Tarih Perspektifinde Batı Taassubu

Son güncelleme: 17.11.2009 13:30
  • İslamın Batı Düşüncesi İle Karşılaşması
    İslâm'ın Batı düşüncesiyle karşılaşması, analizi kolay yapılabilecek bir vak'a olmayıp, tarihi neredeyse İslâm'ın ilk devirlerine rastlamaktadır ve o dönem Batı düşüncesinin temsilcisi durumundaki Bizans imparatorluğu'na ait tepkilerin mahiyetini ortaya koyabilecek vesikaların varlığını gerektirmektedir. Gerçi Hz. Peygamber (sav)'in Medine'deki nübüvvet yıllarında, Bizans imparatoru ve onun Suriye'deki valileriyle doğrudan ve dolaylı, sulh ve savaş vesileli ilişkileri olmuştur fakat gerek Bizans'ın bu dönemdeki tepkilerinin entelektüel olmaktan ziyade siyasi ve askeri mahiyet taşıması, gerekse bununla ilgili Batı kaynaklı belgelerin azlığı Batı'nın o dönemde İslâm karşısındaki düşünce temellerinin anlaşılmasını bir hayli güçleştirmektedir,

    Bu taassup sadece İslâm'a karşı mı gelişmiştir, yoksa hem coğrafik, hem fikri bakımdan Batı'yı oluşturan milletlerin tarihi bir karakteri midir? Bunlar da cevap bekleyen sorulardır. Zira Suriye ve Filistin'deki Romalı idarecilerin Hz. İsa (as) karşısında aldıkları tavır da tamamen baskıcıdır ve daha sonra aynı taassup Havariler'e ve ilk Hristiyanlara karşı da sürdürülmüş, Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlığı kabullenişi de, ancak, bu din üzerinde istediği şekilde oynayıp, onu kendi anlayışına uygun bir şekilde tahrif ettikten sonra olmuştur.

    İslâm BATI COĞRAFYASINDA
    Batı coğrafyasının İslâm'la ilk karşılaşması Müslümanların İspanya'yı fetih dönemleri sırasında oldu. Fakat, farklı iki medeniyetin birarada yaşaması uzun asırlar boyunca İspanya ile sınırlı kaldı. Her ne kadar Arap akıncılar 735 yılında Paris'in 100 km güneyine (Sens civarına) kadar geldiler ve Fransa'nın Akdeniz sahilleri belli bir süre Müslümanların elinde kaldıysa da (Saint Tropez'de, kalıntıları bu yüzyılın başına kadar ulaşan, o dönemden kalma camilerin varlığı bilinmektedir. Gabrieli, 1983) bu uzun sürmedi ve 8. yüzyılın ortalarından 15. yüzyılın sonlarına kadar kıtanın bu kesiminde Hristiyan Batı'nın İslâm medeniyetiyle teması İspanya ile sınırlı kaldı. Sicilya'nın 9. asırdan (827) 11. asrın sonuna (1090'lı yıllar) kadar Arap hâkimiyetinde kalışı ve 14. asrın ikinci yarısında Osmanlıların Balkanlar'a girişi hariç tutulursa, ispanya ile kıtanın diğer kısımları arasında coğrafik ve aynı zamanda siyasi sınırı teşkil eden Pireneler, Kıta Avrupası'nın bu yeni dine mesafeli ve soğuk durmasına yol açtı; doğrudan temasa geçmesine engel oldu (İslâm öncesi Yunan felsefesi Batı medeniyetine belli bir temel teşkil etmesi sebebiyle bir yana bırakılacak olursa, Balkanlar'ın Avrupa düşüncesini ne ölçüde temsil ettiği tartışma götürür bir konudur).

    KİLİSENİN İSLAM HAZIMSIZLIĞI
    Belki o devrin Hristiyan düşünürleri de "tarihin sonu"nun geldiğine inanıyorlardı ama İslâm bir yeni medeniyet olma iddiasıyla -Batı bunu çok sonraları ciddiye almak zorunda kalacaktı-gelip Batı'nın kapısına dayandı. Batı ise Pirenelerdeki kapısını İslâm'ın yüzüne sımsıkı kapadı. Sadece kapatmakla da kalmadı. Kilise asırlarca Kur'ân'dan uzak durmaya özen gösterdi; Batı toplumlarının da uzak durması, İslâm'a yabancı kalması, onunla karşılaşmaması, hatta yanlış tanıması için çırpındı durdu. Fakat öyle bir zaman geldi ki, o gün için Batı'ya Endülüs'den açılan İslâm Medeniyeti yine bu coğrafyadan gelen meraklılar ve ilme talip kişiler yoluyla Batı'ya nüfuz etmeye başladı. İslâm kapıyı daha şiddetli zorluyordu ve kilise de kapıyı artık daha fazla kapalı tutamazdı. Bu yeni vak'aya duyulan merak artık Kur'ân'ın Batı dillerine çevrilmesini gerekli kılıyordu. Bu aşamaya gelindiğini anlayan kilise tercüme faaliyetlerini de kendisi üstlendi. Allah Resulü (sas) hakkında akıl almaz yalan ve iftiralarla dolu bu çevirilerin altında papazların imzası vardı. Batı, Kur'ân'ı, gelişinden beş asır sonra, ve de kilise çevreleriyle sınırlı kalacak şekilde tetkik etmeyi işte bu şartla kabulleniyordu. Bu sürecin öncüsü Endülüs'e giden bir Fransız papaz, Pierre Le Vénérable (1092-1156) olacaktı. Le Vénérable'ın Kur'an karşısında büyülendiğini, fakat ürküp telaşa düştüğünü Batılı kaynaklar belirtiyorlar. Le Vénérable 12. yüzyılın başında ziyaret ettiği Tuleytula (Toledo)'da İslâm'a karşı başlatacağı saldırıların ilk planlarını hazırladı ve 1143'de Pampelune başpapazı İngiliz asıllı Robert de Conton'dan Kur'ân-ı Kerim'i latinceye çevirmesini istedi.(Boorstin, 1992). Günümüz dinbilimcilerinden André Chouraqui'nin de belirttiği gibi kilise bu sahte çevirileri bir savaş silahı gibi görüyordu ve "tercüme etmek ihanet etmektir" kuralı hiçbir zaman böylesine işlemeyecekti(André Chouraqui Le Point, 21- 27 Janvier, 1991).

    Sonuçta kilise, Batı toplumlarına Kur'an olarak devamlı surette bu tercümeleri gösterdi ve asırlar boyunca bunlar esas alındı. Batı da Kur'ân'ı asırlar boyunca bu şekilde tanıdı.

    ORTA ÇAĞ KİLİSE TAASSUBU
    Fransız Papaz Pierre Le Vénérable'ın (1092-1156) İslâm ve Hz. Peygamber (sas) hakkındaki düşünceleri, Orta Çağ Kilise taassubunu karakteristik bir şekilde gözler önüne sermesi bakımından dikkat çekicidir. Şöyle diyor Fransız papaz:

    "İslâm'ın içinde bulunduğu duruma dinden sapma ve bu fırkanın mensuplarına da dinden sapanlar demek veya Müslümanları payan (Hristiyan olmayıp, başka dine mensup bulunan) olarak vasıflandırmak gerekirse, ben bu ikisi arasında fark görmem. Aslında onları, Hristiyan akidesinin bazı noktalarını kabul edip diğer bazı hususları reddettiklerinden dolayı dinden sapmış olarak görüyorum, diğer yandan, dinden sapmış birisinin de bir payan gibi hareket edip öğretisini aktardığı görülmüş şey değildir. Müslümanlar Muhammed'in Kur'ân'ında dinsizce yazdığı -hâşâ ve kella- şeyleri nazar-ı itibara alarak İsa'nın bir bakireden doğduğunu, bütün insanlardan ve Muhammed'den bile üstün olduğunu, günahsız yaşadığını, hakikati tebliğ ettiğini ve mucizeler gösterdiğini söylüyorlar. Allah'ın kelimesi, yani Allah'ın Ruhu olduğunu itiraf ediyorlar. Fakat bunu bizim gibi anlamıyorlar. İsa'ya duyulan aşk veya onun ölümü konusunda bizimle aynı heyecanı duymuyorlar. Onun ölümü hakkında görüntü hatası tâbirini kullanıyorlar. İşte Müslümanların, dinden sapmışlarla paylaştıktan ortak düşüncelerden bazıları. Ayrıca payanlar gibi bunlar da vaftizi reddediyorlar. İsa'nın kendisini bizim için feda ettiği düşüncesini kabul etmiyorlar. Günah çıkartma gibi, kilisenin diğer kutsallarıyla da alay ediyorlar...

    İşte ben, kutsal Cluny Kilisesi papazi Pierre, İspanyadaki evlerimizi ziyaret için bu ülkede bulunurken, bu fırkanın ne kadar şüpheli ve temelsiz olduğunun ve. Allah'ın bir hizmetkârının bu duruma nasıl üzüldüğünün -Ruhü'l-Kudüs onu aydınlatsın- bilinmesi amacıyla bu kafir fırkanın kitaplarını ve bu fırkanın kurucusunun lanetlenmiş hayatını -haşa ve kella- Arapçadan Latinceye tercüme ettirmek, bizimkilerin bilgisine sunmak ve reddiye yazmak için çok çaba ve para harcadım." (parologie latine,1970)

    HAÇLI SEFERLERİ'NDEN BUGÜNE
    Kilise'nin İslâmiyet karşısında peşin hükümlülüğü bile aşan hasmane tavrı aslında çok daha önceleri kendini göstermeye başlamıştı. İlki 1095'de Papa II. Urbain, ikincisi 1146'da Papa III. Eugéne, dördüncüsü 1204, beşincisi 1215'de Papa III.Innocent, yedincisi 1245'de Papa IV.Innocent, sekizincisi 1263'de Papa IV.Urbain öncülüğünde düzenlenen ve halka yönelik propagandalarında Pierre l'Ermite gibi keşişlerin, IV. Latran Konsili gibi papaz kurullarının vazife aldığı Haçlı Seferleri, işte bu sürecin beslediği Batı şuur altının müşahhasa döküldüğü vak'alar olarak karşımıza çıkmaktadır. Lübnanlı bir siyasî bilimci olan Georges Corm'un da itiraf ettiği gibi, Bizanslılar, İranlılar ve Türkler'den farklı olarak çok uzaklardan gelen ve kendilerini Haçlılar olarak tanımlayan bu kalabalıkların yegâne gayesi bu yeni tek tanrılı dini ortadan kaldırmak ve ye*rine kendi hakimiyetlerini tesis etmekti. Bu seferler zaman zaman öyle vahşi bir hal aldı ki, Orta Doğu'da Müslümanlarla aynı dili, aynı ırkı ve aynı hayat tarzını paylaşan Hristiyan topluluklar, Müslümanlara olan sempati ve birarada yaşama alışkanlıkları ile Haçlıların İslâm'ı yok etme ve Hristiyanlığın Doğu'da siyasî hâkimiyetini sağlamaya yönelik çağrıları arasında bocaladılar, sağa sola savruldular (Corm, 1993). Osmanlılar'ın doğudan gelişi ise, Kur'ân ve Hz. Peygamber (sav) hakkındaki yanlış ve peşin hükümlerin şartlandırdığı Batı'da, vahşilerin saldırısına mâruz kalmış insanların korku hisleriyle karşılandı ve tepki gördü. Bu kez hedefte Osmanlılar vardı. Balkan toplumlarının bir kısmı bir yana bırakılacak olursa (Boşnaklar ve Arnavutlar bu dönemde İslâm'ı kabul edeceklerdi, Romenler bugünlere ulaşan belli bir sempati duymaya başlayacaklardı) Osmanlı fütuhatının Avusturya ve batısı için en büyük handikapı da bu olacaktı.

    Diğer yandan Batı milletleri bütün taassuplarına rağmen yeryüzünde İslâm'ın varlığına son veremeyeceklerini anlamışlardı. Fakat kültürel planda dezenformasyon ve yıpratma faaliyetlerinden de vazgeçmediler. Geçen yüzyıla gelinceye kadar Kur'ân Batı lisanlarına yalan dolu bu Latince çeviri esas alınarak aktarıldı. Yani Kur'ân, İncil ve Tevrat gibi bir vahiy, Hz. Peygamber (sav) de Hz. İsa ve Hz. Musa (as) gibi bir peygamber olarak kabul edilmiyordu. Bir asırdan ve de özellikle son yarım asırdan beri gerek Müslümanların Batı ülke*lerine şu veya bu sebeple yerleşmesi, gerek Kur'ân'ın ve İslâm düşüncesine ait eserlerin geçmişe göre aslına daha uygun bir tarzda Batı dillerine çevrilmesiyle kilisenin bütün ümitleri söndü. Özellikle Fransız ihtilali'nin daha sonra bütün kıtayı etkisi altına alacak olan hür düşünce rüzgârlarını estirmesi ve bilimdeki gelişmelerin toplum bazında kabul edilir hale gelmesi, bilim ve bilim adamları karşısında asırlar boyu obskürantist (bilmesinlerci) bir yobazlık ortaya koyan kilisenin tahakkümüne son veriyordu. İslâm düşüncesini ve Hz. Peygamberin şahsiyetini anlamaya başlayan Goethe, Gibbon, Davenport, Bismarck gibi Batılı düşünür, sanatkâr ve devlet adamlarının takdirkârane yaklaşımları bu dönemden itibaren görülmeye başladı.

    Kilise'nin artık bütün ümitleri sönmüştü. Kapı, menteşelerinden kırılmış ve İslâm Batıya kendi temsilcileriyle girmeye başlamıştı. Kapının altında kalan kilise ise, dudağında hazımsızlık tebessümüyle elini İslâm'a uzatıyordu. Bu, kilisenin İslâm'ı bir vak'a olarak kabullendiği, diyaloga geçmek lüzumunu hissettiği ve de bunu resmen ifade ettiği 1964'deki ikinci Vatikan Konsili toplantısıydı (Yıldırım, 1989). Samimi değildi ama bunu yapmaya mecburdu. Çünkü Batı toplumları Müslümanlarla ilk kez böylesine geniş bir coğrafyada ve uzun süreli bir barış ortamında temas imkânı buluyorlardı. İslâm'ın giderek daha hâkim duruma geleceği dünya gündeminin artık en önemli konusuydu.

    VE BUGÜN

    Bugün İslâm dünya günde-minin birinci maddesi ama, dün Kilisenin temsil ettiği Batı taassubu bugün Batı'da Devlet-Üniversite-Medya tarafından devam ettiriliyor.

    Batı'nın hakikate kapalı dar zihniyetinin çerçevesi hiç değişmemiştir. Roma'nın dünya hâkimiyeti kompleksinden kaynaklanan bir despotizm, daha sonra bütün Orta Çağ ve Yeni Çağ boyunca -Batı tarih terminolojisine ait bu terimleri dönemlerin anlaşılması için kullanıyoruz- Kilise ile temsil edilen bir bağnazlık ve yobazlık, Reform ve Rönesans hareketlerinin doğurduğu, insanı putlaştıran akılcı ve insancı (rasyonalist ve hümanist) felsefeler, 19. yüzyıldan itibaren ve en üst seviyede günümüzde taassuba yeni bir boyut getiren Satı bilimciliği (scientifisme). Bütün bunlar Batı'nın Hristiyanlık ve daha sonra İslâm karşısındaki hiçbir akli ve ilmi temele dayanmayan tepkisinin tarihi sürecini anlatıyor bizlere. Burada değişmeyen bir öz var, o da Batı'nın kör, bağnaz ve tarih dışı kalmaya mahkum tavrı ve kendini beğenmişliğidir. Modernizm ve postmodernizm gibi Batı'nın kendi içinde yakın zamandaki istihaleleri de aynı şekilde sadece şekil ve kılıftaki değişikliklerdir. Ayrıca bu yeni kavramlar, bir fikir akımı olma olgunluğuna ulaştıkları anlaşıldığında yeni zihin kilitleme aracı olarak Batılı entelektüeller tarafından Üçüncü Dünya'nın okumuş kesimine pazarlanmaktadırlar.1957 Roma Antlaşması da kaderin ne garip cilvesidir ki, yeni bir Haçlı tasssubunun tarih boyunca görülmemiş geniş bir ittifak şeklinde kendisini ifade etmesidir. Bunun sebebi de sadece iki dünya savaşının Batı coğrafyasında meydana getirdiği çok boyutlu büyük yıkım değildir elbette. Bu kez bütün Avrupa ve Batı dünyası için ilk olarak böylesine büyük, geri adım atmayan ve kendinden son derece emin, ortak bir düşman söz konusudur artık. Fakat madalyonun bir de diğer yüzü var.

    Batı'da, özellikle düşünce-sanat hareketleri itibariyle belli tarihi geleneklere sahip olan Avrupa'da, kişi hak ve hürriyetlerinin kazanılmasıyla ve Müslümanlarla içli-dışlı yaşamanın da tabii bir neticesi olarak bu toplumlar İslâm'ı ve Müslüman aydını daha yakından tanıma fırsatı buldular. Bugün İslâm Batı için bir Afrika kabile dini değil. Kur'an-ı Kerim,Tevrat ve İncil gibi bir vahiy, Hz. Muhammed (sav) de Hz. Musa ve Hz. İsa (as) gibi, kendisine Allah tarafından vahyolunan bir elçi. Bütün Batı ülkelerinde hem de devlet televizyon kanallarında haftanın belli günlerinde Müslümanlara yönelik özel programlar ekrana geliyor (mesela Fransa'da bu tür düzenli programlar devlet kanalı olan Antenne-2 tarafından hazırlanmaktadır). Müslümanlara ait özel radyo istasyonları mevcut. Ve en önemlisi, İslâmiyet hakkında belli malumatı olan Batılı aydınlar, sosyal problemlerin temelini oluşturan aileyi düzensizlikleri ortadan kaldırabilecek tek çözümün İslâmi aile yapısının benimsenmesi olduğunu açıkça ifade edebiliyorlar. )Bkz. Bruno Etenne, La France et l'İslâm, 1989)



    alıntı
#17.11.2009 13:30 0 0 0