Hoşçakal Şehir

Son güncelleme: 06.10.2010 17:24
  • Hoşçakal Şehir Öyküsü - Erol Balcı - Hoşçakal Şehir Hikayesi - Hikayeler
    ''Her insanın bir öyküsü var,
    Ama her insanın bir şiiri yok'' işte...

    Şiir; insan doğasının en saf halidir bence... Derin hisler dolarsa içine... Birdenbire kıvrım kıvrım yollar açılır önüne... sonra yavaş yavaş inersin diplere... Sen kanarsın, şiir kanar... Ve buram buram insan kokar her şey işte...

    Söz oyunları alıp götürür insanı böyle anlarda... Ve aniden bir perde çekilir duyguların içine... Gözlerin görmez olur hiçbir şeyi... Bir ışık diplere atar, bir el çekip tutar seni... Sen, sen değilsindir artık... İçe girer, dışa düşersin istemeden...

    Şair olma adına, yolculuğunun henüz başında olan birine...
    Hadi anlatın bana içinizi demiştim sevinçle...
    Meğer onun bir şiiri yokmuş...
    Anladım,
    Ve sustum sessizce...
    Şiir; edebiyatın ve insanın en saf hali değimlidir sizce...

    Aşkı bir çocuğun gözlerinden çalmalı...
    Ve sonbaharda düşen bir yaprağın kanatlarına sımsıkı tutunmalı...
    Sararan yaprakların içinde sarmalamalı aşkı işte...

    Anlam derinse ve söz varsa söylenecek...
    Şiir ancak o zaman şiir olabilir elbet...

    Elinde portakallar... Ve bir tutam gül ile...
    Yağmur damlalarından kurtulunca ortaya çıkan gülümsemesi... Kollarıma, yüreğime girmek için kapıda bekleyen sevgili hayalini arıyorum...
    Bin kere gelsem dünyaya, bin kere seninle olmak isterdim diyen seni...

    İçimde bir yangın var...

    Yollar... İnsana dair her şeyi barındıran yollar... Canlı cansız tanıklarımız...

    Yollarım hep sana çıkmakta sevgili...

    Her şehir insanların izlerini taşıyor... İnsanlar da şehirlerin izlerini elbet... Her taşta, kaldırımlarda yüzlerce ayak izleri... Yanan her ışık altında binlerce insan... Sevinçler, öfkeler sarar her yeri... Ve aniden açar güneş işte... Yağmur fırtınası, kar, dolu... Gökgürlemesine benzer duygular...

    Aşkın dili de farklı yaşanmaz mı şehirlerde... O dokunuşlar... Nazik, hırçın, hoyrat ve uysal... Şefkatli ve dokunsal... Her şehir farklı bir aşk kokar işte...

    Tarih kokuyor şehirler... Camiler, hanlar, köprüler, medreseler ve kervansaraylar... Şehir tarih kokar, insan tarih kokar nedense...

    Taştan bir eski zamana açılır kapılar...
    Dar, geniş ve kıvrımlı yollar...
    Çağıldayan su; dereler, çaylar...
    Yıldızlar heyecanlı, sevimlidir bulutlar...

    Alabildiğince engin bir ova...
    Etrafta sıra sıra dizilmiş dağlar...
    Kül rengi,küf kokar duygular...
    Üzüm bağları ve bostanlar...
    Şarap kokuları...
    Şefkatli ve hırçın esen rüzgâr...
    Yüzlerce çeşit insan kokan sofralar...

    Her sokak aynı şehri farklı karşılar... Alışamadım nedense bu şehre... Şehir bana uzak, ben şehre uzağım nicedir...

    Sokakta oynarken, düşüp dizini parçalayan çocuğun ağlayarak annesine koşması gibi... Bildiğim; beni bilen insanlara, topraklara koşmalarım var... Dekoru değil, oyuncusu olmak istiyorum hayat oyununun... Şehrim; şehrimi özledim işte...

    Sonbahar; ne güzel bir mevsim...
    Ve ölüm; içinde ne çok bilinmezleri saklar...

    Yine bilindik bir gece...
    Yaz biti...
    Veda zamanı gelip çattı işte...

    Vedalaşmak... İlle de dönmeyecek olanla vedalaşmak...
    Vedadın içine mutsuzlukları, kırgınlıkları sarıp sarmalayarak ayrılmak...

    Güneşimi kaybettim... Kayboldum içsel karanlığımda... Güneşimi, ışığımı arıyorum ben... Bu yok oluş bir ölüm değil mi... ve bu ölüm, seni bana getirecek işte...

    'haydi, Abbas, vakit tamam;
    aksam diyordun iste oldu aksam''

    Ne zaman sözler karışırsa birbirine; kalkma zamanımın geldiğini anlardım... Hafifçe kalkardım masamdan... Diz çöker, ellerimle bir bir toplardım yere dökülenleri işte...

    Her şehrin zindanları var... Kalın ağlarla örülmüş duvarlar...
    İnsan onuruna, özgürlüğüne sınır koyan o duvarlar... Ve ne kötü insanın özgürlüğünün iki dudak arasında olması...
    Şehirlere hiç yakışmıyor zindanlar...
    Çocukken bir yıldız kayınca, birinin öldüğünü düşünürdüm... Oysa ölümün, yeniden bir doğumu içinde sakladığını yıllar sonra öğrendim... Herkes doğanın öldüğünü düşünürken, biz biliyoruz ki yeniden doğmak, doğurmak için hazırlanıyor sonbahar...

    Hadi izin ver bana... Yeniden doğalım bizde... Birlikte... Olmaz mı...

    Şöyle bakındım etrafıma... Her şey puslu göründü gözlerime... Herkes konuşuyor ama hiç kimse dinlemiyordu birbirini... Alkol bu, durmuyordu ki şişede durduğu gibi... Ve her şey dökülüyordu ortaya bir bir işte...

    Birlikte başlayan sohbet, ikişerli konuşmalara dönüyor, sonra herkes konuşuyor ve kimse dinlemiyordu birbiri nedense...

    Gülümsedim... Ve şükrettim halime... Ne güzel; beni dinleyecek bir ben var hala içimde...

    Az önce tıklım tıklım olan meyhanede kimsecikler kalmadı... Boşlukta salınıyordu her şey...
    Hüzün ne de güzel kokuyordu böyle anlarda...

    Yârin kim bilir kimlere ev sahipliği yapacak şu masa... Hangi mezeler gelip gidecek üzerinden... Ve kim bilir kaç insanın kokusu karışacak her yere... Sonra tartışmalar izleyecek birbirini... Hararetli sohbetler, kırgınlıklar ve sarılmalar... İkişerli üçerli masalar yine dolacak insanlarla... Yine akşam olacak, veda zamanı yine gelecekti geceye işte...

    Bir bir incitmeden topladım geceye ait ne varsa... Sessizce bıraktım masanın üzerine işte...
    Öyle çok yıldız topladım ki... Ama benim yıldızım yoktu içinde...

    'Bir ışık düşerse üstüne basma,
    Gözlerine basarsın''

    Büyümüştür değil mi Deniz bebek... Büyümez mi, büyümüştür tabi... Bana her dokunuşunda, ellerinle, gözlerinle, kelimelerinle, sana doğru, denizine koşan, yaklaştıkça hızlanan nehir gibi akan benin, aşkın büyüdüğü gibi...

    Hoşçakal şehir... Hoşçakal şiir... Gidiyorum işte...


    Erol Balcı
#06.10.2010 17:24 0 0 0