Önce Kar Yağmalıydı

Son güncelleme: 03.10.2009 00:06
  • şunu yapacağım bunu yapacağım diye bir şey söylemeyeceğim. göreceksin, her an herşey yapabilirim.

    göreceksin dedim de usuma geldi. bakışların dilini bilmemeni veya bunca yıldır karşılığını bulamamış olmanı yadırgamıyorum. belki de seni hep aldattıklarından çözemedin.

    sapı kırılmış cam su kabına bıraktığın süs balığının adını hala koyamadım. adını koyamadığım daha birçok şey de var. sana sıralayacağım ama adı yok ki. nicel bir genelleme yada tanım içinde yer vermek istemiyorum. birgün tek tek dokunup, kırmadan yerli yerine koyacağız her şeyi. güneş yükselecek zevksiz binaların arasından. hayır güneş yükselmeyecek, "biz" kendi etrafımızda dönerken, onun etrafında da dönerek yükseleceğiz. yıldızların yanından geçeceğiz. gün tutulacak, sancılı buruş buruş bir gözle izleyeceğiz olup biteni. bizim için tasarlanmış yaşamlara, kendimizden kattığımız yalnızlıklarımızı ve kaygılarımızı ufalayarak gömeceğiz.

    Geçmiş Zaman Gömütlüğü yazdıracağız, meşeden, hüzünlü oymaları, solgun çizgileri olan levhaya. sonra beyaz kefenler içinde, boyunca açılmış çukurlara özenle yerleştireceğiz. yağmurkaryağmur yağıp, biz güneşin etrafında dönerken, çiçekler açacak gömütlükte. birbirimize bakarken boş bakışlarımızı işleyeceğiz. yeni sevinçler, yeni kaygılara uydurulmuş bir yaşama ama kendini yeniden yaratmış bir yaşama doğru elele tutuşup ilerleyeceğiz.

    suruce, işte o zaman insanların gözlerine sakınmadan bakabileceksin, ellerine izin almadan dokunabileceksin, yüzlerindeki horlanmış güzelliği keşfedeceksin. Geçmiş Zaman Gömütlüğünden topladığın çiçekleri kulaklarının üstüne içhuzurla yerleştirirken, söylenecek sözcüklerden tümceler kurup, tümcelerden kendini yeniden yaratmış yaşama ilişkin ilkeler edineceksin.

    suruce, bakışların diliyle anlatacağın yeni öykülerinde canlandırılarak, oyunlara dönüştürülmüş devimleri izlerken kendini yeniden yaratmış yaşama ilişkin kaygıları çoğaltacaksın.

    ama unutma. elde ettiklerini sımsıkı tut.

    ah suruce, kalabalık içinde ne kadar saydamdın. gövdenin belirgin aydınlık yüzünü dönerdin hep bana doğru. özkıyım sonrası göz kapaklarının gülen dudakları andırması gibi tek çizgide anlatırdın geçmişte yaşadıklarını, gelecekte de yaşayacağını. belleğimde sana ait çağrışımlar dönenirken bile sen o yapay belirginliğinle diz çökerdin yaşama, saygılar sunardın. kırmızı elbisenin yere değmiş olmasından çekinmezdin bile.

    ah suruce, bir insan yokluğu nasıl bu kadar varedebilir, kendinden bile kuşkuya kapılmadan? eski raflardan yeni yeni kaygılar türetebilir. suruce gideceğiz, hazırlan, adımlarınla belirlediğin ülkeye. ütopya değil diyeceksin. yalnızca derin bir soluk, ütopya değil haydi sende hazırlan. ütopya değilse derim bende neden bu kadar çokuz, tümevarıyoruz. önce sağaltmayacak mıyız kendimizi? yeni bir renk, yeni bir duruş, yeni bir söylem, yeni bir anlam vermeden mi kendimize; çıkacağız yola? konuştukça duruyoruz. durdukça geriliyoruz, geriledikçe konuşuyoruz diyeceksin belki ama konuştukça üretiyoruz, ürettikçe varediyoruz, varettikçe konuşuyoruz diyeceğim bende.

    karadan söz açmıştın. birbirimizin söylediklerini dinlemeden karadan konuşuyorduk. yeni bir kara parçasından mı konuşuyordun? hayır ben renk olmayan karadan konuşuyordum. böylesine kötü imgeler yüklenmiş, korkutucu, tükaka bir örtü değildi ki kara. daha iyimser bir çağrışımı olmalıydı. üzerine en sevdiğin çiçekleri mi ekecektin? hayır hayır karanın saltık kötünün habercisi olmuş olması bize dayatılan bir ahlaktı. özkıyımlara ayrılacak bir bölüm mü olmalıydı? anlaşamadık mı yoksa kara karadan mı konuşuyorduk.

    kar yağıp, tüm çirkinlikleri örtecekti sonra onlar üzerinde yeşerecekti yaşam. birbirimize alışacaktık. yavaş yavaş donuk mimiklerimize üfleyecektik. önce istemsiz olan devimlerimiz, yerini çalışkan devimlere bırakacaktı. insanları gözlerimizle bedenlerinden sarmalayacaktık. haydi biraz daha yürüyelim deyip, bir yer bulacaktık kendimize. sonra geceler gündüzler geceler mevsimler...

    suruce, kırmızı ayakkabıların eskimiş, bakışlarında eskiyen masalar, küllükler ve avuçiçleri gibi. peki ya hani gelip yitmelerin. sana öngörülmemiş bir sevgi sunamam ama istersen beni de gözlerinin arasına sıkıştırabilirsin. yeter ki gözyaşların dökülürken bile döküldükleri yerdeki kımıldanışı bir yerlerde unutma. ve unutma ki ellerinde büyüyen çiçekler yaprak dökmesin. ağla suruce, ağla ki kar üzerine dökülürken ıslaklığın derin çukurlar açsın. suruce, sessizlik deme bana, sessizliktir kötülüğün adı. benden söz etme de deme. çünkü neden söz etsem yine sana ilişkin birşeyler söylemiş oluyorum. bu duruşu sürdüremem. ya kendimi yada insan oluşumu gömmeliyim kara. kar yağmalı. artık eskimiş kırmızı ayakkabılarının neden kırmızı olduğunu biliyorum. kar üzerinde açtığın derin çukurların içleri de kırmızı çünkü. çıkar ayakkabılarını, korumasız bedenini aldatma, ellerimden tut. kar yağsın.

    ah suruce, birbirimize dokunurken bile çürüyor ellerimiz. önermelerimiz oluyor çokça. avunuyoruz, ısınıyoruz, ikna oluyoruz. ben bildiğim sözcükleri birbiri ardına sıralıyorum. sen tümceler oluşturuyorsun. gitarımı çalarken ellerimi rendeliyorum, yürürken ayaklarım eriyor, sevişirken bedenimi, bakarken yüzümü yitiriyorum. sana verdiğim sözlerin hiçbirini tutmayacağım. ne kadar paylaşsam seni kendim tükeniyorum.

    ah suruce, yolda yürürken başını önüne eğip, doğru yöne yürümüş olmanın umursamazlığına kapılarak o doğru yönün içindeki yanlışları görmezden gelen -yaşıyoruz işte- umarsızlığıyla yapacak birşey olmadığının, olsa bile bunun kendine göre bir şey olmadığının rahatlığıyla yürümeyen kimse var mıdır? var mıdır suruce? bul, onu da alalım yanımıza, bizi yöneltsin.

    hani kar yağacaktı. örtecekti tüm çirkinlikleri, sonra onlar üzerinde yeşerecekti yaşam. birbirimize alışacaktık yavaş yavaş, donuk mimiklerimize üfleyecektik, önce istemsiz olan devimlerimiz yerini çalışkan devimlere bırakacaktı. insanları gözlerimizle bedenlerinden sarmalayacaktık. haydi biraz daha yürüyelim deyip bir yer bulacaktık kendimize, sonra... biraz zaman.

    Ömer Gençer
#03.10.2009 00:06 0 0 0