Zamanın Ötesinde - 5

Son güncelleme: 22.01.2015 22:04
  • kanuni sultan süleyman döneminde yaşanmış aşk hikayesi - aşka bakış açınızı değiştirecek bir hikayeSinede evvel ne muhrik arzular var idi / Lebde serkeş ahlar aheste hular var idi / Nedim

    (Evvelce göğüste ne yakıcı arzular vardı, Dudakta söz dinlemez ahlar, ateşli hular vardı. ) (8)

    Gece olup da yatağına uzandığında gözlerini kapadı. Bir ah çıktı ağzından. Elifle he’nin en sıcak buluşmasıydı bu. Yandı her yanını saran sıcaklıkla içi. Eridi kaskatı olmuş, sevmeyi unutmuş kalbi. Ağacı, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu sevmeye vakit bulamadığı için en sevgiliyi sevdiğini unutan kalbi. En sevgiliyi ve onu en çok seveni.

    Savaşlarda önünde etten duvar oluşturan askerlerini düşündü. Canlarını onun canından daha değersiz tutanları. Can: bir nefes, bir kalp atışı. Ne kadar basitti böyle düşününce. Ömürde fazladan bir gün olmayı versin ne değişecekti ki. Cana canan sarılınca kıymetleniveriyordu birden. Göze ve gönle zor geliyordu işte o zaman mekan değiştirmek. Canan: sevgili. En Sevgili’ye götüren yol. Ve onu en çok sevene.

    O, Esma Sultanın sırrını çözmeye çalıştığını zannediyordu oysa her an pek çok sır gözlerinde, avuçlarında eriyor, bir yolunu bulup yüreğine akıyordu.

    Esma Hanım gönlünü ve güzelliğini ona teslim etmiş olsaydı şimdiye kadar belki de adını bile unutmuş olacaktı. Ulaşılamayan bu güzellik, haremin uzun koridorlarında, küçük iç avlularında yerini alacaktı. Günleri enteresan çeşmelerin aktığı havuzlu büyük salonla meyve ve çiçek resimleri ile bezeli yemiş odası arasında mekik dokuyup Padişahın yüzünü görebilme hayalleri kurmakla geçecekti. Ama şimdi Esma Hanımlıktan Esma Sultanlığa yücelmişti. Ne kadar kızsa da karşısındakinin zeki oluşu hoşuna gidiyordu.

    Yatağından kalktı, pencereye yaklaştı. Kütüphanesinin yanında sıra sıra dizilmiş mumlardan birinin başının üstünde dönüp durmakta olan pervane dikkatini çekti. Pervane neşeli kanat çırpışlarıyla mumun parlak alevi etrafında dans ediyordu. Her dönüşünde çemberi daraltıyordu. Padişah olacakları merak ve şaşkınlıkla izledi. Bu küçük gece kelebeği, şimdi attığı turda ışığa yaklaşmanın verdiği hazla biraz daha cesur davrandı. Aleve daha yakın uçtu. Fakat kanadı mumun yakıcı sıcaklığından karardı. Pervane hiç oralı olmadı. Daha da yaklaştı. Sanki acı çekmek hoşuna gidiyordu.

    Aşk ile girdi devrane Can pervane

    Döndü, döndü pervane Canan pervane

    Vuslat diledi Şem’ine Bu aşk ile

    Söndü söndü pervane Yan pervane(9)

    Padişah mum ile pervanenin aşkını anlatan pek çok mesnevi okumuştu ama hiç böyle bir olaya şahit olmamıştı. Kendini pervaneye benzetti. O da Esma Sultan’a yaklaştıkça yaklaşmak istiyor acı çektiğini fark edemiyor, belki de bu acıdan zevk alıyordu. Yani şimdi bu olayda bütün suç aklını kaybeden pervanenin mi? Hayır. Mumun alevi olmasa pervane kendini ateşe atar mı? Ah! Esma Sultan’ın o yan bakışı olmasaydı ben bu hallere düşer miydim? Peş peşe sorular sordu padişah. Kimse duymadı sesini. Pervane aşk uğruna yanmakla meşguldü, mum yandırmakla. Bu aşk savaşının sonunu görmek istemedi.

    Odanın ortasına doğru ilerledi. Yüreğinde ayrılık acısı, gözlerinde sevgilinin hayali öylece durdu. Ne garip diye geçirdi içinden. Bütün pervaneler bu sonu yaşayacaklarını bildikleri halde mumun çekim gücüne kapılıyorlar. Aşk bile bile yanmak olsa gerek. İsteye isteye, hevesle yanmak. Aşk ateşinin kavurucu sıcaklığını tam göğsünün üstünde hissetti. Yani durum bu tarafta da pervaneden pek farklı değildi.

    İki vücut, tek beyin olan emir kulları padişahın odasından gelen tıkırtılarla tedirgin, kapının önünde bekliyordu. Çekilebilirsiniz emrini almamışlardı henüz. Bu, padişahın bir şeylere ihtiyaç duyacağı anlamına gelmiyordu. Koca Devletli, zaman zaman bu adamların canlı birer varlık olduklarını unuturdu işte böyle. Yemek yediklerini, uyuduklarını, yorulduklarını… Hatta bir isimleri olduğunu. Buna sebep kendileriydi. Çünkü bu kadar otomatik olmanın sonucuydu bunlar. Sahi bu adamların bir ismi olmalıydı. Kendi isimlerini hatırlıyorlar mıydı? Ecnebi memleketinden gelen bu iki şahıs, sözde dilimizi bilmiyordu. Ama verilen emirleri anlıyorlardı. Kendi aralarında bile konuştukları çok nadirdi. Onların apayrı bir dünyası vardı. Anlaşmak için sözcükleri kullanma gereği duymuyorlardı. Umutsuz değil aksine yaklaşmakta olan bir şeyleri bekleyen insanlar gibi umutlu görünüyorlardı. Memnundular, teslim olmuşlardı. Evet teslim. İşte onları böyle farklı kılan, anlaşılmaz yapan bu teslimiyetti. Bakışları, gözlerine bakan insanları bir sonuca ulaşmak için zorlamıyordu. Baştan ayağa bir sonuçtu onlar. Ne tuhaf, ne kadar manalı, simsiyah, kocaman, sulu gözleri vardı. Padişah bu iki adamın yüz hatlarını hatırlayabilir miydi?

    Kendisine sorulsa adamların ten rengini bilebilir miydi? Zenci miydiler, beyaz mı, sıska mı, şişman mı?

    ***

    Padişahın aklına hocasının ısrarla Mesnevi okumasını istediği geldi. Kütüphanesinden Mesnevi’yi aldı. Hocasının kendisi için işaretlediği yerlerden ilkini açtı. Mevlana şöyle diyordu: Küçük bir karınca kalemin kâğıt üstüne bir şeyler yazdığını gördü. Gitti, bu sırrı öbür karıncalara söyledi. “O kalem kâğıda şaşılacak şeyler yazdı. Fesleğen gibi, susam gibi, gül gibi acaib şeyler yaptı” dedi.

    Karıncanın biri dedi ki: “O, sanatı yapan parmaklardır. Bu kalem iş görmekte esas değil fer’dir.” Üçüncü karınca; “İş ne parmaktan ne de kalemden geliyor” dedi. “İş asıl koldan geliyor. Çünkü zayıf parmaklar, onun zorlaması ile kalemi tutuyor ve yazdırıyor.” Bu görüşler, bu konuşmalar böylece uzadı gitti. Karıncaların beyine kadar ulaştı.

    Karıncaların beyinin birazcık anlayışı vardı, zeki idi. Dedi ki: “Bu hüneri suretten, görünüşten bilmeyin. Çünkü uyuyan yahut ölen bir kişinin böyle şeylerden haberi bile yoktur.” Suret, görünüş elbiseye, asaya benzer. Cansızdır, akılsızdır, oynamaz, hareket etmez. Allah’ın lutfu ve ihsanı olmayınca, bu aklın bu gönlün cansız kalacaklarından karınca beyinin haberi yoktu. Allah bir an için olsun akıldan yardımını kesecek olsa, her şeye eren akıl, aptallıklar etmeye başlar.(10)

    Kitabı kapattı. Yerine koydu. Aklına pervane geldi. Küçücük bedeni kömürleşmiş, mumun yanı başına düşmüştü. Mum da pervanenin haline üzülmüş, gözyaşlarıyla eriyip küçücük kalmıştı. Padişah; şimdi bu bir yok oluş mu yoksa asıl var oluş mudur? diye düşündü. ‘Aşk; sevgilide yok olmak, yoklukta varlığı bulmaktır.’ sonucuna vardı. Yüreğine erimiş, sıcacık olmuş bir damla daha düştü.

    Yatağına uzandı. Her zamanki gibi kim olduğunu düşündü. Yedi ceddinin ihtişamını, cihan imparatorluğunun kudretini… Adaleti, varlığı götürdüğü ülkelerin insanlarının minnettarlığını. Çok ince düşünen, insana kıymet veren bir neslin evladıydı. Henüz küçük bir şehzadeyken bunu fark etmişti.

    Babasının Güvercinleri Besleme Vakfı, İhtiyarların Söküklerini Dikip Onların İhtiyaçlarını Giderme Vakfı, Bebeklere Süt Anne Bulma Vakfı gibi şeylerden bahsettiğini duyar, onca işin arasında bu kadar küçük ayrıntılara vakit ayıran bu heybetli adama hayran kalırdı. Peki, şimdi neden böyle boşluktaymış gibi bir his kaplıyordu içini. Oysa devraldığı düzeni gayet iyi idare ediyordu. Gündüzleri tamam da geceleri elbiselerini, tuğrasını, sarığını çıkarınca geriye ne kalıyordu.

    İçinde güzellikleri yaratanı hissetti. Esma Sultan’ın kaşını gözünü, endamını yaratanı. Çiçekleri, kuşları, yeşili, maviyi yaratanı. Yüreği bambaşka çarptı. O zaten inanmış, bu uğurda seferler yapmış, savaşlar kazanmış bir kuldu. Bu duygular onun için yeni değildi ki. Belki de yeni olan aşktı. Yüce Yaratıcı’yı şimdiye kadar aşk boyutuyla düşünmemişti belki.

    Mevlana’nın yazdıklarını hatırladı, Esma Sultan’ın bilmecesini. Ve işte elbiselerimden sıyrıldığımda geriye ne kalıyor? Sorusunun cevabı ortadaydı: yüreği kalıyordu. Gönül aynasının hududu yoktu. Gönüllerini cilalamış olanlar renkten, kokudan kurtuluyordu. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görüyorlardı. Kaleme yazıyı yazdıran da kalpti, sonuna imzayı attıran da. Kalbe bunları yaptıran bir varlık vardı elbet.

    Onları yazdıran tekti ama her yazı farklı farklı kalemlerin, farklı farklı yüreklerin ürünüydü. Yani her sevdanın şifresi kendi harflerinde saklıydı. Diline mısralar dolandı. Mırıldayarak uyuya kaldı.

    Uyandığında gece aklına düşen mısraların kime ait olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hafızasını zorladı. Böyle bir şiir okuduğunu hatırlamıyordu. Her sevdanın şifresi kendi harflerinde saklıdır. Çözmüştü, bu sefer Esma Sultanın sırrını çözmüştü. Bu şiir kendisine aitti. Fetihler yaptığında, zaferler kazandığında bile hissetmediği bir duygu kapladı içini. Bir zamanlar şeker kamışı olan şimdilerde özünden ayrı kalan kalemini eline aldı. İlk mısrayı yazmaya niyetlenirken ucunun köreldiğini fark etti. Hiç acımadan kesti başını. Sadece kalemin başını değil yüreğinin körelen kısmını da kesti, attı. Ve çekti ilk harfin ucunu birleştirdi be ile elifi. Kendi el yazısıyla şiirini yazdı. Sonuna adını ekledi. Her zamanki adrese gönderdi.

    Padişah odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanırken cevap geldi: Padişahım, Sultanım, Esma kulunuz aşk sırrına eren gönlünüze amadedir. Ferman sizindir Padişahım.

    Elindeki kâğıdı katlarken kaşları hafifçe yukarı kalktı. Bu hareket geniş alnında gençliğine yakışmayacak çizgiler oluşturdu. Etrafındaki herkes gelen cevaba padişahın tepkisinin ne olacağını merak ediyordu. Çünkü en son yazılan namede ve gelen cevapta neler yazılı olduğunu kimse bilmiyordu. Padişah yavaşça arkasına yaslandı. Uzun zamandan beri tahtına böyle huzurlu, böyle mutlu kurulmamıştı.

    Üç gün sonra gecenin kör karanlığında sarayın en güzel odasında padişah, Esma Sultan’ın önünde diz çökmüş, eli elinde, gözü gözünde şu mısraları mırıldanıyordu:



    Beşerin sırrını yazar tek kalem

    Yazana aşk olsun bilene de meşk

    Mürekkebi renksiz sayfası yoktur

    Görene aşk olsun gösterene meşk

    Zamansız mekânsız isimsiz şifre

    Çözene aşk olsun çözdürene meşk

    Fatma Işık



    DİPNOTLAR

    1- Surre: İçi para dolu kese, yani para kesesi demektir.

    Surre Alayı: Surre-i hümâyûn, Osmanlı padişahları tarafından Mekke ve Medine’ye gönderilen para ve hediyelere denir. Bu hediyelerin nakit olanları küçük keselere konulduğu için bu adı almıştır. ( İskender Pala, Müstesna Güzeller, İstanbul 1997, s.283-284)

    2- Hatt-ı Reyhâni: Bir hat çeşididir. Hatt-ı Reyhâni’de gözü kapalı harf yoktur. Kur’an ve dua yazmakta çok kullanılmıştır. İbni Bevvâb tarafından icat edildiği söylenir.

    (Mehmet Eminoğlu, Osmanlı Vesikalarını Okumaya Giriş, Ankara 1992, s.85)

    3-Kalemkâr: İnce nakkaş. Eskiden gelini süsleyen hanımlara verilen isim. Kalemkâr: Yüz yazıcı

    4- Abdullah Özkan, Türk Şiiri Antolojisi, 2. cilt, İstanbul, s.361

    Fuzuli: 16. yüzyılda yaşamış bir aşk şairi. Aşk acısı çekmekten hiç şikâyet etmemiş. Beşeri aşkın İlahi aşka ulaştıran yolunda ilerlemiş. İlerlerken de bu yolu herkese göstermek istemiş. Mecnun’u Leyla’ya kul eden kaleme, Leyla’yı aşka sultan eden yüreğe selamlar olsun bizden.

    5- İskender Pala, Müstesna Güzeller, İstanbul 1997, s.25

    6- Abdullah Özkan, Türk Şiiri Antolojisi, 2. cilt, İstanbul, s.361

    7-Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, ötüken neşriyat, İstanbul, 1995, s.86

    8- Abdullah Özkan, Türk Şiiri Antolojisi, 4. cilt, s. 790

    9-Mustafa Demirci, Aşk Kâğıda Yazılınca, İstanbul 2004,Timaş Yayınları, s. 54

    10- İskender Pala, Ayine, İstanbul 2000, s.98 ( Mevlana, Mesnevi, c. 4 s. 654-655)


    Fatma Işık

    alıntı


    https://www.main-board.com/edebiyat/793970-zamanin-otesinde-1-a.html#post5181700
    https://www.main-board.com/edebiyat/793971-zamanin-otesinde-2-a.html#post5181701
    https://www.main-board.com/edebiyat/793972-zamanin-otesinde-3-a.html#post5181702
    https://www.main-board.com/edebiyat/793973-zamanin-otesinde-4-a.html#post5181703
#22.01.2015 22:04 0 0 0