Bugünkü Fas topraklari Islâmi tarih kaynaklarinda "el-Magribu'l-Aksa (:Uzak Bati)" olarak adlandirilir. Kuzeybati Afrika ülkelerini içine alan topraklarin tümüne birden de Magrib denir. Bu topraklara ilk olarak 686 yilinda Ukbe ibnu Nafi (r.a.) komutasindaki Islâm ordulari gelmislerdir. Ukbe ibnu Nafi (r.a.) Magrib'in bir kismini fethetti ve burada hilafete bagli Ifrikiyye eyaleti olusturuldu. Magrib'in kalan kismi 688'de bölgeye gelen Hassan ibnu Nu'man ve 712'de bölgeye gelen Musa ibnu Nusayr zamaninda fethedilmistir. Musa ibnu Nusayr'in kumandanlarindan olan Tarik ibnu Ziyad, Cebelitarik bogazini geçerek bugünkü Ispanya topraklarina girmis ve Endülüs Islâm devletinin temelleri bu sekilde atilmistir. Cebelitarik (Tarik Dagi) Bogazi'na bu adin verilmesi de Tarik ibnu Ziyad'a nispetledir. Magrib topraklari Islâm ordularinca fethedildikten sonra 770'lere kadar hilafete bagli kaldi. 770'lerden sonra yine önemli bir kismi hilafete bagli kalmakla birlikte bagimsiz bazi küçük Müslüman devletleri de kurulmaya baslandi. Bunlarin basta gelenleri ve hüküm sürdükleri yillar söyledir: Rüstemiler (776 - 908), Midrariler (772 - 977), Idrisiler (789 - 974), Ziriler (972 - 1148). Bunlardan bazilarinin hâkimiyet alanlari bugünkü Fas sinirlarinin disinda kalan bazi topraklari da kapsiyordu. Tarihte Magrib üzerinde kurulmus olan en önemli Islâm devleti Murabitlar devletidir. 1056'da kurulan Murabitlar, zamanla bütün Kuzey Afrika'yi ve Endülüs'ü içine alan 6 milyon km2'lik genis bir bölge üzerinde hâkimiyet kurmus ve buralardaki daginikliga son vererek bir birlik ve merkezi otorite olusturmuslardir. Murabitlar'in merkezi bugün Fas sinirlari içinde kalan Merakes'ti. Islâm'in Kuzeybati ve Bati Afrika ülkelerine yayilmasinda Murabitlar'in önemli etkinligi olmustur. Murabitlar'in ilk sultanlari Ebu Bekr ibnu Ömer el-Lamtuni'dir. Ondan sonra ünlü cihangir Yusuf ibnu Tasfin bu devletin basina geçmistir. Devletin sinirlarinin genislemesinde, Kuzey Afrika Müslümanlari arasinda birligin saglanmasinda Yusuf ibnu Tasfin'in önemli rolü olmustur. Murabitlar 1147 yilina kadar ayakta kalabildiler. Bu tarihten sonra Muvahhidlerin hâkimiyeti altina girdiler. Muvahhidlerin hâkimiyeti de 1269'a kadar sürdü. Muvahhidlerin dagilmasindan sonra bölgeye yine küçük devletler, emirlikler hâkim oldu. Meriniler (1197 - 1550), Vattasiler 1470 - 1550), Sa'di Serifleri (1509 - 1660), Filali Serifleri (1640'tan itibaren) Muvahhidlerin dagilmasindan sonra bölgede hâkimiyet sürmüs olan yönetimlerdir. Bunlardan Meriniler, Muvahhidler dagilmadan önce kurulmustu ve Fas'in az bir bölümü üzerinde hüküm sürüyorlardi. Merinilerle Muvahhidler arasinda bir çekisme de olmustur. Ancak Muvvahhidlerin son zamanlarina dogru ortaya çikan iç kavgalar Merinilerin isine yaradi ve onlarin dagilmalarindan sonra da topraklarinin bir kismini ele geçirdiler. Vattasilerin hüküm sürdükleri dönemde Portekizli ve Ispanyali sömürgeciler Fas topraklarina saldirilar düzenlediler. Bu saldirilar sonunda Portekizliler Fas'in Atlas Okyanusu kiyilarini ele geçirdiler. Sa'di Serifleri Portekizli isgalcilere karsi mücadele ettiler ve 1578'de gerçeklestirilen Vadiyyu'l-Mehazin savasi sonrasinda isgal altindaki topraklari geri aldilar. Filali Serifleri yönetimi daha Sa'di Serifleri'nin Fas'in bir bölümü üzerindeki hâkimiyetleri devam ederken kurulmustur. Filaliler'le Sa'diler arasindaki mücadeleyi sonuçta Filaliler kazandilar ve 1660'ta Sa'dilerin hâkimiyetine tamamen son vererek bütün Fas topraklarini ele geçirdiler. Bugün Fas'ta yönetimi elinde tutan kraliyet ailesi bu Filali sülalesinden gelmektedir. 1830'da Cezayir'i isgal eden Fransiz sömürgeciler Fas topraklarini da isgal edebilmek için çesitli girisimlerde bulundular. Ancak bazi çikarlari dolayisiyla Alman sömürgeciler buna engel oldular. Buna ragmen Fransizlar 30 Mart 1912'de imzalanan Fas anlasmasina dayanarak Fas topraklarini isgal ettiler. Öte yandan Ispanya da Fas üzerinde hak iddia etti ve 27 Kasim 1912'de ülkenin kuzeyde Akdeniz kiyisindaki kesimini isgal etti. Fransiz isgali sirasinda Fas'in krali Filali sülalesinden Sultan Abdülhafiz'di. Isgalci Fransizlar 7 Ekim 1912 tarihinde onu kralliktan uzaklastirarak yerine yine Filali sülalesinden Ebu'l-Mehasin Yusuf'u geçirdiler. Ancak asil yönetim Fransizlarin tayin ettigi genel valinin elindeydi. Kral da ona bagli olarak çalismak zorundaydi. Fransizlar Fas Müslümanlarinin birlik ve bütünlügünü bozmak amaciyla bazi Berberi kabilelerini diger Müslümanlardan ayirarak onlara kismi özerklik verdiler. Bir yandan da Berberiler arasinda propaganda yaparak onlari Islâm öncesi geleneklerine döndürmeye ve bu yolla Islâm'dan uzaklastirmaya çalisiyorlardi. 27 Ocak 1927'de Ebu'l-Mehasin Yusuf'un vefati üzerine yerine oglu IV. Muhammed geçti. 1940'lardan sonra Fas'ta bagimsizlik hareketi güç kazanmaya basladi. Bagimsizlik mücadelesine öncülük etmek amaciyla kurulan Istiklal Partisi 1944'te isgalcilerden ülkelerini terk etmelerini ve Fas'a bagimsizlik vermelerini istediler. Fransiz isgalcilerin bu istege cevabi Istiklal Partisi'nin ileri gelenlerini tutuklamak oldu. Ancak bu olaydan sonra halkin bagimsizlik mücadelesine destegi artti. Sultan IV. Muhammed de Fransizlara karsi tavir alarak bagimsizlik mücadelesinin yaninda yer alma geregi duydu. Bunun üzerine Fransizlar, 20 Agustos 1953'te IV. Muhammed'i sürgüne göndererek yerine amcasi Muhammed'i tahta geçirdiler. Ancak halk Fransizlarin tayin ettigi krali benimsemedi ve Fransizlar 17 Kasim 1955'te IV. Muhammed'i Fas'a geri getirerek yeniden tahta geçirdiler. Sonuçta 2 Mart 1956'da Fransiz isgalciler Fas'tan çekilerek bu ülkenin bagimsizligini tanimak zorunda kaldilar. 29 Ekim 1956'da Ispanyollar kuzeyde isgal altinda tuttuklari bölgelerin bir bölümünden çekildiler. Ispanyollar Fas'in bazi sehirlerini hâlâ isgal altinda tutmaktadirlar. (Bu konuda "Dis problemler" kismina bkz.) Fransizlarin çekilmesinden sonra Sultan IV. Muhammed ülke yönetimiyle ilgili yetkileri ele aldi. Onun yönetimi 26 Subat 1961'e kadar sürmüstür. Bu tarihte onun vefat etmesi üzerine yerine oglu II. Hasan geçti.
II. Hasan hem Bati'yla hem de Israil isgal devletiyle yakin iliski içinde olan biriydi. Kendisine yakistirdigi "emiru'l-mü'minin" sifatini degisik sekillerde istismar ediyordu. Örnegin birileri Fas'ta Allah'in kanunlarinin uygulanmasi için siyasi ve kültürel çalisma baslattiginda: "Ben mü'minlerin emiriyim. Dolayisiyla Allah'in kanunlarini uygulama yetki ve yükümlülügü bendedir. Siz kim oluyorsunuz?" diyerek onlari tasfiye etmeye çalisiyordu. Bunu diyordu ama: "Madem Allah'in kanunlarini uygulama yetki ve yükümlülügü sendedir, öyleyse bu yükümlülügünü her türlü hileden ve nifaktan uzak bir sekilde yerine getir" diyenleri de hapislerde süründürüyordu. Örnegin Fas'ta hayli etkili olan Adalet ve Ihsan Cemaati'nin lideri Abdüsselam Yasin'i "Ya Islâm ya da Tufan" baslikli bir açik mektup yazdigindan dolayi "delirmekle" itham ederek hapse attirmisti. Oysa mektup krala sadece görevini yani kendisinin "bu benim görevimdir" derken kastettigi seyi hatirlatiyordu.
II. Hasan yönetimi altindaki yahudi azinliga ve Israil'e özel bir muhabbet duyarken Islam Konferansi Örgütü'nün Kudüs Komitesi'ne baskanlik ediyordu. Bu ikisi birbirine ters görünüyor, ama bu, II. Hasan'in sinsi bir ayarinin yansimasiydi. Büyük bir ihtimalle IKÖ Kudüs Komitesi baskanligini, kendisinin ülkesinde yahudi azinlikla olan özel iliskilerini ve siyonist isgal devleti lehine yürüttügü birtakim faaliyetlerini kamufle etmek için üstlenmisti.
Israil'i insan gücü yönünden en çok besleyen ülke Fas'tir. Çünkü Israil kurulduktan ve Filistinli Müslümanlarin topraklari siyonistler tarafindan isgal edildikten sonra bu topraklara en fazla yahudi göçü Fas'tan oldu. Çesitli kaynaklarda Fas'tan Filistin topraklarina 600 binden fazla yahudinin göç ettigi ifade edilmektedir. Bu konunun basite alinmamasi gerekir. Çünkü Israil'in kurulus amaci zaten dünyanin degisik yörelerine dagilmis olan yani onlarin deyimleriyle diaspora hayati yasayan yahudileri belli bir bölge üzerinde toplamakti. Hem bu amacin gerçeklesmesi hem de Israil'in insan potansiyeli yönünden desteklenmesi için yahudi göçü büyük önem tasiyor. Yahudi göçü Filistinlilere ise tam tersi bir sekilde etki yapmaktadir. Çünkü göç eden her yeni yahudi için yerlesim birimi insasi, toprak temini, is imkani saglanmasi ve müreffeh hayat imkanlarinin bahsedilmesi gerekiyor. Bu ise Filistinli Müslümanlarin topraklarinin gasp edilmesiyle, is imkanlarinin ve diger dünyevi imkanlarinin ellerinden alinmasiyla oluyor. Bu açidan Kral II. Hasan siyonist isgal devletini sadece insan potansiyeli yönünden desteklemekle kalmamis ayni zamanda dolayli bir sekilde Filistinlilere zulmetmistir.
Israil isgalinin mesrulastirilmasina giden ihanetler zincirinde hâlâ en büyük halka olarak göze çarpan Camp David anlasmasinin asil mimari Fas krali II. Hasan'dir.
Fikir babaligini Israil'in eski Disisleri bakani ve basbakani Simon Perez'in yaptigi "Ekonomik Yönden Büyük Israil" tezinin pratige geçirilmesi çabalarina da Arap dünyasindan en önce kral II. Hasan yardimci olmustur. Onun öncülügünde Fas'in Kazablanka (ed-Daru'l-Beyza) sehrinde gerçeklestirilen Ortadogu ve Kuzey Afrika Ülkeleri I. Ekonomik Isbirligi Zirvesi söz konusu tezin hayata geçirilmesi yönünde atilmis bir ilk adim niteligi tasiyordu.
Kral II. Hasan'in 22 Temmuz 1999'da vefat etmesi üzerine yerine oglu Sidi Muhammed (VI. Muhammed) geçti.
Dis problemleri: Fas'in en önemli dis problemi Sebte ve Melilla meselesidir. Fas'in kuzeyinde Akdeniz kiyisinda bulunan ve halkinin büyük çogunlugu Müslüman olan bu iki güzel sehir bugün hâlâ Ispanya isgali altindadir. Ispanya yönetimi bu iki sehri zorla ve siddet kullanarak hâkimiyeti altinda tutmaktadir. Çok turist çekmesi ve turizm gelirleri yönünden ülke ekonomisine önemli katkida bulunmasi dolayisiyla bu iki sehri isgal altinda tutmakta israr eden Ispanya, Sebte ve Melilla Müslümanlarina vatandaslik hakki da vermiyor. Dolayisiyla bu iki sehirde yasayan Müslümanlar oy kullanma hakkina da sahip degiller. Ispanya yönetimi bu sehirlerdeki Müslümanlari azinlik durumuna düsürebilmek için buralara sürekli Ispanyollari yerlestirmeye çalisiyor. Melilla'da Ispanyollar için ayri bir site insa edildi ve Müslümanlarin bu siteye yerlesmeleri yasak edildi. Fas yönetimi Ispanya'nin bu sehirlerdeki isgaline son vererek buralari kendine birakmasini istiyor. Ancak bazi siyasi hesaplar dolayisiyla bu konuda pek etkili bir politika da izlemiyor. ABD yönetimi Sebte ve Melilla meselesinde Ispanya'nin politikasini destekledigini ve bu sehirlerin Ispanya'nin elinden alinmasina çalisilmasi halinde bu ülkenin yaninda yer alacagini açikladi.
Iç problemleri: Fas'in en önemli iç problemi Bati Sahra meselesidir. Bati Sahra meselesi sömürgeci güçlerin bir mirasidir. Ispanyollarin ve Fransizlarin Bati Sahra'yi isgal altinda tuttuklari dönemde bu isgal güçlerine karsi bagimsizlik savasi vermek üzere kurulan Polisaryo Cephesi, Fas'in ve Moritanya'nin bagimsiz olmasindan sonra yön degistirerek Bati Sahra'da bagimsiz bir devlet kurmak amaciyla bu iki ülkeye karsi gerilla savasi baslatti. Bugün Fransa ve Ispanya basta olmak üzere bazi Batili ülkeler tarafindan desteklenen Polisaryo Cephesi, Bati Sahra'nin bazi bölgelerini hâkimiyetine almistir. Ancak 1993 yilinda cephe gerillalarindan ve komutanlarindan bazilarinin hükümet tarafina geçmesi üzerine ele geçirmis oldugu topraklarin önemli bir kismini kaybetti. Bati Sahra meselesi ekonomik yönden Fas'a büyük yük yüklemektedir. Sömürgeci güçler Bati Sahra'nin zengin fosfat rezervlerine sahip olmasi dolayisiyla bu bölgeye özel önem vermektedirler. Bati Sahra halkini, sahravi diye adlandirilan Sahra Berberileri olusturmaktadir.
Fas'in ikinci bir iç meselesi Berberi meselesidir. Berberi meselesi de Fransiz sömürgecilerin bir mirasidir. Fransiz sömürgeciler Fas'i isgal ettikten sonra bu ülkenin halkini Araplar ve Berberiler diye ikiye ayirdilar ve bunlari birbirine düsman etmek için çesitli yollara basvurdular. Fransizlar Berberilerin tarih boyunca Araplar tarafindan magdur edildikleri, kendi gerçek kimliklerinden uzaklastirildiklari iddiasini ortaya atarak onlari yeniden Islâm öncesi hayatlarina döndürme çabasi içine girdiler. Bu amaçla Berberilerin yasadiklari bölgeleri diger bölgelerden ayirarak buralara kismi özerklik verdiler. Buna ek olarak kendi yetistirdikleri adamlari vasitasiyla bir Berberi kavmiyetçiligi akimi ortaya çikardilar. Bugünkü Berberi meselesi de Fransiz isgalcilerin gözetiminde ortaya çikan Berberi kavmiyetçiligi akiminin sebep oldugu bir meseledir. Aslinda Berberi halkin büyük çogunlugu Islâmi kimligine sahip çikmakta ve Berberi kavmiyetçiligi akimini desteklememektedir. Ancak okumus ve özellikle Fransiz kültürü almis kesimden olan bazi Berberiler hâlâ bu akimi ayakta tutma çabasi içindedirler.
Ekonomi: Fas ekonomisi daha çok tarima, madencilige ve turizm gelirlerine dayanir. Tarim ürünlerinden elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 16'dir. Çalisan nüfusun % 40'i tarim alaninda is görmektedir. Ürettigi tarim ürünlerinin basinda tahil, pamuk, ayçiçegi, seker kamisi, turunçgiller ve çesitli meyve ve sebzeler gelir.
Fas'in en önemli gelir kaynaklarindan biri fosfattir. Fosfat rezervi bakimindan dünyada birinci sirada gelmektedir. Ihracat gelirlerinin % 15'i fosfattan saglanmaktadir. Fosfat ve diger madenlerden elde edilen gelirin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 3'tür. Fas petrol ve dogal gaz rezervine de sahiptir. Ancak simdilik üretilen petrol iç ihtiyaci karsilamamaktadir.
Para birimi: Fas dirhemi
Kisi basina düsen milli gelir: 1030 dolar.
Sanayisi: Fas'ta sanayi nispeten iyi durumdadir. Bazi agir sanayi tesisleri kurulmustur. Bunlarin basinda motorlu araçlar ve araba lastigi üreten fabrikalar gelir. Ayrica petrol aritma tesisleri de bulunmaktadir. Diger sanayi kuruluslari kimyasal maddeler üretimi, dericilik, tekstil, konfeksiyon, mobilya, kâgit, kauçuk, plastik, insaat malzemeleri üretimi, °°°°l isleri, elektrikli araç üretimi ve gida maddeleri üretimi üzerinedir. Sanayi kuruluslarinin % 80'i ülkenin nüfusça en kalabalik sehri olan ed-Dâru'l-Beyza'dadir. Sanayi gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasiladaki payi % 19'dur.
Fas'ta Islami Hareket
Bugün Fas'ta mevcut olan Islami cemaatlerin sayisi otuza yaklasmaktadir. Bunlarin bazilari devletin Islamilestirilmesini amaçlayan siyasi faaliyetlerde bulunurken bazilari sadece teblig ve egitim çalismalari yapmaktadirlar. Bu cemaatlerin çalisma metotlari arasinda da çesitli farkliliklar bulunmaktadir.
Fas'taki Islâmi cemaatler içinde en genis kitle tabanina sahip olan ve faaliyetlerini en genis alana yayan cemaatin Islah ve Tecdid Cemaati oldugunu söyleyebiliriz. Bu cemaat Müslüman Kardesler'in çizgisini benimsemis bir cemaattir ve lideri Abdulilah Benkiran'dir. Bu cemaat önceleri "Islâmi Cemaat" adiyla faaliyet yürütüyordu. Adalet ve Kalkinma Partisi bu cemaate yakin bir siyasi partidir. Bu partinin genel baskani Abdülkerim el-Hatib'dir. Islah ve Tecdid Cemaati yönetimle herhangi bir çekismeye girmeden ve daha çok teblig ve davet metodunu kullanarak tabana yayilma yolunu tercih etmektedir. Buna ragmen yönetim bu cemaatin çalismalarina da zaman zaman engel olmakta, halka ulasmasini zorlastirmak için çesitli yollara basvurmaktadir. Islah ve Tecdid Cemaati'nin "Genel Bildiri" basligini tasiyan bir brosüründe yer alan asagidaki ifade bu cemaatin amaci hakkinda fikir vermektedir: "Islah ve Tecdid Cemaati halkimizin bütün yasama, yürütme ve yargi kurumlarini Islâm'a dönüs konusunda üzerlerine düsen sorumlulugu yerine getirmeye ve üstlenmis olduklari role uygun hareket etmeye çagirmaktadir."
Fas'taki Islâmi cemaatlerin önde gelenlerinden biri de Adalet ve Ihsan Cemaati'dir. Bu cemaatin lideri Abdusselam Yasin'dir. Adalet ve Ihsan Cemaati, Islah ve Tecdid cemaatine nispetle daha sert ve tavizsiz bir tutum izlemektedir. Cemaatin lideri Abdusselâm Yasin, 1975 yilinda kral II. Hasan'a "Ya Islâm Ya da Tufan" basligini tasiyan ve 100 sahifeden fazla bir açik mektup yazmasi üzerine delirmekle itham edilerek hapse atildi. Aslinda Abdusselâm Yasin hakkindaki iddia ile karar tam bir tenakuz içindeydi. Çünkü delirdigi iddiasinin dogru olmasi onun cezaevine degil de akil hastanesine gönderilmesini gerektirirdi. Üstelik Seyh Abdusselâm Yasin alti ay hiç mahkeme önüne çikarilmaksizin toplam üç yil hapiste tutuldu. 1978'de hapisten çikan Abdusselâm Yasin, 1983 yilinda "es-Subh (Sabah)" dergisinin ilk sayisinda çikan bir yazisindan dolayi tekrar hapse atildi ve iki yil hapiste kaldi. Hapisten çiktigi tarih olan 1985 yilindan buyana da, baskent Rabat yakinlarindaki Sella sehrinde mecburi ikamete tabi tutulmakta ve gazetecilerin kendisiyle görüsmelerine izin verilmemekte idi. Bu yasak 16 Mayis 2000 tarihinde kaldirildi. Adalet ve Ihsan Cemaati'nin siyasi parti kurma talebi hükümet tarafindan reddedildi.
Fas'taki Islâmi cemaatlerin önde gelenlerinden biri de Islâmi Gençlik Hareketi'dir. Bu hareketin kurucusu Fas'in Seyyid Kutub'u diye adlandirilan Abdulkerim Muti'dir. Fas'taki mevcut Islâmi cemaatlerin ileri gelenlerinin çogunun bu hareketin içinde yetistiklerini söyleyebiliriz. Yukarida sözünü ettigimiz üzere sonradan Islah ve Tecdid Cemaati adini alan Islâmi Cemaat de Islâmi Gençlik Hareketi'nden çikmistir. Islâmi Gençlik Hareketi'nin kurucusu Abdulkerim Muti' hakkinda iki kez idam karari verildi ancak bu kararlar infaz edilmedi.
Fas'taki diger Islâmi cemaatlerin bazilari bu ülkeye özgü olmakla birlikte diger bazilari Fas disinda kurulmus olan muhtelif Islâmi cemaatlerin birer uzantisi durumundadir. Fas'a özgü cemaatlerden bazilari sunlardir: Tebyin Cemaati, Fas Mücahitleri Örgütü, Allah'in Askerleri Örgütü, Mukaddes Cihad Örgütü, Devrimci Islâmci Gençlik Örgütü. Bunlarin yani sira hilafet konusuna agirlik vermesiyle bilinen Hizbu't-Tahrir, merkezi Pakistan'da olan ve siyasi alanda herhangi bir faaliyeti bulunmayan Teblig Cemaati gibi birtakim akimlarin da Fas'ta uzantilari bulunmaktadir. Hayra Davet Cemiyeti, Hakka Davet Cemiyeti, Allah'a Davet Cemiyeti, Muhammedi Çagri Cemaati, Vaaz ve Irsad Cemiyeti gibi birtakim kuruluslar ise egitim ve teblig çalismalarina agirlik vermektedirler.
Fas'ta Islâmi uyanis hareketi her geçen gün güçlenmektedir. Özellikle üniversite camiasinda Islâmi hareketin artik en güçlü hareket oldugu gözlerden kaçmamaktadir. Cezayir'deki Islâmi Kurtulus Cephesi'nin iktidara gelmesinin önlenmesi amaciyla gerçeklestirilen askeri darbe üzerine Fas'ta gösterilen tepkiler ve gerçeklestirilen yürüyüsler de bu ülkede Islâmi hareketin güçlülügünü ortaya koyuyordu.
Bazi Islam ülkelerinde oldugu gibi Fas'ta da özel hallerle ilgili hükümlerde Islam seriati esas alinmakla birlikte genel hukukta ve ceza yasalarinda Bati'nin hukuk sistemi esas alinmaktadir.
Suriye, toprakları üzerinden çeşitli medeniyet ve kültürlerin geçtiği ve pek çok istilaların, hadiselerin meydana geldiği, eski ve kritik bir mevkiye sahiptir. Ülkeye ilk yerleşenler Hazret-i Nuh'un oğlu Şam'dan türeyen ve Sami dilini konuşan Samilerdir. Müslümanların Suriye'ye hakim olmasına kadar bölge Amoritler, Fenikeliler, İbraniler, Hititler, Persler, Makedonyalı İskender, Roma ve Bizans imparatorlukları idaresinde kaldı.
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in tebliğ ettiği İslam dini bütün Ortadoğu'ya yayıldığında, Suriye de İslamlaştı. Hazret-i Ebu Bekir'in halifeliği devrinde, Suriye'ye gönderilen İslam orduları, Hazret-i Ömer zamanında 635'te bölgeyi fethetti. Hazret-i Ömer bölgeye gelip, Suriye'yi teşkilatlandırdı. Hazret-i Ömer, önce Hazret-i Muaviye'nin kardeşi Hazret-i Yezid'i Şam valisi tayin etti. Şam, bölgenin en büyük şehirlerinden olup, şehrin adı eskiden Suriye olarak bilinirdi. Yezid'in vefatıyla Hazret-i Muaviye Şam valisi oldu. Hazret-i Muaviye, Suriye'yi teşkilatlandırıp, medenileştirdi.
662'de Emevi Hanedanı Suriye'de kurulup, Şam şehri merkezleriydi. Emevi Halifeliğinden sonra,Abbasilerin hakimiyetine geçti. Abbasi Halifeliği (662-749) devrinde Suriye, çok gelişip, pek çok ilim, kültür, medeniyet ve sosyal tesisler yapıldı.
Onuncu yüzyılın sonunda, Mısır'a hakim Şii Fatımiler, Suriye'yi işgal ettiler. On birinci yüzyılda Selçuklular, bölgeyi hakimiyetlerine aldılarsa da, 1096'da Haçlı Seferleri başladı. Haçlı Seferleri (1096-1270) esnasında Haçlı-Şii Fatimi ittifakından Suriye çok zarar gördü. Haçlıları, Eyyubi Hanedanının kurucusu Selahaddin-i Eyyubi (1169-1193) Suriye'den uzaklaştırdı. Suriye, Selçuklu Atabekliği, Eyyubiler ve Memluklerden 1517 yılında Osmanlı hakimiyetine geçti.
On altıncı yüzyılın başından 20. asrın başına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan Suriye, bu zamanda gelişip, en huzurlu ve müreffeh devrini yaşadı. Osmanlı idari teşkilatında vilayet halindeydi. 1833 yılında Osmanlıya tabi Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa sülalesine verildi. Birinci Cihan savaşı (1914-1918) sonrasına kadar Osmanlı idaresinde kalan Suriye'ye Osmanlılar, pek çok ilmi, sosyal, kültürel, tarım, sınai ve ulaşım tesisleri kazandırdılar. Bu devirde pek çok ilim adamı yetişip, medeniyete hizmet ettiler.
Birinci Dünya Savaşında müttefik ordularının yenilmesi neticesinde, Osmanlı Devletiyle imzalanan Mondros Antlaşmasıyla bölge Fransızların işgaline uğradı. 1920'de Fransa'nın mandasına girdi. Suriye, Fransa'nın idaresine girmesiyle Osmanlı devrindeki huzur ve müreffeh hayatın yerini, anarşi ve sefalet aldı. Suriye'de Müslümanlar çoğunlukta olmasına rağmen, idarede Fransızlar, Ermeniler ve Nusayriler hakimdi. Şam, Halep, Nusayri merkezi Lazkiye ve Harran bölgesindeki Dürzilerle Fransa'nın mücadelesi, Suriye'de hala devam eden anarşinin kaynağıdır. Fransa, Suriye mandasına ait Hatay ve İskenderun'u antlaşmayla 1939'da Türkiye'ye vermek zorunda kaldı.
İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarında, 1941'de, Fransa, nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye'ye kısmi istiklal verdi. 1943 seçimlerinde Şükrü el-Kuwatli, Suriye'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. Fransa harp sonrasında Suriye'den kısmi olarak çekildiyse de, geride pek çok problem bıraktı. 1945'te Birleşmiş Milletlere Cumhuriyet idaresiyle katıldı. 1948'de Arab-İsrail savaşına katılan Suriye'de, 1949 ihtilaliyle Şükrü el-Kuwatli iktidardan uzaklaştırıldı.
Sovyetler Birliği ile yakın münasebete girince, idare Rusya'ya yanaştı. İç huzursuzluklar artıp, komşularıyla münasebeti bozuldu. Sosyalist Baas Partisi kurulup, memleketteki huzursuzluktan faydalanarak, kuvvetlendi. 1958'de Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti adıyla birleşti. Birleşme uzun sürmeyip, 1961'de ayrıldı. Baas Partisi, dışta Pan-Arap, içte sosyalizm propagandasıyla Suriye'de güçlenip, 1963'te ülkenin tek kanuni partisi hüviyetini kazandı.
Baas Partisi, Suriye'de dikta rejimi kurup, ülkeye eski Lazkiye bölgesindeki Nasturi aşireti idareye hakim oldu. 1967 Arap-İsrail savaşında Golan Tepelerini İsrail işgal etti. 1973'te Mısır ile anlaşıp, İsrail'e kuzeyden saldırmışsa da başarılı olamadı. Arap ülkelerinden ve Sovyet Rusya'dan yardım aldı. 1976'da Lübnan'ın içişlerine müdahale edip, asker gönderdi. Suriye askerleri Lübnan'da püskürtülerek, geri çekilmek zorunda kaldı. 1982'de İsrail'in hava taarruzlarına uğradı.
Baas Partisi'nin Rusya ile yakın münasebeti, ülke içinde ve dışında çatışmaya sebep olmaktadır. Bitmek bilmeyen harp ve anarşi, Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra manda devleti ve Sosyalist Baas Partisi diktatörlüğünde halen devam etmektedir. 1991'de Irak'ı, işgal ettiği Kuveyt topraklarından çıkarmak için başlatılan harekatta Çok Uluslu Müttefik Kuvvetlerin yanında yer aldı.
Ülke, önceleri "Baharat Ülkesi" olarak biliniyordu. Bölgeye ilk olarak 750 yılında Galyalıların geldiği tahmin edilmektedir. Onuncu yüzyılda, Müslüman Arap orduları İslamiyeti yaymak için bu ülkeye de gittiler. Ülkeye yerleşen Müslümanlar bölgede bir süre Somali Sultanlığını kurdular.
On altıncı asırda Somali Sultanlığı, Etiyopya topraklarına girdi. Portekiz'den yardım alan Etiyopya 1542'de Müslüman ordularını ağır yenilgiye uğrattı. Aynı dönemde Somali'nin kuzey kıyılarının bir bölümü resmen Osmanlı egemenliğinde bulunuyordu. On dokuzuncu asırda batılı devletlerin Afrika ülkelerini sömürge haline getirmeleri büyük rekabete sebep oldu.
Somali'yi 1839'da işgal eden İngilizler sömürgelerine ekledilerse de Fransa ve İtalya ile yapılan savaşlar neticesinde 1884'te İtalya bölgeyi ele geçirdi ve yapılan anlaşmalar neticesinde 1885'ten 1927 yılına kadar İtalyanlar ülke topraklarını işgal altında tuttular. 1949 yılında Birleşmiş Milletler, Somali'nin bağımsızlığını onayladı ve ertesi yıl İtalyanlar ülkeden geri çekilmek mecburiyetinde kaldılar.
1969 yılında askeri ve polis gücünün Muhammed Siyad Barre başkanlığında müştereken yaptığı darbe sonucu meclis dağıtıldı. 1975 yılında ülkede iç olaylar ve anarşi birçok kimsenin ölümüne sebep oldu. Siyad Barre 1979'da Yeni Anayasayı yürürlüğe koydu ve ertesi sene resmen devlet başkanı seçildi. Diğer taraftan dış politikada ise 1977 yılında Somali ile komşusu Etiyopya'nın arası Ogaden bölgesi yüzünden açılmıştı. Etiyopya'ya yardım etmek üzere Sovyet birlikleri bölgeye geldiler.
Bu arada 11.000 Kübalı asker getirildi ve Somali aleyhine olmak üzere bölgede olaylar çıkarıldı. Sovyet yardımı ve desteği de olunca Somali birlikleri ve Etiyopya'daki Somalili gerillalar mağlup edildi. 1.5 milyon Etiyopyalı mülteci, Somali topraklarına göç etti. Bu arada Ogaden'da gerilla hareketleri bir müddet daha sürdü. Devlet Başkanı Muhammed Ziyad Barre, ülkedeki huzursuzlukların artması üzerine çok partili seçimlerin yapılacağını 1989'da açıkladı. 1991 Ocak ayında Ziyad Barre devrildi ve yönetime Ali Mehdi Muhammed geçici olarak el koydu.
M.Ö. 3. yüzyılda Viet kabileleri, Çin'in Kanton şehrinden Orta Vietnam'a kadar uzanan Nam Viet Devletini kurdular. M.Ö. 111'de Nam Viet Devleti yıkılınca, Vietler Çin hakimiyeti altına girdiler. Uzun bir savaştan sonra Çinlileri Kızıl Nehir Vadisinden çıkaran Vietnamlılar M.S. 939'da bağımsızlıklarını kazandılar. Vietnam 15. asır başlarında Çin tarafından tekrar alındı ise de, kısa bir süre sonra 1427'de tekrar bağımsızlığına kavuştu. 1887'de Tonkin ve Annam'la birlikte Kamboçya ve Laos, Çinhindi Birliği içinde teşkilatlandı. Yönetim bir Fransız Genel Valisine verildi.
Fransa'nın ülkeyi ekonomik yönden sömürmesi ve siyasi baskısı, Fransız yönetimine karşı kuvvetli bir milli direniş hareketine sebep oldu. 1930 ve 1945 yılları arasında Fransa'ya karşı hareketlerde komünistler en kuvvetli grup olarak ortaya çıktılar. Bunlar 1941'de Vietnam Bağımsızlık Cemiyetini (Vietminh) kurarak komünist olmayan birçok grupları da kendilerine çektiler.
İkinci Dünya Savaşında Vietnam'ı işgal eden Japonya 1945'te teslim olunca, Vietminh birlikleri Hanoi'de iktidarı ele geçirdiler. Liderleri Ho Chi Minh Vietnam'ın bağımsızlığını ilan etti. Fransa güneyde milli ihtilali bastırmayı başardı. Fakat kuzeyde sömürge rejimini yeniden kurmak istemesi, Çinhindi Savaşlarının patlak vermesine sebep oldu. 1946'dan 1954'e kadar devam eden savaş, Fransa Dienbienphu Muharebesinde bozguna uğrayınca son buldu.
21 Temmuz 1954'te Cenevre Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma kararlarına göre geçici olarak ülke, kuzeyde komünist kontrolündeki Demokratik VietnamCumhuriyeti, güneyde Vietnam Cumhuriyeti olmak üzere iki ayrı devlete bölündü. Bölünme hattı 17. paraleldi. Bu bölünme hattı 1956'da yapılacak olan genel seçimlerle kaldırılacaktı. Fakat genel seçimler yapılmadı. Bunun üzerine Kuzey Vietnam, Güney Vietnam hükümet başkanı Diem'i düşürmeyi hedef alan bir terör kampanyası başlattı.
1960'ta Diem ve Vietcong olarak bilinen komünist gerillalar arasındaki mücadele şiddetli bir iç savaşa dönüştü. Güney Vietnam ABD tarafından, Vietcong ise Kuzey Vietnam tarafından destekleniyordu. Diem komünistlerle baş edemeyince, 1963'te subaylar bir darbe yaparak hükümeti devirdi. Diem'in düşüşü birbirini takip eden birçok askeri darbeleri peşinden getirdi. Siyasi bir istikrarsızlık dönemi başladı.
Vietcong ve Kuzey Vietnam birlikleri baskısı altındaki Güney Vietnam'ın çöküşünü ancak ABD müdahalesi engelledi. Amerikan yardımıyla Güney Vietnam ordusunun kuvveti üç kat arttı. 1964'te ABD, komünist kuvvetlerin artan taarruzlarına cevap olarak Kuzey Vietnam'ı bombalamaya başladı. Nisan 1969'da 543.000'e ulaşan Vietnam'daki Amerikan kuvvetleri Başkan Nixon'un emriyle Temmuz 1969'dan itibaren yavaş yavaş çekilerek azaltılmaya başlandı. 27 Ocak 1973'te Paris'te ABD, Kuzey ve Güney Vietnam ve Vietcong arasında bir ateşkes antlaşması imzalandı. Fakat bu anlaşma kararlarına hiç uyulmadı.
1974'te Güney Vietnam'a Amerikan yardımı, ABD kongresi tarafından durduruldu. Çinhindi'nin her tarafında iki yıl boyunca çetin muharebeler devam etti. Kuzey Vietnam 1975'in ilk aylarında merkezi Vietnam'da kalan son Güney Vietnam kuvvetlerine taarruza başladı. Güney Vietnam'ın geri çekilme harekatı bozguna dönüştü. Saygon rejimi 30 Nisan'da teslim oldu. Geçici bir ihtilal hükümeti, kontrolü ele geçirdi ve komünizmi yerleştirmek için adımlar atıldı. Bütün işyerleri ve çiftlikler devletleştirildi.
165.000'i ABD'ye olmak üzere binlerce Vietnamlı diğer ülkelere iltica etti. Ülkenin iki tarafının Millet Meclisleri toplanarak 2 Temmuz 1976'da Vietnam tekrar birleştirildi. Kuzey Vietnam'ın başşehri, bayrağı, marşı, amblemi ve parası ülkede geçerli oldu. Hemen hemen yüksek hükümet kademelerinin hepsine eski Kuzey Vietnam hükümetinin görevlileri getirildi. Vietnam İç Savaşı bütün Vietnam'ın Rus peyki olmasıyla neticelendi. Güney Vietnam'daki ABD üsleri Rus üsleri oldu.
Sivillere karşı saldırı ve zulüm devam ederken 1977-1980'de Kamboçya ile şiddetli bir savaş patlak verdi. Vietnamlı azınlıkların deniz yolu ile veya karadan Kamboçya üzerinden artan kaçış hareketleri üzerine, 1983'te Vietnam, Kamboçya'daki mülteci kamplarına taarruzda bulundu. 140.000 Çin asıllı Vietnam'ı terk edince Çin ile münasebetler bozuldu ve Çin ekonomik yardımı kesti. Çin, Vietnam'ın dört sınır eyaletine taarruz etti. Birçok ekonomik hedefleri tahrip etti.
Vietnam, Çin saldırılarını püskürtmekle birlikte büyük ekonomik kayıplara uğradı. Parti genel sekreteri olan ve ülke yönetiminde ağırlığını koruyan Le Duan'ın ölümü üzerine, Vietnam'ın siyasetinde değişiklikler oldu. 1989 sonlarında Vietnam birlikleri Kamboçya'dan çekilmeye başladı. Buna bağlı olarak ABD ile ilişkilerin normale dönmesi gündeme geldi.
Nisan 1992'de Milli Meclis 1980'den beri yürürlükte olan anayasanın yerine yeni bir anayasa kabul etti. Yeni anayasayla devlet konseyi ve Bakanlar Kurulu kaldırıldı. Devlet Konseyi başkanından daha fazla yetkilere sahip Cumhurbaşkanlığı makamı kuruldu. Sandalye sayısı 496'dan 295'e indirilen meclis için Temmuz 1992'de seçimler yapıldı. Yeni meclis eski savunma bakanı Le Duc Anh'ı cumhurbaşkanlığına seçti. Ekonomi 1992'de hızlı bir gelişme gösterdi. Aynı sene Rusya burada bulunan üslerdeki gemilerini ve askeri danışmanlarının hepsini geri çekti. Amerika ve yakın komşuları ile diplomatik ilişkileri yeniden başladı.
Akdeniz kıyısındaki diğer şehirler gibi Bosna'da tarih sahnesindeki yerini Roma Imparatorluğu içerisinde almıştır. Roma Imparatorluğunun çöküşünden sonra Bosna'nın yönetimi 1200 'lu yıllarda bağımsızlığını elde edene kadar çeşitli kereler el değiştirmiştir. Bağımsızlığını 260 yılı aşkın bir süre koruyan Bosna Krallığı bu süre boyunca Macarlar ve Sırplara karşı topraklarını savunmak zorunda kalmıştır.
1463 yılında Osmanlı idaresi altına geçen Boşnaklar aynı zamanda Müslümanlığı da benimsemiştir. Müslümanlığı benimsemeyen Boşnakların dini vecibelerini yerine getirmesine izin veren Osmanlı idaresi Bosna topraklarında inşa ettiği yapılar ve camilerle aynı zamanda Boşnakların gelenekleri ile kültürüne de etki etmiştir. 1878 yılına kadar devam edecek olan Osmanlı idaresi altındaki dönemde pek çok Boşnak Osmanlı idaresinde, devlet yönetiminde önemli görevlere getirilmiştir. Zayıflayan Osmanlı Imparatorluğunu parçalamaya karar veren müttefiklerin finansal sıkıntılar içerisindeki Istanbul'a baskısı sonucu Bosna'daki Osmanlı idaresi savaşılmadan, masa başında son bularak Avusturya - Macaristan Imparatorluğunun kontrolüne geçmiştir.
1918 yılına kadar sürecek olan Avusturya - Macaristan Imparatorluğu idaresi altındaki dönemde ülke yeniden yapılandırılarak çökmekte olan Osmanlı Imparatorluğu idaresi altındaki dönemin sonlarında yaşadığı sıkıntılardan uzaklaşarak refaha kavuşacaktır. Bu gelişmelerin büyük Sırbistan kurulmasını amaçlayan Rusya'nın finansal desteği ile gerçekleştiği kuşkusuzdur. Bosna'daki Müslüman nufüsun Osmanlı idaresi altındaki diğer topraklara göçü ve onların terk ettiği yerlere Sırpların yerleşmesiyle Bosna'daki etnik yapının değişmesi bu dönemde yaşanmıştır.
1918 - 1941 yılları arasındaki dönem Yugoslavya'nın iç karışıklıkları ve savaşla geçmiştir. 1941 - 1945 yılları arasındaki Ikinci Dünya Savaşı sırasında Naziler Yugoslavya'yı işgal ederek Slovenya'yı Almanya'ya, Hırvatistan'ı Italya'ya ve Makedonya'yı Bulgaristan'a bağlayarak özellikle Yahudi ve çingenelere karşı bir etnik temizlik hareketine girişerek toplama kamplarında binlerce insanı öldürdüler.
1945 - 1990 yılları arasındaki soğuk savaş döneminin 35 yıllı Tito'nın diktatörlüğü altında geçti. Bu dönemde Bosna - Hersek'in sınırları 1918 öncesi döndü ve Boşnak'lar kültürel kimliklerine yeniden kavuştular. Batı'nın desteği ile Yugoslavya'da savaşın izleri çabuk silindi. Batılı ülkeler Yugoslavya'yı sadece ekonomik değil aynı zamanda askeri ve siyasi alanda da destekledi. 1970'li yıllarda Sovyet müdahelesi riski ile karşılaşıldığında Amerika Birleşik Devletleri Yugoslavya'yı savunmak için nükleer güce başvurabileceğini açıkladı. Soğuk savaşın son bulması ve sona eren komünist rejimle birlikte parçalanan Sovyetler birliğinden Yugoslavya'da etkilendi.
1986 - 1992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşların sonrasında Yugoslavya parçalandı. Aşırı milliyetçi Slobodan Miloshevich ve onun desteklediği militanlarca büyük Sırbistan'ı kurma hayalleri ile sistematik bir soykırım gerçekleştirildi. Bu dönemde 10 binin üzerinde Boşnak yaşamını kaybetti. Sırpların başta Saraybosna olmak üzere kuşatma altında tuttuğu şehirleri bombalamasına, sniper ateşi ile masum sivilleri öldürmesine, başta aydınlar olmak üzere seçilmiş kişilerin toplama kamplarında öldürülmesi ile gerçekleştirilen etnik temizlik hareketine batılı ülkeler uzun süre gereken tepkiyi göstermeyerek soykırıma seyirci kaldı.
Şubat 1992'de bağımsızlığını ilan eden Bosna - Hersek 7 Nisan 1992 'de ABD ve diğer batılı ülkelerce tanındı ve 22 Mayıs 1992 Birleşmiş Milletler'e yaptığı üyelik başvurusu kabul edildi.
Bosna'daki savaş 1992 yılının ilkbaharında başladı. Bosna'nın kuzeyini hedef alan saldırıların amacı bu bölgelerden Boşnak ve Hırvatları uzatlaştırarak Sırp devletini kurmaktı. Sırpların bu saldırıları bölgedeki diğer etnik gruplar için tam bir felakete dönüştü. Kuşatma altındaki şehirler ve mülteci kamplarında pek çoğu öldürüldü ve işkenceye uğradı.
Savaşın ilk aylarında doğudaki pek çok Boşnak şehri sırpların saldırıları sonucu kolayca düştü. Ancak şehri çeviren tepelerinde yardımıyla Srebrenizka saldırılara karşı kendisini başarıyla savundu.
1993 'te Birleşmiş Milletler 6 yerleşim birimini "güvenli bölge" ilan etti, Srebrenizka 'da bunlardan birisiydi. Amaç sınırları korunabilir hale getirerek barış için görüşülebilir bir zemin yaratmaktı. Yardımların güvenli bölgelere ulaştırılması gündeme gelince bu uygulama işgalci/saldırgan güçlerle Birleşmiş Milletler askerlerinin işbirliği yapmasını gerektirerek
amacı ile tam bir tezat oluşturur hale geldi.
Mayıs 1995 'te Sırplar Saraybosna'daki kuşatmayı şiddetlendirdi ve Nato Sırplara karşı hava saldırısı düzenlendi. Buna missilleme olarak Sırplar 6 güvenli bölgeyi bombalayarak 300 Birleşmiş Milletler askerini rehin aldı. Temmuz 1995 'te general Mladic komutasındaki Sırp güçleri Srebrenizka 'daki Hollandalı Birleşmiş Milletler güçlerini etkisiz hale getirerek şehri hedef aldı. Yaklaşık 25,000 Boşnak Sırp tehdidi üzerine şehri terk ederek bir başka güvenli bölge olan Potocari'ye ulaştı. 5000 mültecinin kampa girmesinin ardından Hollandalı barış gücü askerleri kampın dolduğunu bildirerek kampın girişini kapattı. Bu olay, kampın yakınlarındaki yaklaşık 20,000 Boşnağın Sırpların ölüm tehdidine karşı savunmasız kalmasına yolaçtı. Sırplar bölgedeki Boşnakları tahliye etmeye başladığında Hollandalı birlikler müdahale bulunmadı, hatta işlemlerin düzgün bir şekilde gerçekleştirilmesi için organizasyonda yardımcı bile oldu. Kadın ve çocuklar ayrıldıktan sonra askerlik çağına gelmiş olan erkekler otobüslere bindirildikten sonra kampın yakınında kurşuna dizilerek öldürüldü. Ikinci Dünya Savaşından sonraki bu en büyük soykırımda 10 - 15 bin Boşnak'ın katledildiği iddia edilmektedir. Kızılhaç yetkilileri bu olaylar sırasında 7500 kişinin kaybolduğunu bildirmiştir.
Srebrenizka katliamının ardından o güne kata olaylara kayıtsız kalan batı kamuoyunda Sırplara karşı baskılar arttı ve 1995 yılı sonlarında savaş son buldu.
Tarihçiler Yunanistan tarihini üç büyük bölüme ayırırlar; Eski Yunan tarihi, Orta Devir-Bizans tarihi ve Yeni Yunanistan tarihi. M.Ö. (2000-146) tarihleri arasında hayat süren Eski Yunanlıların bu devirleri de dört bölüme ayrılır; M.Ö. (2000-500) yıllarına kahramanlık seneleri ve ilk olimpiyat seneleri adı verilir. M.Ö. (500-400) yıllarında meydana gelen İran savaşları, medeniyet seneleridir.
M.Ö. (400-300) yılları eski Yunanlıların gerileme devridir. İskenderin Makedonya, Tiva ve İsparta istilaları bu devre dahildir. M.Ö. (300-146) tarihleri dördüncü ve son devirdir. Bu son devre aynı zamanda Helenistik Dönem de denir. M.Ö. 146 yılında Roma İmparatorluğunun idaresi başlar. Romalılar M.S. 395'te ikiye ayrılınca Yunanlıların Orta Dönem ve Bizans tarihi başlar. Bizans İmparatorluğunun ilk hükümdarı Konstantin'dir.
Konstantin 330 yılında, Doğu Roma'nın Bizans şehrini alarak ismini "Constantinople" şeklinde değiştirdi. Konstantin'in 378'de ölümüyle birlikte, imparatorluğun 1081'de başlayan gerileme dönemine kadar, sırasıyla Teodosiu, Lostianu, Iraklios, Isavroslar ve Mekadonya dönemleri geçti. Gerileme devri, Fatih Sultan Mehmed Hanın 1453 yılında "Constantinople"u alarak "İstanbul" yapmasıyla son buldu. Böylece yaklaşık 1000 yıllık Bizans İmparatorluğu tarihe gömüldü.
Fatih'in İstanbul'u fethetmesi, dünya tarihinin olduğu gibi Yunan tarihinin de dönüm noktasıdır. Artık Yunan Devleti kalmamış ve Yunanistan toprakları bir Osmanlı eyaleti olmuştu. Atina 1458 sonbaharında Osmanlı topraklarına katıldı. Fatih Sultan Mehmed Han hemen Atina'ya geldi ve dört gün kaldı. Türk ve Yunan arşivlerine göre Atina'da Türk idaresi zamanında tekke, küçük kervansaray, çeşme ve sebillerin dışında 9 cami ve tam teşekküllü bir medrese yapılmıştı. Bunlar; Mescidi İsmaili, Fethiye Camii, Yeni Cami, Aşağı Şadırvan veya Voyvoda Camii, Sofya veya Hüsnü Bey Camii, Sütunlu Cami, Akropol eteğindeki cami, Küçük Cami, Kafisiye Kazası Camii ve Ravaklı Medrese. Osmanlıların 400 sene hakim olduğu bu yerlerdeki eserlerden bugün minaresi yıkılmış iki camiyle bir medrese kapısı kalmıştır. Diğerlerinin ise izleri bile kalmamıştır.
Yunanlılar 400 yıl kadar rahat ve huzur içinde Osmanlı tebeası olarak yaşadı. 1821 yılında, Osmanlı Devletinin gerilemeye başladığı dönemlerde, Avrupalıların kışkırtmalarıyla Yunan isyanı çıktı. İsyandan sekiz yıl sonra Yunanistan Krallığı kuruldu. 1832-1913 yılına kadar Danimarka asıllı krallar tarafından idare edildi.
Yunanistan, bundan sonra 1923 yılına kadar Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve iç karışıklıklarla uğraştı. Müttefiklerin yardımıyla Yunanlılar "Megalo İdea" hülyası ile, "Helen İmparatorluğu"nu yeniden kurmak üzere 15 Mayıs 1919'da İzmir'i Batı Anadolu topraklarını işgal ettiler. Çok geçmeden, Türk Ordusu karşısında tutunamayarak 1922'de hayalleriyle birlikte denize döküldüler.
Bu yenilgiyle birlikte Yunanistan'da iç karışıklıklar başgösterdi. 1923 yılında yapılan halk oylamasıyla Yunanistan Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat 1926'da General Theodoros Pangalos diktatörlüğünü ilan etti. 1935 yılında monarşik idare yeniden ortaya çıktı ve Helen Kralı, George II, tahta geçti. İkinci Dünya Savaşı patlak verince, Yunanistan 1940 yılında İtalya'dan bir ültimatom aldıysa da bunu reddetti. Fakat ardından Alman, İtalyan ve Bulgarlar ülkeyi işgal etti.
1944 yılında işgal kuvvetleri ülkeden çekildi. Ülkede tekrar iç karışıklıklar başgösterdi. Ülkeye sızmış komünist güçler, Kralcılar ve İngiliz birlikleri tarafından mağlup edildi. 1947'de yapılan yeni bir halkoylamasıyla George-II, idareyi eline aldı. Daha sonra yerine kardeşi Paul-I geçti.
Komünistler 1947-1949 yılları arasında tekrar karışıklıklar çıkardılarsa da, ABD'nin yardımıyla dağıtıldılar. 1963 yılına kadar ülke, Karamanlis hükümetince yönetildi. Bu tarihteki seçimleri Merkez Partisi kazandı. Ülke içinde yeniden karışıklıklar çıktı 1967 yılında Albay Papadopoulos ihtilalle idareyi eline geçirdiyse de 1973 yılında General Demetrius'un yeni bir ihtilaliyle idareyi kaybetti. 1974 yılında Kıbrıs problemi ortaya çıktı. Türk ordusunun "Barış Harekatı" Yunanistan'da iktidar değişikliğine sebep oldu. Yunan askeri cuntası dağıldı. Yerine Karamanlis hükümeti geldi.
Yunanistan, 1974 yılında referandumla yeniden Cumhuriyet oldu. 1981'de Avrupa Ekonomik Topluluğuna katıldı. 1981 ve 1985 seçimlerini PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket) partisi kazandı. Haziran 1989'da yapılan seçimlerde PASOK ikinci parti durumuna düştü. Seçim sonuçları hiçbir partiye hükümet kurma imkanı vermedi.
Geçici hükümet altında Kasım 1989'da yapılan erken seçimlerde de hiçbir parti hükümet kuramayınca, Nisan 1990'da yeniden ikinci kez erken seçime gidildi. Meclisteki sandalye sayısının bir fazlasını kazanan Yeni Demokrasi Partisi hükümet kurdu. Hükümetin kurulmasından sonra yapılan seçim neticesinde Karamanlis ikinci kez cumhurbaşkanı oldu.
Tayvan'a 17. yüzyıl başlarında büyük ölçüde Çinli göçü olmuştur. 1620'li yıllarda ada, Felemenklerin (Hollandalıların) kontrolü altında kalmıştır. 1895'ten 1945 yılına kadar 50 yıllık bir süre Japon idaresi altına girmiştir. İlk olarak Tayvan Devleti kendini Japon baskısı altında, 1 Ocak 1912'de göstermiştir. Mançu Sülalesinin idaresine son verilmiş ve cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu aynı zamanda genel mahiyette olmak üzere Çin Devletinin başlangıcı sayılır. Bu devletin asıl kurulma başlangıç hareketiniyse 1911 Wuçang Ayaklanması meydana getirir.
Komünizmin 1949'da Çin'de rejim olarak yerleşmesi üzerine Çankayşek liderliğinde komünizme karşı olanlar birleşip, Milliyetçi Çin olarak devlet kurdular. Önceleri BM'ye üye bir ülke olan Tayvan, Kızıl Çin'in 1972'de BM'ye kabul edilmesi üzerine üyelikten vazgeçti. Bundan sonra iki ülke arasındaki gerginlik sürüp gitti. 1978 yılında ABD, Tayvan Cumhuriyetiyle olan münasebetlerini sertleştirdi.
1979'da iki ülke arasındaki savunma anlaşması iptal edildiyse de 1980'li yıllarda dolaylı ticari ilişkiler kuruldu. Chiong Ching-Kuo'nun yönetimi sırasında ilk defa muhalefet partilerinin kurulmasına izin verildi. 1949'dan beri devam eden sıkıyönetim 1987'de kaldırıldı. 1988'de Chiong Ching-Kuo'nun ölümü üzerine yerine Lee Tenghui geçti. 1989Aralık ayında ilk defa çok partili seçimler yapıldı.
Venezuela 1498'de Chistophes Colombus (Kristof Kolomp) tarafından keşfedilinceye kadar, ülke nüfusunu Carib yerlileri meydana getiriyordu. İspanyollar için Venezuela'nın fethi, yerlilerin şiddetli mukavemet göstermeleri sebepiyle zor ve yavaş oldu. Ülkede birçok kasaba kuruldu. Caracas 1567'de kurularak 1577'de başşehir oldu.
Venezuela, İspanya İmparatorluğunun nispeten önemsiz bir parçası kabul edildiğinden diğer sömürgelerin idaresine verildi. Önce bugünkü Dominik Cumhuriyeti olan Santo Domingo'ya, sonra Yeni Granada Genel Valiliğine bağlandı. 1776'da ABD'nin bağımsızlığını ilan etmesi ve 1789 Fransız ihtilali, bağımsızlık için bir misal teşkil etti. Napolyon'un, İspanya'ya savaş açması Nisan 1810'da sömürge devrinin sonunu getirdi. Kreollar (ülkede doğan beyazlar) İspanyol yöneticiyi azlederek bir cunta kurdular.
5 Temmuz 1811'de bağımsız konfederasyon ilan edildi. Bu ilan kraliyet kuvvetleri ve Kreollar arasında 10 yıl devam eden bir savaşa sebep oldu. 24 Haziran 1821'de Carababo Muharebesinde İspanya'ya karşı kesin zafer elde edildi. Anlaşmazlık sonucunda 1830'da Venezuela birçok Güney Amerika ülkesini ihtiva eden konfederasyondan ayrılarak bağımsız bir cumhuriyet oldu.
1830'dan 19. yüzyıl sonuna kadar büyük krizler birbirini takip etti. Yirminci yüzyılın büyük bölümünde ülkeyi askeri diktatörler idare etti. Bunlar petrol sanayiini geliştirdiler, birçok sosyal reformlar yaptılar. 1959'dan itibaren ülke demokratik seçimlerle işbaşına gelen hükümetler tarafından idare edilmeye başladı. Essequibo sınır bölgesinde Guyana ile olan anlaşmazlık 1982'de tekrar başladı.
1989'da ikinci kez başkanlığa seçilen Pérez'in açıkladığı ekonomik tedbirler, sokak gösterilerine sebep oldu. Halk yağma işine başlayınca askeri birliklerin müdahalesi üzerine çok sayıda insan öldü. Aralık 1993'te yapılan seçimlerde devlet başkanlığına Rafael Caldera oyların çoğunluğunu alarak seçildi. Rafael Celdera 25 yıldan sonra ikinci defa devlet başkanlığına geldi. 6 Aralık 1993'te göreve başladı.
Ürdün'ün tarihi çok eski devirlere dayanır. Bölgede kurulan ilk devletler arasında Gilead, Amman, Moab ve Edom yer alır. M.Ö. 13. asırda bölgeye İsrailoğulları hakim oldu. Bu hakimiyete M.Ö. 721'de Asurlular tarafından son verildi. Asur egemenliği Medlerin M.Ö. 612'de devleti yıkmasıyla sona erdi. M.Ö. 587'de bölge Babil hakimiyeti altına girdi. M.Ö. 332'de Büyük İskender bölgeyi ele geçirdi. Daha sonra bölge sırasıyla Ptolemaios ve Selevkosların hakimiyeti altına girdi.
M.Ö. 64-63 yılları arasında ise Romalılar bölgeyi ele geçirdi. Roma'nın ikiye ayrılmasından sonra bölge Bizans'ın elinde kaldı. Bugünkü Ürdün toprakları Hazret-i Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedildi ve halkın çoğu İslam dinine girdi. Sırasıyla Emevi, Abbasi, Selçuklu, Eyyubi ve Memluk hakimiyetine girdi. Ürdün, Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) zamanında Osmanlı Devletinin bir parçası oldu (1516).
Birinci Cihan savaşı sonunda, 400 seneden beri Osmanlı adaleti altında yaşayan Ürdün, 1920'de İngiltere'nin manda yönetimi altına girdi. 1921'deEmir Şerif Abdullah, Ürdün Nehrinin doğu tarafındaki topraklarda yarı bağımsız bir emirlik kurdu. Bu topraklar Filistin'in üçte ikisini ihtiva ediyordu. İngiltere 1946'daLondra Antlaşması kararları gereğince Ürdün'ün bağımsızlığını tanıdı. Siyonistler ve Araplar o zamanlar İngiliz mandası altında olan Filistin üzerinde hak iddia ediyorlardı.
İngiltere, Filistin'i paylaştırma planını BM'ye götürdü. Plan Arap Devletleri ve Filistinliler tarafından reddedildi. Mayıs 1948'de manda rejimi sona erdiğinde, Ürdün ordusu İsrail Devletiyle Arap devletleri arasındaki savaşta Filistinlilerin yardımına geldi. Ürdün, Kudüs şehrini ve Ürdün Nehrinin batı tarafındaki toprakları işgal etti. Melik Abdullah, işgal edilmiş toprakları 1950'de Emirliğine resmen ilhak etti. Fakat 20 Temmuz 1951'de Emir Abdullah Kudüs'te İngilizlerin kiralık katilleri tarafından şehit edildi. Yerine oğlu Talal geçti. Fakat Talal hasta olduğundan tahtını ve tacını oğlu Hüseyin'e terk etti.
Emir Hüseyin Mayıs 1953'te göreve başladı. Ürdün, 1967 Arap-İsrail savaşında, 1948'de kazandığı toprakların hepsini kaybetti. 6000 kişi kayıp verdi. Savaşın sonunda Ürdün ekonomisi çöküntüye girdi. Bu arada 1964'te kurulan Filistin Kurtuluş Teşkilatı (FKT), İsrail'e karşı yaptığı operasyonlarda Ürdün'ü ana üs seçmişti ve devlet içinde devlet olma tehlikesi gösteriyordu. FKT'nin İsrail'e yaptığı saldırılar, İsrail'in Ürdün'ü büyük zararlara sokan misillemeler yapmasına sebep oldu.
1971'de Emir Hüseyin Arap ülkelerinin kınamalarına rağmen FKT'nı ülkeden çıkardı. Ürdün 1973-1974 Arap-İsrail savaşına katılmadı. Fakat 1978'de Mısır-İsrail Kamp David Antlaşmasını reddetmede Arap ülkelerinin çoğuyla birleşti. Ürdün Mart 1979'da Mısır ile diplomatik ilişkileri kesen ilk Arap ülkesi oldu. Bu politikasını 1984'ten sonra değiştirdi. 1980'de başlayan İran-Irak savaşı sırasında Ürdün, Irak'ın başlıca silah kaynağı oldu. 1989'da Irak'ın Kuveyt'i işgaline karşı çıkan Ürdün, Amerika'nın Irak'a karşı harekette bulunması üzerine Irak'ı destekledi.
Vatikan, dünyanın en küçük ülkesidir. Roma kentinde bulunan bu devletin toprağı 0,4 kilometrekareyi geçmez. Bu kadar küçük olmasına rağmen Vatikan'ın dünya devletleri üzerindeki etkisi İtalya'dan bile büyüktür. Çünkü Vatikan Devleti Hıristiyanlığın en büyük mezhebi olan Katolik Kilisesi'nin merkezidir. Kilisenin başkam olan papa burada oturur.
Tarihte Vatikan
Vatikan eskiden epeyce büyük bir devletti. Toprakları 45,000 kilometrekareyi, nüfusu 3,5 milyonu buluyordu. Sonra, topraklarını komşu İtalya krallıklarına kaptırdı. İtalya Krallığı kurulunca da şimdiki gibi kendi küçük kentçiğiyle sınırlandı. 1929 yılında İtalya Krallığı ile yapılan Laterano Antlaşması'yla Vatikan'ın bağımsızlığı tanındı. Papa bu din devletinin hem dinsel başkanı, hem siyasal başkanıdır.
Papanın oturduğu Vatikan Sarayı Roma'nın kuzeyindeki bir tepe üzerindedir. Ünlü San Pietro Kilisesi de buradadır. Devletin bayrağı, ordusu, parası, özel radyo istasyonu v.b. vardır. 200 kişilik Vatikan ordusunda gönüllü İsviçreli muhafızlar görev yapar. Askerlerin silâhları ve kıyafeti XV. yüzyıldaki gibidir.
Yönetim
Vatikan'ı papa yönetir. Yerel yönetim papanın seçtiği bir valiye verilmiştir. Devletin geliri, yeryüzündeki bütün Katoliklerin bağışlarıyla İtalya Devleti'nin yardımından oluşur. Vatikan'ın en yüksek yönetim organı Kardinaller Meclisi'dir. 70 üyeli bu meclis kendi üyeleri arasından papayı seçer. Üyeler bu meclise seçildiler mi ömür boyu üye kalırlar. Yeni seçilen papa kendi adını kullanamaz, ona ruhanî bir papa adı verilir. Vatikan'da Osservatore Romana adlı günlük bir gazete, Osservatore della Domenica adlı haftalık bir dergi yayımlanır.
Vatikan Sarayı
Vatikan'da San Pietro Kilisesi'nin kuzeyindeki yapılara Vatikan Sarayı denir. XIII. yy.da kurulan ilk yapı, zamanla yapılan eklerle genişledi ve tamamlandı. 1377'de papalık Avignon'dan Roma'ya taşınınca papalar burada oturmağa başladılar. Mimar Bramente, saraya son şeklini vermiştir. Sarayın avlusu, odaları ve salonları Raffaello, Fra Angelico, Pinturicchio gibi ünlü ressamların resimleriyle süslenmiştir.
Papa'nın Kabul Günü
Papa'nın kabul günü genellikle haftada bir kez çarşamba günleri Vatikan şehrinde, yazın ise Roma'ya yaklaşık 40 km. uzaklıktaki Castel Gondolfo'da gerçekleştirilir. Bu genel kabul gününe katılmak için Prefetto della Casa Pontificia, 00120 Città del Vaticano adresinde bulunan büroya başvurmak gerekir. Katolik dinine mensup olanların bağlı olduğu kiliseden bir yazı getirmesi istenmektedir. Papa'nın kabul gününe katılacak kadınlar, uzun kollu, başı kapalı ve sade giysiler giymek zorundadırlar. Koyu renkli veya dikkati çekmeyen elbiseler tercih edilir. Erkeklerin ise koyu renkli ceket ve kravat ile katılmaları uygun görülmektedir.
Pakistan'in tarihini Hind yarimadasi tarihi içinde ele almak gerekir. Çünkü Pakistan'in kendine özel bir tarihi yoktur ve tarihte bugünkü Pakistan topraklarina özel olarak kurulan ilk devlet Pakistan'dir. Tarihi kaynaklardan ögrendigimize göre Hint Yarimadasi'na Islâm'i ilk götürenler sufilerle Müslüman tüccarlardir. Hindistan topraklarinin Islâm devleti tarafindan fethi ise 712-714 yillari arasinda Haccaci Zalim olarak bilinen Haccac ibnu Yusuf es-Sakafi'nin gönderdigi Muhammed bin Kasim'in komutasindaki ordular tarafindan gerçeklestirilmistir. Bu fetihten sonra yarimadada Islâm hizla yayilmaya basladi. Müslüman Araplar'in yarimada üzerindeki hâkimiyetleri 300 yil kadar sürdü. 1001 yilinda Gazneli Mahmud'un Pencab hükümdariyla girdigi meydan savasini kazanmasindan sonra yarimada tedrici bir sekilde Türklerin eline geçmeye basladi. Gaznelilerin bölgedeki hâkimiyetleri 1187'ye kadar sürdü. 1187 - 1206 yillari arasinda Hind yarimadasinin büyük bir kismina Guriler hükmettiler. 1206'da Hindistan Memlükleri dönemi basladi ve 1290'a kadar sürdü. 1290 - 1320 yillari arasinda Halaçlar, 1320 - 1414 yillari arasinda da Tugluklar hüküm sürdüler. Tugluklar döneminin devam ettigi sirada 1398'den itibaren Hindistan topraklari Timurogullari'nin saldirilarina maruz kalmaya basladi. Timurogullari ilk saldirilardan itibaren Hindistan'in bir bölümünü ele geçirdiler ve zamanla Tugluklar'i ortadan kaldirarak onlarin topraklarina hükmetmeye basladilar. Timurogullari'nin yönetimi 1858'e kadar sürdü. Ancak bu dönemde Hindistan'in tamamina hükmetmis degillerdir. Ayni dönemde Hindistan'in bazi bölgelerinde daha baska yönetimler hüküm sürmüstür. Timurogullari'nin Hindistan yarimadasindaki hâkimiyetlerinin devam ettigi sirada, 18. yüzyilin sonlarindan itibaren Ingiliz sömürgeciler Hind yarimadasini tehdit etmeye, bazi önemli noktalara saldirilar düzenlemeye basladilar. 1800 yilinda Allahâbâd sehri Ingiliz isgalcilerin eline geçti. Ingilizler 1802'de Agra'yi ele geçirdiler. Daha sonra içerilere dogru iyice girerek yarimadanin tamamina yakinini isgal ettiler. 1857'de isgale karsi çikan halk ayaklanmasi Ingilizler tarafindan siddetle ve pek çok kan akitilarak bastirildi. Ingilizler 1858'de de Timurogullari'nin hâkimiyetine tamamen son verdi ve son Timurogullari sultani Bahadir Sah'i Rangun'a sürgün ettiler. Isgalciler 1857 halk ayaklanmasindaki bütün maddi zararlarinin bilançosunu çikararak tamamini Hindistan halkina ödettirdiler. Ingilizler Hindistan'i isgal ettikten sonra yarimadanin bütün maddi zenginliklerini Ingiltere'ye tasimak amaciyla Dogu Hindistan Sirketi adinda bir sirket kurdular. Bu sirket sadece ticari bir kurulus degildi. Genis idari yetkilere ve imkânlara sahip oldugu gibi bir de ordusu vardi. Ingilizler Hint yarimadasinda en çok Müslümanlari ezmeye çalismislardir. Çünkü isgal ve sömürgeci uygulamalar karsisinda en çok direnenler Müslümanlardi. Ingiliz baskisina karsi Müslümanlar da bagimsizlik yolundaki çabalarini artirdilar. 1906'da kisa adi Muslim League olan Tüm Hindistan Müslümanlari Birligi adli bir örgüt kuruldu. Ünlü Müslüman sair Muhammed Ikbal ile etkili siyaset adami Muhammed Ali Cinnah'in bu birlige katilmasiyla birlik daha da güç kazandi. Muslim League baslangiçta Müslümanlarin Hindularla ayni haklara sahip olmasi için mücadele ediyordu. Ancak zaman içinde Müslümanlarin ayri bir devlet kurmasi fikri güç kazandi ve 1940 Lahor toplantisinda Müslümanlarin çogunlukta oldugu bölgelerde Hindistan'dan ayri bagimsiz bir devlet kurulmasi için çalisilmasi kararlastirildi. Tarihte Hindular tarafindan sürekli horlanan ve Ingiliz isgali döneminde de ikinci sinif vatandas durumuna düsürülen Müslüman kitle bu yöndeki çabalari destekledi ve 14 Agustos 1947'de Hindistan'dan bagimsiz Pakistan devletinin kurulusu ilan edildi. Baslangiçta Banglades de Dogu Pakistan adiyla bu devlete bagliydi. Ancak 1971'de Pakistan'dan ayrildi.
Bagimsizlik sonrasinda ilk cumhurbaskanligina "Büyük önder" diye anilan Muhammed Ali Cinnah getirildi. Onun cumhurbaskanligi 11 Eylül 1948'e kadar sürdü. Ondan sonra 19 Ekim 1951'e Hoca el-Hac Nizamuddin, 6 Ekim 1955'e kadar Gulam Muhammed Han, 28 Ekim 1958'e kadar Iskender Mirza, 25 Mart 1969'a kadar Maresal Muhammed Eyyüb Han, 20 Aralik 1971'e kadar Orgeneral Aga Muhammed Yahya, 14 Agustos 1973'e kadar Zülfikar Ali Butto, 5 Temmuz 1977'ye kadar da Fazlullah Çavdara cumhurbaskanligi yapti. Fazlullah Çavdara'nin cumhurbaskanligi döneminde Zülfikar Ali Butto da basbakanlik görevinde bulundu. 5 Temmuz 1977'de Orgeneral Muhammed Ziyaü'l-Hak bir askeri darbe gerçeklestirerek Butto ve Çavdara yönetimine son verdi. Butto 4 Nisan 1979'da askeri yönetim tarafindan idam edildi. Muhammed Ziyaü'l-Hak, Butto döneminde yürürlükten kaldirilan Islâmi hükümleri yeniden uygulamaya koymak, ülkenin Islâmi kimligini yeniden güçlendirmek ve bütün Pakistan genelinde Islâmi çalismalari artirmak için önemli faaliyetlerde bulundu. Ziyaü'l-Hak'in en önemli hizmeti ise Afganistan'daki Islâmi cihada verdigi destektir. Ziyaü'l-Hak, 17 Agustos 1988'de, uçaginin bir suikast sonucu düsmesi üzerine hayatini kaybetti. Ondan sonra cumhurbaskanligina Gulam Ishak Han getirildi. 16 Kasim 1988'de yapilan genel seçimlerde Zülfikar Ali Butto'nun kizi Binazir Butto'nun liderligindeki Pakistan Halk Partisi 93 üyelik kazanarak birinci parti oldu. Seçimlerden sonra da hükümeti kurma görevi bu partiye verildi. Butto, Muhacir Ulusal Hareketi ve bagimsiz milletvekillerinin destegiyle hükümet kurdu. Butto hükümeti Eylül 1990'da bazi yolsuzluklara karistigi gerekçesiyle cumhurbaskani Gulam Ishak Han tarafindan görevden alindi. Arkasindan 24 Ekim 1990'da gerçeklestirilen seçimlerde Butto'nun partisi sadece 45 üyelik alabildi. Cemaati Islâmiye de içinde olmak üzere Islâmci ve muhafazakâr kesimden birkaç siyasi olusumu temsil eden Islâmi Demokratik Ittifak ise 107 üyelik kazandi. Seçimlerden sonra hükümeti Islâmi Demokratik Ittifak'in lideri Nevaz Serif kurdu. Ancak cumhurbaskani Nevaz Serif hükümetini 18 Nisan 1993'te görevden aldi. Bu tarihten sonra 26 Mayis 1993'e kadar Balah Ser Mezari'nin liderliginde geçici hükümet isbasinda kaldi. Bu tarihte anayasa mahkemesinin karariyla Nevaz Serif hükümeti yeniden isbasina geldi. 16 Temmuz 1993'te cumhurbaskani Gulam Ishak Han ve basbakan Nevaz Serif birlikte istifa ettiler. Bu tarihten sonra Muin Kureysi'nin liderliginde yeni bir geçici hükümet olusturuldu. Cumhurbaskanligina önce geçici olarak Vasim Seccad, 14 Kasim 1993'te de Faruk Ahmed Leghari getirildi. 6 Ekim 1993'te gerçeklestirilen erken genel seçimlerde Pakistan Halk Partisi parlamentoda 86 üyelik kazanarak birinci parti oldu ve bagimsizlarla isbirligi yaparak 19 Ekim 1993'te hükümeti devraldi.
Fakat bayan Butto daha sonra yine yolsuzluklar yüzünden cumhurbaskani tarafindan görevden alindi. Bayan Butto yolsuzluklarin içine öylesine dalmisti ki zaman zaman
kardesi Murtaza Butto'yu bile irtibatli oldugu mafya vasitasiyla öldürterek tasfiye etmisti. Kocasi da bütün resmi ihalelerden yüzde on komisyon seklinde rüsvet aldigindan halk arasinda "yüzde oncu" olarak aniliyordu. Bayan Butto'nun görevden alinmasinda ise Cemaati Islamiye'nin önemli rolü olmustur. Cemaati Islâmiye, bütün bu yolsuzluklara, mafya cinayetlerine ve devlet yönetiminin adeta bir mafya çetesi haline getirilmesine karsi halki harekete geçirmeseydi, insanlari sokaga dökmeseydi belki de cumhurbaskani Faruk Ahmed Leghari bayan Butto'yu görevden alma ihtiyaci duymayacakti. Çünkü Leghari, gelismeleri çok iyi biliyordu ve olan bitenleri Cemaati Islâmiye'nin ileri gelenlerinden önce ögrenme imkânina sahipti. Anayasa kendisine yolsuzluklara karistigi anlasilan bir basbakani görevden alma yetkisi de veriyordu. "Yüzde oncu"nun hanimini görevden aldigindan dolayi halktan herhangi bir tepki görmeyecegini tahmin etmesi de mümkündü. Ama buna ragmen Cemaati Islâmiye'nin harekete geçirdigi kitleler kapisina kadar dayanip kulaklarini patlatircasina seslerini yükseltmeden anayasanin bu konuda kendisine verdigi yetkileri kullanmaya yanasmadi.
Butto'nun görevden uzaklastirilmasindan bir süre sonra, 3 Subat 1997 tarihinde yeniden erken genel seçimler gerçeklestirildi. Seçimlerden Nevaz Serif'in Pakistan Müslüman Birligi (PML) adli partisi zaferle çikarak 217 üyeli parlamentoda 124 sandalye kazandi. Bayan Binazir Butto'nun kazandigi sandalye sayisi ise 15'e düstü. Butto, sonuçlari kabul etmedi ve seçimlere hile karistigini ileri sürdü. Verilen bilgilere göre seçimlere katilim orani oldukça düsüktü. Bu durum Pakistan halkinin siyâsi partilerden fazla bir beklentisinin olmadigini ortaya koyuyordu.
Seçimlerden sonra cumhurbaskani Faruk Ahmed Leghari hükümeti kurma görevini parlamentoda mutlak çogunlugu elde eden Pakistan Müslüman Birligi'nin lideri Nevaz Serif'e verdi. Nevaz Serif de 17 Subat tarihinde basbakanlik görevini devraldi. Son askeri darbeye kadar da görevde kaldi.
Özbek halkının tarihinin ilk dönemlerine ait bilgi yoktur. Özbeklere bu ad, ilk olarak 1313-1340 yılları arasında hüküm süren Altınordu Hükümdarı Gıyaseddin Muhammed Özbek tarafından verildi. Timur Hanın ölümü üzerine zayıflayan Timur İmparatorluğu topraklarının Aral Gölü ve Seyhun Irmağının kuzeyindeki bölgede dağınık olarak yaşıyan Özbekler, Ebü'l-Hayr'ın idaresinde toplanarak, 1428'de onu kendilerine han ilan ettiler. Kısa zamanda kuvetlenerek çevredeki diğer boyları da hakimiyetleri altına aldılar.
CeyhunIrmağı kıyısındaki Sığnak, Arkuk, Suzak, Özkent gibi şehirleri ele geçirdiler ve bunlardan Sığnak'ı başşehir yaptılar. Türkistan taraflarına düzenlenen seferlerde Kalmuklara mağlup olunca, bu durumdan istifade eden Kanay veCanibek adlı başbuğlar bazı Özbekleri de yanlarına alarak Çağatay Hanına sığındılar. Bölgeden ayrılan bu Özbeklere Kazak veya Kırgız kazakları adı verildi.
Ebü'l-Hayr'ın vefatından sonra Özbekler, Çağatay-Moğol hükümdarı Yunus Hana yenilerek dağıldılar. Ebü'l-Hayr'ın oğlu Şah Budak, Yunus Han tarafından öldürüldü. Dağılan Özbekler Şah Budak'ın oğlu Muhammed Şeybek'in (Şeybani) etrafında toplandılar. Bu tarihten itibaren Şeybaniler adıyla da anılan Özbekler 1500 yılındaTimuroğulları Devletindeki iç karışıklıktan istifade ederek Buhara'yı zabtedip, Timur Hanedanına son verdiler. Harezm ve Hive'yi ele geçiren Özbekler, Çağatay Hükümdarı Babür'ü mağlup ettiler. Belh, Herat ve Taşkent'i zapteden Özbekler, Orta Asya'nın en güçlü devleti haline geldiler.
Özbekler bir ara Safevilere karşı yenildiler ve bazı bölgeler ellerinden çıktı ise de 1512'de buraları geri aldılar. Özbek hakimiyeti 16. yüzyıl boyunca Maveraünnehr'de devam etti. 1598'de İkinci Abdullah Hanın vefat etmesinden altı ay sonra oğlu Abdülmü'min de kendisine bağlı taraftarlarca öldürülünce, Özbekler ülkesinin hakimiyeti,Şeybanilere akraba olan Canoğullarına (Astırhan Hanları) geçti.
Özbekler on altıncı asır boyunca İran'dakiŞii-Safevilerle devamlı olarak savaştılar. Ehl-i sünnet olanOsmanlılar ve Hindistan'daki Babürlülerle iyi münasebetler kurmaya çalıştılar. 17 ve 18. yüzyılın ortalarına kadar Astırhanlar Hanlığının hakimiyeti altında kaldılar. 1740'ta Nadir Şah tarafından Astırhanlar Hanlığı yıkıldı.
Nadir Şahın vefatından sonra, hakimiyet Canoğullarının yerine Mangıthanlar Sülalesine geçti. Bu sülale hakimiyetlerini 1860'a kadar devam ettirdi. 1860'tan itibaren Türkistan içlerine doğru ilerleyen Rusların himayesinde yarı bağımsız olarak devam eden Buhara Hanlığının hakimiyetinde kalan Özbekler, Rusların çeşitli baskıları altında yaşadılar.
Bugün Özbekistan'ın bulunduğu toprakların büyük bir kısmı 19. asırda Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarının idaresi altında bulunuyordu. 1917 Sovyet Devrimi ardından, bölgede Özbeklerin ve diğer Müslümanların hemen hiç söz sahibi olmadığı bir geçici hükümet kuruldu. Aralık 1917'de Hokand'da bir milli kongre toplayan Müslümanların Mustafa Çokayev başkanlığında kurdukları hükumet 1918'de gönderilen Rus askerleri tarafından devrildi.
Darbeden sonra yeni yönetime karşı Basmacı ayaklanması olarak bilinen bir direniş hareketi başladı. Harezm ve Buhara Sovyet Halk Cumhuriyetlerinin kurulması Basmacı Ayaklanmasının yayılmasına sebep oldu. Türkistan Komisyonunun 1922'de başlattığı reformlar neticesinde ayaklanma etkisini kaybetti.
1924'te Orta Asya ve Kazakistan'da sınırları etnik temellerde tekrar belirleyen düzenleme ile Harezm, Buhara ve Türkistan cumhuriyetleri dağıtılarak bölge toprakları Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan arasında paylaştırıldı. Sovyetler Birliğinde 1989'da başlayan yenileşme hareketleri neticesinde, Özbekistan 1991 Ağustosunda bağımsızlığını ilan etti. Daha sonra kurulan Bağımsız Devletler Topluluğuna bağlandı.
Eski kaynaklarda Macaristan'dan Panonya diye bahsedilmektedir. Macaristan'ın bulunduğu Tuna havzası ve Karpatlar bölgesi, coğrafi yer itibariyle kuzeyden ve doğudan devamlı gelen istilaların, akınların mecburi geçiş yolu olmuştur. M.Ö. üçüncü asırda Keltler'in, sonra Daklar'ın istila ettiği Panonya, M.Ö. 1. asrın sonlarında Romalıların hakimiyetine girmiş ve bu hakimiyet M.S. 4. asıra kadar sürmüştü.
Panonya 4. asırda Attila idaresindeki Hunların, 6. asırda da Volga Nehrinin doğusundan Tuna Havzasına kadar gelen Avar Türklerinin istilasına uğradı ve Avarlar burada kuvvetli bir imparatorluk kurdular. İki yüz elli yıl Orta Avrupa'ya hakim oldular. Önceleri Şamanistken giderek Hıristiyanlığı benimsemeye başladılar ve 769'da Charlemagne tarafından ortadan kaldırılan Avar Türkleri, böylece Hıristiyanların özellikle Slavların arasında eriyip kayboldular.
1869 yılında Urallar'ın doğu yamaçları ve Orta Volga arasında yerleşmiş olup, Hazar Türklerinin bir kolu olan Arpatlar batıya göç ederek, Karpatlar ve Tuna havzasını işgal ettiler. Macarlar'ın asli unsurunu meydana getiren Arpatların güneye ve batıya yaptıkları akınlar, Germen İmparatoru Birinci Otto tarafından önlenince göçebelikten yerleşik hayata geçtiler.
Moğol istilasına kadar Macaristan'da istikrarlı bir devre başlamış oldu. Orta Asya gelenek ve yaşayış tarzlarını bir süre devam ettiren Arpatlar, Prens Geza zamanında Hunlar ve Avarlar gibi Hıristiyanlığı kabul ettiler. Türklüklerini tedricen kaybedip Hıristiyanlaşmalarına rağmen, Macaristan'da bugün bile birçok Türkçe kelime ve yer adları kullanılmaktadır. Mesela, tyuk, (tavuk), birska (bıçak), szakall (sakal), tengez (deniz), sarga (sarı) teknö (tekne), borju (buzağı), sator (çadır) gibi daha pek çok kelime, Macarların Türk asıllı olduklarını bariz bir şekilde göstermektedir.
Moğol istilasından sonra Arpat Hanedanının yerine, yabancı soydan gelen Anju Hanedanı geçti. 1787'den itibaren Macaristan'da idareyi ele alan Sigismund ile beraber bazı fasılalar olmasına rağmen Macar Halkı, Alman asıllı krallarca idare edildi. Macarlar, Osmanlıların Balkanlardaki ilerleyişini durdurmak için 1396'da 130.000 kişilik bir orduyla harekete geçtiler.
Niğbolu önlerinde Yıldırım Bayezid Han (1389-1402) karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Ancak bundan sonra, devamlı surette, bizzat veya yardımcı olarak Osmanlı fütuhatını engellemeye çalıştılar. 1526'da Mohaç'ta tekrar Macar ordusu Osmanlılara yenildi ve Orta Macaristan fethedildi. Macaristan Osmanlı hakimiyeti altına girmişse de bu hakimiyet tam olarak kurulmayıp, Transilvanya ve Karpatlar bölgesi Osmanlı tabiiyetinde kalmak üzere Prens Zapolya'ya verildi. Kuzey ve kuzeybatı Macaristan Avusturya'da kaldı. Zapolya'nın ölümüyle halefi ve varisi Janos isimli bir çocuğa taç giydirilince, Osmanlılar Avusturya'ya fırsat vermeden buraya yerleşmek için, Macaristan'ın tamamı Osmanlı eyaleti haline getirildi ve Budin Beylerbeyliğine bağlandı.
Macaristan 1699'daki Karlofça Antlaşmasına kadar yüz altmış beş sene Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Osmanlıların Macaristan'daki hakimiyet devirleri, bugün bile hasreti çekilip çeşitli vesileler ile bunun ifade edildiği tam bir huzur, sükun, adalet ve imar devri oldu. Burada görev yapan Osmanlı paşa ve devlet adamlarının da yaptırdıkları başta hamamlar olmak üzere pek çok eserler büyük bir yekun teşkil etmekte olup, Macaristan'ın Avusturya idaresine düştüğü zaman yapılan tahribata rağmen bazıları günümüze kadar gelebilmiştir.
O devirlerde mezhep savaşları ile çalkalanan Avrupa'da, Macaristan başta olmak üzere, Osmanlı toprakları Protestanların sığınak yeri oldu. Osmanlı-Macar münasebetleri sosyal ve iktisadi, her alanda gelişti ve Macaristan'da Osmanlı kıyafetleri giymek moda oldu. 1604'teki Osmanlı-Avusturya savaşında Macarlar Osmanlıların yanında yer aldılar ve kurulan Erdel Beyliği içişlerinde bağımsız ancak, Osmanlı Devletine tabi olmak üzereMacarlara verildi.
Macaristan 1689'da Avusturya'nın eline geçtikten sonra da bağımsızlık hareketleriOsmanlılarca desteklendi. 1682-1684'te İmre Thököly'nin, 1703-1711'de Ferenc Rakoczi'nin bağımsızlık hareketleri başarısızlıkla sonuçlanınca diğer isyancılar ile beraber Osmanlı Devletine sığındılar. Thököly İzmit'te, Rakoczi Tekirdağ'da ölene kadar misafir muamelesi gördüler.
150 yıl sonra Osmanlı Devletine gelen Macar heyeti, Tekirdağ'a yerleştirilen mültecilere verilen araziyi satın almak için kendilerine müracaat eden Türk köylülerine hayran kaldılar. Rakoczi'nin arkadaşı Kelemen Mikos'un yazdığı ve mültecilerin hayatını anlatan Türkiye Mektupları isimli eseri bugün Macar tarihi ve edebiyatının kaynak kitapları arasında sayılmaktadır.
Ferenc Rakoczi'nin başarısız teşebbüsünden sonra Macaristan Avusturya'nın yarı kolonisi haline geldi ve bugüne kadar, Osmanlı hakimiyetindeki hürriyetini, iki dünya savaşı arasındaki devir hariç bir daha göremedi. 1785'te Almanca resmi dil olarak kabul edilip, Avusturya ile Macaristan arasında gümrük birliği ilan edildi.
1848'de Lajos Kossuth'un bağımsızlık hareketi Rusya'nın yardımıyla bastırıldıktan sonra büyük bir baskı rejimi başladı, ancak 1876'da Macaristan,Avusturya sınırları içinde federatif bir devlet haline gelebildi. Böylece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ismiyle ikili bir monarşi kuruldu.
Avusturya, 1914'te Birinci Dünya Savaşına girince Macaristan da katılmak mecburiyetinde kaldı. Ancak Avusturya'nın teslim olması üzerine Macaristan ayrılarak cumhuriyet ilan olundu. 1919'da bastırılan Bela-Kun idaresindeki komünist ayaklanmasından sonra Amiral Horty 1 Mart 1920'de kral naipliğine getirildi. Macaristan, 1920'de yapılan Trianon Antlaşması ile topraklarının üçte ikisini, nüfusunun beşte birini kaybetti.
İki dünya savaşı arasında Macaristan ideolojik ve ekonomik yönden Hitler Almanyası'na yaklaştı ve Antikomintem pakta katıldı. 1941'de Almanya ile beraber Rusya'ya karşı İkinci Dünya Savaşına girdi. Ancak 1944'te Almanya ile arası açılınca Hitler Macaristan'ı işgal ettirdi. Amiral Horty'nin Macaristan'da yirmi dört yıllık idaresi sona erip, yerine Szalas getirildi.
Szalas'ın kurduğu terör rejimine karşı başlayan muhalefet, komünistlerin güçlenmesine ve Rusların Macaristan'ı işgaline yol açtı. 4 Şubat'ta cumhuriyet ilan edildi ve aynı sene madenler, ağır sanayi tesisleri, bankalar devletleştirildi. Üç milyon hektar arazi, sahiplerinden zorla alındı. Macaristan İşçi Partisi öncülüğünde kilisenin mallarına el konuldu ve kilise aleyhtarlığı kampanyası başlatıldı.
Ancak başgösteren tepkiler sonucu 1953'te ülkede mevcut bulunan Sovyet askerleri İmre Nagy'ı başa getirerek yumuşama politikası takip etmeye başladılar. İmre Nagy'ın reformlarına tahammül edemeyip, 1955'te görevden alınınca Macaristan'da muhalefet çok büyük oldu. 1956'da tekrar hükumetin başına getirilen İmre Nagy, Macarların Sovyet işgal güçleri aleyhine "artık yoldaş değiliz" diye başlattıkları ihtilal hareketi sırasında Macaristan'ın Varşova Paktından çekilip, tarafsız kaldığını, 2 Kasım 1956'da Birleşmiş Milletlere, 3 Kasımda da Sovyet Büyükelçisi Yuri Andropov'a bildirdi.
"Eskunzuk, eskunzuk hogy tovabb nem leszunk!" (Yemin ediyoruz, artık köle olmayacağız!) diyen Macar halkının hürriyet mücadelesi, 4 Kasım'da Budapeşte'ye giren yüzlerce Sovyet tankı tarafından kanla bastırıldı. Binlerce Macar, komünizmden kurtulmak için seyirci durumda kalan Batı'ya iltica ettiler. İmre Nagy de yakalanarak 1958'de idam edildi. 1989'da komünist parti feshedildi. 1990 seçimleri çok partili oldu ve merkez sağ partiler iktidara geçtiler.
Lübnan'ın en eski tarihi Fenikeliler'le başlar. Fenikeliler'den sonra Lübnan'a sırasıyla Âsurlular, Yeni Babilliler, Persler, Makedonyalılar ve Romalılar sahip oldular. Hazret-i Ömer zamanında, 643 yılından itibaren Suriye'nin fethi için gönderilen İslam orduları, aynı tarihlerde Lübnan'ı da fethetti. Bu arada Suriye'den göç eden Maruni Arapları, Lübnan Dağlarının kuzey bölgelerine yerleştiler. Bugünkü iç karışıklıkların sebepi olan Dürziler ise on birinci yüzyılda güneyden Lübnan'a girdiler.
Lübnan daha sonra Haçlı saldırılarına maruz kaldı ve birçok küçük Haçlı devletçikleri kuruldu. Bunlar da Memlukler zamanında özellikle Baybars ve Kalavun dönemlerinde temizlendi. Osmanlı Devletinin ilk olarak Müslümanların halifesi unvanına da sahip olan padişahı Yavuz Sultan Selim Han, 1516 ve 1517'deki Mısır Seferi sırasında Memlük Devletine son vermiş ve Lübnan'ı da Osmanlı sancağı yapmıştı.
Osmanlı adalet ve idaresindeki Lübnan, özel bir statüye sahipti. Otonom idare sistemiyle yönetilirdi ve ayrı bir vergi (haraç) sistemine tabiydi. Dolayısıyla Lübnan, refah seviyesi yüksek, türlü kolaylıklara sahip ve harplerden uzak bir halde sakin bir sancaktı. Komşu bölgelerin insanları akın akın Lübnan'a göç ederek nüfusu arttırmaya başladı. Bu kadar rahatlığa rağmen Fakreddin Maan adlı bir Dürzi yönetiminde iken, Osmanlı Devletiyle münasebetleri bozuldu. Maan, 1613'te Osmanlı ordusunun korkusuyla İtalya'ya kaçtıysa da 1618'de geri döndü. Mısır'a kadar sınırlarını genişletti. Nihayet 1633'te gerekli cezası verildi.
1799'da Napolyon'a karşı Akka'da, Lübnan idarecilerinden olan Başir-II muharebe ederek Fransızlar bozguna uğratıldı. Lübnan tam 402 yıl Osmanlı idaresi altında kaldı. Son dönemlere doğru Lübnan'da sayıları artan Dürzi ve Maruniler, isyanlar çıkarmaya başlamıştı. Fransızlar Marunileri, İngilizler ise Dürzileri destekliyorlardı. Nihayet Birinci Cihan savaşı sonunda Lübnan, Fransız mandası altına girdi. 1926'da çıkan Dürzi Atraş Paşa isyanı büyük bir katliam sonucu bastırıldı.
Kıtalara hakim Osmanlı Devleti yıkılınca, bütün bölgelerde olduğu gibi Lübnan'da da idari sistem tamamen bozularak karışıklıklar arttı. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında Osmanlı Devletinin en büyük ve en gelişmiş şehirlerinden biri olan Beyrut, savaş alanına döndü. 1941'de Fransa mandası altında bağımsız oldu. 1943'te manda da kaldırıldı, seçimler yapıldı. Hükumet ve idari sistemde dinlerin eşit etkisi esas olmak üzere hazırlanan Milli Pakt (1943'te) kabul edildi.
Buna göre, Lübnan batı ile dost olan Arap Birliği üyesi bir devlet oluyordu. 1945'te Birleşmiş Milletlere katıldı. Arap-İsrail savaşında,Arap devletleri safında İsrail'e taarruz etti. Savaşın sonunda yurtsuz kalan 400.000 Filistinli, Güney Lübnan'da mülteci kamplarına alındı. Bugün dış güçlerin müdahalesi ile Lübnan iç savaşı, tedavisi mümkün olmayan kangren haline gelmiştir. 1975'ten bu yana iç savaş muhtelif şekiller değiştirerek devam etmektedir.
Tunus, gerek Akdeniz ve Kuzey Afrika hakimiyeti ve gerekse Avrupa'nın Afrika ile olan münasebetleri bakımından büyük bir stratejik öneme sahiptir. Tunus'un coğrafi konumu göçebe Berberilerden sonra, daha çok deniz yoluyla gelen çeşitli etnik toplulukların ülkeye yerleşmesinde en büyük faktör olmuştur.
M.Ö. 1000 yılından itibaren Fenikeliler, Tunus'ta ticaret merkezleri kurmaya başladılar. M.Ö. 5. yüzyıl sonlarında Fenikeliler Tunus'a gelip yerleştiler ve burada Kartaca Cumhuriyetini kurdular. Tunus, daha sonra batıdan gelen Vandalların, 6. yüzyılda da Bizanslıların hakimiyeti altına geçti.
Müslümanların Tunus'a (Afrikiyye) gelişi (647-1228): MüslümanArapların 647 yılında başlayan yayılmaları Ukbe bin Nafi'nin 670'te Kayruvan (Kariouane) şehrini kurmasıyla neticelendi. Tunus (Afrikiyye), Hazret-i Muaviye zamanında 667 (H.45) yılında alındı.
Bizanslılar bazı önemli şehirleri ellerinde tuttular. Berberi ayaklanmaları neticesinde Müslümanlar geçici olarak Afrikiyye'den uzaklaştılarsa da, Hasan bin en-Numan zamanında Berberiler, Afrikiyye'yi Müslüman Araplara bıraktılar (698). Bundan sonra Kayruvan Müslüman Afrikiyye'nin başşehri olarak kaldı. Bütün Afrikiyye Müslüman oldu ve İslamiyyet her tarafa buradan yayılmaya başladı. İkinci Abbasi halifesi Cafer Mensur zamanında,Abbasi hakimiyeti yaygınlaştı.
Emevi ve Abbasi halifelerine bağımlı olan Afrikiyye'yi önce Ağlebiler, sonra Kayruvan'da bir Şii halifeliği kuran (910) Fatımiler yönetti. Kayruvan ve Mahdiya şehirleri Fatımilerin merkezi oldu. Fatımiler 972'de başşehri Kahire'ye taşıdıkları zaman Afrikiyye Berberi sülalesi Zirilerin iktidarı altına girdi. Ziriler zamanında Tunus, Sicilya'daki Normanların istilasına uğradı.
Zirilerin son hükümdarı Hasan bin Ali, Fas'taki Muvahhidin Devletinden yardım istedi. Muvahhidin Devletinin kurucusu Abdülmümin, Normanları Tunus'tan kovarak (1159-1160), Afrikiyye'yi Tunus'ta oturan bir vali tarafından yönetilen bir eyalet haline getirdi. Bundan sonra Afrikiyye, Tunus adını aldı.
On altıncı yüzyılda İspanya ve Osmanlı Devletinin, Akdeniz hakimiyeti için yaptıkları savaşlar sonunda Hafriler yıkıldı. 1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa, Tunus'u ele geçirdi. AncakHafsi Hanedanından Hasan, İspanya Kralı Beşinci Şarlken'den yardım istedi ve Beşinci Şarlken başşehir Tunus'u işgal etti ve Barbaros Hayreddin PaşaCezayir'e çekilmek zorunda kaldı. İspanya Kralı Hafsi Hanedanından Hasan'ı tekrar, kendisine vergi vermek şartıyla Tunus'un başına getirdi.
Başşehir Tunus 1574 yılına kadar tekrar Hafsi Hanedanlığının elinde kaldı. Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis 1556'da Gafsa'yı, 1558'de Kayrevan'ı ele geçirdiler. Tunus'un doğu ve güney sahilleri Türklerin eline geçti. CerbeAdası deniz üssü olarak kullanıldı. Barbaros Hayreddin Paşa, İspanya'daki Endülüslü Müslümanlardan 100.000 kadarını kurtararak Kuzey Arfika'ya getirdi. Nihayet 1574'te Uluç Ali Reis ile Sinan Paşa, Tunus şehrini (Halkul-Vad Kalesini), ele geçirmek suretiyle bütün Tunus, Osmanlı İmparatorluğunun bir eyaleti haline geldi.
Osmanlı Devleti zamanında Tunus, önceleri Yeniçerilerin desteklediği bir Dayı vasıtasıyla, daha sonra da bir Bey vasıtasıyla yönetilmeye başlandı. İlk beylik sülalesi Birinci Murad Bey tarafından kurulan Muradi sülalesidir (1612-1631). 1710'dan sonra Beyler, irsi yoldan tahta çıktılar. Bu arada Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya Tunus'ta ekonomik faaliyetlerde bulunmaya başladılar. Fransa 1830'da Cezayir'i işgal ettikten sonra, Tunus ile daha fazla ilgilenmeye başladı.
Bu sıralarda Osmanlı İmparatorluğu kendi başındaki birçok meseleler yüzünden Tunus'a daha fazla yardım edemedi. 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı da bunu önledi. Tunus'ta Fransa, İngiltere ve İtalya'nın gözü ve çıkarları vardı. 1878'de Kıbrıs'ı elde eden İngiltere, Fransa'nın Tunus'taki özel imtiyazlarını tanıdı. Fransa, bazı Tunuslu aşiretlerin (Krumirlerin) Cezayir topraklarına yaptıkları akınları ve bazı toprak taleplerini bahane ederek 1881 yılında Tunus'a asker çıkardı.
12 Mayıs 1881'de yapılan Bardo Antlaşmasıyla; Tunus Beyi, dış hükümranlığı, siyasi ve ordu işlerini bir Fransız Genel Valisine bırakıyordu. Tunus'un Muher ve güney kesiminde başlayan ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. Vali Paul Cambon, yeni bey Ali bin Hüseyin'e (1882-1902) Marsa Sözleşmesini kabul ettirince (1883), Fransız himayesi resmen kurulmuş oldu.
Bütün bu olanları Osmanlı İmparatorluğu protesto ederek kabul etmediğini bildirdi. Resmi padişah fermanlarında Tunus Osmanlı eyaleti olarak zikredilmeye devam etti. Fransız himaye rejimi Tunus'un bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etti (1956). Tunus'taki Fransız idaresi 78 yıl sürdü.
1930'larda Habib Burgiba önderliğinde Tunuslular bağımsızlık mücadelesine başladılar. İkinci Dünya Savaşı esnasında Tunus bir savaş alanı oldu. Harpten sonra Burgiba yeni Destur Partisini kurarak bağımsızlık mücadelesine devam etti. Nihayet 1956 yılında Tunus bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlığını kazandıktan sonra Tunus Cumhuriyetini ilan eden Burgiba, ilk Tunus Cumhurbaşkanı oldu. Birçok reformlar yaparak laik eğilimli bir rejim kurdu.
Burgiba, 1965'te İsrail'e karşı yumuşak ve ılımlı davranılması gerektiğini savundu. Fakat bu düşünceleri şiddetle tenkit edildi. 1979'da Mısır'ın Arap Birliğinden çıkarılmasından sonra, Tunus eski bakanlarından Chadli Kılibi'nin de genel sekreter olmasıyla, Tunus, Arap Birliğinin karargahı oldu.
Ocak 1980'de Libya'da eğitim görmüş komandoların Gafsa şehrini ele geçirmeleri, Tunus'un Fransa ve ABD'den destek istemesine sebep oldu. Olayların yatışmasından sonra başbakanlığa getirilen eski Milli Eğitim Bakanı Muhammed Mzali, siyasi hayatı kısmen olsun liberalleştirdi. Siyasi mahkumların çoğu serbest bırakıldı ve siyasi partiler kanuni olarak tanınmaya başlandı. Bağımsızlıktan beri tek başına iktidarda olan Sosyalist Destur Partisinden başka, Komünist Partisi dahil üç siyasi partiye daha izin verildi.
Ölünceye kadar Devlet Başkanı seçilen Burgiba, 1987 senesinde sağlık durumu gerekçe gösterilerek devlet başkanlığı görevinden alınarak yerine General Zeynelabidin bin Ali geçti. Bu yönetim değişikliği ülkede belirli bir liberalleşme ve ekonomide köklü yeniliklerin yapılmasına sebep oldu. General Zeynelabidin radikal Müslümanlara karşı büyük tedbirler aldı.
Bunların desteklediği Nakda Partisinin birçok üyesini hapsettirdi. Bu tutumunu hala sürdürmektedir (1994). 21 Mart 1994'te yapılan parlamento ve devlet başkanlığı seçimlerinde Zeynelabidin bin Ali ve partisi oyların %99'unu alarak devlet başkanlığına yeniden seçildi. 1982 yılında Lübnan'dan çıkarılan Filistin Kurtuluş Teşkilatı mensupları ve Lideri YaserArafat Karargahını Tunus'a taşıdı. Böylece Tunus, Filistin Kurtuluş Teşkilatının Karargahı oldu.
Türkmenler, altıncı yüzyıldan itibaren Göktürklerin idaresinde toplanan Türk kabilelerinden bir kısmı gibi kendi aralarında birlik kurarak Tula-Selenga ırmakları bölgesinde Dokuz-Oğuz kağanlığını meydana getirdiler. Göktürk kağanlığının; Kutluğ tarafından 682'de ikinci defa kurulmasından sonra Göktürkler hakimiyetlerini kabul etmeyen Türkmenler üzerine yürüdüler. Tula Irmağı kıyısında yapılan savaşta Türkmenler yenildiler. Fakat, Göktürklerin hakimiyetini kabul etmediler.
İlteriş Kağan, Türkmenler üzerine birçok sefer daha düzenledi ve Baz Kağanı öldürdü. Türkmenlerin merkezi Ötüken ve çevresini ele geçirdi. Bu yenilgi karşısında İlteriş Kağan'ın hakimiyetini kabul etmek mecburiyetinde kalan Türkmenler, Göktürklerin Kırgız Seferine katıldılar. Daha sonra Göktürklere isyan eden Türkmenler birçok savaşta mağlup olunca Çin taraflarına göç ettiler.
Bir müddet sonra yurtlarına döndüler. Uygurlara yardım ederek Göktürklerin yıkılmasını sağladılar. Türkmenler, Uygur Devletinin dayandığı başlıca boylardan biri oldu. Fakat zaman zaman Uygurlara karşı da isyan etmekten geri durmadılar. Uygurların yıkılmasından sonra batıya göç ederek Sir Derya (Seyhun) kıyılarına ve onun kuzeyindeki bozkırlara yerleştiler.
Türkmenler onuncu asırdan itibaren göçebe hayatı yanında yerleşik bir hayat sürmeye de başladılar. Bu asrın başlarında Oğuzlar, Maveraünnehr çevresine yerleşip Yabgu denilen hükümdarların idare ettiği bir devlet kurdular. Türkmenlerin bu sırada başşehirleri Sir Derya kıyısındaki Yeni Kent idi. Yabgu Devleti zamanında Türkmenler Üçok ve Bozok diye ikiye ayrıldılar.
Onuncu asrın sonlarında İslam dinini kabul ederek iyice güçlenen Türkmenler, komşuları Peçenekler ve Hazarlarla savaşarak onları yendiler. İslam dinini kabul eden ve Selçuklu hakimiyetine giren Türkmenler, Oğuz Yabgu Devleti hükümdarının kendilerine kötülük yapacağından çekinerek, İslam diyarı olan Horasan'a göç ettiler.
Maveraünnehr'de kalan diğer Türkmen boyları da Kıpçakların hücum ve baskıları neticesinde dağıldılar ve Türkmen Devleti yıkılmış oldu. Yerlerinde kalan Oğuzlar ise Karacuk Dağları bölgesinde, Mankışlak'ta ve Sir Derya Nehri kıyılarında yerleştiler. Daha sonra Karahıtayların ve Karlukların baskısı neticesinde Selçuklulara tabi oldular.
Türkmenlerin birçoğu Selçuklular devrinde yerleşik hayata geçtiler. On birinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren akın akın İran, Irak, Anadolu ve Suriye'ye doğru yayıldılar. Gittikleri yerlerde doğruluğun, adaletin, ilmin ve medeniyetin müdafiliğini yaptılar. İnsanlara hizmet etmek, ilmin ve medeniyetin yayılmasını sağlamak için pek çok cami, medrese, kervansaray, hamam ve köPage Ranküler yaptırdılar.
Mankışlak ve Sir Derya Nehri kıyılarında kalan Türkmenler o havalinin askeri istila yolları üzerinde olmamasından, on yedinci asrın ortalarına kadar daha rahat ve müstakil bir hayat yaşadılar. Fakat 1639 ve 1700 yıllarında, bilhassa Kazaklara indirdikleri darbeyle Orta Asya'nın Rus istilasına açılmasına sebep olan Moğol asıllı Kalmukların hücumlarına uğradılar.
Mankışlak bölgesinde yaşayan o devir Türkmen boylarının en büyüğü ve kuvvetlisi olan Teke Türkmenleri Kopet Dağı bölgesine çekildiler. Orada diğer Türkmen boylarıyla birleşerek kuvvetlendiler. Bu Türkmen boyları Türkmen-Özbek işbirliğinin ayakta tuttuğu Hive Hanlığına vergiyle bağlandılar. İran'da hakimiyeti eline geçiren Afşar Türkmen beylerinden Nadir Şahın Orta Asya hanlıklarını işgal ettiği devrelerde de onun hakimiyetini kabul ettiler.
Nadir Şahtan sonra bir müddet İran ve Hive Hanlığının baskı ve hücumlarına maruz kalan Türkmenler, 1835'ten itibaren Merv bölgesine doğru yayılmaya başladılar. Daha sonra İran ve Hive Hanlıkları tekrar Türkmenlere saldırılara başladılar. Türkmenler 1855'te Hive ordusunu ağır bir mağlubiyete uğratarak, Hive Hanlığı saldırılarından kurtuldular. Ancak, Türkmenistan üzerinde hak iddia eden İran saldırıları onları zor durumda bıraktı.
Barış isteyen Türkmenler karşısında, savaşı kazanacağından emin olan Hasan Mirzan, 30.000 kişilik ordu 33 top ile Türkmen topraklarında ilerlemeye başladı. Bu sırada Türkmenlerin başında bulunan Hurşid Han, diğer Türkmen boylarından yardım istedi ve zaman kazanmak için Karakum Çölüne çekildi. Kuvvetlerini bir araya toplayıp, ikmal yollarını kesen Hurşid Han, İran ordusunu büyük bir mağlubiyete uğrattı. Böylece Türkmenler tam manasıyla istiklallerini kazandılar. Halkının refahı için çalışan Hurşid Han, kurduğu barajlar ve açtırdığı kanallarla Türkmen topraklarını münbit bir hale getirdi.
Ağır mağlubiyetin ardından bir müddet Türkmen topraklarına saldırmayan İran, daha sonraki saldırılarda da başarı elde edemedi. Rusların Orta Asya'ya doğru istilalarını hızlandırdıkları devirde, İranlıların yaptıkları hücumlar Türkmenlere oldukça büyük zarar verdi.
Türkmenlerle Ruslar arasındaki ilk münasebet on dokuzuncu asrın ilk yarısında, Rusların İranlılara karşı kazandıkları başarılar sonunda Hazar Denizindeki Aşura'da bir üs kurmalarından sonra (1846) başlamıştır. Ruslar 1859'da Hazar'ın doğu sahillerinde bir kale kurduktan sonra, Türkmenlere karşı askeri seferler düzenleyerek, pek çok Türkmen yerleşme merkezini tahrip ettiler.
Osmanlı-Rus (1877/1878) savaşı üzerine Türkmenler üzerine gönderilen Rus birlikleri Kafkasya'ya çekildi. Osmanlı ordusunun mağlubiyeti, Türkmenler üzerinde çok kötü tesir yaptı. Bazı devlet ileri gelenleri Ruslara teslim olmayı teklif ettiler. Yapılan toplantılar neticesinde Türkmen ileri gelenleri kanlarının son damlasına kadar Ruslarla savaşma kararı aldılar. Ruslar Türkmenistan'ı ele geçirmek için büyük harekat başlattılar. Birçok kaleyi ele geçiren Rus birlikleri Göktepe'de ağır bir mağlubiyete uğradılar. Göktepe'deki bu Türkmen başarısı Rusların o ana kadar Orta-Asya'daki yenilmezlik vasıflarını yıktı.
Ruslar, 1881'de Göztepe'yi ele geçirmek üzere takviye birlik alarak saldırdılar. Uzun süren savaşlar neticesinde Göktepe Rusların eline geçti. Rus kumandanı Skobelev, yayınladığı bir bildiriyle, Türkmenlerden Rus çarının hakimiyetini kabul etmelerini istemişse de bunun cevapsız kalması üzerine, harekata devam ederek Aşkabad'a kadar olan Türkmen topraklarını işgal etti. Ruslar, Aşkabad'dan sonraki ilerlemelerini İngilizlerin baskıları ile durdurdular.
Türkmenistan'daki Rus idaresi ve sömürüsü işgal ettikleri diğer Türk memleketlerinden farklı olmayıp, yalnız daha sıkı bir şekilde denetimleri altında tutmak olmuştur. Toprakların verimli kısımları Türkmenlerin ellerinden alındı. Yirminci asrın başlarında diğer Türk memleketlerinde olduğu gibi Türkmenistan'da da fikri ve siyasi bir uyanış başladı. 1916'da Rus yönetimine karşı başlayan ayaklanmaya Türkmenler etkili bir şekilde katıldılar.
1917 Rus Devrimini takip eden iç savaş neticesinde, savaşı kazanan bolşevikler, bütün Türk illerindeki kurtuluş hareketlerini önledikten sonra Türkmenistan'daki milli ayaklanmayı da bastırdılar. Aşkabad'ın temmuz 1919'da, Krosnovodsk'un da Şubat 1920'de düşmesinin ardından bölgede Bolşevikler yönetimi ele geçirdi.
1924'e kadar Türkistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ismiyle anılan Türkistan, 1924'te yapılan idari değişiklikle Sovyetler Birliğini meydana getiren 15 Cumhuriyetten biri haline getirildi. Sovyetler Birliğinde başlayan reformlar, Türkmenistan'da da köklü değişikliklere sebep oldu. Ülke yeni bir siyasi ve ekonomik döneme girdi. Türkmenistan, 22 Ekim1991'de bağımsızlığını ilan etti. Aynı sene Bağımsız Devletler Topluluğuna katıldı.