1--Bir nisan sabahıydı ve bir tek evladıydı giden Fatma Nine'nin. Yedi cephede savaşmıştı babası, kocası, karındaşları, bir bu küçücük oğlancığı kalmıştı elinde. Gözünün nuru, yürek sızısı bir minicik oğlancığı.. O da gidiyordu belki ölüme. İşte şimdi kapı eşiğinde durmuş elini öpüyordu. O da öpüyordu yüzünü gözünü, o sapsarı saçlarından. Öpüyordu doya doya; doyamıyordu yine de hep bir kez daha. Ama ağlamıyordu yüzüne karşı. Erkenden kalkıp hazırlamıştı bohçasını. Bir eline verdi duvarda asılı Kur-an'ı diğerine ay yıldızlı bayrağı. Hiçbir tereddüt yoktu gözlerinde ne de hiçbir üzüntü belirtisi.
"Oğlum" dedi yalnızca. "Allah benim ömrümü de sana versin. Bin bin yaşayasın hep güzel günler göresin. Tuttuğun altın olsun ve söylediğin kanun. Sırtın yere gelmesin inşallah ve Allah seni bana sağ salim kavuştursun gel. Düşmanı atın bu topraklardan def edin ve gel. Ama oğul, yok, eğer düşman gelecekse önce çiğneyecekse bizi, memleketi, her şeyimizi; o vakit önce senin cesedini çiğnesin gayrısı müslümana haramdır bunu böyle bilesin."
Böyle diyip öptü alnından Mehmet'i. Hiç boyun bükmedi ve yine ağlamadı hiç. Tunçtan bir heykeldi şimdi kadere karşı suskun; oğlunu öylece Allah'a emanet etti..
2---Bir elinde bayrak vardı, bir elinde matarası. Bir bayrağa baktı, bir elindeki mataraya, açtı matarasının ağzını doya doya içti, bayrağı belki son kez. Küçükten beri hep yapardı, böyleydi hep. Sevdi mi; sevmekten ötesi yoktu hiç onun, böyle severdi. Gözleriyle severdi. Neyi olmuştu ki dokunabilsin, sarıp koklayıp, yokluğunda sadece hayaliyle avunup Hiçbir şeyi olmamıştı ki onun. Bir anacığı vardı, yıkık dökük bir evleri. Söz dinlemez bir de inatçıları vardı ahırda, girmezdi boyunduruğa, kızdı mı sürülmezdi, o vakit bir parçacık olsa da tek geçim kapıları tarla. Aç yatarlardı çoğu kez. Kimselerde bilmezdi bunu. Aç yatarlardı ama belli edilmezdi. Edilir miydi hiç. O vakit sızlamaz mıydı babacığının kemikleri. 'Baba hiçbir şey bırakmamış kardeş' derdi belki birkaç densiz; armağanların en büyüğü bir şehid çocuğu olmanın onurundan habersiz. Ama o biliyordu işte. Babası bırakmıştı herkes için en değerli varını; canını, onun için daha değerli vatanı için cephede. Üç sene olmuştu. On iki yaşındaydı Mehmet babası gittiğinde. Üç sene olmuştu, bitmemişti, gitmemişti doymak bilmez hırsın timsali düşman; çöreklenmişti memleketin başını ezmek için geliyordu akın akın. Durmadan, fıtsat vermeden yaşamaya, bin yıllık bir öfkeyi kusuyordu adeta. Top olmuş, tüfek olmuş mermi mermi yağıyordu hıncı yılmak nedir bilmeyen mehmetçiğin üstüne; düşmüyordu o başlar yine de ezdirmiyordu kendini, ezdirmeyecekti de.
Anlatırdı anacığı geceler boyu, dinlerdi Mehmet. Fısıltıyla konuşur gibiydi. Duyulmasın sanki ayıptı yapılan. En bayağı işleri için bile gürültüsü ayyuka çıkanlar anlayabilir mi vatan için can vermenin büyüklüğünü, ya da bununla gururlanmayı ayıp sanan bir ahlak karşısında kendi aşağılık değerlerinin o denli sönüklüğünü. Görebilir miydi hiç.. Göremezlerdi. Göremediler.