kibir nedir - kibrin günahı nedir - kibir ve günah hakkında
Peygamberler, ancak insanların günaha düşmelerine engel olmak için gönderilmişlerdir. Dolayısıyla hadîs de, günahkârları tevbeye teşvik etmek için, Allah'ın affedici olduğunu ve günahkârlardan vazgeçeceğini beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü Yüce Allah, iyilere vermeyi sevdiği gibi, günahkârları bağışlamayı da sever. Buna Allah'ın, Gaffâr, Halîm, Tevvâb ve Afüv gibi birçok sıfatları işaret etmektedir. Yoksa kulları, melekler gibi günah işlemeye müsait olmayan yapıda bırakmak için değildir. Bilakis kulları içinde, tabiî olarak heva ve hevesine meyleden; tabiatının gereğine tutunanları da yaratır, sonra da onları günahtan korunma ile mükellef tutar ve günahla yargılamaktan sakındırır. Bu kulları bazen günah işlemekle ibtilâ/imtihan eder, sonra da tevbeyi öğretir. Şayet kul, Allah'ın emirlerini tastamam yerine getirirse ecri Allah'a aittir; yok eğer yoldan saparsa, tevbe onu beklemektedir.
Hadîste kastedilen bir mana da şu olmalıdır; şayet siz, melekler gibi yaratılmış olsaydınız, elbette Allah Teâlâ bir topluluk getirirdi ki onlardan günah işleyenler de olurdu, böylece hikmet gereği, mezkûr sıfatlarla onlara tecelli ederdi. Çünkü Gaffâr, mağfûru gerektirir. Nitekim Râzık da merzûku gerektirir…2
Diğer taraftan hadîs daha çok, günah işlemeyen ve kendisini ibadete adamış olanların kibir ve gurura kapılabilecekleri noktasından ele alınarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Nitekim Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir seferinde; "Şayet siz günah işlemeseydiniz, bundan daha büyüğü/tehlikelisi olan kibre düşmenizden korkardım kibre!" (Deylemî, Firdevsü'l-ahbâr, III/417) buyurmak suretiyle bu hususun önemine dikkatleri çekmiştir.
Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî (v. 862/1457), zahidleri uyarma maksadıyla diyor ki; "Bazı insanlar âbidlerin giysileriyle süslenir, tâat ve ameline düşkünlük gösterirler. Ancak maksatları Hakk değil halktır. Amellerini kibirden,‘ucbdan (gururdan), gıybetten ve nemîmeden (koğuculuk) arındırmazlar. Hâlbuki her kim amelini bunlardan arındırırsa, onun Allah Teâlâ Sübhânehu ve Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklandığına inanılır. Çirkin amellerden sakınırsa onun hâiflerden (dertlilerden) olduğu anlaşılır ki, o eminlerden sayılır ve ona güvenilir."3
Kibrin en tehlikelisi, en yıkıcısı da, ibadet etmiş olmaktan doğan kibirdir, denilmiştir. Cübeyr b. Nüfeyr (v. 80/699)'e, "Hangi kibir daha kötüdür?" diye sorulunca, "ibadet kibridir" cevabını vermiştir.4 Bu kanaat bütün İslâm büyüklerince paylaşılmıştır. İnsan mânevî mertebesi ne olursa olsun kendisini başkalarından üstün, herkesi batmış, kendisini kurtulmuş görmemelidir. Avn b. Abdillah der ki: "Kendini başkalarından az da olsa üstün görmen, sana kibir olarak yeter."5 Bir başka İslâm büyüğü de bu gerçeğe şöyle temas ediyor: "İbadete güvenmek, sülûk erbabının başlangıçta karşılaştıkları en büyük tehlikedir. Bu güven, kuruntunun insana galip gelmesi ve hayalin akıl aynasını paslatması yüzündendir. Sâlikin bu vehim ve hayalden kurtulmasıı ileri derecede iç aydınlığı sayesinde mümkün olur. Demek oluyor ki ibadetten doğan kibir sonsuzluk yolunda bir geriliği belgeliyor."6
Kibir-günah mukayesesi yapılırken, insanı Allah'a tevbeye, tazarru ve niyaza götüren günahın, kibre sevkeden ibadetlerden daha üstün olduğu bile dile getirilmiştir (Beyhakî, Şuabü'l-İmân, V/453). Özellikle tasavvuf ehli, kişiliğin yıkımına yol açan, gem vurulmamış kibre karşı dikkatli olmuş, bu korku yüzünden kendilerini –iman hâriç– hayvanlardan ve kâfirlerden bile üstün görmemeye özen göstermişlerdir. Çünkü hayvanlar Hakk'ın huzurunda hesaba çekilmeyecek, kâfir için yaşadığı müddetçe tevbe ve af edilme kapısı açıktır. O halde bir yönüyle mü'minin işi onlardan daha zordur. O hâlde korkulması gereken, günahlar değil; kibirdir, günahtan tevbe etmemektir, günahı hafife almaktır. Bir hadîs-i şerîfte şöyle denilmiştir: "Şu üç şeyden beri olarak ruhu cesedinden ayrılan kimse cennete girecektir: Bunlar kibir, kin ve borçtur." (Tirmizî, Siyer, 21; Ahmed b.Hanbel, Müsned, V/276, 277, 282) bu tür hadîsler tergib eksenlidir.
Başta zikrettiğimiz hadîs-i şerîfte dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus daha var ki, o da, günah işleyenin, günahını müteakip Allah'tan bağışlanma talep etmesidir ki günahı, gurura götüren ibadetten üstün kılan da bu yönüdür. Yoksa boyun büktürmeyen, sığındırmadan azade günahın ne kıymeti olabilir; günaha, bir anlamda önem kazandıran da budur, denilebilir.
Ağlamasına sebep olan günahlara sahip olmayı, gurur getiren ibadetlere sahip olmaya tercih edenlerden biri olan Yahya b. Muâz'ın (v. 258/871) şu beyanı da oldukça mânidardır: "Rabbim! Günahlarım eşliğinde sana sığınmayı, ibadetlerime güvenerek sana yönelmeye tercih ediyorum."7
Bu ifadelerden, ibadetin bir kıymetinin olmadığı neticesi çıkarılmamalıdır. Ancak her şeyde olduğu gibi ibadette de ihlâslı olmak ve ibadetin tek başına kulu kurtaramayacağını dikkatten uzak tutmamak gerekir. Zîrâ ibadetler Allah'ın lütuflarına bir şükran ifadesidir. Hiç kimse yaptığı amellerle Cennet'i kazanamaz. Cennet lütf-u İlâhîdir. İbadete ihtiyacı olan Allah değil biziz. Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde bu hususu şöyle ifade eder: "Ashâbım! Sizden hiçbirinizin ibadeti asla sahibini kurtaramaz." Ashâb-ı kiram: ‘Ya Resûlüllah! Seni de mi ibadetin kurtaramaz?' diye sormuşlardı da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Evet, beni de. Meğerki Allah beni rahmeti ve fazlı ile korumuş olsun. Ashâbım! Doğruluğa sarılınız, ibadetlerinizde dengeyi elden bırakmayınız. Gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyünüz (ibadet ediniz). Gecenin bir saatinden de istifade ediniz. (Her hâl ve hareketinizde) itidale yapışınız, itidalli olunuz ki, muradınıza eresiniz." buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 18; Müslim, Münafıkîn, 71-73)