Kan Kırmızı Kaldı Geriye Öyküsü - Erol Balcı - Kan Kırmızı Kaldı Geriye Hikayesi - Hikayeler
Kent sessizliğe bürünmüştü... Uzaktan yanan bir iki ışık dışında yaşam belirtisi göze çarpmıyordu... Bir ev ve evin içinde çaresiz adımlarla dolaşmaktan yorulmuş bir kadın vardı... Elinde telefonu, bir sandalyenin üzerine oturmuş, gözleri geçmişin hayallerine dalmıştı...
Birden nefesi boğazına düğümlendi Hava'nın... Kesik aralıklarla yutkundu bir süre... Nefes alma aralıkları uzadı... Sanki gizli bir el boğazını sıkıyordu... Ellerini boğazına götürdü...Buza dönmüş ellerlini hissetti...Bu eller kendi elleriydi... İşaret parmağını, şah damarının üzerine koydu... Kesik kesik hissediyordu damarın atışlarını...
Gözlerinde acının, çaresizliğin, hüznün tüm tonları saklaydı... Gözlerindeki yaşlar, ıslanmış, yırtılan bir kâğıdın parçaları gibi yerlere süzülmekteydi birer birer... Dökülen her tanecik içindeki yangını yerlere taşıyor, her boşalan yerlere yeniden acının bulutları doluyor, içinde şimşekler yeniden çakıyor, gittikçe yoğunluğu artan bulut kümeleri birbirleriyle çarpışıyor ve içinin yağmuru sele dönüşerek dışarı akıyordu... Bu yaklaşan bir ayrılığın öyküsüydü... Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu... Kesik kesik iç çekmeler, dökülen yaşlara eşlik ediyordu...
Bir an canının bedenini terk etmeye hazırlandığını düşündü... Ayrılığın acısı yüreğine düşmüştü bir kez... Bunu hissediyordu kadınsı yüreğiyle... Belki de çaresizliği bundandı... Ancak; bir an evvel de harekete geçmeliydi... Şehrin altını üstüne getirmeli, tüm dostlarına haber vermeli, aramadık, sormadık yerler bırakmamalıydı... Zaman üzülmek, ağlamak zamanı da değildi...Değildi değildi ama...
Hep böyle mi olunurdu bilemedi... İnsan; en sıkıntılı anlarında bile neden gerçekliklerle yüzleşmez de geçmişin hayallerine dalardı ki...Acılarla yüzleşmek zor olduğu için mi ki...Kim bilir...
Gözleri uzak hayallere dalıyor, beyni haber alamamanın ızdırabını tüm hücrelerine olanca hızıyla taşıyor, her yanını kanatıyor, sarsıyor, sarsıyordu... Örselenmiş bedeni yumruk yemiş boksörlerin hallerine benziyordu... Bir elinde sımsıkı tuttuğu telefonu bırakmıyor, diğer elinin tersiyle terleyen alnını siliyor, nefes almaya çalışıyor, bir mahkûmun hücre hallerini andıran davranışlara benzer halleri sergiliyor, umut, umutsuzluk arasında olta atıyordu evinin içinde...
Mutfak, oturma odası, salon, koridor arasında gidip geliyor, sürekli eşinin numarasını çeviriyor, her defasında telesekreterin sözlerini duyuyor ve hızlıca kapatıyordu telefonu...
Birden; dolanmakta olduğu odanın kapılarını, iç içe geçmiş demir parmaklıklara benzetti... Yıllar önce Erol'un ziyaretlerine gittiğinde hep kapılar dikkatini çekerdi... İki insanın arasında yüksek ağlar oluşturan demir parmaklıklardan nefret ederdi...Bu nedenle,demir soğuk gelirdi kendisine... Bir defasında Erol; 'mahkûmluk iç içe geçmiş demir kapılardır 'demişti...'İnsanın üzerine gökyüzü serilmeli böyle anlarda, biraz ılık bir rüzgâr esmeli ve mutlaka yârin kokularını taşımalı buralara... Yârin kokusunda, dağdaki kekik kokuları, papatyaların en saf halleri, ıhlamur kokuları saklıdır ve her kapanan demir kapı, bir başka mavi gökyüzünün kapılarının açılmasına yol açmalı; özgürlük, kapanan her kapının yeniden ardına kadar açılabilme umudunu içinde taşımalı' derdi... Ve en çok da zamana isyan ederdi böyle anlarda... Yitip giden zamanı durduramamaya üzülür, kahrolur, yanardı... Zamanı, avuçlarının içinde tutmaktı en büyük özlemi...
Tek kişilik hücrede yatarken, bir toplu iğne başı aydınlığı özler, mapusluk değil insanı yıkan;'gökyüzünü görememektir en acı olanı ve de yârin hasretine duyulan özlemdir' derdi...
Ve kendisini her ziyaretimde;' bana yitip giden zamanı taşıyorsun, tel örgüler arasında aldığım kokularında, dışarının güzelliğini kokluyorum... Özgürlüğün, özgürce geleceğin umutlarını soluyorum yürek atışlarından' derdi...
Demir parmaklıklar arasından uzatırken ellerimizi birbirine, soğuk demirlerin sıcadığını hissederdik... Ve gözlerimiz mutlaka birlikte çıkardı yolculuğa... Demir kapılar aniden ardına kadar açılır, ellerimiz bedenlerimizde sonsuz yolculuklara uzanır, kimselere aldırmadan dudaklarımızı birbirimize kenetler, bir canda iki beden olurduk... Duygularımızın en yoğunlaştığı anlarda da; mutlaka şu dizeleri fısıldarken, sanki koskoca bedeni bir avuç yürek atışlarında toplanırdı...
'Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak,
bu kadar mavi,
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
ne baş aşağı, ne baş yukarı.
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım...
Sade toprak, güneş ve ben...
Bu anda yeter bana bu kadarı
Bahtiyarım...'N.Hikmet...
Burada yalnızca 'bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım' dizelerine itiraz eder;'sen bunların hepsinin toplamısın benim için ve ben yazsaydım bu dizeleri,'ne karım' kısmını mutlaka yazmazdım' diyerek; sevginin her şeyden daha değerli olabileceğini anlatırdı... Ve sevgi her şeyin önünde olmalı derdi...
Oda sanki tek kişilik bir hücreydi ve ölüme mahkûm edilmiş bir tutuklu gibi hissetti kendini... Duvarda asılı tabloya baktı ve gözleri bir hayale uzandı yeniden... İlk evlilik yıldönümünde almıştı kendisine... Yeşillikler ortasında akan bir nehrin kenarında ağaçlar, etrafında uçuşan kuşlar, yeşilin en saf hallerinde otlar, yerlerde otlayan kuzular vardı... Tablonun en orta yerinde de bir kelebek asılıydı...'Zamanın kısa, hayatın değerli olduğunu çağrıştırsın diye çizilmiş olmalıydı' derdi...
Tablodaki su, kahverengiye çalan, yüksekliği ufuk çizgisine kadar uzanmış dağların ardından gelir, yaklaştıkça büyür, sanki bilinmeyenlerin ardındaki gizemi yakınlara taşır gibiydi... Renkler öylesine bütünleşmişti ki...'Böyle bir evimiz olmalı, ıssız, şehirden uzak yeşillikler içinde... Çocuklarımız olmalı ve uzak yetişmeli şehrin insanı boğan, insanlığı kirleten yanlarından... Ve mutlaka sular akmalı evimizin önünden... Su arınmaktır, su doğanın en saf halidir... Barışın, saflığın, türkülerin tadıdır... Su candır, hayattır, yeşilliklerin gizli anahtarıdır'...Ve elleriyle resim üzerinde gezintiler yaparken, usulca yanına sokulurdum... Bir süre hayallerimizin gerçekleştiğini düşünür, tatlı tatlı gülümser, sarılırdık birbirimize sımsıkı... Kalırdık orada öylece... Zaman dururdu sanki... Gökyüzünün mavisi saradı evimizin içini, suların şırıltılarını duyar, kekik kokularını, papatya kokularını koklardık doyasıya... Odanın içinde bir o yana bir bu yana bir kelebek uçar, uçardı...
Bir gün bile sayılamayacak zaman dilimi, sanki asırlara bedel içinde yokluklar ve yalnızlıklar yaratmıştı...'Hadi, hadi ne olur; ara ve ben buradayım de... Ben; sensizliğe ve bana geç kalmalarına hiç alışık değilim ki... Bana hep erken geldin... Çocuk yaşlarımda sevdim seni... Birlikte geldik dünyaya... İlk sancıları birlikte yaşadık... Ve birlikte merhaba dedik yaşama'...
Sanki zihni yeniden esrarengiz bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor gibiydi... Bir süre bekledi ve boşluğu seyretti anlamsız ve korku dolu bakışlarla... Sanki dışarının karanlığında biri kendisine seslenmişti... Ses önce uzaklardan geliyormuş gibi boğuk, anlaşılmaz ve uğultuluydu... Ses yakınlaştıkça tanıdık bir sese dönüşüyordu...
Birden bir ışık demeti belirdi karşısında... Işık demeti gözlerini almıştı... Hafifçe gözkapaklarını araladığında, endişeyle korku hallerinin iç içe geçtiği, acıdan yorulmuş, sararmış bir yüz duruyordu karşısında... Gözlerindeki ışıltı da olmasa hani, mezardan kalkıp gelmiş bir ölü var sanacaktı karşısındakini... Sevdiği, soğuk gecelerde sarılıp kollarında huzuru bulduğu, ilk aşkı ve son aşkım olacaksın dediği Erol'du karşısında...
'Erol, Erol'um; canım, aşkım'... Bir heyecan dalgası sarıp sarmaladı bedenini yeniden... Yürek atışları hızlandı, ellerinin içi terledi... İlk ellerinin buluşmalarındaki heyecanı yeniden yaşıyor gibiydi...'Beni korkuttun Erol, nerelerdeydin... Ne kadar üzdün beni bir bilsen... Biliyordum yaşadıklarımın bir oyun olduğunu... Neyse geçti tüm yaşadıklarım... Şimdi yaşıyorsun ve karşımdasın ya gerisini boş ver'...Uzattı ellerini... Bir boşluğu tutuyor gibiydi... Bir insana dokunurken duyulan tüm sıcaklığı hissediyor, kalp atışlarını, nefes alışlarını duyuyor, gülümsemesinin sıcaklığını görüyor, iç yakan, can yakan bakışlarının sıcaklığını içinde hissediyor, hissediyordu ama bir boşluğu sarıyordu sonunda...
Hayale doğru yürüdü telaşlı ve titrek adımlarla... Yaklaştıkça gölge uzaklaşıyordu kendisinden... Korku dolu ve ürkek adımlarla bir süre izledi gölgeyi... Sanki gölge kendini yanına çağırıyor, yaklaştıkça da kendisinden uzaklaşıyordu... Odaların içinde bir körebe oyunuydu sanki oynadıkları...
Gecenin siyaha çalan sessizliği, balkondan gelen sesle bozulmuştu... Sesin geldiği yöne doğru döndü birden... Gözleri şaşkın bakışlarla taradı etrafı aceleyle...
'Kim o...Kim var orada'... Ses birden kesilmişti...
Bir daha sordu... 'Kim var orada'... Yine ses yoktu... Tüyleri korkudan tiken tiken olmuştu Hava'nın... 'Aman Allah'ım deliriyor muyum yoksa... Neler oluyor bana'... Cesaretini toplayıp yürüdü balkona doğru... Balkonun kilitli kapısının anahtarlarını çevirip çıktı balkona... Dışarısı alaca karanlıktı... Birden açılan balkonun kapısından az önce gördüğü ışık, gecenin sessizliği içerisinde uzaklaşıyordu kendisinden... Yıldız kayıyordu... Ve her yıldız birinin ölümü demekti...
İçeriye hafiften esen rüzgârın esintileri doldu... Yıldız uzaklaştı... Dışarısının karanlığı arttı... İki katlı, müstakil evlerinin açık penceresinin hemen karşısında yanan bir ışık da olmasa, sanki şehir ölü uykusuna yatmış gibiydi... Yoksa tüm şehir ayaktaydı da kendisi mi derin bir uykudaydı bilemedi...
Gözleri uzaklaşan hayalin ardına dalarken dudaklarında yalvaran sözler yeniden dökülüyordu...' Ne olur Erol bırakma beni... Biliyorum şu an kötü şeyler yaşıyorsun, hissedebiliyorum bunu... Tüm bu gördüklerim de bundan olmalı... Ama bırakmayacağım seni, bırakma beni ne olur Erol'...İçeriye yönelirken yeniden dönüp baktı ardına... Gözleri ışıldadı birden... Az önce uzaklaşan ışık yeniden dönüyordu kendine... Gözleri mutluluktan gülümsedi... Özlemişti bu anı... Hızlıca girdi içeriye... Işığı buyur etti ve kollarını doladı ışığa... kolkola girdiler içeriye... Balkonun kapısını kilitlediler... Yaşama yeniden dönüş anıydı bu an...
Zaman acılara gebeyken çalmışlardı yaşama dönüşün kapılarını birlikte... Gece zamandı ve zaman uzundu... Izdıraplı gecelerde sabahların olması gecikirdi hep ve dışarısı zemheri olunca donardı zaman... Zaman donmuştu... Donmuş bir zamanın, üşümüş bir gecenin karanlık anlarında başlamıştı yolculuk...
Dışarısı alabildiğince taşımıştı soğuğu evlere... Kış arsızca dayanmıştı kapılara... Sanki acılar rüzgârların kanatlarına binmiş, ızdıraplar kar taneciklerine gizlenmişti... Zemheri ayında, rüzgârın ve ayazın gecenin sessizliğini böldüğü, kar taneciklerinin alabildiğince savrulduğu bir gecede... Bir gece; evet evet bir zemheri ayının gecesinde merhaba demişlerdi yaşama birlikte... Son yılların en şiddetli soğuklarının yaşandığı, derelerde akan suların donduğu, yaban hayvanlarının yiyeceksiz kaldığı bir zemheri ayının gecesinde... Ve şarkılara da konu olan uzun bir gecede ve uzadıkça uzayan zemheri ayında...
Hayallerimizin peşinden koşarken, oyalanırken kör koşuşturmaların ardından, yaşadıklarımızdır gerçek hayatımız belki de... Ne çok şeyler yaşadık seninle ve de ne çok şeyleri atladık belki de yaşam adına...' Aslında yaşam, umutlarımızın peşinden sürüklenirken yaşadıklarımız değil mi... Birini çok sevdiğimizde değişiyorduk işte... İçimizdeki bizden bir başka sen yaratıyorduk... Mutluluk adına... Yaşam adına, sevgi adına... Evlilik bu değimli ki... İki kişilik bir bedeninin, tek bir beden olabilme arzusu değil mi... Kendimizden, sevdiğimize uygun bir sevgili yaratmak değil mi... Ve ben senin için sen olmadım mı? Ve sen benim için ben olmadın mı? Ve bu kaçış neden şimdi... Yoksa senin kaçışın benim kaçışım mı? Öyleyse senin ölümün benim ölümüm olmayacak mı? Sen demez miydin hep öyle... Bu dünya da sen varsan ben varım'...
—Hayatım ne oldu sana, nedir bu telaşın...
Sese uzatıyor ellerini... Elleri boşlukta bir hayali tutmaya çalışıyor...
—Off... Bakın hele siz şu beyefendiye... Bir de sormaz mı nedir bu telaşın diye... Hem sen neredesin ve neden haber vermedin... Beni böyle çaresizlikler içinde bıraktın... İçine ılık ılık bir şeyler akıyor... Sahi, ilk ne zaman titretmiştin yüreğimi Erol...
—Bilmiyorum soruyu soran sensin... Hadi bakalım sen ver yanıtını da...
Hatırlamaya çalışıyor Hava... Bir bilinmezlik içinde, hayal meyal görünen gri, yer yer siyahlaşan bulutlar arasında, hızla savrulan duyguların eşliğinde, Erol'un zeytin karası gözleri canlanıyor birden; sıcacık bakışlar, içten bir gülümseme ve tüm sıcaklığı ile içten gülen iki göz duruyor karşısında...
'Bakışlarının sıcaklığı hep yüreğimi yakmadı mı? Bir insan ancak bu kadar insan bakabilir, insan kokabilir bakışlarda... Sevdiğim, canım, biricik eşim benim... Senin sıcaklığın beni yaşama bağlamadı mı? Sen varsan ben varım Erol, sen varsan ben varım... Can arkadaşım... Uzun gecelerimin can yoldaşı... Canımın içisin sen, canımdan ötesin... Gülümsüyor her zamanki içtenliği ve candanlığı ile Erol...
'Hadi hatırla bakalım hanım... Ne zaman titrettim ilk defa yüreğini... Ben de meraklandım şimdi'...
İnşallah ömrümüzün geri kalan yılları da birlikte geçer Erol... İlk çocukluğumuzu birlikte yaşadık, tıpkı doğum anlarımız gibi... Sonra hayat savurdu bizleri uzak şehirlere... Ama bu can hiç unutmamıştı seni ve sen de unutmamışsın ki beni... Karşılaştık yıllar sonra yeniden... Yaşam zengin ve doluysa ve her bir saatler bir önceki yaşananlardan zenginse, bir önceki kolayca unutulabiliyordu işte... Ben dolu dolu yaşadım seninle... Ve hep bir sonraki unutturdu bir öncekini... Ama yok yok işte hatırladı ilk yaşanmışlık, ilk yürek atışlarını... Ve ilk yüreğimi titrettiğin an... Sustu kaldı öylece...