Çocuklar için dini hikayeler

Son güncelleme: 18.11.2008 21:14
  • Efsunlu Rüya
    Meryem Aybike SİNAN

    " Günah sularının arkından çıkmalısın artık. Dün kaç günah işledin farkettin mi? Öğretmenine, annene ve üç arkadaşına olmadık yalanlar söyledin. Hele annene söylediğin yalan kul hakkına girer. Hadi silkin, vazgeç bu kötü illetten. Sen iyi bir çocuksun aslında. Annen baban sana doğruları anlattıkça sen kulaklarını tıkıyorsun. Onları üzüyorsun. Hadi kalk. Birazdan sabah ezanı okunacak. Namaz kılmaya başla. Artık on dört yaşındasın. Vakit sandığın kadar uzun olmayabilir."
    Ürpererek uyandı. Bu sözler...Ne anlama geliyordu? Niçin tam da sabah ezanı okunurken böyle bir rüya ile uyanıyordu? Ter içindeydi. Yorganı sıkı sıkı üzerine çekti ve kulak verdi ezan sesine. Ne güzel bir ahenkti bu ? Yıllardır böyle bir içtenlikle sabah ezanlarını ne dinlemiş ne de bu ahenge böylesine dikkat etmişti. Öyleyse bunun bir anlamı olmalıydı. İçindeki ses" Yok canım altı üstü bir rüya işte, hadi uyu, birazdan uyanacak, yine okul yoluna düşeceksin," diyordu. Daha bir çok şey söylüyordu... Göz kapakları ağırlaştı mahmurlaştı ve tekrar derin bir uykuya daldı.
    Birkaç saat sonra okulda arkadaşlarının arasındaydı. Koşuşturuyordu. Ancak içinde garip bir huzursuzluk vardı. Ödevini yapmadığı zamanlardaki gibi içine çöken bir iç sıkıntısıydı bu. Dalgındı ve yorgundu. Yine içindeki ses " mevsim bahar, içindeki bu huzursuzluk da üzerindeki bu rehavet de bahardan kaynaklanıyor" diyordu. Ruhunu yağmalayan bu çelişkiye bir anlam veremiyordu.
    Elini cep telefonuna attı. Radyo dinlemek istiyordu. Bir iki kez kurcaladıktan sonra bir ilahinin ezgisi çeldi duygularını:
    " İlim ilim bilmektir
    İlim kendin bilmektir
    Sen kendini bilmezsin
    Bu nice okumaktır."
    Kendini bilmek. Kendini tanımak. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Latif Bey, her konuşmasında asıl önemli olanın; bir insanın kendine uzaktan bakmayı alışkanlık haline getirmesidir. O zaman kendisini daha iyi tanır, diyordu.
    İlahinin sözleri, içindeki var olan tüm sıkıntıyı su yüzüne çıkarmıştı büsbütün. Çocukluğundan beri ruhunun tenha bir yerinde var olduğunu bildiği ancak gidermek için çaba sarf etmediği bir başka duyguydu bu. Tam olarak buna ne denir bilmiyordu. Okul yılları su misali akıp gidiyordu. Yüreğine gün be gün çöken bu iç sıkıntısının bir sebebi olmalıydı. Derin bir kuyuyu andıran derin bir boşlukta ruhunun yarısını kaybetmiş gibi bedbindi. Öyleyse bu unuttuğu, ancak bir şekilde hatırladığı bu yoksulluk, bu eksiklik neydi?..Hiçbir yerde gönlünü edemediği, ruhunu huzura erdirecek bu vuslat neydi?
    Kendisini huzura erdirecek o vuslat ne zaman gerçekleşecekti?
    Ruhundaki bu ani değişiklik neyin yokluğuydu?
    Sorular, sorular...
    Heyecanlandı. Oturduğu tahta sıraya adeta saklanarak oturdu. Az sonra Türkçe dersi vardı. Kapıda Neslihan öğretmen göründü. Bu dersi bu öğretmen sayesinde seviyordu. Ancak bugün ders dinleyemeyecek kadar yorgundu zihni. Bu bitkin hali Neslihan öğretmenin gözünden kaçmamıştı. Gülümseyerek:
    -Alperen, neyin var yavrum, bitkin gözüküyorsun? diye sordu.
    -Biraz rahatsızım, dedi sessizce.
    Öğretmeni birçok şey söyledi. Dalıp gitmişti.
    Binlerce cevapsız soru üşüştü kafasına. Soruların ağırlığı altında yorgun düşen kafasını defter, kitap dolu sıraya koydu. İçi geçiyordu. Bir sahrada yol alıyor gibiydi. Birden aynı sesi duydu;
    " Bak hala yalan söylüyorsun. Üstelik en sevdiğim öğretmenim, dediğin birine. Senin iyiliğini düşünen insanlara haksızlık yapıyorsun. Daha dürüst olabilirdin. İçinde bulunduğun bu ruh halini ona anlatabilirdin. Hem sana yardım eden biri bulunurdu. Hem de vicdanın seni rahatsız etmezdi. Sen kötü bir çocuk değilsin. Kendine gel. Vakit daralıyor."
    Telaşla uyandı. Zil çalıyordu. Hayat akıyordu. Herkes nasibine düşeni alıyor, yaşıyor ve gidiyordu. Kendisi de nasibine sunulan hayatın içindeydi. İyisiyle kötüsüyle onun gereklerini yerine getiriyordu. Ancak taşlar yerli yerinde değildi. Bedeni alabildiğine yorgundu. Neslihan öğretmen yanına gelmişti. Endişeli gözlerle kendisini süzdükten sonra:
    -İdareye in, izin alıp eve git. Sen gerçekten iyi değilsin.
    Kendini sokağa attı. Geniş caddenin her iki yanını selamlayan iri çınarlara baktı. Azametleri karşısında içi ürperdi. Yüce Yaradanın sırrını her yapraklarında ifşa eden bir ruh haleti içindeydiler adeta.
    Kendini eve zor attı. Üşüyordu. Endişeli gözlerle kendini süzen annesine " Başım ağrıyor" deyip yatağa girdi. Üzerini sıkıca örttü. Göz kapakları ağırlaşıyordu. Göz bebekleri solmaya yüz tutan güne açılıyordu. O ses:
    -"İşte anneni de kandırdın. Yine yapmaman gereken bir şey yaptın. Yalancı insanı Yaradan sevmez. Bu yalancılık başına çok kötü şeyler açacak. Ağu kadar acı olsa da hakikat bal kadar tatlıdır. Bundan emin olasın."
    Ter içinde uyandı. Artık emindi. Kendisine bir şeyler sezdiriliyordu. Aslında iyi bir genç sayılırdı. Kul hakkına dokunmaz, yoksulun düşkünün yardımına üşenmeden koşardı. İbadet etmeye üşenirdi işte. Bir de çok yalan söylüyordu. İçindeki kuş yine gevezelik etmeye başlamıştı."Aman bu rüyalara fazla takıyorsun. Üzerinde durmasan tekrar tekrar rüyana girmezler. Uykunu boşuna bozuyorsun. Hadi uyu. Bak dinlenmen lazım ."
    Doğru.Uyuması lazımdı.
    Uykuya dalması zor olmadı. Gaflet uykusu ağırdı. İnsanoğlu kolay uyanamazdı bu uykudan. Aradan bir iki saat geçti. Kımıldamadan uyudu. Kenarları mavi çiçekli dar bir yoldan yürüyordu. Karşıdan beyaz feracesiyle gelen kadın annesi olmalıydı. Kendisine yaklaştıkça yüzünün solgunluğunu farketti önce. Kendisine uzun uzun baktı. Sonra ağlayarak:
    - Canım yavrum, artık büyüdün. Kendine çeki düzen vermezsen, hakikatten, doğruluktan bir koparsan bir daha toparlayamazsın. Yalan dünya boşa dememişler. Bu hayalhanesinde birer yolcuyuz. Kervanımız yola dizilmiş gidiyor. Elimiz boş, ruhumuz sarhoş mu varacağız huzura. Ne olur yavrum, kendine gel .Topla kendini.
    Bütün gücünü topladı. Yatağından doğruldu. Bedenini üzerine yeni giyinmişcesine rahatlamıştı. Anacığını çok seviyordu. Ona yalan söylediği için kahrediyordu. Rüyada da olsa onu görmek bir ferahlık vermişti yüreğine. Akşam namazı eda ediliyordu.Şöyle bir duraksadı. Biraz hazırlanmalıydı. Uzun zamandır namaz kılmamıştı. Altı yaşlarındayken yaz tatilinde gittiği Kur'an Kursunda öğrendiği ne kadar dua varsa yarım yamalak kalmıştı aklında. Yıllar her şeyin üzerine kara bir perde çekmiş gibiydi.
    Kalktı. Harıl harıl evde namaz duaları kitabı aramaya koyuldu. Heyhat evde yığınla kitap duruyordu lakin böyle bir kitap yoktu aralarında. Annesine sormak istedi. Utandı. Duysa çok üzülecekti. Derin bir iç geçirdi. Zavallı anacığım, dedi içinden. Hayatımdan meğerse neleri çıkarıp atmışım ben. Beni bağışla anneciğim, beni affet...
    Şimdi ne yapmalıydı? Yatsı namazını ertelemeyecekti. Dua bilmese de ellerini açıp Allah'a yalvaracaktı. Tövbeler edecekti. Birden oda kapısı açıldı. Annesi gülümsüyordu. Elindeki Dua kitabını uzatarak :
    -Bunu mu arıyordun? dedi.
    Alperen, sustu. Dili tutulmuş gibiydi. Annesinden böyle bir kitap istediğini hatırlamıyordu. Çok şaşkındı. Kitabı annesinin elinden aldı ve sessizce:
    -Bu efsunlu bir rüya, diye mırıldandı.
#15.07.2008 14:16 0 0 0




  • Hz. Musa Aleyhisselâm zamanında evliyaullahtan ve meşâyihi kiramdan ve büyük ulemadan Belam Bin Bâûr isminde bir kimse vardı ki, duası kabul olunur, mürşid-i kâmil, fazilet ve marifet sahibi bir zat idi. Tam 400 yıl gece-gündüz Cenabı Hak'ka ibadet etmişti. Hatta zaman olurmuş ki bir secdede dört gün dört gece durur, tesbih ve tahmid okurmuş. Hak Celle ve Âlâ Hazretlerinin vahdaniyyetine dâir 700 tane kitab te'lif ve tasnif etmiş. Ve mihrablarında oturup daima insanları irşad ile meşgul olurmuş. Bazan da 700 müridi ile birlikte havada uçarlarmış.

    İşte bu vasıflarda bir kimseyi, Cenabı Hak ibadetinden reddedip, güneşe tapan kâfirlere ilhak eylemiş. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki «Femeselühû Kemeselil-Kelbi» âyet-i celîlesi bunun hakkında olduğu tefsirlerde yazılıdır.

    Bu kıssanın tafsili ise şöyledir:

    Hz. Musa Aleyhisselâm, Şam tarafında bulunan kavm-i cebbarin ile harbetmek üzere, Cenabı Hak tarafından memur edilir. Benî İsrail ile beraber Tur dağından hareket ederler. Benî İsrail 12 kabile olup her kabilede 50 şer bin kişi bulunmakla 600 bin kişi idiler. Hz. Musa Aleyhisselâmm böylece Şam havalisine hareketini, kavm-i cebbarin haber alır ve hemen şeyh Belam'a müracât ederler. Zira ekserisi Belam'ın müridleri ve halifesi idiler.

    Hz. Musa Aleyhisselâmm Şam tarafına gelmesine hased ederler. İblis aleyhillâne de Belam'a:

    - Eğer Musa bu tarafa gelirse, o peygamberdir bütün insanlar O'nun yanına giderler, sizin ise evvelki rağbetiniz kalmaz diye, bir takım iğva verir. Aralarında Şeyhe çok muhabbetli olanlardan bir kaç tanesi, sûret-i Hak'tan gözükerek:

    - Şeyhimiz, efendimiz, Hz. Musa bu tarafa geliyormuş. Pek âla, ve lâkin onlar tamamen askerdirler. Bizim ise memleketimiz onları idareye tahammül edemez. Azizlerimiz zelîl ve memleketimizde kıtlık vaki olur. Lütfen siz, gelmemesi için dua edin, diye çok ricada bulunurlar.

    Fakat şeyh buna asla rıza göstermez ve O peygamberdir. Onların, seyir ve hareketi vahy-i ilâhî iledir. Bu hususta, onların gelmemesine dua etmek, azgınlık ve âsi olmaktır. O ise büyük bir peygamberdir. Hepimizin peygamberi ve şeriatı ile de âmil olduğumuz halde, aleyhine ve takdir-i Hak'ka muhalif dua etmek kötü bir netice meydana getirir. O'nun gelişinde bereket vardır. Sayesinde bizler de rahatlarız diye, bir hayli nasihatlar ederek hepsini, men ve def eder. Onlar şeyhi ikna etmeye bir türlü çare bulamayınca başka yollar aramaya başlarlar.

    Şeyhin gayet güzel, o civarda hiç emsali olmayan bir ailesi vardır. O'na hediye tarzında bir kısım kıymetli ve nadide şeyler ile kumaşlar getirip:

    - Ey bizim muhterememiz, vilayetimizde Hz. Şeyhten ulu kimse ve senden iyi bir hatun daha yoktur. Hz. Musa, bu diyara doğru gelmektedir. O peygamberdir, geldiği zaman bütün insanlar O'na giderler. Hz. Şeyhin izzet ve hürmeti ve sizin de rağbetiniz kalmaz. Şeyh Hazretlerine ifade ettik razı olmadılar. Lütfen şeyhin izzeti ve sizin hürmetiniz için, Hz. Musa'nın gelmemesi için Şeyhe dua ettirin. Duaları müstecab olduğu şüphesizdir. Eğer dua ettirir iseniz, nihayetsiz mal toplayıp, zat-ı muhteremelerine takdim için gayret gösteririz derler. Ve kadını razı ederler, İblis aleyhillâne de iğvası ile ikna ettirmeye söz vererek, gece - gündüz şeyhe sûret-i Hak'tan bazan lütuf ve bazan da ağlamak ile, her nasılsa iğfal eder ve Hz. Musa Aleyhisselâmın Tur dağından hareketini haber alan Şeyh Beham, artık kâmil oldum zanneder. Kalbi marifet-i ilâhî'den ve esrar-ı vahdaniyetten habersiz olarak, ettiği ibadetlerde iblis gibi istidrac ettiğini idrak edemeyip ucub ve kibir sahrasında nefsu hevasına uyar. Bunlardan başka aklı noksan olan kadınına da tam muhabbet besleyip O'nun rızasını Hak'kın rızasına tercih eder ve benim duam dergâh-ı izzette kabul olunur diyerek dua edeceğine söz verir.

    Şiir:

    Kadına meyi edip sevmek, hakikatte hamakattır.
    Ki onlara gönül vermek, şeriatta sefahettir.

    İblis, Şeyhin Hak'kı gören gözü önünü kadın vasıtası ile örttü. Ve Şeyh gayret-i cahiliyye kuşağını beline kuşanıp, nefsi emmaresi ile mücadeleleri de bırakarak, Salihiyye dağında dua etmek üzere yola çıktı. Giderken:

    - Ey Şeyh, nereye gidiyorsun, geri dön. O, Hak'kın emri ile gelen Kelîmullah'tır. Gerçi duan dergâh-ı izzette makbuldür ve lâkin sonu hayır değildir. İblis gibi nedamet çekersin, diye gizliden ses gelir.

    Şeyh bir miktar durur. Fakat gayret-i cahiliyyesi ile" ve vefasız kadınının muhabbetini, iblis kalbine ilka etmekle, bu nida-yi Hakîkate uyanamayıp yola devam eder. Bir müddet gittikten sonra havada uçan kuşlar açık bir lisan ile:

    - Ya Şeyh, nereye gidiyorsun, geri dön. Hepimiz, Ulûlazîm Rasûlü Âzam olan Hz. Musa'nın gelmesine ve bu diyarı şereflendireceğine seviniyoruz. Allahu Teâlâ Hazretlerinden kork. Son pişmanlık faide vermez, dedikleri zaman şeyh bir miktar daha durur ve şöyle düşünür:

    - Ben iblisin ve kadının yanına ne yüzle giderim. Bir kısım kuşların sözleriyle mi döneyim. Sonra tevbe ve istiğfar ederim, nasıl olsa dergâh-i Hak'da kabul olunur.

    Böylece yine yoluna devam ederken, ağaçlar açık bir lisan ile:

    - Ya Şeyh, nereye gidiyorsun, Allahu Teâlâ Hazretlerinin rızasına muhalif harekette bulunma. Sonra pişman olursun. İblis ne derece yakın iken nasıl reddedildi ve melun oldu. Sonunda harab olursun, geri dön. O gelen Hz. Musa'dır. Bizler O'nun cemâline âşığız. Rızâya aykırı dua etmek senin fazlına ve takvana yakışmaz, derler

    Fakat iblis aleyhillâne her taraftan O'nu sarmıştır. Bunlardan hiç birisi kulağına girmez ve merkebini dövüp yoluna devem etmek isteyince bu defa de merkebi asla yerinden hareket etmeyip, açık bir lisan ile:

    - Ey âsi ve azgın insan, Cenabı Hak'kın emri ile gelen Kelîmullah'tır. Bütün mahlukat O'nun gelişine sevinirken sen, gelmemesi için dua etmeye gidiyorsun. Akibetinin iblis gibi olacağı açıktır. Beni de âsi etme. Öldürsen bir adım bile ileriye gitmem, der.

    Bunun üzerine, gözleri örtülen o şeyh inad eder ve merkebinden iner, yürüyerek dua mahalline gider ve duasını yapar. Cenabı Hak hikmeti üzere duayı kabul buyurur. Şeyh de dönüp aklı kısa kadınına ve müridlerine bunu haber verir. Hep birlikte sevinirler.

    Gelelim Hz. Musa Aleyhisselâma.

    O Sultan-ı Azîm de kavmi ile beraber Tur dağından kalkıp Konkoçe sahrasına gelmişlerdi. Şeyh-i habisin duası da tam o zaman kabul olunmuştu.

    Hz. Musa Aleyhisselâm ertesi gün kavmi ile beraber hareket ederler ve akşama kadar yol giderler. O gece istirahat etmek için konaklayıp, sabah kalktıklarında, kendilerini tekrar hareket ettikleri yerde bulurlar. Sahih rivayete göre bu hal tam 40 gün devam eder.

    Nihayet Hz. Musa Aleyhisselâm Cenabı Hak'ka teveccüh edip «Ey bütün sırları ve gizlilikleri bilen Rabbim! Emrine uyarak gaza etmek için bu sahraya kadar geldik. Bu kadar zamandır ilerlemek için gayret ediyoruz, fakat bir türlü olduğumuz yerden ileriye gidemiyoruz. Bunun hikmeti nedir? diye münacatta bulunur. Allahu Teâlâ Hazretleri de:

    - Ya Musa! Kavm-i Cebbarın büyüklerinden duası dergâhımda kabul olunan Belam, senin o diyara gitmemen için dua etti. İşte bundan dolayı siz o sahradan ileriye gidemiyorsunuz, buyurdu. Hz. Musa Aleyhisselâm:

    - Ya Rabbî! O Belam'ın çok sevdiği ne ise, senin emrine muhalefette bulunduğu için, onu al, diye tazarrûda bulunur.

    Böylece, biçare Belam'ın duası kendi aleyhine döndü ve Cenabı Hak O'nun en sevdiği şeyi olan imanını aldı ve son nefesinde imansız olarak gitti.

    Rivayet edilir ki, Belam'ın cennetteki makamı, Eshâb-ı Kehfin köpeği olan Kıtmir'e verilmiştir.
#15.07.2008 14:17 0 0 0
  • Fatma UÇARLAR


    Adeta bir çıkın gibi büzülmüş, üstünde battaniye olduğu halde titriyordu. Yaz mevsimin o sıcak sabahı böyle titremesi elbette soğuktan veya hastalıktan değildi. Sinirleri boşalmış kendi kendine "umarım hata yapmamışımdır, umarım oğulcuğum biran önce gelir, ne olur Allah'ım üzüleceğim bir sonuç olmaz, yoksa dayanamam " diye dua ediyor ve gel gitler içindeki ruh hali ile kah ayak sesi duymuş gibi dikkat kesilip, kapıya koşuyor, kah camdan dışarıya bakıyor sonra yine büyük bir ruh sıkıntısı ile büzütmüş bir şekilde divana yatıyordu..
    Bir gün öncesiydi. Küçük çocuğu eve gelince ağabeyinin nerede olduğunu sorduğunda çocuğu;
    - "Top oynadık ağabeyim topu kömürlüğe bıraktıktan sonra gelecek" dedi. Anne bu sözden tedirgin olmuştu. Ne topu? Top neden eve getirilmiyor da kömürlüğe bırakılıyordu? Geldiğinde oğluna sordu; oğlu biraz çekingen ve tedirgin, topu okulda bulduğunu, kızacağını bildiğinden de kömürlüğe koyduğunu, zaman zaman kardeşiyle o topu oynadıklarını söyledi. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Başkasına ait ve kimin olduğu belli olmayan bir eşya nasıl eve getirilirdi? O'na, hiç kimsenin özel eşyasının izinsiz alınamayacağı, insanın kendi olanaklarıyla yetinmesini bilmesi ve mutluluğu kendi içinde bulması gerektiği öğretilmişti. Her istediği olacak diye bir lüksü de olamazdı. Hangi koşullarda olursa olsun zayıflık göstermemeliydi. Bir şeyi elde etmek için sabretmeli, çaba sarf etmeliydi. O yüzden aynı ilkeler ile yetiştirmeye çalıştı çocuklarını. Biliyordu ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamıyordu ama olsun, bir çoklarından daha iyi durumdalardı. Onlara da dışarıdan bakıp imrenenler vardı mutlaka. Çok da zor bir yaşamları yoktu. Çocuklarına harçlık veremiyordu belki ama giyimlerini, yemeklerini, okul ihtiyaçlarını elinden geldiğince eksiksiz olarak yapmaya çalışıyordu
    Topu görmek istediğini söyledi. Biraz sonra oğlu getirdiği topu, annesine uzattı. Top naylon bir toptu, pahalı bir şey de değildi, madem ihtiyaçları vardı neden kendisinden istenmiyordu? O çocuklarını böyle mi terbiye etmişti? Erişilemez dertlerini paylaşamayacakları bir anne olarak mı görüyordu çocukları kendisini de ihtiyaçları olan bir topu annelerinden istemiyorlardı? Çok sinirlendi ve topu bıçakla keserek çöpe attı. Çocukları böyle bir zafiyeti nasıl gösterebilirdi? Bu hatayı telafi ettirmeliydi. Oğluna sert bir ses tonu ile;
    -"Bir daha eve kendinize ait olmayan hiçbir şey girmeyecek. Çalışacak ve bu topu kendi imkanların ile alıp okuldan aldığın yere bırakacaksın. Bunun için yarın cumartesi, simit satıp bu parayı kazanacaksın" dedi. Akşam yemekleri, ve akşamdan sonraki saatlerde de evde suskun ve soğuk saatler yaşandı.

    Sabah gün ağarınca oğlunu uyandırıp eline fırın tepsisini verirken, simit alması için çocuğuna verebileceği parası da olmadığından saatini simitlere karşılık olarak simitçi fırınına bırakmasını ve simitleri sattıktan sonra da simit parasını ödeyip saatini geri almasını söyledi.
    Ömer, anneye karşı gelen kaba bir çocuk değildi. Hiç bir şey demeden tepsi elinde evden ayrıldı. Anne pencereden oğlunun gidişini takip etti. Henüz on iki yaşındaydı. Kibar, pırıl pırıl bir çocuktu. Daha önce hiçbir yerde çalışmamıştı. Oğlunun elinde simit tepsisi ile "simit, simitçi.. Sıcak simitlerim var" diye bağırabileceğini hiç sanmıyor ve aklı da almıyordu. Dışarıda gördüğü simitçi çocukların içinde mutlaka çok garip ve farklı kalacaktı. Acaba diğer simitçiler "sen de nereden çıktın? Bu mekan bizim, git buradan" deyip oğulcuğunu hırpalarlar mıydı? O dövüşmeyi de bilmezdi, Verdiği ceza ağır mıydı? Hep bunları düşünüyor kulağında oğulcuğunun o narin "simit, simitçi, sıcak simitlerim var" diyen sesini duyar gibi oluyor, bu onu iyice tedirgin ediyordu..
    Saat epeyce ilerlemiş ama Ömer hala eve gelmemiştir. Bu kez içini bir korku aldı. Ya çocuğu gelmezse, ne yapardı? O oğlunun iyiliği için bunu yapmıştı. Bu arada küçük kızı da uyanmış sarı saçları ve pijaması ile kapıya yaslanmış bir vaziyette ağabeyinin nerede olduğunu soran gözlerle annesine bakıyordu.
    Nerede hata yapmıştı? Verdiği ceza ağır mıydı acaba? Ama çocuğu da böyle davranmamalı, kendisine ait olmayan bir eşyaya el uzatmamalıydı. Zaman geçmek bilmiyordu. Ya çocuğu eve dönmezse, ne yapardı? Kendisine çok mu kızmıştı? O'nu anlayabiliyor muydu? Veya o çocuğunu anlayabiliyor muydu? Zaman da geçmek bilmiyordu. Elinden ayağından can kesilmişti, adeta sekaret gibi bitkin bir haldeydi. Zil çalsa, anneciğim geldim dese sım sıkı sarılıverse oğulcuğuna.. Daha şimdiden ne kadar da özlemişti, ne kadar da seviyordu oğlunu.. oğlunun da annesinin bu davranışı, kendisinin iyiliği için yaptığını bilmesini umuyordu.
    Çocukluğu geldi aklına. Okuldan dönüyorlardı, bir evin bahçe duvarından dışarıya sarkan kayısı ve erik ağaçlarının dallarındaki meyvelerden arkadaşları ile birlikte o da toplamış ve yiyerek eve ulaşmıştı. Anneciği yediği meyveleri görünce nereden aldığını sorduğunda o da anlatması üzerine annesi bu davranışın doğru olmadığını o meyvelerin izinsin alınamayacağını, kendisinden habersiz oyuncağı, kitabı, tokası alınırsa nasıl hoşnut olmaz ise bahçe sahibinin de bu durumdan hoşnut olmayacağını o yüzden gidip bahçe sahibinden özür dilemesini ve yediği meyveleri helal etmesini istemesini söyledi. O ana kadar yaptığı davranışın hata olduğunu bilmediğinden oldukça üzülmüş ve mahcup da olmuştur. Özür dilemek için gittiğinde yüksek bahçe duvarı olan evin kapısını zor bulmuş ve kapının demir tokmağını vurduğu halde kapı açılmayınca kapıyı açıp içeri girince büyük bir bahçenin içinde bulmuştu kendisini. Çok uzakta şalvarlı bir teyze vardı. Teyzenin yanına vardığında onun maydanoz kesmekte olduğunu gördü. Mahcup ve sıkılgan bir şekilde yaptığı davranışı ve annesinin kendisine kızdığını söyleyerek özür diledi. Bu konuşma teyzenin çok hoşuna gitmiş olacak ki, O'nu öptükten sonra yanına, biraz daha meyve, maydanoz, yeşil soğan koyarak annesine de selam söylemesini isteyip kapıdan uğurlamıştı. O günden sonra da hiçbir kimsenin eşyasına elini uzatmamıştı.
    İsteksizce kahvaltıyı hazırlarken dilinde de dua mırıldanıyordu. Evde ekmek de yoktu, tekrar camdan dışarıya bakmak isterken, bir anda çalan zil sesi ile kapıya koştu. Ömer'i gelmişti. Öyle bir kucakladı ki oğulcuğunu. Sanki günlerdir görememenin hasreti vardı üzerinde. Bu kucaklaşma anında anne oğul ikisi de ağlıyordu. Ömer elindeki üç sıcak simit ile birlikte, avucundaki bir tomar kağıt ve bozuk paraları annesine uzatırken:
    -"Anneciğim, bu kadar para kazandım. Yaptığım davranıştan dolayı üzgünüm deyince Anne :
    -"Oğlum biz de hatalar yapa yapa hata yapmamayı öğrendik. Ama önemli olan zararı başkasına dokunacak hata yapmamak. Ben sana da kardeşine de güveniyorum. İleri de başkaları da sizlerle gurur duyacak. Şimdi bu para ile iki top al. Biri kendinizin olsun kardeşinle oynarsınız, diğerini de okulda bulduğun topun yerine koy belki sahibi vardır topunu bulduğuna sevinir. Bu günkü kahvaltı ekmeğimiz de, oğlumun helal parasından olsun haydi iki ekmek al da gel " derken çocuğuyla gurur duyuyor ve Allah'a şükrediyordu...

    Çocukluğumu Buldum

    Dün gece çocuk oldum,
    Zaman yolculuğu yapmadan
    Çocukluğumu buldum.
    Bedenim büyük gelse de
    salıncağa kaydırağa,
    Örtüştü ruhum
    Parktaki çocuklarla...
    Pamuk helvası aldım
    Pespembe,
    Balonlarım da oldu
    Rengârenk...
    Ama bir eksiklik vardı yine de.
    Nazlanacağım ne annem,
    Ne de babam tutuyordu ellerimden.
    Pamuk helvasının tadı da bir garipti.
    Yoksa Ağız tadım mı değişti ne?
    Olsun, yine de mutluydum!
    Gözlerimi yumdum,
    İşte şimdi çocuktum...
    Ben de onlar gibi,
    Kahkahalar savurdum...
    Dün gece çocuk oldum.
    Zaman yolculuğu yapmadan,
    Çocukluğumu buldum...
#15.07.2008 14:18 0 0 0

  • Raziye SAĞLAM

    1960 ların sonuydu. Doğuda küçük bir köyde, Ali Osman birkaç parça eşyasını tahta bavuluna koyup, kapağını kapattı. Odadan çıkmadan, her tarafa son bir kez baktı. Üç göz ker*** evlerinin, bu odasında iki kardeşiyle birlikte yatardı. Bir de kız kardeşi vardı.
    Ali Osman o sabah erkenden kalkıp hazırlanmıştı. Babasının yanında çömez olarak gurbete gidecekti. 14 yaşındaydı ama yaşıtlarından daha büyük gösteriyordu. İlk mektebi geçen yıl bitirmişti. Bütün sene boyunca, kasabadaki ortaokula devam etmek için babasına yalvarmıştı, hatta öğretmeni bile gelip rica etmişti. Ama babası Nuh diyor Peygamber demiyordu. Ali Osman yalvardıkça o aynı acıklı ses tonuyla 'Ben de isterem oğul, oguyasın, büyük adam olasan ama nidek yoh işte. Paranın gözü kör olsun.'derdi. Aslında para olmadığından değil, okumak ona gereksiz geldiği için göndermemişti okula. Bir gün Ali Osman anasıyla konuşurken duymuştu. 'N'edecek oguyup ta. Tarlada sabanda bana yardım etsin. İlk mektebi bitirdi işte. 'O gün karar vermişti Ali Osman ne pahasına olursa olsun düşünü gerçekleştirecekti. Herkesin yaptığı gibi ilk mektep, sonra bağda bahçede çalış, askere gitmeden nişanlanıp evlen, askerlikten sonra köydeki hayatına devam. Ali Osman böyle istemiyordu. Hayatı için kendi istediği şeyleri yapmak istiyordu. Okumak, istediği mesleği seçmek. Köyünü, ailesini çok seviyordu ama burada giderek kaybolduğunu hissediyordu.
    Köyün bütün erkekleri yazdan güz ortasına kadar tarla işlerini bitirir, güz ortasında gurbete, büyük şehirlere giderlerdi. Ali Osman bu sene ilk gidiyordu. Anası ve gardaşlarıyla vedalaşırken, aslında gurbet için değil de okula gitmek için vedalaşmayı isterdi ama içinden 'Kader işte.'dedi. Gözleri doldu.
    İstasyon çok kalabalıktı. Kimileri binmiş, kimileri hala aileleriyle vedalaşıyordu. Ali Osman sırtında yatağı, elinde bavulu ile bineceği sırada son bir kez etrafına bakındı. Uzaktan koşarcasına biri el sallayarak ona doğru geliyordu. Biraz yaklaşınca öğretmeni Kenan olduğunu anladı durup gelmesini bekledi. Yanına gelince eğilip elini öpmek istedi ama sırtında yatağı vardı. Kenan Hoca elini omzuna koyarak nefes nefese;
    —Yetişemeyeceğim diye korktum. Sana bu mektubu verecektim. Üzerindeki adrese git Mehmet Hocayı bul. Kendisi beni arkadaşım. Derdini anlat. Gerisini o halleder inşallah.
    Ali Osman gözleri dolarak hocasına baktı. Bir umut ışığı belirmiş gibiydi. 'Sağ olun var olun Hocam.'derken sesinin titrediğini hissetti.
    Kompartımanda karşılıklı beşer kişi oturuyordu. İkisi kadındı. Kadınlar ağızlarını örttükleri beyaz tülbentlerinin üstüne büyük yün atkı almışlardı. Çok mahcup duruyorlardı. Hallerinden böyle yolculuklara alışık olmadıkları belliydi.
    Trenin düdüğü çaldığı anda herkeste bir hareketlenme oldu. Yolcuların çoğu, gurbete gidenler olduğu için, aylar boyunca görüşemeyeceklerdi. Herkes yakınını biraz daha görmek isteğiyle trene yaklaştı. El sallamalar, karşılıklı Allah'a emanet etmelerle birlikte tren hareket etti. Önce yavaş yavaş sonra hızlanarak gardan uzaklaştı. Ali Osman, aynı odada oturduğu bu insanların yüzünde garip bir hüzün hissetti. Kendi de aynı duygular içindeydi ama beraberinde tarif edemediği bir sevinç de vardı. Sanki yeni bir hayata adım atıyor gibiydi.
    22 saat süren bir yolculuktan sonra Haydarpaşa'ya vardılar. Yolda acıktıkça anasının koyduğu dürümlerden yediler. Haydarpaşa'nın merdivenlerinden inerken temiz hava yüzlerine çarptı. Önlerinde uzanan masmavi dalgalı deniz, uçuşan martılar, vapur bekleyen insanların attığı ekmekleri, simitleri yiyen güvercinler. Her şey kendi köyünden ne kadar farklıydı. Ali Osman tüm gördüklerine dikkatle bakıyor, sanki ilk günden şehri tanımaya çalışıyordu.
    ...
    Süleymaniye de bir hana yerleştiler. Babası yol boyunca 'Bura bizim oralara benzemez. Gendine mugayyet ol, dikkat et.' türünden sözlerle onu tembihlemeye çalıştı.
    O gün dinlendikten sonra, ertesi günü mal almaya gittiler. Çarşı çok büyük ve kalabalıktı. Ama babası gideceği yerleri iyi biliyordu. Çakı, çakmak, el feneri, gaz lambası, tarak, ayna gibi birçok mal aldılar. Bir de küçük el arabası alarak hepsini özenle yerleştirdiler. Ali Osman babasının gerek mal alırken, gerek arabaya dizerken çok heyecanlandığını görüyor, kendi aynı şeyleri hissetmediği için hafiften bir vicdan azabı duyuyordu. Dizme işi bittikten sonra babası;
    —Birkaç gün beraber çıkar, hem sokakları hem işi öğrenirsin. Daha sonra ben ayrı çıkarım, dedi.
    Ali Osman cevap vermedi. Ama 'Babam başka araba almadan bir fırsatını bulup, Kenan Hoca'nın dediği okulu bulmalıyım 'diye düşündü. O gün geç olduğu için işe çıkmayacaklardı. Ali Osman bunu fırsat bilip 'Ben biraz dolaşayım baba.'diyerek çıktı. Babası 'Gaybolun ha! Bilmiyon buraları 'dediyse de dinlemedi. Birkaç sokak geçtikten sonra adresi birine gösterdi. Adam 'Ben sana Fatih'i tarif edeyim. Oraya varınca Şehremini'yi sorarsın.'dedi.
    Yarım saat yürüyerek Fatih'e vardı. Yolda gördüğü binalar, arabalar, insanlar her şey dikkatini çekiyordu. Orada tekrar sordu. Geldiğinden daha az yol yürüyerek okulu buldu. İçerinin kokusu kendi okulunu hatırlattı. Gözleri doldu. Sonra verdiği kesin kararı hatırladı. 'Ne pahasına olursa olsun okuyacağım.' Biraz yürüyünce kalın bıyıklı, gözleri boncuk gibi bir adam; 'Buyur gardaş kime baktın?'diye sordu. Ali Osman biraz da çekinerek, 'Müdürü görecedim.'dedi. Adam 'Senin müdürle ne işin olur?'der gibi baştan aşağı süzdü ve 'Ne yapacan müdürü?' 'O'na bir mektup getirdim arkadaşından.' 'Ben veririm.' Ali Osman, sonradan adının Murtaza olduğunu öğrendiği hademeyi zor ikna ederek birlikte müdürün odasına vardılar.
    Müdür mektubu alınca Murtaza'ya, 'Sen çık, bize iki çay getir.'dedi. Ali Osman hazır olda beklerken yüzünün kızardığını, kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Müdür gülümseyerek oturması için işaret etti. Ali Osman ilişir gibi otururken o da mektubu okudu. Aslında Kenan Öğretmen, Ali Osman'ın babasıyla İstanbul'a gideceğini duyunca müdüre mektup yazmış durumu anlatmış ve sonunda 'Sen bilirsin ne yapacağını. Ali Osman'ın emaneti artık sana.'demişti.
    —Bizim Deli Kenan seni bize emanet etmiş. Eee artık biz de emanete sahip çıkacağız. Peki, söyle bakalım, babanı nasıl ikna edeceksin?
    —Şey Efendim. Şu anda bilmiyorum ama muhakkak bir yolunu bulacağım. Siz de bir kapı açarsanız
    —Ben bir şeyler düşündüm ama. Kaç yaşındaydın sen?
    —14 Efendim.
    —O zaman şöyle yapalım. Sen gel bu sene okulda çalış. Hem Murtaza Efendi'ye hem kooperatife bir yardımcı lazım. Biz de sana, ortaokul kitapları ile okulda kalacak yer ayarlayalım. Bu sene hazırlan. Eğer imtihanı geçersen seneye liseye başlarsın.
    Ali Osman okuldan ayrılırken heyecandan uçacak gibiydi. Yine kalbi çarpmaya başladı. Koşarak merdivenleri indi. Ne yapacağını bilemez bir halde bahçede bir iki tur koştu. Sonra hiç durmadan dışarı çıkıp Süleymaniye'ye doğru yürümeye başladı. Birden hızlı bir yağmur başladı. Ama o farkında bile değildi. Kulaklarına yağmurun sesi yerine müdürün 'Seneye liseye başlarsın.'diyen sesi yankılanıyordu.
    Hana vardığında babası oda arkadaşlarıyla beraber aş pişiriyordu. Eriyen yağın kokusunu duyunca çok acıktığını hissetti. Babası 'Nerde galdın Ali Osman? Merahtan öldürdün beni.'derken o gelip hemen kurulan sofraya oturdu. 'Üstünü değiştireydin bari.' O pilavı kaşıklarken, 'Boş ver baba sonra değiştiririm.'dedi. Babası bir yandan yerken bir yandan keyifli keyifli, nasıl çalışacaklarından, neyi kaça satacaklarından bahsetmeye başladı. Ali Osman elindeki kaşığı bırakıp babasının gözlerinin içine bakarak; 'Baba ben bir iş buldum.'dedi. Babası ne işi diye sormadan çabuk çabuk; 'Bir okulda hademe yardımcısı oldum.'dedi.
    Babası o konuşurken gözlerinde aynı ışıltıyı gördü. Köyde 'Okumak istiyorum.'diye yalvardığı zamanlardaki ışıltıyı. O anda artık ne yapsa ona engel olamayacağını anladı.
    —Eyi oğlum. Get çalış. Daha ben sana bir şey demiyom.
    O anda Ali Osman sofradan kalkıp babasının elini öptü. Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemişti. Yol boyunca babasını nasıl ikna edeceğinin provasını yapmış olumlu bir sonuca ulaşamamıştı. Şimdi ise okullu sayabilirdi kendini. Yalnız babası onu kucaklarken 'Burada kalıp evini köyünü unutmak yok tamam mı?'demeyi ihmal etmedi.
#15.07.2008 14:19 0 0 0

  • M. Aybike SİNAN

    Gökyüzü simsiyah bulutlardan bir peçe dokuyup, bunu yeryüzünün üzerine yaydı. Bir anda ortalık kararmış, üşüten bir rüzgar esmeye başlamıştı. Yağmur bulutları güneş ışıklarının narin parmaklarından kayıp, gökyüzünü ırgalamaya koyulmuştu. Dağlardan inen sis denizi buharlaşan toprağa karışıyor, vadinin kollarında şarkı söylüyordu.
    Hasan, okul sonrası eve geldiğinde, içinde derin bir sıkıntı duydu. Günlerdir bağ evinde yaşayan dedesini merak ediyordu. Solgun bir yüzle annesinin yanına gitti. Mutfakta başını kaldırmadan hamur yoğuran annesine:
    -Anne, dedemden haber var mı, diye sordu. Semine Hanım, hışımla:
    -Ben ne bileyim. Aman uzak olsun, ne yani, o ihtiyarla mı uğraşacağım ömür boyu, diye sızlandı.
    Hasan, boynunu büktü. Boğazı düğümlenmişti. O sessiz yaşlı adamın ne zararı vardı ki annesine. Odasında ibadetini yapıyor, bahçeyi ekip biçiyor, kardeşi ve kendisine bakıyordu. Dedesini dinlerken nasıl da huzurluydu. Hayatla ilgili ne varsa dedesinden öğrenmişti. Hatta namaz kılmayı bile. Onu çok özlemişti.
    Mahallenin "Karcı Dede"sini çok özlemişti Hasan.
    Zikriyle, şükrüyle, fikriyle derin bir adamdı. Kendisine "Karcı" diyorlardı. Gerçek adını bilen yok gibiydi. Uzun yıllar geçimini kar satarak sağladığı için, bu isim, o yıllardan yadigâr kalmıştı. Sessizdi. Tüm dünyasını sükûnete katmış gibiydi.
    Alçaklarda karın erimesiyle beraber o, Beydağlarına çıkar, eşeğinin terkisine koyduğu güğümlerini karla doldurur, bunu büyük bir çeviklikle şehre taşır, meraklılarına satardı. İçi yanan kadınların, yaşlıların, hatta bazan çocukların hayır dualarını alırdı. İnsanlar, karı üzüm pekmeziyle karıştırıp, kar helvası diye zevkle yiyorlardı. Diğer zamanlarını bağ evinde geçiriyordu.
    Karcı, günlerdir bağ evindeydi. Kararan gökyüzü, çiseleyen yağmurla birlikte kendini taş ve ker***ten yapılmış kulübesine attı. Şehirden hayli uzakta bir yerdeydi. Buraya Beylerderesi diyorlardı. Babasından kalan bu üzüm bağına öylesine düşkündü ki cemre toprağa düşünce gelir, bağ bozumundan sonra şehre dönerdi. Kendi çocuğu olmamıştı. Çocuk özlemlerini kimsesiz bir çocuk olan Abdullah'ı alarak gidermişlerdi. Onu büyütmüş, okutmuş ve evlendirmişlerdi. Sonra Elif Hanım, rahmetli olunca derin bir yalnızlığa gömülmüştü. Abdullah'tan beklediği şefkat ve ilgiyi görememişti. Yine de şikâyetçi değildi. Kendini onlara adamıştı.
    Yağmurun bastırmasıyla yaşlı yüreğine, garip bir hüzün çöküverdi. Koskoca dünyada şu titrek ellerinden tutacak sıcak bir ele hasretti. İyice yaşlanmıştı. Torunu Hasan'ı kendisi yetiştirmişti. İyi nedir, güzel nedir, hak nedir, öğretmişti dilinin döndüğünce. Her seher vaktinde, kalkıp sabah namazını kılacak kadar büyümüştü Hasan. Onu özlediğini farketti. Keşke şimdi yanımda olsaydı, diye iç geçirdi.
    Abdullah Bey, iş çıkışında doğruca eve gelmişti. Elindekileri alan Hasan'ı çok solgun görünce, kucağına alıp bahçeye indi. Elini omuzuna koyarak:
    - Oğlum, bir sıkıntın mı var? Hadi söyle babana, diye sordu.
    Hasan, başını kaldırmadan yutkundu, yutkundu. Sonra, hüzünlü bir sesle:
    - Baba, beni seviyorsun değil mi?
    - Tabi oğlum, sevmez miyim?
    - Dedemin de seni sevdiğini, hem de çok sevdiğini biliyorsun değil mi? Peki sen onu seviyor musun? Sen onu yeterince sevmiyorsun baba. Seksen yaşına gelmiş bir adamı, günlerden beri arayıp sormadın bile. Büyüdüğümde benim de böyle davranmamı ister misin baba? Onun dağ başında ne yaptığını hiç mi merak etmiyorsun? Sen de yaşlanıyorsun bak. Saçlarında beyazların çoğalmış. Ben de büyüyorum. Hayat akıyor. Hem de gerçeğe akıyor baba.
    -Sen neler söylüyorsun böyle oğlum. Hem bu gerçek dediğin şey de nedir, anlat da öğrenelim.
    -Babacığım, gerçek dedemin deyişiyle ahret, hayal da burası, yani dünya. Biz bu hayal aleminde kendimizi kandırsak da zaman zaman, her anımız gerçeğe doğru yol alıyormuş. Şimdi anladın mı?
    -Anladım. Bak oğlum, dedeni bu kadar özlediysen bu kadar dil dökmene gerek yok. Hemen gideriz onu görmeğe.
    -Hayır baba, buna dil dökmek denmez. Yüreğimi döküyorum. Anlamıyor musunuz, çok üzülüyorum. Dedemi boşladınız. Nerdeyse ölse de kurtulsak, demediğiniz kaldı. Oysa arkadaşlarımın dedelerini görüyorum. Baş tacı yapmışlar. Bir kitapta okumuştum. " bereket, iyilik, büyüklerle beraberdir, onların hayır dualarını alınız" deniyordu. Benim dedem bu evde kalamıyor bile. Çünkü sizden yüz bulamıyor.
    Abdullah Bey, şaşkındı. Henüz ilkokula giden oğlu, kendine ders veriyordu ki haklıydı galiba. Birden kalktı:
    -Hadi hazırlan oğlum, dedene gidiyoruz, dedi.
    Bir saat sonra, Karcı'nın bağ evine gelmişlerdi. Etrafa yağmur sonrasının tatlı toprak kokusu sinmişti. Abdullah Bey, derin bir nefes aldı. Babası ortalıkta gözükmüyordu. İçerde olmalı diye düşündü. Hasan koşar adım kulübeye yürüdü. Bir taraftan "dedeciğim ben geldim" diye bağırıyordu.
    Kulübe kapısı açıktı. İçeri girdiklerinde ihtiyar adamın, yatağının içinde inlediğini gördüler. Hasan, dedesinin boynuna sarılıp ağlamaya başlamıştı. Abdullah Bey, donup kalmıştı. Elini babasının eline atınca ateşler içinde yandığını gördü. "Acilen hastaneye götürmeli" diye düşündü.
    Hastanede, yaşlı adam kendine geldiğinde başucunda Hasan vardı. Ağlamaya başlamıştı:
    -Hasan'ım, torunum, canım yavrum, seni bir daha hiç görmeyeceğim sandım. Allah'ıma şükürler olsun. Gayrı ölebilirim.
    -Hayır dedeciğim, ölme. Ben sensiz ne yaparım sonra.
    -Gözümün nuru Hasan'ım, Ölüm bir gerçektir. Bütün hayat o gerçeğe yürür. Bundan ne kork ne de üzül. Unutma hayat gerçeğe yürür. Hadi bana söz ver Hasanım.
    -Tamam Dedeciğim, hem bu hayatı, hem de asıl gerçeği anlamak için çok çalışacağım. Hem bu hayat için, hem gerçek için iyi bir insan olacağım. Sana söz veriyorum.
    Karcı, Hasan'ın ellerinden tuttu. Yüzüne uzun uzun baktıktan sonra:
    -Bak Hasan'ım, daha dün senin yaşlarındaydım. Zaman su misali aktı gitti. Takvimler birer birer döktü yapraklarını. Hazan mevsimi gibi. Ben baharın sonuna geldim. Elimde ne kaldı biliyor musun? Allah için yaptıklarım... Şimdi anlıyorum ki Allah için yaptıklarım meğerse kendim için yaptığım en doğru şeylermiş. İçim çok mutlu ve huzurlu. Vicdanım suskun. Bana söyleyeceği bir şeyi yok. Olsaydı ne olurdu biliyor musun? Tıpkı meyveyi çürüten kurt misali içimi yer bitirirdi. İşte senden yavrucağım, istediğim odur ki, iyi, has, mert, doğru insan olasın. Kadir kıymet bilesin. Yaşlıya eğilesin. Hak, hukuk, adaletten şaşmayasın. Gözü gönlü tok olasın. Hele bu devirde, sözünün eri olasın. Şaşmayasın Hasanım şaşmayasın. Rabbimin varlığını her daim tasdik edesin. Çok çalışasın, çok çalışasın, çok çalışasın.
    Hasan ağlıyordu. Gözyaşları sel olmuş yanaklarından dökülüyordu. Abdullah Bey, kapıda kan çanağına dönmüş gözleriyle donup kalmıştı. Hasan, ağlıyordu. Az sonra, dede sustu, hayat sustu. Hasan'ı zorla odadan çıkardılar.
    Karcı Dede gidiyordu. Gerçeğine yürüyordu.
    Alabildiğine gerçeğine...
#15.07.2008 14:20 0 0 0


  • Meryem Aybike SİNAN

    Bahar tüm güzelliğiyle usulca sızıvermişti minicik yüreğine. Tabiatı çok seviyordu. Baharla birlikte, bahçelere adeta yüce yaradanın nuru iniyor gibiydi. Nereye baksa efsunkar bir fırçanın izlerini görüyordu. Kendisinde sonsuzluk duygusu uyandıran masmavi gökyüzüne baktı. İçine sebebini bilmediği derin bir huzur yerleşiverdi. Gökyüzü Allah'ın eviydi ona göre.
    Sabahın erken saatleriydi. Güneş bitişik bahçelerin üzerine yeni inmişti. Bitişik bahçeyi ayıran çite sarılmış mavi, pembe sarmaşıklara baktı. Nasıl da taptaze açmışlardı. Öğlene kadar gözlerini yuman bu narin çiçekleri çok seviyordu. İşlerini ne çok seviyorlardı. Her gün yeni baştan sağalmak ve sonra can çekişmek.Yüce Yaradanın emirlerini ne güzel dinliyorlardı.
    Niçin yaratıldıklarının alabildiğine farkındaydılar.
    Hayatın ta kalbine inivermişlerdi.
    Öylesine sevimli, öylesine büyülü.
    Merve, içinin titrediğini hissetti.Her şeye bu güzelliği bağışlayan ,kendisine de bunu görmesi için güzel bakışlar bahşetmişti..Bahçedeki zambaklar,hercai menekşeler,sarı yaban gülleri,kırmızı Isparta gülleri ,kadifeler yüzüne gülüyor gibiydiler.Onlara tek tek dokunmak ,onları okşayıp sevmek geçiyordu içinden.Güzellikleriyle bahçeyi cennetten bir köşeye döndürmüşlerdi.
    Topraktan fışkıran çiğdeme, nevruza baktı. Toprağın bağrında Allah'ı her an tespih eden bin bir çiçek, bin bir böcek ne güzel bir uyum içindeydiler.
    Dalıp geden Merve, annesinin sesi ile daldığı düşüncelerinden sıyrıldı. Eve doğru yürüdü.Annesi kızındaki bu garip değişikliği anlamakta güçlük çekiyordu.Henüz sekiz yaşında olmasına rağmen durmadan okuyor,araştırıyor durmadan soruyordu.
    Gülsüm Hanım, gülümseyerek:
    -Hadi yavrum, giyin teyzenlere gidiyoruz. Yeni gelinlerini göreceksin. Bak o da gelmiş.
    -İstanbul'dan mı anne?
    -Evet kızım. Orada uslu uslu oturursun değil mi? Öyle sağa sola dönen, ortalığı karıştıran çocukları teyzen sevmiyor, biliyorsun?
    -Tamam anne. Çok uslu olacağım.
    Çabucak hazırlanıp yola koyulmuşlardı bile. Zaten Esma Teyzesinin evi iki sokak ötedeydi. Mezarlığı geçtikten sonra evleri çıkacaktı karşılarına.Mezarlığı ne zaman görse yüreğine derin bir sızı çöküverirdi. Sevdiği bir çok insanın orada yatıyor olması hüzün verici olsa da mezarlıklar eskisi gibi ürkütmüyordu.Dedesi, mezarlıklarla ilgili ne güzel şeyler anlatmıştı kendisine.
    Teyzesi, kendisini sıkıca kucakladıktan sonra bir köşeye büzüşüvermişti. Annesini mahcup etmeyecekti. Bir süre oturduğu yerden kalkmadı. Ancak yeni gelini merak ediyordu. Açık kapıdan kafasını uzatıverdi. Süslenmiş, güzelce döşenmiş, genişçe bir misafir odasıydı burası. Gelin Hanım, önüne konan çeşitli bahar meyvelerinden yiyordu. Neler vardı neler.Vişne,kiraz,yenidünya.çilek,erik...Öyle güzel görünüyorlardı ki.Çilekleri çok seviyordu.Gözleri takılıp kalmıştı. İçini çekti. Boğazı gıdıklanıyordu. Nasıl da pespembe, kokulu parlak çileklerdi öyle. Çok değil, bir tane uzatsa nasıl sevinecekti. Ama gelin Hanım, oralı olmuyordu bile. Küçük Merve, öylesine içerlemişti ki.. Oysa annesi yemek yediklerinde küçük bir kedi bile baksa mutlaka onun da önüne aynı yiyecekten kor, Yüce Allah'ın adını anar, günah, ağzı var dili yok hayvancağızın, derdi. Bu geline kimsecikler bir şeyler öğretmemiş miydi yoksa. Annesi kimseye bir şey uzatmamış mıydı? İyilik nedir, tok gözlü olmak nedir bilmiyor muydu? Küçük Merve, çileklere dalıp gitmişti.
    Gülsüm hanım, olanları hüzünle seyrediyordu. Küçük kızının çileğe nasıl düşkün olduğunu da biliyordu. Daha fazla dayanamadı ve:
    -Hadi kızım Merve, sen yavaş yavaş eve git. Ben arkandan geliyorum yavrum, dedi.
    Küçük kız, yutkunarak yola çıktı.Ancak aklı, o canlı ve güzel kokulu çileklere takılmıştı.. Kendi büyüdüğünde böyle bir şey yapmayacaktı. İşte yine mezarlık görünmüştü. Yine telaşlanmıştı. Aslında korkmuyordu mezarlıklardan. Dedesi "ahirete açılan kapı "demişti mezarlıklar için. Hem oralarda ne kadar tanıdığı vardı. Onlara her geçtiğinde mutlaka bir fatiha okumalısın diyordu dedesi. Küçük kız durdu ve küçücük avuçlarını açtı. Dilinin döndüğünce dedesinin öğrettiği Fatiha'yı okudu. Dua bitip de ellerini yüzüne sürerken gözleri bir noktaya takıldı..
    Oracıkta..Mezarlık duvarının üzerinde bir avuç taptaze çilek duruyordu. Küçük kız sevincinden düşünemedi bile. Avuçladığı çileklerden yemeğe koyuldu.
    Hayretle olup biteni seyreden Gülsüm Hanım hüngür hüngür ağlıyordu. Bir taraftan kızına:
    -Canım yavrum, baharı andıran bu aydınlık yüreğin hiç bozulmasın emi, hiç bozulmasın. Yüce Allah'ım çocukları çok çok ama çok seviyor...
#15.07.2008 14:21 0 0 0



  • Kaçıncı kezdir söylüyordu bunu Şeyma. Vehbi Baba, elindeki sedef işlemeli sülüs levhaya bakıp duruyor. Götürse mi, bıraksa mı? Bir türlü karar veremiyor. Sonunda levhayı duvardaki yerine asıyor. Ben önce, yüzünde bulutlar dolaşan Vehbi Baba'ya bakıyorum; sonra, duvardaki "Ya Hazret-i Mevlana" istifine. Bir de iyiden iyiye asabileşen karıma, Şeyma'ya... Baba'nın ebrulu yüzü, içimde bir merhamet rüzgârı estiriyor. Levhaya bakıp belli belirsiz bir sesle "Ya Hazret-i Mevlana" diyor. Medet umarcasına Bu esrara bürünmüş, firaklı ses, hislerimi azdırıyor. Karıma, onu anlamadığı için içerliyorum.

    Sonunda evden çıkıyoruz. Vehbi Baba, anahtarı çevirirken ince, uzun, zengin bir hayata kilit vuruyor gibiydi. "Gibisi fazla" diye geçiriyorum içimden. Böyle düşündüğünden o kadar emindim ki Kenarına çiy düşmüş gözleri bunu bana apaçık anlatıyordu.

    Kapıda bekleyen taksiye doğru yürürken, etrafa onun gözüyle bakmaktan alamıyorum kendimi. Bir burukluk sarıyor içimi. Bir ömrün tanığı yarı ahşap evin, Baba'nın ardından ağladığını düşünüyorum. İnce bir zevkin yıllar içinde, ağır ağır, sindire sindire oluşturduğu bu ev, böyle, sıradan bir mekân gibi mi terk edilmeliydi? Arka bahçeden de girilen küçük oda Vehbi Baba'nın atölyesiydi. Evin birer sanat eseri olan hemen bütün ahşap parçalarını burada kendi elleriyle yapmıştı. Kündekârî dış kapı ne büyük heyecanlar yaşatmıştır ona, kim bilir. Eski zamanların şarkılarını mırıldanan ince işçilikli, çıkmalı pencereler Odaları çevreleyen sedirler, duvarlardaki işlemeli raflar, dolap kapakları Ahşap oyma motifler, sedefle ahşabın sıcak kardeşliğini gösteren levhalar Bu evde her şeye Vehbi Baba'nın aşkı sinmişti. İçerde bir vaveyla kopmuş olmalı. Sedir altlarına, dolap içlerine, tavandaki lambrilerin aralarına sinmiş hayat kırıntıları; acıların, sevinçlerin, hüzünlerin, umutların, hayal kırıklıklarının, öfkelerin, rehavetlerin giyindiği kelimeler, boş odalarda sahiplerini arıyor olmalıydılar Sedirlere, yastıklara gizlenmiş derin sufî sohbetlerin, kelebek gibi rikkatleşmiş kalplerin özlemiyle tutuştuğu kesindi.

    Ben, bunları düşünüyordum. Vehbi Baba'nın içinde neler kopuyordu, Allah bilir. Mümkün olsa da hayal hanesinde dönen makaranın aksettirdiklerini görebilsem Tek, gözbebeklerine sinmiş derin hüznü görebiliyordum.

    Karım, büyükçe bir valizi sürüklüyor, telaş içinde söylenmeye devam ediyordu: "Haydi baba" Bu tepeden tırnağa telaş kesilmiş, durmadan söylenen, nobranlaşmış kadın, bu ince adamın kızı mıydı gerçekten. Karımı tanıyamıyordum. Bütün derdi bir an önce buradan gitmemizdi. Kaç gündür babasını gitmeye ikna etmek için uğraşıyordu. Ya vazgeçerse diye korkuyordu. Onu buradan götürmenin önemine o kadar odaklanmıştı ki onun hislenmelerini anlayacak; yüzüne, gözüne, bütün hal ve hareketlerine yansıyan melali görecek durumda değildi. Karımın böyle davranmasını acımasızca buluyor fakat giderayak bir kavgaya meydan vermemek için susuyordum. Vehbi Baba'nınsa onu işittiğinden emin değildim. O, kendi dünyasına dalmıştı.

    Şeyma'nın kaç gündür tekrarlayıp durduklarını duymamak ve Baba'nın iç paralayan sükûtuna bigane kalabilmek için dikkatimi dışarıya veriyorum. İyice yeşillenmiş, çağlaları belirginleşmiş bademleri; açık pembeler giyinmiş delikanlı elma ağaçlarını geride bırakıyoruz. Bir süre inceden, melül melül akan Meram Çayı'nı takip ediyoruz. Güzelim köprüyü geçiyoruz.

    Buralı değilim; buna rağmen buralarda geçirdiğim serazat zamanların alevi yalıyor yüreğimi. Şeyma'yla tanıştığımız günler canlanıveriyor gözümde. Meram Köprüsü'nün yanı başındaki çay bahçelerindeki heyecanlı bekleyişlerimi hatırlayıveriyorum. İnce, narin Şeyma'nın buğulu bakışlarını Bal tadındaki konuşmalara kurban giden demli çayları Garsonun kıvamında bir muziplikle söylediklerini hatırlıyorum: "Soğumuş yine abi, tazeliyeyim mi?" Sınav zamanlarında ders çalışma bahanesiyle kapağı attığımız parklar Hele ki Ahmet Fakih Parkı Bakışıp konuşmaktan açmaya fırsat bulamadığımız kitaplar Defterlere karalanan âşıkane mısralar Daha neler

    Topu topu dört yıl kalmıştım oysa Konya'da. Öğrencilik yıllarında Soluk almak, hoşça vakit geçirmek için gittiğimiz Meram, Şeyma'yla girivermişti gönlüme. O, buralı diye, burayı seviyor diye Hele nişanlanıp ailenin içine girince tam bir Meram sevdalısı olmuştum. Vehbi Baba'dan sirayet etmişti bu aşk bana.

    Düşünüyorum da, hayatının kısa sayılacak bir dönemini buralarda geçirmiş, hanımı dolayısıyla buralarla bağ kurmuş biri olarak ben geliş gidişlerimde böyle sarsılıyorsam; buralarda doğmuş, bu iklimin memelerini sağarak beslenmiş, kişiliği bu topraklarda kıvam bulmuş Vehbi Baba ne travmalar geçiriyordur.

    *

    İki gün önce geldiğimizde Vehbi Baba'yı bahçede bulmuştuk. Kızını, beni hasretle kucaklamış, gözlerinden sevinç yaşları sapır sapır dökülüvermişti. Öyle rikkatli biriydi işte. "İhtiyarlık Kusura bakmayın." diyordu o. Böyle uluorta ağlamayı ayıp sayıyor, bunu yaşlılığına bağlayarak mazur görünmeye çalışıyordu. Bildim bileli böyleydi oysa ve ben onun bu şefkat, merhamet yüklü, duyarlı haline hayrandım.

    Onu bu hallerden çıkarmanın yolunu da artık biliyordum. Bağı bahçeyi sormam, gözlerinin ferini parlatmaya yetti. Elimden tuttu, fidan fidan, omça omça gezinmeye başladık. Her gelişimde böyle yapardı. Kızını istemeye geldiğimiz gün bile, unutmam, böyle elimden tutarak ağaçları ziyaret ettirmişti önce. "Bağ bahçe aşkı olmayanda insan sevgisi de olmaz. Ağacı sevmeyene kız vermem" diye takılmıştı bana. Sınandığımı düşünmüş de korkmuştum bayağı.

    Bahçede yok yoktu. Erikten muşmulaya, elmadan incire Hem her birinin kaç türü Her ağaçtan birer insanmış gibi bahsediyordu. Henüz aşıladığı ağaçları heyecanla gösteriyordu. Bilmem kimin bahçesinden almış kalemleri; meyvesi anlatılacak gibi değilmiş. Yerler bellenmiş, arkadaki büyükçe bağ budanmıştı. On kadar üzüm çeşidi vardı. Bunlarla yetinmemiş yeni çubuklar dikmişti. Başparmağını şahadet parmağının ikinci boğumuna tutarak "Bir üzüm ki sorma" diyordu, "her tanesi aha bu kadar" Onun bu heyecanını gördükçe içimde tuhaf hüzün bulutları kümeleşti. Bu kez ben ağlayacaktım, ama onun kadar rahat bir şekilde bırakamıyordum kendimi. Buraya, onu götürmeye; aşkını böyle şevkle anlattığı yerden koparmaya gelmiştik. O, aşılardan, meyvesi belki beş altı sene sonra alınabilecek taze fidanlardan dem vuruyordu.

    Bahçeye çok güzel baktığını, burayı cennetten bir köşeye döndürdüğünü söyleyince, her zamanki gibi tatlı bir "Eski Meram" faslı başlamıştı. Meram, asıl o zamanlar Meram'mış. Yeşille maviden gayri renk yok gibiymiş. Yaprak hışırtısı ve su sesinden özge bir ses de işitmezmiş kulaklar. Evliya Çelebi'ni anlattığı Meram'ı iştiyakla hatırlattı yine. Ondan ilhamla "Bağ-ı Meram" diyordu, buranın bağlarına. "Bağ-ı Meram, dünyada nam salmıştı evladım. Bizimkinin esamisi mi okunur onların yanında?" diyordu. Kalabalıktan, kaba saba beton evlerin çokluğundan yakınıyordu. Ama yine de güzeldi buralar. "Hele ki sizin yaşadığınız yerleri düşününce burası gerçekten cennet gibi görünüyor bana" demişti. Geliş amacımızı hatırlayarak, yaşadığımız yer hakkındaki kanaatlerine itiraz etmemin doğru olacağını düşündüm. Tuhaf bir hal içindeydim. Aynı anda kendimi bir ihtiyarı kandırmaya çalışan ikiyüzlü biri gibi görmüştüm. Günlerdir onu götürmeye ikna etmek için planlar kurmamış mıydık Şeyma'yla? "Ama Baba" dedim," yaşadığımız yerin de hakkını yeme. Orası da koskocaman İstanbul Efendimiz'in övdüğü şehir" Acı acı gülümseyerek, "Efendimiz'in övdüğü İstanbul'a kurban olayım, evladım" dedi, "Ama nerede o İstanbul? Siz bambaşka bir yerde yaşıyorsunuz. Ruhu olmayan bir yerde"

    Şeyma iki gün boyunca Vehbi Baba'yı İstanbul'a, yanımıza götürmek için dil dökmüştü. Artık ihtiyardı, eli ayağı tutmuyordu. Kendisine, bu koca eve, üstüne üstlük bu bağa bahçeye nasıl baksındı? Hadi annesi hayattayken neyse Ama şimdi o da yok. Allah korusun bir şey olsa, ki tansiyonu zaman zaman yükseliyor, kimsenin haberi olmayacak. Biz orada yüreğimiz ağzımızda yaşıyoruz, ya babamıza bir şey olursa diye. Kendini düşünmüyor, bari bizi düşünse ya Hiç bizi bu kadar üzmeye hakkı var mıymış? İki gün boyunca bu minval üzere söylenip durdu Şeyma.

    Ben, susmayı tercih ettim. Şeyma'nın, özellikle annesinin ölümünden sonra, babasının böyle uzakta, yalnız yaşamasından yakınıp durması, evdeki herkesin huzurunu etkilemeye başlamıştı. Vehbi Baba'nın Konya'ya, hele ki Meram'a nasıl bir bağla bağlandığını biliyor ve onu buradan çekip almanın bir çeşit zulüm olduğunu düşünüyordum. Onu orada tutmanın, bulunduğu mekânda ona bakmanın bir yolunu bulmanın daha doğru olacağını düşünüyordum. Ama gittikçe duygusallaşan ve tepkilerini abartarak ortaya koyan Şeyma'nın beni anlayacağından emin değildim. Kayınpederimi çok seviyordum. Onunla bir arada bulunmak beni son derce mutlu ederdi. Böyleyken onu istemiyormuşum gibi anlaşılmayı istemiyordum.

    Vehbi Baba ise daha çok susarak direnmeye çalışıyordu Şeyma'ya Arada bir usulca, gönlünü ferah tutmasını istiyordu kızından. "Burada yaşamaktan mutluyum. Elim ayağım da tutuyor daha Mevla'ya şükür. Siz beni merak etmeyin" diyordu. Bu yaştan sonra o beton yığını, yüksek apartmanlarda nasıl yaşasındı? "Ben burada Hazreti Pir'in kokusunu duyuyorum" diyordu. Baba'nın bahçede, çardak altında ney üflediği geceleri hatırladım. Ferahnak ayini nasıl vecd içinde dinlediğini Büyük odada, sedirlere kurulmuş ariflerin demlediği sohbetleri Bu adamı alıp Nişantaşı'ndaki bir apartmana hapsetmenin nasıl bir haksızlık olduğunu, ona bir anne gibi davranan kızından başka herkes anlayabilirdi.

    Şeyma kararlıydı, onu götürmeden gitmeyecekti. Bunun için ne gerekiyorsa yapacaktı. Vehbi Baba'nın direncini görünce işi duygu sömürüsüne kadar vardırmıştı. Diyordu ki: "Bizim yanında hiç mi değerimiz yok? Şu birkaç ağacı bize, torunlarına tercih mi ediyorsun? Bizim orada seni düşünerek harap olmamızın senin için hiç mi bir anlamı yok?"

    Vehbi Baba, Şeyma'nın kararlılığını fark etmişti. Yüzünde ince hüzün bulutları dolaşıyordu yine. "Şimdi bahar" dedi buruk bir edayla," Yazı geçireyim, kışın gelirim. Hatta okullar tatil olunca, torunlar da gelsin, siz de gelin Kışa girerken..."

    Şeyma, asabileşiyordu. Zaman zaman sesini saygı sınırlarını zorlayacak kadar yükseltiyordu. Ağlamalarla, hafakanlarla Baba'yı yıldırmaya çabalıyordu. Sonunda, boyun eğmek zorunda kalmıştı Vehbi Baba.

    *

    Otogar'a vardığımızda, otobüsümüzün kalkmasına yarım saat vardı. Bagajları yerleştirip beklemeye başladık. Vehbi Baba, yol boyunca hiç konuşmamış, suskunluğunu hâlâ sürdürüyordu. O sustukça, Şeyma, tırmalayıcı sesiyle söylenmeye devam ediyordu. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri söylemesi de muhtemel ki Vehbi baba'nın can sıkıntısını artırıyordu. Ev, işte yerinde duruyordu. Bahçeye bakacak adamsa dert, o da bulunmuştu. Yazın yine gelinecekti. Ucunda ölüm yoktu ya Evde kızıyla, damadıyla, torunlarıyla rahat rahat yaşamanın tadını çıkarmak varken böyle somurtmanın ne manası vardı, anlayamıyordu.

    Otobüse doğru hareket ederken, Vehbi Baba, yorgun bir sesle "Kızım" dedi, "sizin evin önünden bir arabalar nehri akar. Motor sesinden başka ses duyulmaz. Pencereden bakınca, yüksek apartmanlardan başka bir şey görünmüyor. Gökyüzü bile yok. Yıldızlar hiç yok En yakın cami yarım saat mesafede. Evinizden ezan sesi bile duyulmuyor Kendimi cennetten sürgün edilmiş gibi hissediyorum."

    Şeyma, Baba'yı anlamaya çalışmak yerine, hâlâ kendi sıkıntılarını, kaygılarını sayıp döküyor, gelmeye razı olmakla onun nasıl iyi bir hayata kavuşacağını anlatıyordu.

    Konya'nın son evleri de kaybolurken, Vehbi Baba, yorgun bitkin bir durumdaydı. Kulağıma doğru eğilerek, ağlamaklı bir sesle "Evladım, vasiyetimdir, ölürsem beni oralarda bırakmayın; Meram'a gömün." dedi. O, uyuyor gibiydi; ben, ağlıyordum.
#15.07.2008 14:22 0 0 0
  • Bilge Merdivan

    Var gücüyle çekmişti annesinin eteklerini, sol yanağında patlayan şamarın acısını hissetmeye ramak kala. Ne Ali'nin ilk yediği tokattı bu, ne de annesinin son vuracağı. Aslında annesi gaddar bir cadı sayılmazdı, Ali de vahşi bir yaygaracı. Ama ikisinin de son haddine kadar gerdiği yaylar ancak bu patlamayla boşalabiliyordu Ali'nin pembe yanaklarında. Ali'nin çok mu canı yandı zannedersiniz? Yook, hiç de öyle değil, asıl canı yanan, o yanakları Ali'den çok kendisinin bilen annesi. Hele Ali'nin kendisini annesinin elinden koparıp yerlere uzanması, ters dönmüş kaplumbağa gibi debelenip kendini parçalaması yok mu; yanına oturup beraberce ağlayası geliyor da insanın, ne yaparsın annelik mürebbiyelik makamı, mecbur ediyor o şefkati bir silleye daha.

    "Ne derdi var ki garibimin?" diye düşündü gözlüklerinin üstünden manzarayı süzen aksakallı ihtiyar. Sendeleye sendeleye geçti yanlarından gözü arkada kalarak. Ne bilsin on dakika önce yirmi kiloluk deterjan paketinin renkli resimlerine aldanıp ucundan yapışarak çekeleye çekeleye kasaya doğru ilerlemeye çalışan Ali'nin derdini. Annesi ne verdiyse yerlere atmıştı da inadından zerre miktar dönmemişti. Oyuncak reyonundan getirilen kırmızı otomobil bile tatmin etmemişti hevesini de iki parça oluvermişti. Paket kendinin iki katı ama cilalı zeminde salına salına ilerliyor çıkışa doğru; Ali ucuna yapışmış, dilini dişlemiş de çekeliyor kan ter içinde, çift süren camız misali.

    Dayanamadı ihtiyar, geri döndü, "Niye böyle bağırtıyorsun yavrucağı!" diye çıkıştı annesine. Almanya'da bıraktığı şirin torunlarının hayâli vardı sanki gözünün önünde; dumanlı ve silik. Kadının gözleri bir anda çakmak kesiliverdi. Öyle sitemli baktı ki ihtiyara, adamın yüzü önüne düştü. "Bana ne yahu, öyle değil mi? Beni ne ilgilendirir." diye geçirdi içinden o eziklikle. Ali de bakakalmıştı toz toprak içindeki yüzünün hüzün akıtan pınarlarıyla. İhtiyar, "Kusura kalma kızım, işgüzarlık işte, herkes işini bilsin." diyerek uzaklaşmaya çalıştı aksak adımlarla. Bu cümle zaten sıkıntılı olan yüreğini iyiden iyiye daraltmıştı annenin: "Estağfurullah dedeciğim!" deyiverdi. "Bugün huysuzluğu tuttu eşkıyanın." Sonra başından geçenleri anlattı bir çırpıda.

    Ali, baktı ki maksadı elden gidecek, tekrar bastı feryadı en yüksek perdeden. İhtiyar, cebini karıştırıyordu. "Hı!" deyip donuverdi salya sümük simasıyla ufaklık. Çıkacak sonuca göre her an tekrar yaygaraya hazır dengeli bir duruştu bu. İhtiyar, cebinden, çift kulak sargılı sakız misali yumuşak olanlarından bir şeker çıkardı. Aslında âdetiydi çocukları tatlandırmak. Ama bu defaki farklıydı. Sadece göstermekle yetindi, sonra yine cebine koydu. Zaten Ali de pek oralı olmamıştı. İkinci fasıl feryat nağmeleri çınlamaya başlamıştı bile kulaklarda. İhtiyar: "Bu şeker öyle yerlere yatan çocuklara verilmez. Sen sakın benden şeker isteme." dedi ciddi bakışlarla.

    "Ne demek yani, niçin istemeyecekmişim, istiyorum işte." diyerek tekrar çekti isyan bayrağını. İhtiyar da oralı değildi ya, yakındaki banka oturdu. "Buraya gelirsen belki veririm." dedi, gayet ciddice. Ali bu şartlı menfaatten pek hoşnut olmamıştı, omuzlarını silkti. "Zaten veresim de yoktu." dedi ihtiyar. "Ne demek veresim yokmuş verecek işte." diye düşündü Ali. Kalktı, ihtiyarın yanına oturdu. Minicik elini açtı ve emreder bir ifadeyle "Ver!" dedi. Zafer onundu ama ihtiyarın verdiği şekeri somura somura yerken deterjan paketi uçup gidivermişti aklından.

    "Hepimiz aynıyız." diye söylendi ihtiyar. "Yedisi de bir yetmişi de, hep aynı." Annesi de Ali'nin yanına sıkışıverdi. "Nedir aynı olan amca?" diye sordu, meraklı gözlerle. "Zaaflarımız" dedi ve durakladı. Boş gözlerle marketin camından içerilere daldı, kayboldu. "Amca adın neydi?" sorusuyla tekrar çıktı derinlerden. "Hasan!" dedi ihtiyar, "Deli Hasan derlerdi köyde."

    — Neden?
    — Bizim oralarda çok düşünene de deli derler, düşünemeyene de.
    — Az önce bir şey diyordun.
    — Evet, zaaflarımız aynı diyordum. Vaktin varsa neden böyle düşündüğümü sana anlatayım.
    — Neden?
    — Birincisi: Şu ufaklığın kendine göre ne de büyük bir hedefi vardı ve neredeyse istediğini de elde edecekti değil mi? Fakat ufacık bir menfaat koca hedeflerini unutturdu. Aslında biz de çok farklı sayılmayız. Gözün önüne düşen ufacık bir saç telinin koca dağı göstermeyip gizlediği gibi, nice bir anlık lezzetler hayatımızdaki çok büyük değerleri feda ettiriyor. Adam bir anlık intikam lezzetini tatmak için düşmanını vurur da sonra hem kendini hem onun ailesini yıllarca meşakkate atar. İkincisine gelince Sence bu yavrucak çok ihtiyacı olduğu için mi bu kadar istedi o deterjanı?

    — Yoo! Ne ihtiyacı olacak. Eşkıyalıktan.
    — Hayır, çok ihtiyacı vardı, çünkü insanın elinde ne yoksa o, onun ihtiyacıdır. Neyi almak daha zor ise o
    daha büyük ihtiyaçtır. İnsan ihtiyaçlarına sarf ettiği arzu kuvvetini nesnenin maddi kıymetine göre; gerçek ihtiyacına göre değil de onu elde etme ihtimalinin azlığına göre belirler, öyle de kıymet biçer. Eğer şekeri elde etmek deterjan paketinden güç ise artık onun için ağlamak zamanıdır. Hiç normal vakitte hava için, su için ağlayıp dövünüyor muyuz, hayır. Ama hanlar hamamlar için dövünenler, dövüşenler çok. Anlayacağın hayatımızı mecazî ihtiyaçlar kuşatmış, bu da gerçeğin rengini değiştirmiş.

    — Gerçekten ya
    — Üçüncüsü: Bizler genelde hazır lezzetlerin müptelasıyız. O anda elde edeceğimiz üç kuruşluk menfaati ileride elde edebileceğimiz bin lira menfaate tercih ederiz. "Hele o zaman gelsin, onu o vakit düşünüz." deyip kendimizi kandırırız. Bunu iyi bilenler de "gak" desek ağzımıza bir şekerleme tıkıştırır, ne diyeceğimizi de unutturur.

    — Peki, Hasan Amca anlattıklarını anladım da, bunlar insan olmanın özellikleri, ne yapabiliriz ki bizler böyleyiz.
    — Evet, benim gibi ham insanlar, rûhu erdem tezgâhında işlenmeyenler böyledir. Diğerleri ise; onlar hem ne istediklerini iyi bilirler, hem de ne yapmaları gerektiğini. Onlar değil ufak şekerlemelere; baklava tepsilerine bile bakmaya tenezzül etmezler de, meşe odunu gibi hep dimdik dururlar
    Bu arada Ali, konuşulanlardan habersiz ihtiyarın sol ceket cebine dalmış, yeni hazineler çıkarmaya çalışıyordu. İhtiyar bunu görünce gülümsedi fakat Ali aynı tepkiyi annesinden alamamıştı. Hata yaptığını anladı. "Herkes rolünü oynuyor kızım. Utanacak bir şey yok. Tek benim gibi yetmişinde hâlâ şeker peşinde, deterjan peşinde olmasın da, hayatına gerçek gayeler bulsun."
#15.07.2008 14:22 0 0 0
  • Yusuf Ünal

    Memleketime son gidişimde Yakup Amcaların evini ve bahçesini oldukça bakımsız gördüm. Sükut içindeki civar terk edilmiş bir yer görüntüsüne bürünmüştü. Perdesini sıyırdığım pencerenin önünde durup karşı evin avlusuna baktım. Baktıkça hatıraların içinde kayboldum. Hayat insanı ne çabuk büyütüp değiştiriyor böyle! Dünün çocukları bugün anne- baba, anne- babaları ise dede- nine oluvermiş, kiminin de dünyası değişmiş.

    Şu ihtişamlı çınarın dalına salıncak kurup Yakup Amcanın bizi sallayışı, daha dün gibi aklımda. Cırcır böceklerinin ötüştüğü, dolunaylı yaz gecelerinde asmaların altında kaynattığımız semaverler, radyodan dinlediğimiz yanık gurbet türküleri Şimdi bunlardan eser kalmamış. Bütün mahalleyi sulayan kuyunun yumuşacık suyu çekilmiş, ağaçların dalları kırılıp sağa sola yatmış, pencerelerin pervazları sökülmüş, saksılar boş kalmış


    Evimiz geniş elma bahçeleri, tımarlı üzüm bağları, "camlarından kızıl biberler sarkan" mütevazı evleri, yakın çevredeki kaynak suları, onların oluşturduğu şırıl şırıl akan dereleri ve çayırlı çimenli mesîre alanlarıyla maruf Lâlebahçe mahallesindeydi. Kesme taştan yapılmış tek katlı evimizin önünde annemin tarhlarda ve teneke saksılarda envâi çeşit çiçek yetiştirdiği avlu vardı. Güllerin ve çiçeklerin hakkı müsellem, ben avlunun girişindeki boz yapraklı, enfes kokulu iğdeleri çok severdim. Mayıs ortalarında salkım salkım açan sarı çiçekleri mahalleyi tesiri altına alan cennet misal bir râyiha neşrederdi.

    Arka tarafta ağaçlarını babamın bizzat budadığı, zaman zaman yeni fidanlar diktiği, her bahar su arklarını yeniden açtığı, ilaç mevsimi pompayı sırtlanıp ilaçladığı meyve bahçemiz uzanırdı. Meyveler olgunlaşıp hasat mevsimi gelince kirazların, kayısıların tepelerine tüner; elma ve armutların eteklerine tutunurduk.

    Evin tahta çelenli balkonuyla sarmaş dolaş yaşayan geniş yapraklı asmalar perde vazifesi görürdü. Asma yapraklarının kendine has kekremsi, taze bir kokusu olurdu. Annemler onları en uygun zamanlarında toplar, büyük tencerelere genişçe yayıp üzerlerine yassı taşlar koyarak kaynatır, sonra da bunlardan, serçe parmak kalınlığında, limon sıkıp yemeye doyamadığımız, el emeği göz nuru sarma sararlardı. Asmaların ak üzümleri ağarmaya, kara üzümleri kararmaya başlayınca çubukların arası üzümlerin şerbetine gelen arıların uğultusu ve kuşçukların cıvıltısıyla şenlenirdi.

    Çatımızın bir bölümünün üzeri kapatılmayıp teras olarak bırakılmıştı. Fakat o geniş balkonlu, ferah avlulu evde terasa çıkmaya, orayı kullanmaya kimse ihtiyaç hissetmezdi. Bu durumdan istifade eden küçük ağabeyim terasa bir güvercin kümesi konduruvermişti.

    *
    Bize en yakın ev Yakup Amcalarınkiydi. Yakup Amca çok memleket gezmiş, güngörmüş, elinden her iş gelen zevk-i selim sahibi bir kimseydi. Evinde yok, yoktu. Mahallelinin hâcet kapısı gibiydi, herkes aradığını orada bulabilirdi. Ağaçlarını budayamayan, tulumbası bozulan, elektrikleri ârızalanan, musluklarından su akmayan ve bunların hakkından kendileri gelemeyenler Yakup Amcanın kapısını çalardı. O mübarek, Hızır Aleyhisselam gibi her işe yetişirdi.

    Mahallede arabası olan birkaç kişiden biriydi o. Bu yüzden eşinin doğum sancısı tutanlar, çocuğunun üzerine çaydanlık devrilenler, şehir dışından yolcusu gelecek olanlar hep onu bulurlardı... Geçinemeyen karıyla kocanın, anlaşamayan alıcıyla satıcının, kira artışı zamanlarında ev sahibiyle kiracının arasını da o bulur, son sözü o söylerdi.

    Mahallenin en alımlı evi Yakup Amcanınkiydi. Babamla asker arkadaşıydılar. Askerdeyken 'aynı yerden arsa alıp yan yana ev yaptıralım, çoluk çocuğumuz da arkadaş olsun, ölene kadar birlikte yaşayalım nasipse' diye kavilleşmişler. Yakup Amca evinin planını kendisi çizmiş. Ustaların başında durup yapacakları işi tek tek tarif etmiş. Beğenmediği yerde eline malayı alıp kendisi yapmış. Bahçesini briket veya taş duvarla çevirmek yerine, göze hoş geldiği düşüncesiyle, tahta çitlerle çevirmiş. Bunların selim bir zevkin ürünü olduğu ilk görüşte anlaşılırdı.

    Yakup Amca kimsenin bilmediği meyve fidanlarını, nereden getirtirse, getirtir bahçesini onlarla şenlendirirdi. O zamanlar mahallede kimsenin bahçesinde bulunmayan defne, akasya, çınar gibi ağaçları da yetiştirir ve onlara en az meyve ağaçları kadar ihtimam gösterirdi. Sonradan öğrendiğime göre defnenin kokusuyla birlikte yaprağını çok severmiş, akasyanın üzüm salkımı gibi hevenk hevenk açan beyaz çiçeklerini... Avlunun tam ortasında, tulumbanın yanı başındaki çınarı ise Osmanlı'yı hatıra getirdiği için dikmiş. Parmak kadar fidanken diktiği çınara bir an önce büyüyüp Bursa'da gördüğü ulu çınara benzemesi için özel gübreler verirmiş.

    Aynen babam gibi sabahtan akşama kadar elinde ağaç makası veya kürekle ağaç gölgelerinde kıpraşıp dururdu. Evin her hangi bir yerinde yıpranma görse hemen orayı tamire koyulurdu. Bu yüzden bahçesine ve evine daima gıpta edilirdi.

    Onun bin bir emekle şekillendirdiği evi, avluyu hanımı Zehra Teyze dantel gibi desen desen işlerdi. Sebze ve meyvelerin en tazelerini, çiçeklerin türlü türlüsünü mevsim mevsim sofraya taşırdı. Müsait bulduğu her yere - annem gibi- teneke veya plastikten yaptığı saksıları yerleştirirdi. Avludan başlayarak evin girişine kadar; hiçbiri ne koku, ne renk, ne de tür olarak diğerinin aynısı olmayan çiçek koridoru yapmıştı. Pencerelerin hepsinin pervazı saksılarla doluydu. Pervazlardan aşağı allı morlu çiçekler şelale misali, çağıl çağıl salınırdı. O evin çevresinde görebildiğiniz her yerde köpük köpük çiçekler patlardı.

    Sadece evin ve bahçenin değil her şeyin en güzeli Yakup Amcanınkiydi. En gür ve en güzel su onun kuyusundan çıkardı mesela. Çünkü en derin sondajı o vurdurmuştu. Ramazan'ın yaza denk geldiği uzun ve sıcak günlerde, iftar yaklaşınca mahallenin çocukları elimizde sürahi ve bidonlarla, pınar başına giden köylüler gibi, onların tulumbasından su doldurmaya giderdik.

    Meyvelerin en olgun, en lezizleri de onların bahçesinde yetişirdi. Gelenden geçenden hiç esirgemez, herkese ikram ederlerdi bunları. Ama onların nazarında öncelik ilim tahsil edenlerindi. Yakup Amca meyvelerin en iyilerini tek tek toplayıp sepetlere yerleştirir ve onları ayağını hiç kesmediği öğrenci yurduna götürürdü. Oraya elleri dolu dolu haftada birkaç kez uğramasa içi rahat etmezdi. Ekseriyetle bizi de peşine takardı giderken.

    Yakup Amcanın en yakın arkadaşı babamdı. Günün beş vakti camide görüşen bu iki dost bir gün görüşemeseler içlerini sıkıntı kaplardı. Hatta annem Yakup Amcayı kıskanır: "Benden bile çok görüşüyor onunla." diye babama sitem ederdi. Dostlukları o seviyedeymiş ki babam ilk oğluna onun adını vermiş. Yakup Amca da doğan ilk oğluna babamın adını vermiş: Ali Rıza.

    Babamla Yakup Amca bu arsaları aldıklarında henüz yeni evliymişler. Evleri yaptırıp içine taşındıklarında ikisinin de birer çocuğu varmış. İki kişi olarak temeli atılan aileleri giderek büyümüş, horantaları gittikçe kalabalıklaşmış. Cenab-ı Allah babama beş, Yakup Amcaya altı çocuk bahşetmiş. Benim aklımın ermeye başladığı yıllarda bu iki ev öyle kalabalıklaşmıştı ki evlere giren çıkan belli olmaz, evlerin kapıları hiç kapanmaz, önlerinde illaki birileri bulunurdu. Çocuk cıvıltıları iki evi birbirine bağlardı.

    Başlangıçta mahallede de ancak birkaç ev varmış. Etraf ıssız mı ıssızmış. Gel zaman git zaman hem mahalle hem de bizim aileler büyümüş. Çevreye her yıl yeni evler inşa edilmiş. Her yapılan ev bahçeleri küçültmüş, ağaçların, kuşların, böceklerin yaşama, çocukların ise oyun alanlarını daraltmış. Şükür ki, bu büyüme mahallenin dokusunu çok değiştirememiş.

    Yakup Amca henüz hayattayken akrabaları, eş ve dostları sürekli gelip gider, onlarda kalırlardı. Bir de bahsini ettiğim yurdun öğrencilerini gurup gurup kahvaltıya, yemeğe alırlardı. Evleri hiç boş kalmazdı. Onlar da misafiri velî nimet bilir, rahat ettirebilmek için çırpınıp dururlardı.

    Yakup Amcalarda yaprak dökümü ben liseye yazıldığım sene başladı. Çınar ağacının yapraklarından soyunmuş olduğu bir aralık günü Yakup Amca rahmet-i Rahman'a kavuştu. Trafik kazası geçirmişti.

    Cenazesi çok kalabalık oldu. Evlerine fevc fevc taziyeci aktı. Bütün mahalle yasa boğuldu. Mahallede günlerce müzik sesi duyulmadı. Evlerinin önünden geçen arabalar olabildiğince sessiz uzaklaşıp mateme ortak oldular. Sanki kuşların sesi kısıldı, rüzgâr sert sert esse de ağaçlar ses vermez oldu
    Onun bâkî âleme intikali babama çok tesir etti. Günlerce kendine gelemedi. Her gün ikindi namazını müteakip mezarlığa gider Yakup Amcanın kabri başında Yâsin-i şerif okur, evde ise gece yarılarına kadar onun ruhuna hatim indirirdi.

    Ölenle ölünmezmiş, diğer yanda hayat akmaya devam ediyordu. Zehra Teyze çocuklarını kanatları altında topladı. O günden sonra hem ana hem baba olacaktı yavrularına. Henüz yalnızca Ali Rıza'ları ve Rahime'leri evlenmiş barklanmıştı. Kalan dört yetimin en büyüğü on dokuz yaşındaki Melek Ablaydı. O seneden sonra ev hızla boşaldı. Önce Ferhat Ağabey üniversiteyi kazanıp İstanbul'a gitti. Birkaç sene sonra Melek, ardından Nazlı Ablalar evlendi. Evin en küçüğü Zübeyir de benimle aynı sene üniversitede okumak için Ankara'ya gidince Zehra Teyze kocaman evde yapayalnız kalıverdi. Her biri ayrı yerlere dağılan yavruları onu yalnız bırakmıyorlardı ama bundan ne çıkar? Yılın kaç günü gelebilirlerdi ki?

    Yakup Amcanın vefatından sonra ne bahçeye ne eve eskisi gibi bakan oldu. Kimse onun gibi bakamazdı zaten de, onun yarısı kadar bakan da olmadı. Ağaçlar da ev de yetim kalmıştı onun gidişiyle. Sağlığı yerinde oldukça babam kendi bahçesiymiş gibi bakmıştı ağaçlara. Her sene budamış, ilaçlamıştı. Ama bir süre sonra babam kendi bahçesiyle dahi ilgilenemez hâle düşmüştü. Yakup Amcanın bin bir emekle dikip yetiştirdiği ağaçlar artık gelin gibi süslenip çiçeğe durmuyor; vahşice sağa sola dal- budak atarak azmanlaşıyordu. Her sene birkaç ağaç odunlaşıp hızara gidiyordu. Kuyunun suyu iyice azalmıştı. Zaten ona pek ihtiyaç duyan da yoktu. Evin duvarlarında yer yer çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Boyalar kavlıyor, sıvalar dökülüyordu. Yakup Amca gidince evin de bahçenin de hatta mahallenin de neşesi kaçmıştı.

    Dakikalardır pencerenin önünde hatıralara dalmışım. Anacığımın elindeki lâle desenli fincandan burnuma gelen taze kahve kokusuyla daldığım âlemden sıyrıldım.

    "Zehra Teyze ne yapıyor anacığım?" dedim. "Horantaları dağıldıktan sonra kocaman evde iyice yalnız kaldı evladım." dedi mahzunca. Biz bunları konuşurken Zehra Teyzeyi elindeki maşrapayla avludaki üç beş cılız çiçeğe su verirken gördüm.

    Eşimle birlikte oğlumuzu da alıp kapısını çaldık. Son gördüğüme göre biraz daha yaşlanmış, hareketleri biraz daha yavaşlamıştı. Ama her zamanki gibi cana yakındı. Elini öptük, halini hatırını sorduk. Hemen mutfağa seğirtip bir şeyler hazırlamak istedi. Önce zahmet vermek istemedim. Ancak onunla yemek yiyeceğimizden, uzun süre misafiri olacağımızdan o kadar emin kalkmıştı ki yerinden, ağzımı açmaya çekindim. İncitirim diye korktum. Oğlu Zübeyir'den ayırmazdı beni sağ olsun. Onunla birlikte biz de mutfağa geçtik. Eşimle o yemek pişirdi ben salata yaptım. Bir yanda kısık ateşte yemek, diğer yanda muhabbet pişti ağır ağır.

    Zehra Teyzenin mütevekkil duruşu beni tesiri altına aldı. Daima Allah'a şükrediyor: "Allah bu günlerimizi aratmasın yavrum." diyordu. Evlatlarına sürekli dua ediyor: "Evlatlarım hayırlı çıktı, hiç yalnız komazlar beni, eksik olmasınlar." diyordu. "Zehra Teyze, oğlanların kızların yanına gitsene, böyle tek başına..." diyecek oldum. "Hepsi çağırıyorlar oğlum. Ama ben gidemiyorum, rahmetlinin yadigârı buralar, her yerde onun hâtırası var Ne yaparsın, Allah'ın kanunu böyle. İnsan hayatı bir çembere benzer, sonunda başladığı noktaya döner. Az iken çoğalır, çok iken azalır. İkisine de hazır olmak, alışmak lazım." dedi, beni ebkem bıraktı.


    Biz onunla laflarken kapı çaldı. Gelenler Yakup Amcanın gediklisi olduğu öğrenci yurdunun mütevelli heyetinden iki esnaf ve yanlarındaki bir mimar ve bir mühendisti. Meğerse Yakup Amca'nın varisleri babalarının amel defterine sevapların akıp durması niyetiyle bahçenin büyük bir kısmını vakfetmişler. Üç katlı şirin bir yurt inşa edilecekmiş oraya. Nasıl sevindim, nasıl heyecanlandım anlatamam! Yakup Amca'yı bu kadar memnun edecek başka bir şey olamazdı belki. O bahçe yeniden şenlenecek yeniden şakıyacaktı şimdi. Fidanlar ağaç olmayacaktı belki amma çocuklar "adam" olacaktı orada.

    Ben daha "Bu hayır işine iştirak etmemek olmaz." diye düşünüp elimi cebime atmadan hanım kolundan bileziğini sıyırıp vermesi için Zehra Teyze'ye uzatmıştı bile!
#15.07.2008 14:24 0 0 0
  • teşekkürler
#18.11.2008 21:14 0 0 0