Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım
yere, Konya'ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim,
bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir
olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi.
Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde
yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor,
ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum.
Bir müddet daha geçti; yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan
büyükanneye sıkılarak:
"Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?" dedim.
Büyükanne:
"Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz" dedi.
Merak ettim, tekrar sordum:
"Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?"
Büyükanne:
"Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak
bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte,
yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulmazsa, sokakta kalır. Buraların
yabancısı biri geldiğinde, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz.
Konya Ovası'nda ya da bir başka yerinde Türkiye'nin, trenden inen
yabancılar için "Işığı yanan evler" yerinde hâlâ duruyor mudur?
Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam
ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar
yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?
Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden
güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin
doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.
Şair öyle diyordu:
"Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler."
Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları ne
yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel
yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?