Vicdan Yalan Söylemez

Son güncelleme: 03.10.2010 13:05
  • vicdan - vicdan kişinin aynasıdır - kişilik ve yalan - yalan
    Vicdan yalan söylemez


    İktisatçılar kitaplarında bir memleketin iktisadi hayatı adına yeni formüller oluştururlar. Mesela, bir vergi kanununa dair, mükellefi sımsıkı bağlayan, vergi vermeden kurtulmanın mümkün olmayacağı şekilde yeni maddeler koyarlar.




    Bunun ardından da şeytani bir fikirle bu vergiyi vermekten kurtulma yolları ortaya konulur. Binaenaleyh birbirini takip eden çözüm teklifleri ve aynı zamanda bunlardan kurtulma yollarının gösterilmesi, içinden çıkılmaz bir fasit daire oluşturur. Bu fasit dairede ne devlet umduğunu bulabilir, ne de mükelleften beklenen şey elde edilir. Hâlbuki evvela ma'şerî vicdanın tamir edilmesi lazım ve elzemdir. Onun için İslam başta bunu nazara verir. Millet, Allah'a inanmalı. Zira Allah'a inanmayanda her türlü gayr-i meşru hareket ahval-i adiyedendir. Allah'a inanma sayesindedir ki, fert, bir meziyet ve fazilet abidesi haline gelebilir. Bu itibarla, yapılacak birinci ve öncelikli iş, saf ve dupduru vicdanlı fertlerin yetiştirilmesi olmalıdır.


    Vicdanın her şeyi çözmede birinci anahtar olduğunu gösteren, asr-ı saadete ait bir hâdiseyi arz etmek istiyorum: Bir gayr-i menkulün ihtilaflı durumu, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)'e hakemlik yapması için getirilir. Efendimiz henüz şikâyet bildirilip dertler anlatılmadan, "Ben de sizin gibi bir insanım. Siz davalarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bazınız diğer bazınızdan hüccet yönüyle daha kuvvetli veya üslup yönüyle ikna edici olabilir; böylece benim, işittiğime dayanarak onun lehine hükmetmem mümkündür. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş oluyorum." diyerek bir hakikati dile getirir. -Bundan dolayı mahkemede hâkimin her şeyden önce bir muhasebe dersi vermesi sünnettir.- Bunu duyan iki sahabi de kendi haklarından vazgeçiverirler. Ama mesele Efendimiz'e getirilmiştir bir kere ve Allah Resûlü onlara iki tarafı da memnun edecek bir çözüm sunmuştur: "Gidin, o malı eşit olarak taksim edin. Ve sonra kura çekin. Kime ne düşerse ona sahip olsun. Sonra da birbirinize hakkınızı helal edin. Allah'ın huzuruna hesabını veremeyeceğiniz bir şeyle gitmeyin."

    Görüldüğü gibi vicdanlar dupduru ve inançla ma'mur olunca çözüm kolaylaşıyor. Evet, her fert, kendi içyapısıyla ictimaî bünye içinde yaşamaya ehil hale gelmişse, böyle fertlerin teşkil ettiği ictimaîde huzursuzluk ve ahenksizlik tasavvur edilemez. Bu itibarla da her şeyden evvel, vicdanın tamir edilmesi lazımdır. İnsanlar Allah huzurunda hesap vermeye inanmalılar ki, bilerek yanlışlık yapmasınlar. Bir arpadan dahi Allah'a hesap vereceğini hesaba katan mümin bundan sonra zekâtını vermezlik edemez ve faize girme gibi meselelerden fersah fersah uzak kalmaya bakar. Binaenaleyh bu konuda şart-ı evvel vicdanların saf, dupduru ve temiz olmasıdır.


    ZEKÂT VERİLECEK ADAM YOKTU


    Bu şart yerine getirildikten sonra İslam'ın hal-i hazırdaki problemlere çaresi, faizin yasaklanması ve zekâtın bir farzı eda etme şuuruyla yerine getirilmesidir. Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, "Allah faizin bereketini keser ve eksiltir. Zekât ve sadakaları ise nemalandırır, geliştirir. Asıl geliştirme keyfiyeti zekât ve sadakalardadır." (Bakara, 2/276) ve "Faiz yiyenler mahkeme-i kübrada, Allah'ın huzurunda tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar." (Bakara, 2/275) buyurmakta ve değişik vesilelerle bu işin vahametini bildirmektedir. Kur'an-ı Kerim bu prensiplerle menfinin önünü kestikten sonra, "Namazı dosdoğru, tastamam kılın, zekâtı verin." (Bakara, 2/43) diye müspeti yerleştiriyor. İnsan günde beş defa Allah'a olan ahd-ü peymânını yenileyince sair vazifelerini yapması da ona zor gelmeyecektir. Kur'an-ı Kerim'de namazdan sonra zekâtın anlatıldığı pek çok ayet vardır. Ve bunun etrafında o ciddi tahşidat yapmaktadır. Kim ne derse desin biz çok defa İslam tarihinde beşerin hiçbir dönemde yaşamadığı/yaşayamayacağı harikalarla karşılaşıyoruz. Mesela, Ömer Bin Abdülaziz devrinde beşerin refah ve saadetinin arttığını ve iki uçtaki sınıfların erimesi ve bir orta sınıfın meydana gelmesi mevzuunda doruk noktaya ulaşıldığını müşahede ediyoruz. O gün öyle müreffeh bir dönem yaşanıyordu ki, insanlar zekâtlarını verebilmek için sokak sokak, kapı kapı dolaşmalarına rağmen çok defa zekâtları ellerinde kalıyordu. Evet, o devirde bu mesele rahatlıkla halledilmişti. Çünkü veren her fert, Kur'an'ın, "Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi sürgün verip her birinde yüz dâne bulunan bir başağın haline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allah'ın lütfu geniştir ve ilmi her şeyi kaplar." (Bakara, 2/261) ayetine inanarak veriyordu. Böyle bir karşılığı düşünen her fert, seve seve bu cömertliği yapıyor, devletin ve milletin imdadına koşuyordu. Dolayısıyla da uç sınıflar teşekkül etmiyordu.
#03.10.2010 13:05 0 0 0