KAN yaşam veren sıvı

Son güncelleme: 19.04.2006 21:39
  • Kan, vücudu bir ulaşım ağı gibi saran damarlar içinde akar ve insan vücudunun her noktasını ziyaret eden uçsuz bucaksız bir otobana benzer. Bu otobanın bizim yaptıklarımıza benzer yönleri olduğu gibi farklı yönleri de vardır. Bütün taşıma işleri, haberleşme ve işleri vücuttaki dengelerde bu otoban üzerinden sağlanır. Otobanın en çarpıcı özelliği üzerinde oluşan bir hasarı kendi kendine onarabilmesidir.

    Otobandaki en önemli işlerden biri vücudumuzdaki ihtiyaç duyulan maddeleri taşımaktır Otobanda yiyecek, su glikoz, aminoasit, vitaminler, mineraller, ve besinler kargo paketleri ile taşınır. Ulaştırılması gereken en acil paket oksijendir. Çünkü hücreler oksijensiz kalırlarsa kısa bir süre içinde ölürler. Ancak vücutta kurulmuş olan kusursuz sistem sayesinde paketlerin tümü hücrelere tam zamanında taşınır ve hep doğru adreslere teslim edilir.

    Ayrıca kan, hücrelerin atıklarını toplayan bir çöp ünitesi gibidir. Vücutta bulunan hücrelerin gerçekleştirdiği işlemler sonucunda bazı atıklar ortaya çıkar. Karbondioksit ve üre gibi vücut için zararlı olan bu atık maddelerin hücrelerden uzaklaştırılarak vücuttan atılması da kan vasıtasıyla gerçekleşir. Kan atık maddeleri böbreklere taşır ve bu maddeler böbreklerde temizlenir. Hücrelerde üretilen zehirli karbondioksit gazı ise yine kan tarafından akciğerlere taşınır ve burada vücuttan atılır.

    Kan hücrelerinin yaptıklarına tek tek bakınca sanki bir bilinçleri varmış gibi düşünebilirsiniz: Kanda taşınan atık maddeleri ve yararlı maddeleri birbirlerinden ayırt edebilmekte ve hangisinin nereye bırakılacağını çok iyi bilmektedirler. Örneğin hiçbir zaman zehirli gazları böbreklere veya atık maddeleri akciğere taşımazlar. Ya da, besin ihtiyacı olan bir organa atık maddeleri götürmezler. Oysa tüm bu işlemleri hiçbir bilinci olmayan kan hücreleri gerçekleştirir. Kan hücrelerinin, son derece düzenli bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri, onları tasarlayan ve organize eden bir akıl ve bilincin varlığını gösterir. Bu insanın kendisi değildir ve olamaz da. Çünkü insan bu işlemlerin herhangi birinden haberdar olmadan bir ömür sürer. Ancak dolaşım sistemi yine de kusursuzca işlemeye devam eder. Kan hücrelerinin, bu ayrıştırma, seçme ve karar verme yeteneklerini tesadüfen kazanmış olduklarını, bunları kendi iradeleriyle gerçekleştirdiklerini öne sürmek ise en mantıksız ve akıl dışı iddialardan biri olacaktır. Kana tüm bu özellikleri verenin ve kusursuz bir sistem yaratının üstün kudret sahibi olan Allah olduğu apaçık bir gerçektir.

    Buna karşın bugün bazı bilim adamları ve insanlar, tesadüfen meydana gelen milyonlarca olayın, cansız maddeleri canlandırdığını, kusursuzca işleyen, eksiksiz tasarıma sahip yapıları oluşturduğunu iddia edebilmektedirler. Darwinizm olarak adlandırılan bu iddianın ne kadar büyük bir safsata olduğunu görmek için şu örneği okumanız dahi yeterlidir.


    noimage

    Kandaki taşıma işini yapan ve protein olarak adlandırılan maddelerden biri de albümindir. Albümin kolesterol gibi yağları, hormonları, zehirli safra kesesi maddesini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Daha sonra kanla birlikte vücutta gezerek, topladığı zehirleri karaciğerde zararsız hale getirilmek üzere bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür. Şimdi bir düşünün ve kendinize şu soruları sorun:

    Albumin gibi atomlardan oluşmuş, hiçbir bilgisi, şuuru olmayan bir molekül nasıl olur da, yağları, zehirleri, ilaçları, besin maddelerini birbirinden ayırt edebilir?

    -Dahası, nasıl olur da karaciğeri, safrayı, mideyi tanıyıp, taşıdığı maddeleri şaşırmadan, yanılmadan, hiç hata yapmadan her seferinde doğru yere ve ihtiyaç oranında bırakabilir?

    Kanda taşınan zehirli maddeleri, ilaç ve besin maddelerini mikroskopta görseniz -tıp eğitimi almadıysanız- bunları siz bile birbirinden ayıramazsınız. Hangi organa hangisinin ne kadar miktarda bırakılması gerektiğini ise kesinlikle tespit edemezsiniz. İnsanların büyük bir çoğunluğunun, özel bir eğitim almadıkça bilemeyecekleri bu bilgileri, şuursuz birkaç atomun birleşiminden oluşan albumin molekülü bilmekte ve milyonlarca yıldır bütün insanlarda görevini kusursuzca yerine getirmektedir. Kuşkusuz bir "atom topluluğunun" böyle bir şuur gösterebilmesi, Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile gerçekleşmektedir.


    noimage


    Kandaki Alyuvar adlı hücrelerin görevi oksijen taşımaktır. Oksijen alyuvarın yüzeyindeki hemoglobin adlı moleküle tutunarak taşınır. Bunun anlamı şudur: hücrenin yüzeyi ne kadar büyükse o kadar büyük miktarda oksijen taşınır. Ancak alyuvarların kılcal damarlardan da geçebilmesi gereklidir. Bu durumda alyuvarın hem en büyük yüzeyde hem de en küçük hacimde olması şarttır. Aynı anda da bu iki şartı sağlayacak şekil hangisidir?

    Alyuvarlar yassı, yuvarlak ve her iki yandan basık yapıdadırlar. Bu halleriyle yandan iyice bastırılmış kaşar peyniri tekerine benzerler. Bu, mümkün olan en küçük hacimde en büyük yüzeyi içeren şekildir. (Sağdaki şekilde; en sağdaki hücre tipi) Nitekim bir tane alyuvar, bu şekli sayesinde, tam 300 milyon hemoglobin molekülünü taşıyabilir. (1) Bu o kadar ideal bir şekildir ki; Yetişkin bir erkeğin damarlarında yüzen 30 milyar alyuvarın yüzeyini tek bir alan oluşturacak şekilde yayabilseydik bir futbol sahasının yarısını kaplayabilirdik. Alyuvarların şekli böyle olmasaydı ne olurdu?

    Bu durunda alyuvarlar yeteri kadar oksijen taşıyamaz ve oldukça kötü sonlanacak bir rahatsızlığa yakalanabilirdik. Nitekim "Orak hücreli anemi" denilen hastalıkta alyuvarlar uzunca bir orağa benzediklerinden kandan dokulara oksijen geçişi zorlaşır. Bu durumda kanda tutulan oksijen oranı hastanın yaşamını tehdit edecek kadar düşer. (2)

    Alyuvarlar mümkün olan büyük yüzeye mümkün olan en küçük hacimde sahip olmalarına karşın hala bir sorun vardır: Bazen kılcal damarların genişliği kılcal damarların genişliğinin yarısına kadar düşmektedir. Öyleyse alyuvarlar nasıl oluyor da kılcal damarlarda tıkanıp kalmamaktadırlar? Alyuvar hücreleri son derece esnek yapıdadır. Sıkışıp küçülerek en dar kılcal damarlardan bile rahatlıkla geçerler. Eğer alyuvarlar böylesine büyük bir esneme özelliğinde yaratılmamış olsalardı ne olurdu? Bu sorunun cevabını şeker hastalığını araştıranlar bilir. Şeker hastalarının kan hücreleri genellikle esnekliklerini yitirir. Bu nedenle, hastaların gözlerindeki hassas dokular esnek olmayan kan hücreleri tarafından tıkanır. Bu tıkanma ise körlüğe yol açabilir.

    Hatırlarsanız, biraz önce oksijenin alyuvarların üzerindeki hemoglobin adlı özel bir moleküle tutunarak taşındıklarından bahsetmiştik. İsterseniz biraz da bu molekülden bahsedelim: Vücuttaki taşıma işlemi için hücrenin şeklinin yassı olması ya da yeteri kadar esnek olması tek başına yeterli değildir. Bir alyuvar oksijeni taşısa da bunu hücrelerin kullanabileceği şekilde sunamazsa görevini yerine getirememiş olur. Çünkü vücut hücrelerinin, oksijeni kendilerine bağlayacak özel moleküllere ihtiyacı vardır. Bu molekül oksijenle üç boyutlu bir yapıda en ideal şekilde birleşmeli ve oksijeni güvenle taşımalıdır. Ancak oksijene çok da sıkı bağlanmamalı, oksijen verilecek hücreye geldiğinde, oksijenden kolayca ayrılabilmelidir. Kısacası oksijenin taşınması ve gereken yerlerde kullanılabilmesi için kendine has bir tasarıma sahip çok özel bir moleküle ihtiyaç vardır. İşte bu molekül alyuvarlara -dolayısıyla kana- kırmızı rengini veren hemoglobin molekülüdür. Hemoglobin birbirinden farklı iki işlev yapabilmesi nedeniyle bilim adamları tarafından "olağanüstü bir molekül" olarak nitelendirilmektedir.

    Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksiti bırakır ve oradan kaslara geçer. Bu sırada kaslar da besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Hemoglobin molekülü kaslara ulaştığında öncekinin tam tersi bir işlev görerek oksijeni bırakıp karbondioksiti alır. Bu büyük bir şuur gerektiren son derece disiplinli bir hareket şeklidir. Bilim adamları, 1996 yılında, alyuvarların yapısındaki hemoglobin moleküllerinin oksijeni taşımaktan başka, yaşamsal önem taşıyan bir diğer molekülü daha taşıdıklarını keşfettiler. Bu molekül, azot monoksittir (NO). Hemoglobinin azot monoksit gazını taşımasının çok önemli bir nedeni vardır. Hemoglobin, azot monoksit gazının yardımıyla dokuya ne kadar oksijen verileceğini denetler. Dolayısıyla, bu gazın hemoglobin tarafından taşınması insan hayatı ve sağlığı açısından son derece önemlidir.

    Hemoglobinin kusursuz molekül yapısı ve işlevleri bilim adamlarının da dikkatini çekmiştir. Nitekim evrimci bilim adamlarından Gordon Rattray bir kitabında, hemoglobin hakkında şunları yazmıştır:

    "Kanın oluşumu, tek başına bir destan gibidir. Çoğunun yeterince anlaşılmadığı en az 80 unsurdan oluşur. En büyük öneme sahip olan bileşen ise hemoglobindir. Hemoglobin akciğerdeki oksijeni alırken, karbondioksiti bırakır ve oradan kaslara geçer. Orada ise tam tersi işlevi yapar, oksijeni bırakıp, karbondioksiti alır. Kaslar besinleri yakıp karbondioksit oluşturur. Bir arabanın akaryakıt yakıp karbonmonoksit üretmesi gibi. Bu madde gerçekten olağanüstü bir moleküldür ki, bir anda oksijene karşı birleşme eğilimi gösterirken, birkaç saniye sonra bu eğilimini kaybeder. Bir anda tercihi karbondioksite bağlı olarak değişir. Bu da onu daha da dikkate değer yapar. Yaptığı işe uyum gösteren daha iyi bir örnek yoktur." (3)

    Hemoglobin molekülü adeta şuur sahibi bir varlık gibi gerektiği yerde ve zamanda gereken seçimi yapabilmektedir. Yalnızca oksijeni taşımakla kalmayıp, hemoglobin, oksijene acil gereksinimi olan bir kasın yanından geçerken bu oksijeni bırakması gerektiğini hemen anlamakta, bu sırada açığa çıkan karbondioksiti alması ve nereye bırakması gerektiğini de bilerek hareket etmekte ve yeni yüküyle birlikte akciğerlere doğru yola çıkmaktadır. Hemoglobin molekülü hiçbir zaman oksijen ile karbondioksiti birbirine karıştırmamaktadır ve daima doğru adrese gitmektedir. Bir molekülün düşünme, karar verme, seçme ve tercih yapma gibi özellikler gerektiren bu gibi davranışlarda bulunması elbette ki düşündürücüdür.

    Bir alyuvar hücresinde yaklaşık 300 milyon tane hemoglobin molekülü bulunur. Bu moleküllerin tümü bu işlemleri hiçbir karışıklık çıkmadan yapabilecek özelliklere sahiptir. İnsan vücudunda bulunan bütün hemoglobin moleküllerinin sayısı ve bu moleküllerin hepsinin istisnasız aynı yeteneklere sahip oldukları düşünüldüğünde konunun önemi daha net anlaşılmaktadır. Böyle bir seçiciliğin tesadüfen ortaya çıkamayacağı, tesadüflerin insan vücudundaki milyarlarca hemoglobine bu özellikleri kazandıramayacağı akıl sahibi her insan için çok açık bir gerçektir. Hemoglobin molekülünü yaratan ve her insanın vücuduna tüm özellikleriyle birlikte yerleştiren Allah'tır.

    "Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz?" (Nahl Suresi, 17)

    Alyuvarlarla ilgili akılda tutulması gereken önemli bir özellik daha vardır: Olağan koşullarda vücutta saniyede yaklaşık 2.5 milyon alyuvar üretilir. Bu hücrelerinde bizim gibi bir ömürleri vardır. Ancak bu hücreler ömürlerini doldurup yaşlandıklarında vücudumuzu korumakla görevli olan hücrelerce öldürülerek yok edilirler. Bizler birbirimizin nüfus kağıtlarındaki doğum tarihlerini görmesek de ne kadar yaşlı olduğunu biliriz. Ama bir hücre karşısındaki hücrenin ne kadar yaşlı olduğunu nereden bilebilmektedir?

    Bir düşünün. İnsan bedeninde yaklaşık olarak 25 trilyon alyuvar hücresi vardır ve sağlıklı bir yaşam bir sürebilmemiz bu sayının sabit tutulması şarttır. Oysa olağan koşullarda vücutta her saniye yaklaşık 2,5 milyon alyuvar üretilir. Bu şu anlama gelmektedir. Her saniye ömrünü tamamlayan 2,5 milyon alyuvarın doğru olarak tespit edilip yok edilmesi şarttır. Mesela sistemde bir hata olduğunu ve yok edilmeleri gerektiği halde bazı alyuvarların kandaki varlıklarını sürdürdüklerini düşünün. Ne olurdu? Kandaki alyuvar sayısının artması ile birlikte kanın akıcılığı azalacak ve bu da damarlarda tıkanmaya neden olarak ve kalbin çalışmasını oldukça zorlaştıracaktı. Normal koşullarda böyle bir problemle karşılaşmayız çünkü her seferinde yeteri miktarda alyuvar yok edilir ve kana tam da yok edilenlerin sayısı kadar yeni alyuvarlar üretilir.

    Kan vücudun haberleşme yollarından birini de oluşturur. İnsan vücudundaki hücreler arasında çok üstün bir haberleşme sistemi vardır. Hücreler birbirleri ile -adeta her biri şuurlu birer insanmışçasına- bilgi alışverişinde bulunurlar. Hormonlar, organlar ve hücreler arasında kimyasal mesajlar taşıyarak haberleşmeyi sağlar.

    Damarlarımızda dolaşan kanın temel özelliklerinden biri de kusursuz bir dengeleyici olmasıdır. Kanla dolu damarlar, tıpkı bir binanın sıcak su taşıyan kalorifer boruları gibi ısıyı bütün vücuda yayarlar. Ancak ısının kaynağı kalorifer örneğinde olduğu gibi tek bir kalorifer kazanı değil, vücuttaki bütün hücrelerdir. Kan sayesinde hücrelerin ürettikleri ısı bedene eşit olarak dağıtılır. Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı oldukça büyük sıkıntılar yaşardık. Kas gücüyle yaptığımız bir iş sonucunda, örneğin koştuğumuzda bacaklarımız ya da bir yük kaldırdığımızda kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı. Bu dengesiz yapı, metabolizmamıza büyük zarar verirdi. İşte bu nedenle ısının bedene eşit olarak dağıtılması son derece önemlidir. Aynı şekilde bedenimizde fazla yükselen ısının düşürülmesi için de terleme mekanizması ile birlikte kan devreye girer


    noimage

    Deri altındaki kan damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı havaya bırakması kolaylaştırılmış olur. Bu nedenle yüksek tempolu fiziksel işler yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda yüzümüz kızarır. Kan, vücut ısımızın korunmasında da büyük rol oynar. Üşüdüğümüzde ten rengimiz beyazlaşır. Çünkü derimizin altındaki kan damarları havanın soğukluğuna göre daralır. Bedenimizde havaya yakın bölgelerdeki kan bu şekilde azaltılmış olur ve vücuttaki soğuma minimuma indirilir.

    Sırtımızda metrelerce yüksekliğinde bir hava tabakası taşımamıza rağmen havayı oluşturan gazların varlığını hiç hissetmeyiz bile. Oysa böyle bir ağırlık altında ezilip ölmemiz işten bile değildir. Ancak böyle olmaz. Çünkü kanımız vücudumuzun içinde, üzerimizdeki bu etkiyi yok edecek bir iç basınç oluşturur. Peki kan nasıl olur da vücudumuzun üzerindeki dış basıncı dengeleyecek kadar bir iç basınç oluşturur?

    Hatırlarsanız daha önce alyuvarların oksijen taşımak için hemoglobin adlı bir molekül kullandığından bahsetmiştik. Hemoglobin molekülleri oksijenin yanı sıra azot monoksit (NO) gazını da taşır. Eğer bu gaz kanda taşınmasıydı, kan basıncı sürekli değişim gösterecekti. Hemoglobin ayrıca azot monoksit yardımıyla bir dokuya ne kadar oksijen verileceğini de denetlemektedir. Eğer taşınan NO gazı gerekli miktardan fazla taşınsaydı iç basınç dış basınçtan daha fazla olsaydı içine devamlı hava basılan bir kutunun patlaması gibi patlardık. Eğer daha az olsaydı bu seferde dış basıncın etkisiyle ezilir ve ölürdük. Şüphesiz bir atom yığını olan hemoglobin bu hassas dengeyi kendi başına sağlayamaz.
#16.04.2006 17:45 0 0 0
  • faydalı bilgilerin için sağol
#16.04.2006 19:08 0 0 0
  • Darwinizm olarak adlandırılan bu iddianın ne kadar büyük bir safsata olduğunu görmek için şu örneği okumanız dahi yeterlidir.

    Sayın @CADIKIZ
    Yazıdaki amaç kan hakkında bilgivermek mi yoksa Darwinin evrim teorisi ni safsata olarak adlandırmak mı?
    TEORİ NEDİR: Yanlışlığı kanıtlanamamış kurama teori denir
    örneğin Newton'un meşhur yerçekimi kanunu (Bu aslında bir teoridir.) Yanlışlığı kanıtlanana kadar doğru olduğu kabul edilecektir.
    Darwinin Evrim teoriside ortaya atılmış bir teoridir. Ama doğrudur ama yanlıştır. Yanlış olduğu kanıtlanır. Bilimdeki yanlış olan yüzlerce teori gibi yıkılır gider. Bilimde gaflar kitabına konu olur.
    Fakat doğruluğu veya yanlışlığı tam olarak kanıtlanamamış bır konudan safsata olarak söz etmek bilimsel bir yaklaşım değildir
#19.04.2006 21:39 0 0 0