kanuni sultan süleyman döneminde yaşanmış aşk hikayesi - aşka bakış açınızı değiştirecek bir hikayeAşk imiş her ne var âlemde / Fuzuli
Sarayda bayram havası vardı. Sadece sarayda değil ülkenin her yerinde. Günlerdir Topkapı Sarayı’nda toplanıp biriken nakit ve hediyeler, bu gün padişahın altınlarıyla birlikte surre alayı(1) adı altında Hicaz’a doğru yola çıkacaktı. Padişah, Hadimü’l-Haremeyn ( Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı ) olduğu için çok mutluydu. Surre emini seçilen yaşlı adam alayı teslim aldı. Kuran’dan aşırlar okunmaya, na’tlar söylenmeye başlandı. Kutsal topraklara emanetleri ulaştıracak alayın böyle mükemmel bir törenle yola çıkması Osmanlının ihtişamını gözler önüne seriyordu. Develer aylar sürecek yürüyüşe hazır ve kendinden emin bu uzun yolculuğun ilk adımını attı.
Saraydan çıkışla başlayan yolculuk önce Topkapı’dan Beşiktaş’aydı. Bu yolda alaya halkın tahsis ettiği yüklü katırlar ve hediyeler de eklenecekti. Son iş olarak develerin üzerlerine halılar, ipekliler örtülecek; boyunları, baldırları takılarla donatılacak; kınalanacaktı. Bu hazırlıklar neredeyse akşama kadar sürdü. Gün boyu huzur dolu, güven veren bir hava sardı dört bir yanı. Gece olup da karanlık çökünce develerin ayak sesleri çok uzak diyarlarda kaldı. Geride kalan yüreklere tarifsiz bir hüzün düştü. Gidememenin, görememenin hüznü. Ayrılığı en derin Üsküdar hissetti. Çünkü alayın uğurlandığı son noktaydı Üsküdar: Hrisopolis(Altın Şehir).
Ertesi gün sakin başladı. Fakat öğleye doğru “Tez getirin kaftanımı.” emriyle titredi saray. Duvardaki hatt-ı reyhani(2) ile yazılmış “Kainatı yoktan var eden Yüce Yaratıcı” diye başlayan sözün harflerinin bütün gözleri kör oldu korkudan. Hattatın el çabukluğundan gereğinden fazla iç içe girmiş olan kef ve elif, daha bir sokuldu birbirine. Duvarlar, kapılar, pencereler “İyi ki de canımız yok.” diyerek şükredip tahtın önünde titreyen adamlara acıdılar.
Her an emre amade olan iki emir kulu ayrıldı huzurdan. İvedi, saygılı, korkulu kapattılar altın topuzlu kapıyı. Kapı kapanır kapanmaz sarayın koridorlarında dört ayak koştu. İki kişi aynı işi yapmaya öyle alışmıştı ki zamanla tek vücut olmuşlardı. Bu müthiş uyumun ritmine kapıldıklarında hangisinin kimin kolu, kimin bacağı olduğunu unuturlardı. Her şeye koşturmaktan cılız düşmüş bu kara kuru adamlar, her zaman hallerinden pek memnun bir ifade taşırlardı yüzlerinde. Yine aynı mimiklerle göz göze geldiler.
Elbise odasında bir birinden güzel kumaşlardan yapılma pek çok elbise vardı. Hepsi de sarayın baş simcisi tarafından simkeşhanede özenle işlenmişti. Bunca güzellik içinde karar vermek güçtü. İki adam söz birliği etmişçesine en süslü kaftanlardan birini çıkarttı. Sarı ipek üstüne değişik renkte taşların işlendiği bu kaftanın kumaşı bilmem hangi ülkenin ticaret yollarımızı kullanmalarına izin verdiğimiz için gönderdikleri sayısız hediyelerden biriydi. Denizler aşıp da gelen kumaşa kim bilir kaç genç kızın zarif parmakları dokunmuştu. Ve geceler boyu kaç hayal süs olmuştu parlak taşların yanında. Odada kimse olmamasına rağmen saygıyla çıkarttılar kaftanı yerinden. Biri yakasını ve kollarını beline kadar kavradı diğeri upuzun eteğini. Hızla yetiştiler huzura.
Sarığı başında, kaftanı sırtında yürüdü Padişah, padişah babasından kalma sarayın koridorlarında. Hep böyle olurdu; o, yürüdüğünde kubbe eteğine kadar çini olan duvarlar soğuk soğuk terler döker, en değerli nakkaşların elinden çıkan işlemelerin benzi güz yağmurlarına tutulmuş gibi sararıp solardı.
Aslında kimselere fazladan bir eziyeti yoktu. Paşa babasından, dedesinden ne gördüyse onu uyguluyordu. Adaletli, faziletli, kerametli olmaya çalışıyordu. “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var!” diyen gurubun önünden çok yavaş geçti. O kadar ki bu cümlenin anlamını düşündü, içine sindirdi, ezberledi.
Genellikle sokağa tebdil-i kıyafetle çıkardı. Bu gün bir değişiklik yapmış kimliğini saklamamıştı. Kim bilir belki de halkının sevgisini, ilgisini görmeyi özlemişti. Uzun boyluydu. Bir de padişah duruşunu –baş daima dik- uygulayınca daha da uzun, daha da heybetli görünüyordu. Onu gören herkes önce gözlerini fal taşı gibi açıyor, sonra yerlere kadar eğiliyor ve el etek öperek yarı büklüm geri çekiliyordu. Ülkenin en işlek pazarına doğru yöneldi adımlar. Çocuklar “Padişah geliyor, padişah geliyor….” diye avazları çıktığı kadar bağırıyordu. Halk hemen yol açtı saray erkânına. Kalabalık, alışverişi bırakmış, olduğu yerde kalmıştı.
Padişah : “Herkes işine devam etsin.” emrini verdi. Adamları bir anda emri koca pazara ulaştırdı. Şimdi padişah ortada yavaş yavaş halkını seyrederek ilerlerken herkes alışverişine devam ediyordu. Bu savaşlar fatihi, heybetli Sultan; şefkatli bir baba gibi zaman zaman durup insanlarla konuşuyor, bir dertleri olup olmadığını soruyordu. O sırada hafif bir rüzgâr çıktı. Adamları etrafında bir set oluşturdu. Yerdeki tozlar gözlere kadar yükseliyordu. Pazarda mal sahibi olanlar mallarının, alış verişe gelenler canlarının derdine düştü. Çünkü böyle hafif başlayan rüzgârın sonradan her yeri yıkıp geçecek kadar şiddetlendiğine defalarca şahit olmuşlardı.
Az ileride ipek ve kumaş satan bir yer vardı. Dükkân sahibi rüzgâra teslim olup nazlı nazlı sallanan ipeklerini bir an önce toplayıp sağlama alma derdindeydi. Ama müşterilerden biri onu rahat bırakmıyordu. İnce, tatlı bir ses ha bire farklı bir kumaş, farklı bir renk istiyor, adam istediğini çıkartınca da beğenmiyordu. Bu titiz müşterinin yanındaki kalabalık alış verişten sıkılmış, yorulmuş görünse de o pek iştahlı bir şekilde işine devam ediyordu. Küçük hanım nihayet çok pahalı bir kumaş olan seraserde karar kıldı.
Rüzgâr yavaş yavaş etkisini kaybedince padişah da ilerlemeye başladı. Ama sadece bir iki adım gidebildi. İpek tacirini yorup duran kalabalığın önünden geçerken birden durdu. Az önceki rüzgârla deli gibi dans eden beyaz yaşmağın alt kısmı bembeyaz yanaklardan kurtulup dudakları açıkta bırakacak kadar aşağıya kaydı. Padişah bu manzarayı gördü. O küçücük dudakları hokkaya mı, noktaya mı, mime mi benzeteceğine karar veremedi. Bu güzel varlık, bir eliyle uçuşan yaşmağını tutmaya çalışırken cümlesine devam etmiş, gül yaprağı dudakları aralandıkça inci dişleri görünüp görünüp kaybolmuştu. Padişah seyrettiği bu güzellik karşısında donakaldı. Küçük hanımın yanındakilerden biri telaşla davrandı, güneşe ‘Ya sen doğ ya da ben.’ dedirten yüzün kapatılmasına yardımcı oldu.
O sırada padişahın kendilerine yaklaştığını fark ettiler. Uyumlu bir şekilde hep birden saygıyla eğildiler. Padişahın gözü sadece onu gördü. Nasıl oluyordu da menekşe rengi gözlerde bin bir renk gizlenebiliyordu. Endamı hoş olan bu güzel, uzun kirpiklerini aşağıya doğru eğerken hepsi ucu sivri oklara dönüşüp padişahın kalbini bin parçaya böldü, peşinden sürükledi. Aslında bu yan bakışı can alıcı kılan dudaklardaki o tatlı tebessümdü. Emir vermeye alışık olan padişah, o anda emirlerin en keskiniyle; gamzeyle tutsak oldu. Bilmiyordu ki bu bakış hayaline kazınacak, bir gamze uğruna gamzede olacaktı. Hiç kimselere duyurmayacak şekilde Nedim’in şu mısrası uçtu dudaklarından: “Afet-i can dediler gamze-i cellâdın için.”
Yanındakilere “Tez araştırılsın karşıdaki kalabalığın kimin nesi olduğu.” dedi. Dedi ve ilerledi. Oralarda bir şeyler bıraktığını fark etmeden ilerledi. Artık hem alacağı vardı hem de vereceği aşk meydanında.