli olduğu görüşünü savunan görgücülüğün (empirisme) temsilcisi. Anlayış Üzerine Deneme (1690) adlı kitabında, Locke, bilgi sorununun çözümü için deney ilkesine başvurur, doğuştan fikirlerin varlığını yadsır ve bütün tasarımları iki kaynaktan, dış duyu ve iç duyudan çıkartır.

    Locke, dış duyumları, şeylerin bizim üzerimizdeki etkisi ile açıkladığı ve zamanı için cesurca olan madde (eğer tanrı istemiş olsaydı) düşünebilirdi varsayımını ortaya attığı ölçüde, materyalist görüşte yeralır.

    Ama ruh ve tanrı fikirlerine —zaten ona göre inan alanına giren bu fikirlere— bağlı kaldığı ölçüde de ikici (yani dualist, dünyayı madde ve ruh halinde bölen) bir düşünürdür ve İngiliz tanrıcılığının gelişmesini başlatır. Onun bilgi teorisinin temel özelliği, insan anlayışını "atomlaştırması"dır (atomisation), yani bizim zihnimizi, bir duyumlar toplamı, duyumlardan yapılma bir "mozayik" haline indirger.

    Bu bilinç mozayiği, atomlaşmış burjuva dünyasını aslı gibi yansıtan bir aynadan başka bir şey değildir. Toplumsal siyaset konusundaki anlayışlarında Locke, burjuva çıkarlarının kararlı bir savunucusu olmuştur; liberalizm teorisyeni olarak anayasal monarşiden, tanrıtanımazlığa karşı hoşgörüden yana olmuştur. Başlıca yapıtları: Anlayış Üzerine Deneme (1690), Hoşgörü Üzerine Mektuplar (1685-1704).




    Karl Marx

    (1818-1883). — 19. yüzyılın büyük dehalarından, bilimsel komünizmin, uluslararası modern devrimci proletaryanın sınıf savaşımı teori ve pratiğinin kurucusu. Marx'ın sistemi, diyalektik materyalizm ilkeleri üzerine oturur.

    Marx, kapitalizmin kendi iç yasalarını bulmakta ya da insanlık tarihinin belirli dönemlerini ve belirli olaylarını açıklamakta görüldüğü gibi, somut sorunları ustaca tahliliyle, geçmişteki tarihsel ilişkileri araştırmak için, bugünün toplumsal evriminin gerçek devindirici güçlerini bilmek için, ve aynı şekilde gelecekteki gelişme eğilimlerini belirlemek için, teorik bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin üstünlüğünü ortaya koymuştur.

    Onun burjuva toplumu konusundaki dahice eleştirisi, aynı zamanda, hem yıkıcı, hem de yapıcı olmuştur; burjuvazinin bitişini ilan ettiği için yıkıcı, proletaryanın zaferini haber verdiği için de yapıcı. Onun diyalektiği insanın etkinliği için hem bir araştırma yöntemi, hem de iletken teldir. Onun materyalist diyalektiği, yalnızca insan tarihinin yasalarının bilinmesine değil, ama aynı zamanda doğa tarihinin bilinmesine de uzanır.

    Diyalektiğin, Darwin'in evrim teorisinin doğa bilimlerinde yarattığı devrime yapışık olması, buradan gelir. Marksizmin oluşturduğu düşünce ve eylem yöntemi, proletaryanın kendi kurtuluşu için ve tam bir insancılık (hümanizm) çağının gelmesi için yürüttüğü savaşımda en değerli araçtır.

    Tarih sırasına göre Marx'ın en önemli yapıtlarını sayalım: 1844 Elyazmaları (Felsefe, Ekonomi Politik); Kutsal Aile (1845) ve Alman İdeolojisi (1845-1846) — Engels'le ortaklaşa yazmışlardır—; Felsefenin Sefaleti (1847); Komünist Parti Manifestosu (Friedrich Engels'le birlikte yazılmıştır) (1848); Ücretli Emek ve Sermaye (1849); Fransa'da Sınıf Savaşımları 1848-1850 (1850); Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i (1852); Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859); Herr Vogt (1860); Ücret, Fiyat ve Kâr (1865); Kapital, Birinci Cilt (1867) — 2. ve 3. ciltler, Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından yayınlanmıştır—; Gotha Programının Eleştirisi (1875). Çoğu kez Kapitalin 4. cildini oluşturan bölümlerden biri sayılan Artı-Değer Üzerine Teorilerde gene ölümünden sonra yayınlanmıştır.

    Marx ve Engels'in seçilmiş metinlerinden meydana getirilen derlemelerden bazıları: Felsefe Yazıları, Din Üzerine, Yazın ve Sanat Üzerine.
#14.08.2007 20:19 0 0 0