kanuni sultan süleyman döneminde yaşanmış aşk hikayesi - aşka bakış açınızı değiştirecek bir hikayeYeni bir günün erken saatleriydi. Padişah minyatür sanatının en güzel örneklerinden biri olan duvar halısının önünde durdu. Bir kitaptan resmedilmiş bu sahnede savaş gemilerinin bir birine yakınlığı gerçekmiş hissi uyandırıyor, insanın içine o dehşet anını düşürüyordu. Çıktığı seferleri, kazandığı zaferleri hatırladı. Ve şimdi Esma Hanım’a nasıl yenildiğini. Yorgun bakışlarını aşağıya eğdi. Artık geceleri hep uykusuz geçiyordu. Devlet işleri bu uykusuz beyne zor gelmeye başlamıştı. Sarayda o tatlı sert hava özlenir olmuştu. Padişah ya çok sinirli, ya çok dalgındı. Son günlerde dalgınlığına, sessizliğine tuhaf bir hava eklenmişti. Sanki bu içini kemiren sırla yaşamaktan zevk alıyordu.
Şimdiye kadar hasta şehzadeleri, ruhu sıkılan sultanları iyileştiren saray bahçesine doğru ilerledi. İnsan hayalini zorlayan fantezilerle dolu olan bahçe, zihinlerin gerçekle hayali birbirine karıştırmasına sebep olabilirdi. Kareye yakın bu alan; şekliyle, içindekilerle insanı kendine hayran bırakacak güzellikteydi. Güneş vurdukça parlayan ağaçlar, tarhların içinde heybetli görünürken çiçekler yerlerde mütevazı hallerine alışmış, süs vazifesindeydi. Gövdeleri altın yaldız kaplı ağaçların tarhları arasına misk ve kâfur dökülmüştü. Bahçenin kenarındaki fisto görünümlü parmaklıklar birbirine eş uzaklıkta kurulmuştu. Sağa sola düzensizce atılmış kristaller gibi duran havuzlar belki de bahçeyi dayanılmaz kılan en önemli parçalardı.
En güzel sözleri taş bağırlarında barındıran çeşmeler her gelene bir avuç serinlik sunmaya hazır, köşelerinde beklemekteydi. Ağzından su akan aslan heykelleri sanki bu sıcak havayı biraz değiştiriyordu.
Ne tuhaf attığım adımı takip eden şu iki emir kulum, vezirim, lalam, etrafımdaki bunca insan bana ne kadar yakın bir mesafede duruyor. Fakat hepsinin mutlulukları, korkuları, beklentileri, günlük telaşları farklı farklı. İnsanların hayatları bu kadar iç içeyken bu kadar ayrı olabiliyor. Aslında herkes farkında olmadan bu dünyadaki kendine ait taşları bir an önce toplayıp yerli yerine dizip gitme telaşında.
Bahçenin efsunlu havasıyla padişah böylesine derin düşüncelere dalmıştı. Onu bu derinlikten uzaklaştıran bahçıvanın elindeki altın kaplama makasın sesi oldu. Adam işini her zamanki titizlikle, sanki bir bestenin kemancısıymış gibi sanatsal bir ruhla yapıyordu.
Padişahın kaftanının eteğindeki laleler bahçedekileri kıskandıracak kadar renkli ve canlıydı. Daha ilk adımda yerdeki kırmızı lalelerden biri ipeğin yanağını okşadı. ‘Ben gerçeğim.’ diyerek nispet yaptı. En hünerli ellerin marifeti olan renkli akis, ‘Gerçeksin ama solacaksın.’ der gibi gururundan hiçbir şey eksiltmeyerek takılıverdi padişahın peşine.
Bahçede en çok yer tutan çiçek laleydi. Çünkü o nice akılları çıldırtacak kadar güzel, nice zenginleri fakirliğe düşürecek kadar işveliydi. Asaletin, varlığın göstergesi sayıldığı için pek çok bahçenin gözdesi olmuştu. Aslında onun en büyük özelliği ismiydi. Lale kelimesindeki harfler Allah aşkıyla boyun büküp yere, mekâna önem vermeyince ortaya Allah ve hilal kelimeleri çıkıyordu. İşte bu yüzden pek çok padişah onun koruyucu özelliği olduğuna inanmış elbiselerinde lale motiflerine yer vermişti. Belki de günün birinde gerçeklerini kıskandıracak kadar güzel işlenebilecekleri kimsenin aklına gelmemişti.
Padişah çiçekler arasındaki bu gizli rekabeti fark etmiş gibi eğildi, sarı lalelerden birinin yaprağını okşadı. Atalarının savaşlara çıkarken yanlarına mutlaka lale soğanı aldıklarını hatırladı. Başının üstünde koca bir sarık taşıyan bu çiçeğe sevgisini sunmak istedi. Yanına çömeldi. Yapraklarındaki kıvrımları inceledi. Bahçelerin güzel sultanı, daha da bir güzelleşti kudretli parmakların dokunuşuyla. Bu önemseyişe karşılık o da hoş kokusunu sundu. Padişahın laleye dolayısıyla lalezara gösterdiği bu lutfu selsebiller, fıskıyeler, merdivenler, gülistanlar, çemenzarlar, salkımlı çardaklar çekemedi. Hepsi en tatlı, en mahçup hallerini takınıp sıranın kendilerine gelmesini kıskanç gözlerle beklemeye başladı. Padişah ruhunu bu güzel, sakin havaya teslim etti. Bütün bu güzellikler ona varlığı ve yokluğu düşündürttü. Her şeyi vardı. Her şey emrindeydi. Ama nereye kadar. Bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamıştı. Kendisine ne kadarı kalacaktı ki. Bunca güzelliğin içinde tek önemli olan akıl ve vücut sağlıydı. Ama o, bir güzel uğruna günden güne akıl sağlığını ve buna bağlı olarak da vücut sağlığını kaybediyordu. Durdu. Önündeki çeşmede yazılı olan beyiti okudu.
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. / Kanuni
Birden kafasında şimşekler çaktı. En ince, en hassas, en zor çözülen söz sanatı: şiir, şiir, şiir, şiir… Bunu defalarca tekrar etti. Soluğu kütüphanesinde aldı. Hemen en meşhur şairlerin divanlarını karıştırmaya başladı. Önce Fuzili’den sonra Baki’den birkaç beyit seçti. Ama her defasında seçtiği beyitleri duygularını anlatmada yetersiz, yavan buldu. Sonunda bir padişah kelamında karar kıldı: Stanbul’um, Karaman’ım diyar-ı milket-i Rumum
Bedehşanım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım, Horasan’ım / Saçı varım, kaşı yayım, gözü pür fitne bimarım / Ölürsem boynuna kanım, meded hey na Müslümanım / Kanuni Sultan Süleyman
(İstanbul’um, Konya’m, Anadolu toprağım / Bedahşanım, Kıpçağım, Bağdadım, Horasanım / Güzel saçlım, yay kaşlım, gözleri fitne sevgilim gel, hastayım / Ölürsem kanım, günahım senin boynuna, yardım et ey gayrimüslimim)
Seçtiği şiiri yazdırdı, tuğrasını çektirdi ve doğru Esma Hanım’a yolladı. Çok ama çok keyifliydi. Esma Hanım sırrı çözdüğümü görünce dudakları şaşkınlıktan ne güzel bir hal alacak.
O an orada olup o güzel manzarayı görebilmeyi isterdim diye düşünerek bıyık altından güldü. Yerinde duramıyordu. Heyecandan bir oraya bir buraya gidiyor, açık bıraktığı kitapları eline alıp şuradan buradan birkaç mısra okuyor, kendine oyalanacak işler icat etmeye çalışıyordu. Sanki aradan bir asır geçmiş gibi beklemeye tahammülü kalmadığı anda adamlar döndü.
Emir kulları, saltanatın mührüyle şereflenen, değerine değer katan mektubu uzattılar haşmetli ellere korkarak. Herkes geri gelen bu mektupla yine padişahın delirmesini bekliyordu. Padişah kâğıdı açtı. Gönderdiği şiirin sonuna şairin adı eklenmişti Esma Hanım’ın el yazısıyla. Bir de şu söz: Her sevdanın şifresi kendi harflerinde saklıdır. Ve bir hikâye. Sır dolu bu olayı daha da karmaşık bir hale getiren kısa bir hikâye:
Çinli ve Anadolulu ressamlar, kimin daha usta ressam olduğu konusunda anlaşmazlığa düşerler. Bunun üzerine padişah onları imtihan etmeye karar verir. Büyük bir odayı perdeyle ortadan ikiye bölerler.
Çinli ressamlar kendi taraflarında kalan duvarı eşsiz güzellikte resimlerle bezerken, Anadolu ressamlarının yaptıkları sadece kendi duvarlarını cilalayıp parlatmaktan ibarettir. Nihayet süre dolar. Padişah Çinli ressamların mükemmel resimlerini görünce hayran olur. Daha sonra Anadolu ressamlarının tarafına geçer. Bu ressamlardan biri aradaki perdeyi kaldırınca Çinli ressamların yaptığı resimler cilalanmış duvara daha güzel, daha alımlı bir şekilde akseder. (7)
Padişah kâğıdı beklenin aksine gayet sakin bir edayla kapattı. Okuduklarını beynine kazıdı. Öyle sakin, sessiz durdu, durdu, durdu.
Güneş o altın kaplamalı sarayından mağrur mağrur inerken Sultan Süleyman’ı düşündü. Bu gün şiirlerini okuyunca kendini ona daha yakın hissetmişti. Bu şair padişahın, saray hattatları tarafından büyük bir ustalıkla kâğıda geçirilen şiirleri çoğu zaman mürekkebi daha ıslakken üstüne serpiştirilen altın tozlarıyla süslenirdi. Şairlerin yürekleri yaşadıkları sürece hep bedenlerinden uzaklardadır. Ne garip Süleyman’a yüreğiyle bedenini birleştirmek hiç nasip olmamış. Şimdi uzaklarda Sultan Süleyman’ın kalbini şefkatle ve gururla saklayan topraklarda Zigetvar’da da güneş batıyordu. Güneşin kılıçlarının kıpkızıl ve ipincecik gölgeleri Aşkın Sultanının kalbinin gömülü olduğu yeri işaret eden kitabenin üstünden boynunu eğip geçiyordu. O toprakların dilberlerinin yanakları akşamın rengine boyanıyor, kalbi vatanından uzaklarda kalan bu yiğidin hikâyesini bildikleri için her gün tarlaya giderken ve dönerken yol üstünde bulunan misafirlerini selamsız geçmiyorlardı: “Geleneklere göre sefer sırasında ölen padişahların kalpleri öldükleri yere gömülürmüş. Uzun zaman önce buralara gelen bir Sultan burada ölmüş…”
Padişah elini sol yanında gezdirdi. Ruhu bedeninden bu kadar mı uzaklaşmıştı? Yaşam belirtisi sayılan ses belli belirsiz duyuluyordu. Kim bilir onun kalbi de hangi uzak diyarlarda toprağın soğuk ama ferahlatıcı, şefkatli kucağında güneşin kızıllığını emiyordu.
Her şey onun içinde yaşanıyordu. Dışarıda hayat eskisi gibi şaşalı, eskisi gibi gerçekçi, eskisi gibi hareketli, eskisi gibi eskiydi. O, içinde çıktığı seferi bir türlü sonlandıramıyor, burçları fethedip bayrağı dikemiyordu.