Küçük Simitçi

Son güncelleme: 16.08.2009 13:33
  • Küçük Simitçi - Turgut Uzdu

    - Oğlum bir gazete verir misin?
    Çocuk koşarak geldi arabanın yanına. Sarı saçları vardı. On üç on dört yaşlarındaydı.
    - Hangisinden efendim?
    Adam gazetenin ismini söyledi. Gazetelerin arasından birini bulup çekti ve arabanın penceresinden adama verdi. Adam elindeki parayı uzatıp çocuğa verdi. Ardından şoföre dönerek:
    - Yürü Hüsamettin çok oyalandık! dedi. Araba hareket etti.
    Çocuk elindeki paraya baktı. On gazete parasıydı verdiği. Üstünü almamıştı adam. Arabanın arkasından bağırmak istedi fakat araba başka bir sokağa dönmüş ve gözden kaybolmuştu.
    Sevinçliydi çocuk. Yüzü gülüyordu. Bir müddet daha baktı arabanın gittiği yola. Sonra dönüp bağırmaya başladı. Sesi daha gür çıkıyordu:
    - Gazete! Gasteler!

    Geniş caddenin kollara ayrıldığı yerden sarı saçlı bir çocuk, sımsıkı sarıldığı paketlerle yürüyordu. Hava boz bir renge bürünmüştü. Akşam karanlığı çöküyordu. Hafif bir rüzgâr yan sokağı yalayarak geçti. Sonbaharın sararttığı yapraklar rüzgârın peşinde koştu bir süre. Hızları düştü. Yetişemeyince sanki yorgunluktan dizlerinin bağı çözülmüş ve yerlere serilmişlerdi. Karşı sırada apartmanlar görünüyordu. Şarkıların arasına sıkışmış neşeli çocuk sesleri geliyordu. Bazı yerlerde bir gün önce yağan yağmurun hatırası küçük gölcükler vardı. Sokağı yalayan rüzgâr, üzerlerinden geçerken küçük dalgalardan izler bırakmış, caddede kaybolmuştu.

    Telefon telleri her akşamki gibi serçelerle doluydu. Çocuk durdu. Elindeki paketleri dikkatlice duvarın dibinde bulduğu kuru yere koydu. Cebinden çıkardığı ofisten topladığı buğdayları duvarın üstüne serpti. Siloya ofis derlerdi çocuklar nedense. Eğilip, paketleri aldı ve küçük adımlarla uzaklaştı. On beş adım kadar yürüdü. Dönüp buğdayları döktüğü yere baktı. Serçeler onu bekliyorlarmış gibi duvarın üstüne üşüşmüş, buğdayları yiyorlardı. Kenara çekilip, buğdayların bitmesini ve serçelerin tamamının o bölgeyi terk etmelerini bekledi. Her akşamüzeri böyle oluyordu. İçi rahatlamıştı. Dönüp yoluna devam etti.

    Sağ tarafında geçtiği sokakların en darına gelmişti. Oradan döndü. Büyüdüğü yerdi burası. Evler tek katlıydı. Bazıları taş duvarlıydı. Bazıları dökük kireçle sıvanıp beyazlatılmış duvarlarda görünen kerpiçlerle yapılmıştı.
    İki küçük kavak ağacının dikili olduğu küçük bahçeli evin bazı yerleri çürümüş kapısının önünde durdu. Elleri dolu olduğu için diziyle itti kapıyı. İçeri girdi. Bu defa kapıyı arkasına alıp omzuyla bastırarak bir iki adım geri giderek kapıyı kapattı.

    İçeriden çok tatlı bir çocuğun haykırışı duyuldu:

    - Anne, Ali Abim geldi!
    İçerideki kapı açıldı ve sesin sahibi olan kız dışarı çıktı. Simsiyah saçları, kapkara gözleri vardı. Altı yaşlarındaydı. Kepçe kulaklarıyla çok sevimli duruyordu. Ali, her akşam geldiğinde yaptığı gibi, küçük kıza yaklaştı, kafasını eğdi ve kafaları birbirlerine dokunduğunda birkaç defa ters yönlerde çevirdiler. Küçük kız kahkaha attı yine. Çok hoşuna gidiyordu bu selamlaşma şekli. Küçük kollarını uzatıp, paketlerden birini aldı ve Ali'nin arkasından eve girdi.
    İlk giriş bir oda gibiydi. Bir yanda tahtadan yapılmış ayakları görünen bir divan vardı. Düzgün bir şekilde örtülmüş örtüsü yamalıklı ama temizdi. Karşılıklı çakılan iki çiviye bağlanan ipe asılan örtü, odayı ikiye bölmüştü. Karşı köşede gazocağı vardı. Gazocağının yarım metre kadar üstünde derin bir pencere vardı. Orada da tabaklar duruyordu. Pencerenin yanına, duvara çakılan tahta rafta üç boy tencere ve sapı kırık küçük bir tava vardı.
    Yerdeki eski kilim parçasının yanında sıraya dizilmiş gibi duran dört kütüğün üzerine, çeşitli renklerde kumaşlarla içi doldurulmuş, kütüklerin üst kısımlarını örtecek genişlikte minderler konmuştu. Dört köşe ve ayaklarının kapladığı alandan biraz büyükçe bir tahta masa divanın yanında duruyordu. Bu masadan sonra da bir kapı vardı.

    Ali, kucağındaki paketleri bu masaya bıraktıktan sonra küçük kızın elindekini de alıp diğer paketlerin üstüne koydu. Pantolonu toz olmuş mu diye baktı.
    İçeriden bir dikiş makinesinin sesi geliyordu. İğnenin çıkardığı ses yavaşladı ve durdu. Masanın yanındaki kapı açıldı. Yirmi beş otuz yaşlarında, esmer, uzun kirpikleri olan bir kadın çıktı. Üzerinde kırmızıları solmuş gül desenleri olan bir elbise vardı. Küçük kızın ses tonuna yakın bir tatlılıkta:

    - Onlar da ne Ali? diye sordu paketlere bakarak.
    Ali paketlerden birini alarak, içinden çıkardığı mavi benekli basmayı kadına doğru uzattı:
    - Bu sana Ayşe Abla, dedi. Kadın gözlerinde hüzünle karışık sevinç ışıklarına bulanmış akan iki damla yaşı Ali'ye göstermemek için arkasını döndü. Basmayı inceliyor gibi yapıyordu.
    Bu arada Ali, diğer paketi açıp, içinden çıkan bir çift kırmızı renkli parlak ayakkabıyı küçük kıza doğru uzattı.
    - Bunlar da senin Nilgün. Giyin hemen, sıkarsa ya da büyükse değiştireceğim yarın.
    Nilgün, ayakkabıları görür görmez anlamıştı onun olduğunu. Ayak parmaklarının ucuna basarak yükselip Ali'nin boynuna sarıldı.
    - Teşekkür ederim Ali Abi, çok güzeller, dedikten sonra, kilimin üzerine çöküp ayakkabıları giydi. Bağcıklarını bağlayıp kalktı. Kilimin üzerinde sağa sola doğru yürümeye başladı gözleri ayakkabılarındaydı. Yan tarafına, arkasına bakıyordu. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Nilgün'ün beğendiğini ve çok mutlu olduğunu hissettikçe Ali'nin içine ılık ılık bir şeyler akıyordu.
    Ayşe, Nilgün'ün gözlerine baktıkça kendini tutamıyordu. Gözlerinden yaş süzülüyordu.
    - Ayşe Abla şu ağlama huyundan vazgeçemiyorsun bir türlü, dedi Ali, Ayşe'nin elini tutarak.
    - Yavrum, mutluluktan da göz yaşarır. En küçüğü bile benim gözlerimden dökülür bilirsin. Bugün ikimizi de mutlu ettin. Bırak ben de böyle sevineyim, deyince, Ali gülümsedi. Paketlerden birini alıp içinden bir pantolon çıkarıp kendi üzerine tuttu.
    - Bu da benim. Paçalarını ölçüp yapacaksın sana zahmet. Bayramlarda giyerim diye aldım. Şu torbada da patates, margarin, makarna var. Soğan vardı diye almadım. Domates de pahalıydı. Dedikten sonra elini cebine sokup çıkardığı paraların bir kısmını ayırdı. Diğerini verdi. Ayırdıklarını cebine koyarken:
    - Gazetelerin hesabı dedi.
    Ayşe sormaya çekiniyordu ama Ali'nin dürüstlüğünden şüphe etmemişti şimdiye kadar. Bunları alacak parayı nereden bulmuştu diye merak etmesine rağmen sormadı. Gazocağının üzerindeki tencereyi açtı. İçeriye yemek kokusu yayıldı.
    - Nilgün sofra bezini ser kızım abin acıkmıştır, dedi pencerenin içindeki tabaklara uzanırken.
    Nilgün, hemen sofra bezini, odayı bölen perdeyi aralayarak uzanıp aldı. Getirip yere serdi. Kırmızı ayakkabılarına bakıyordu bir yandan da.
    Oturup yemek yediler. Sonra Ali kalkıp elini yüzünü yıkadı bahçedeki musluktan. Bahçe duvarının iç tarafına yerleştirdiği saksılardaki çiçeklere su verdi. Yapraklarını okşadı. Tuvalete gitti. İçeri geldiğinde Nilgün hâlâ ayakkabılarıyla oynuyordu. Sofra bezi toplanmış, tabaklar kaldırılmıştı. Odadan gelen dikiş makinesinin sesi, yine yarına yetişmesi gereken bir iş olduğunu haber veriyordu. Gülümsedi.
    - Sevdin mi ayakkabılarını? Uzun kirpiklerini kırpıştırdı Nilgün.
    - Sabahleyin de giyeyim mi Ali Abi?
    - Onlar senin. İstediğin zaman giyersin.
    Nilgün pencereye baktı. Hava kararmamış olsaydı hemen çıkacaktı dışarı. Ayakkabıları çıkarıp itinayla yanına koydu.
    Okula gelecek yıl, yaşı tuttuğunda gidecekti. Okumayı ve yazmayı çok istiyordu. Okulu bekleyememiş, Ali'nin haberi olmadan, annesine sormuş, yazmasını ve okumasını sökerek sürpriz hazırlamıştı.
    - Bu gece hangi masalı okuyacaksın Ali Abi?
    - Kırmızı Başlıklı Kız'ı okuyacağım. Senin de artık kırmızı ayakkabıların var ya Önce kendi kitabımı okuyayım.
    - A! dedi Nilgün. Sana bir şey gösterecektim. Koşarak dikiş makinesinden çıkan seslerin geldiği odaya girdi. Elinde bir defterle döndü. Açık sayfasını Ali'ye doğru uzattı. Büyük harflerle Seni seviyorum Ali Abi, yazılmıştı. Şaşkınlıkla Nilgün'e baktı. Nilgün:
    - Sürpriz! Ben yazdım. Senin gibi hızlı okuyup yazamıyorum deyince, Ali bu küçük ve tatlı kıza sarıldı. Kucaklayıp havaya kaldırdı ve yanaklarından öptü.
    - Ben de seni seviyorum, dedi uzun kirpiklerinin arkasında mutluluklar saçan siyah gözlere bakarak. Masanın yanındaki kapıyı aralayıp, Sırtı dönük dikiş dikmekte olan Ayşe'ye:
    - Bu kız okumayı yazmayı sökmüş Ayşe Abla, diye seslendi. Sesi şaşkınlık ve mutluluk doluydu.
    - Biliyorum Ali, bu kadar işin arasında başımın etini yiyordu ne zamandır. Sonunda sürpriz yapmayı başardı.
    - Ama masalları sen okumaya devam edeceksin değil mi? diye sordu Nilgün. Gözlerini kapatırken başını öne eğerek evet işareti yapan Ali, içeri girip elinde Jack London'a ait bir kitapla döndü. Divana çıkıp uzandı. Kaldığı yere koyduğu gazete parçasından açtı ve okumaya başladı. Öğretmeninin dediği gibi, sessiz okurken dudaklarını kıpırdatmıyordu.
    Odadan gelen ses kesildi. Ayşe, odadan çıktı. Nilgün ayakkabılarını inceliyordu. Gözleri kızarmıştı.

    Yanaklarında gamzeler oluyordu gülümseyince. Sevgiyle baktı Nilgün'e. Sonra Ali'ye döndü:

    - Yatmayacak mısınız artık? Geç oldu. Yataklarınızı yaptım, dedi.
    Ali, okuduğu sayfanın arasına başka sayfaların arasından çıkardığı gazete kâğıdını ucu görünecek şekilde koydu:
    - Dalmışım kitaba. Dikişin de uzadı senin. Ayşe Abla, sen de bu gece bayağı yoruldun.

    - Evet, sabah teslim edeceğim diye söz vermiştim elbiseyi. Yetiştirdim.
    Ali kalkıp dişlerini fırçalamak için bahçeye çıkarken Nilgün de peşine takıldı. Geri gelip, Ayşe'nin çıktığı odaya girdiler. Ayşe, bulaşıkları yeşil plastik naylon bir leğene yerleştiriyordu. Bahçede yıkayacaktı.
    Ali yorganını düzeltti. Raftan kalın bir kitap aldı. Yastığının üstüne koydu.

    - Sen giyin geliyorum, dedi ve odadan çıktı.
    İçeri geldiğinde Nilgün giyinmiş ve Ali'nin yatağının yanındaki yatağa girmişti bile. Yorganın üzerine oturdu. Kitabı eline aldı ve Kırmızı Şapkalı Kız adlı masalı buldu, okumaya başladı. Nilgün'ün gözleri yavaşça kapandı ikinci sayfada. Ali, üzerini örttü Nilgün'ün. Kaldığı yere yine gazete parçası koydu. Kalktı, ses çıkarmamaya çalışarak katlamasını sevmediği kitabı aldığı yere koydu.
    Dışarıyı dinledi. Ayşe Abla bahçedeydi. Çorabının arasından para çıkardı. Kitabı koyduğu rafta bir kumbara vardı. İçine bir miktarını attı. Kalanı da kitapların arkasında duran başka bir kitabın arasına koydu. Sonra yatağına uzanacaktı vazgeçti. Dışarı çıktı. Bahçeye açılan kapıyı açtı.

    - Ayşe abla bu gün para buldum, yarım saat sordum ama kimse sahiplenmedi. Bir bey gelip, sahibi yoksa senindir dedi. Ben de uzun zamandır almayı düşündüğüm şeyleri aldım.
    - Yanlış bir şey yapmayacağını biliyorum. Karakola götürüp teslim etse miydin acaba! Neyse sen sahibini aramışsın. Sana düşeni yapmışsın. Hadi git yat erken kalkacaksın.
    - Peki Ayşe Abla!

    Ali, tekrar yattığı odaya döndü, yorganın altına sessizce girdi. Açılan yorganını düzeltirken Nilgün gülümsedi. "Kim bilir nerelerde uçuyordur.", dedi içinden. Yatağına iyice yerleşti. Bu gün yaşadıklarını düşünürken gözleri kapandı.
    Henüz hava aydınlanmamıştı. Ali bahçe kapısını yavaşça çekip kapadı. Okul elbiselerini koyduğu torba yanındaydı. Simitleri sattıktan sonra okula gidiyordu. Kalan simit olursa kantine veriyordu. Aynı simit fabrikasının simitleriydi. Orada elbisesini değiştiriyor ve derslerine giriyordu. Ödevlerini ders aralarında yapıyor, dışarıya çıkmıyordu.
    Sokaklardan ve caddelerden hızla geçti. İki katlı, önünde bahçesi olan güzel bir evin önünde birkaç saniye durdu.

    Hayal meyal hatırlıyordu. Birileri gelmiş evin bütün eşyalarını toplayıp götürmüştü. Beyaz tüylü ayısını da almışlardı feryatlarına aldırmadan. Önce babasının, daha sonra da annesinin öldüğünü söylemişlerdi.
    Bir polis olan Nazım Abi, Ali'ye çok acımış, Ayşe Abla'nın evine getirmişti. Ayşe Abla'ya "Aşkım!" diyordu. Ali her defasında utanıp kızarıyordu. O zaman başka evde kalıyorlardı. Nazım Abi, her geldiğinde düğünle ilgili konuşuyordu Ayşe Abla ile. Bir gün başka bir polis gelip Ayşe Abla'ya, Nazım'ın trafik kazasında öldüğünü söylemiş, Ayşe Abla da günlerce ağlamıştı. Nilgün'ü doğurmuştu bir zaman sonra. Ardından da bu eve taşınmışlardı.
    Simit fırınından simitleri ve simit tablasını aldı. Başının üstüne yerleştirdiği simit şeklinde bir bezin üzerine tablayı koydu ve her gün gittiği sokaklara doğru yürümeye başladı.
    Arada bağırıyordu:
    - Taze simit, gevrek!


    Turgut Uzdu
#16.08.2009 13:33 0 0 0