Türkiye’de Sosyoloji ve Sosyal Bilimlerde Metodoloji

Son güncelleme: 05.01.2011 17:46
  • Sosyal bilimlerde araştırma türleri - Sosyal yapı araştırmaları - Sosyoloji çalışmaları - Kültür gruplarıSosyal bilimlerde bir teorik bir de sahaya yönelik olmak üzere temelde iki araştırma tipi görülür. Aslında her iki araştırma da birbiriyle ilişki halinde olup, biri diğerinden bağımsız değildir. Ancak araştırmacının konuya yöneliş biçimine göre, biri diğerinden daha belirgin şekilde ön plana çıkar. Bu tür bir yöneliş bize birinin diğerinden daha önemli olduğu sonucunu vermez. Fakat konunun özelliğine ve sosyal yapının durumuna göre, bir çalışma, diğerinden daha önemli konuma gelebilir. Üzerinde araştırma yapılan problem ve kültür unsurlarının tarihî temelleri araştırılmak isteniyorsa, bu durumda masa çalışma ,yani teorik araştırma anlayışı birinci derecede önemli olur. Ancak halkta yaşayan kültür unsurları araştırılmak istendiğinde sahaya yönelmek temel ilke olarak karşımıza çıkar. Bu durumda saha araştırması teorik araştırmaya nazaran birinci derecede yer alır. Diğer yandan halk arasında yaşayan kültür unsurlarının tarihini bilmeye, anlamaya çalışmak ve ortaya koymak esas olduğunda, teorik ve pratik çalışmaların iç içeliği esastır. İşte bu nedenle çalışmamızı, teorik ve pratik çalışmalardan hareketle, mümkün olduğu kadar, daha önce yapılan saha araştırmaları ve teorik araştırmalarla desteklemeye çalıştık.



    Sosyal yapı araştırmalarında teorik ve pratik çalışmalar kol kola gider ve/veya gitmesi gerekir. Ancak sosyal yapıyı ifade edecek şekilde yeterli saha araştırmaları yapılmamışsa, pratik araştırmaların teorik çalışmalardan önceliği olması gerekir. Çünkü teorik çalışmalar genelde pratik çalışmalar üzerine inşa edilir ve elde işlenecek yeterli malzeme yoksa, eksik bilgilerle meydana getirilen teoriler genelde yetersiz kalmaya mahkum olur, dolayısıyla toplum problemlerine cevap veremez. Ayrıca "azgelişmişlik" nedeniyle siyasî kabullerin ilmî faaliyetlerden önce geldiği, teorilerin ispatlanmış veriler veya kabuller gibi ifade edildiği, ülkelerde, saha araştırmalarının önemi daha da artar.



    Saha araştırmalarının yetersiz olduğu ülkelerde, bu tip çalışmalar özendirilmeli ve ortaya çıkan çalışmalar desteklenerek kamuoyuna sunulmalıdır. Ancak saha çalışmalarının tarihî temelleri de ihmal edilmemelidir. Çünkü kültür unsurlarının tarihî temelleri ve o unsurların halk arasındaki yaşayış şekilleri, sosyal grupların kültürel grup olmalarında çok önemli bilgileri ifade eder. Ayrıca bu bilgilerin sosyal meselelerin çözümünde de çok önemli rolleri vardır. Meselâ Beşikçi'ye göre Türkiye'nin problemlerinin çözümü "...Bir sosyal araştırma stratejisinin çizilmesini ve araştırmaların belirli strateji açısından ele alınmasını gerektirir. Oysa, Türkiye'de şimdiye kadar yapılan araştırmalar son derece dağınık olmuş, niçin yapıldıkları, hangi amaca hizmet ettikleri açık-seçik ortaya konmamıştır. Örneğin, pek çok köy araştırması yapılmıştır. Fakat köyler, Türkiye'nin bütünü içinde değil de, bir bütünden bağımsız gibi ele alındıkları, kasaba ve kentlerdeki oluşumlarla bağlantı kurulmadığı için bu konuda yapılan araştırmalar, ne köy sorununun çözümüne, ne de Türkiye'nin genel sorunlarının çözümüne yardımcı olmuşlardır"(1). Yukarıda belirttiğimiz; Beşikçi'nin 1970'te ifade ettiği anlayışın ve şartların değiştiğini görmek, hâlâ pek mümkün değildir. Oysa ülkedeki sosyal bütünleşme ve sosyal uyum için, stratejik araştırmalar son derece önemlidir. Ayrıca ülkemizde saha araştırmalarının önemli bir kısmını amatörce yapılan folklorik çalışmalar meydana getirmektedir. İlmî çalışmalar ise, parmakla sayılabilecek kadar az olup; bunların da çok azı basılabilmiştir. Oysa bu tür çalışmaların basılarak kamuoyuna sunulması, çalışmaların yapılması kadar önemlidir.



    Sosyal bilimlerin dili kavramlardır. Kavramlar ise ilim adamlarının birbirinden haberdar olması ile genel kabul görür. Aksi takdirde, her ilim adamı kullandığı kavramı kendine göre şekillendirir, bunun sonucu olarak da kavram kargaşası meydana gelir. Kavram kargaşası ise sosyal yapının anlaşılamamasıdır. Sosyal yapının anlaşılamaması ise sosyolojinin anlaşılmadığını gösterir. Çünkü Eserpek'in de ifade ettiği gibi, "sosyoloji'deki temel kavram sosyal yapıdır"(2). Dolayısıyla bu yapının sosyal bilimcilerce araştırılması, sosyal yapıdaki sosyal şuurlanma ve kültürel bütünleşme açısından son derece önemlidir. Çünkü sosyal hayat, bazı farklılıklar olsa da, genelde bir bütünlük arz eder. Dolayısıyla bazı sosyal olaylar birbirinden farklı birer gerçeklik gibi görünse de onları birbirinden soyutlayamayız. Sosyal yapı içindeki her unsur belli bir anlamı ifade eder. Anlamlar arasındaki uyum ve bütünleşmede sosyal sistemi meydana getirir(3). Ancak nasıl ki sosyal grup insanlardan meydana geldiği halde, insanlardan farklı ise, sosyal sistem de, sosyal unsurlardan farklıdır.



    Sosyal yapı veya sosyal sistem araştırmalarında izlenecek metod veya strateji ile taktikler, son derece önemlidir. Çünkü nasıl; sosyal hayat devamlı değişim halindeyse, onun araştırılmasında kullanılan vasıtaların da şartlara göre değişmesi gerekir. Bu zaruriyet yalnız bugün değil, dün de vardı. Meselâ Euklydes'in çalışmalarıyla geometri, Batlamyus'la fizik, felsefeden koparak, bağımsız bir bilim dalı olarak görülmeye başlanmış. Böylece; bilimlerin felsefeden ayrılarak bağımsızlıklarını elde etmeleriyle beraber, yöntem sorunları da ortaya çıkmıştır. Fizik ve geometri dilinin matematik olması nedeniyle evrenin matematik diliyle yorumlanması Euklydes geometrisine bağlı olan Newtoncu anlayışla zirveye çıkmıştır. Ayrıca ortaya ilk çıkan bilimlerin fen ve formel bilimler olması, bu bilimlere kültür bilimleri karşısında bir bakıma üstünlük sağlamıştır.



    Bu anlayışın zamanla uç noktalara varması, formel ve fen bilimlerini adeta bir "mit" ya da "kült" haline getirmiştir. Belki bu anlayışta olacak ki; felsefeden ilk ayrılan kültür bilimlerinden sosyoloji, Comte (1789-1857) tarafından "sosyal fizik" olarak ifade edilmiştir. Bu nedenle, Batı'da kültür bilimcilerinin çoğunluğu (Günümüzde bu oran kısmen tersine dönmüş.) 1950'lere kadar, -Türkiye'de de bir kaç ilim insanı hariç, diğerleri hâlâ- fizik kanunlarıyla, determinizm ve sayılarla; Spencer (1820-1903)'ın başını çektiği bir kısım kültür bilimci de Darwin (1809-1882)'in "evrimci" anlayışı ile Newtoncu yaklaşımı beraber kullanarak sosyal yapıyı açıklamaya çalışmışlardır. Ancak, Euklydes dışı geometrinin kurucularından olan Lobaçevskiy (1792-1856)'nin iki nokta arasında en kısa yolun bir doğru olmayıp eğri olduğu, Riemann (1826-1866)'in üçgenin iç açılarının toplamının 180 dereceden büyük veya küçük olacağı iddiaları fen ve formel bilimlerde metod tartışmalarını gündeme getirmiştir. Euklydes dışı geometri anlayışıyla beraber, yeni fizik anlayışları da gelişmeye başlamıştır. Bu anlayışın öncülerinden Planck (1858-1947)'ın "Quantum fiziği" tabuları sarsarak, bilimlerde köklü değişmelere neden olmuştur. Planck'ı takiben Einstein (1859-1955)'ın "görelilik", Heisenberg (1901-1977)'in "ihtimaliyet ve belirsizlik" anlayışları, fen ve formel bilimlerde, ilkeleri tartışılması ihtiyacını gündeme getirmiştir. Ayrıca Popper (1902-1994)'in "yanlışlanabilirlik" Kuhn (1922)'un "paradigma" ve her ilmî çalışmanın, ilim adamının içinde bulunduğu duruma göre değerlendirilmesi, Feyerabend (1924)'ın "yönteme hayır" anlayışları da kültür bilimlerinde yöntem tartışmalarını tekrar gündeme getirmiştir. Bu tartışmaların sonucunda Batı'da fen ve formel bilimlerde dahi, mutlak bir metod yerine, farklı metodları kullanma ihtiyacı duyulmuştur. Bunun sonucu olarak, kültür bilimlerinde, fen bilimlerinden ithal yöntemler yerine, kendi yöntemlerini geliştirmeye ve en azından fen ve formel bilimlerin yöntemlerini olduğu gibi değil de, uyarlayarak kullanma anlayışı gelişmiştir(4).



    Ancak ne hikmetse, Newtoncu fiziğin bir ifadesi olan pozitivizm, Türkiye'deki ilim anlayışının hâlâ baş köşesinde oturmaktadır. Güngör'ün deyişiyle, pozitif anlayış Ziya Gökalp ile kurucusu olduğu Türk sosyolojisine girmiştir(5). Türkiye sosyolojisinde Prens Sabahaddinci ve Ziya Gökalpçi iki akımdan bahsedilir. Fakat Güngör'ün görüşünü dikkate alırsak pozitivizm açısından ikisi arasında fark yoktur. Çünkü, bunlardan birincisi araştırmalarda gözlem ve deneyciliği diğeri de teorik, siyasî ve tarihî yaklaşımı esas almıştır. Bu nedenle Gökalp'in pozitivizmi biraz daha esnek bir yapıya sahiptir.



    Bilindiği gibi pozitivizm deney ve gözlemi temel olan bir metod anlayışıdır. Bu da Comte vasıtasıyla doğa bilimlerine dayalı bir toplumbilim meydana getirmek kaygısından ortaya çıkmıştır. Bu arzu doğa bilimleriyle Comte arasında çok yakın bir ilişki meydana getirmiş olacak ki onun sosyolojiyi "sosyal fizik" olarak ifade etmesine vesile olmuştur(6). Bir başka görüşe göre; sosyal bilimlerin, tabiat bilimleri gibi algılanması zaruretini ilk defa ifade edenin Saint-Simon olduğu zikredilmiş ve pozitivizm'in başlangıçta İngiliz ve Fransızlar'ın felsefesi olduğu iddia edilmiştir(7).



    Pozitivist düşüncenin ve sosyolojinin ilk vatanı Fransa'da yetişmiş ülkemizin önemli sosyologlarından biri olan Vergin'e göre pozitivist anlayışın sonucu "evet, toplum tanrılaştırılmıştır, Tanrı'nın ta kendisidir. Sosyoloji de kayıplara karışan Katolik ahlakın yerini alan laîk ahlakın temeli olan bilimin ta kendisidir. Toplum, yeni tanrı. Sosyoloji de yeni din. Pozitivist imanın beşeriyete mal edilmiş hocası Auguste Comte ile toplumun hizmetkârı olmayı bir ahlâk kuralı haline getiren Durkheim ile karşılaştık. Onlar optimist idi. İlerleme felsefesinin çocukları, bilimin her şeye çare bulabileceğine inanıyorlardı. Ya biz?"(8) Bu sorunun cevabı ve kendisi, ülkemizde herkesi yakından ilgilendirmelidir. Çünkü bu soruya verdiğimiz cevap, sosyal bilimler karşısındaki tavrımızı belirleyecektir.



    Yukarıda ifade edildiği gibi, sosyolojimize Gökalp'le giren pozitivist anlayış hâlâ ağırlığını hissettirmektedir. Üstelik de Gökalpçi olmadıklarını beyan eden kişiler tarafından. Onlara göre, "bilimsel yöntem biriciktir" o da "pozitivizm"dir. Çünkü, sosyoloji pozitivist ve determinst bir bilimdir. Bu nedenle, sosyoloji ampirik yöntemi ve onun gerektirdiği somutluk ilkesinin icabı gözlem, anket istatistik gibi teknikleri kullanmak zorundadır(9). Bu tutarsız anlayış, ülkemizdeki genel metodolojik anlayışın önemli tenkitçilerinin belki de başında gelen, Arslan tarafından dramatize edilerek şöyle anlatılır: "Türkiye'de entellektüel hayat yoksuldur. Çünkü entellektüel, akademisyenler tek toplumsal kaynaktan gelmedirler ve bu nedenle ülkemizdeki entellektüel oluşum tam bir monopolistik yapı sergilemektedir. Bu entellektüel yapının ya da modern epistemik cemaatin mensupları, fazlaca basitleştirme pahasına dile getirmek gerekirse, toplumsal kaynakları bakımından pozitivist bilim ideolojisini 'bilim' diye gönüllü olarak benimsenmiş bir elitler zümresinin varisleridir. Entellektüel sahipleridir onlar; ayrı ayrı konuştuklarında, farklı şeyler söylüyor gibi göründüklerinde bile, tek bir ağızdan konuşuyor gibidirler ve arenada başka kimse yoktur"(10). Bu ifadeler belki çok iddialı olabilir; ancak ettiği için üzerinde düşünülmesi gereken bir problemi ifade son derece önemlidir.



    Ülkemizde saha araştırmalarına yönelik sosyoloji çalışmalarında iki temel yaklaşımı görmek mümkündür. Bunlardan ilki ve en yaygın olanı, ampirizme dayalı istatistikî ve tasvirî monografiler; ikincisi az da olsa anlamaya, yorumbilgisi (hermeneutik) ve mukayese ilkesine bağlı çalışmalardır.



    Gökalp, pozitivist olmasına rağmen sosyologlarımızın bir kısmının yaptığı gibi ampirizme dayalı çalışmalar yapmamıştır. Saha araştırmasına dayalı tek çalışması olan, "Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler" (Rıza Nur'un teklifiyle 1922'de yaptığı çalışma olup, iki rapordan ibarettir.) yorumlamaya yönelik bir araştırmadır. Bu anlamda Eröz, Turhan, Türkdoğan, Eserpek, N. Erdentuğ ve Kurtkan'ın sahaya yönelik çalışmaları da diğer ampirik, istatistikî ve tasvirî monografilere nazaran, yorumbilgisi ve anlamaya yönelik çalışmalar arasında sayılabilirler.



    Diğer çalışmalar genelde pozitivist bir zihniyetten kaynaklanan anlayışla, sosyal hayatı tabiat bilimlerindeki metodolojik bakışla yorumlamaya yöneliktir. Metadolojinin bir zihniyet meselesi olması nedeniyle bu durum normal karşılanabilir. Fakat sosyal bilimler ile fen bilimler arasındaki farkı dikkate almak zorundayız. Bu nedenle tabiat bilimlerinin metoduna genel geçerlilik ve biriciklik atfedilemez. Rickman'a göre tabiat bilimlerinin sonuçlarının güvenirliği pozitivist anlayıştan kaynaklanmıştır. İngiltere'de ise "bilim" ve "bilimsel" kavramları, tabiat bilimlerini ve metodlarını ifade etmek için kullanılmıştır. Ve tabiat bilimleri ile insan bilimleri arasındaki en önemli fark; birincinin "kavramaya", ikincinin "anlamaya" yönelik olmasıdır. Anlama bir şeyin ifade ettiği zihnî muhtevayı, kavrama ise iki şey arasındaki ilişkiyi ifade eder(11).



    Yukarıda bahsedildiği gibi matematik ve fizik bilimlerindeki gelişmelerin yeni sonuçları, tabiat bilimlerinde bile her zaman "mutlak"lığın olmadığını ve sonuçlarına daha dikkatli bakmamız gerektiğini bize hatırlatmaktadır. Meselâ J. Gleıck'a göre sakin bir suya atılan bir tahta parçasının hareketi hesaplanabilir, ancak su çalkantılı ise bu mümkün değildir. Hatta aynı anda atılan iki parçanın seyri çok farklı olur(12). Heisenberg'e göre de Quantum fiziğinde bir cisimciğin aynı anda hem hızını hem de konumunu tespit etmek mümkün değildir. Ancak konumu tam olarak ölçülebilir fakat, bu durumda da gözlem araçları vasıtasıyla hızını tespit edemeyiz. Önce hızını ölçersek, o zaman da konumunu kesinlikle tespit edemeyiz. Ayrıca zaman kavramı, hareketli ve hareketsiz bir gözlemciye göre farklı olmaktadır. Dolayısıyla çağdaş fizikteki yeni buluşlar nedeniyle, fizikî alemde "determinizm" ve "mutlak"lık kavramları reddedilmiştir. Bunların yerine "belirsizlik", "görecelik" ve "ihtimaliyet" kavramları kullanılmaya başlanmıştır(13).



    Heisenberg'in ifade ettiği üzere, bir cismin meselâ bir elektronun konumunun ve hızına bağlı olarak momentumunun aynı anda tam olarak tayin edilememesinin sebebi, elektron üzerinde deney yapılırken, deney araçlarının, meselâ aydınlatmak için kullanılan ışığın dalga boyunun, elektronun momentumundaki belirsizliği etkilemesi, foton (ışık tanecikleri) ların elektrona çarpmasıyla elektronun hızını dolayısıyla momentumunu değiştirmesidir. Ona göre her "foton" elektronlara çarptığında kendi "momentumu" ile elektronun ilk momentumunu değiştirir. Işık, dalga özelliklerine sahip olduğundan hiçbir ortam altında sonsuz duyarlılıkları tayin etmeyi bekleyemeyiz(14). Fakat Türkiye'de nedense insan ve tabiat bilimlerinin farklılığı bir yana, hâlâ klasik fizik anlayışı ile insan bilimlerinde çalışmalar yapılmaktadır. Hatta Mardin'e göre "Türkiye'de bilim 'ben senden daha iyi bilirim' demek için yapılmaktadır"(15).



    Popper determinist, tekçi yaklaşımları eleştirerek, "filozof olarak" yöntemlere tenkitçi açıdan yaklaşmamız gerektiğini belirtip, ilmî düşüncenin en büyük düşmanı olarak doğmatizmi ifade eder. Ayrıca sosyal olayın anlamını, anlamaya ait çalışmaları, determinizmin ötesinde parça parça veya tek tek değil, tarihî süreç içinde oluşmalarını dikkate alarak, bir bütün içinde araştırılması gerektiğini bildirir(16).



    Metodoloji bir zihniyet, strateji ve taktik meselesiyse -ki öyledir- yukarıdaki cümleleri ve her sosyal grubun sosyo-kültürel farklılıklarını dikkate alarak, kendi şartlarımıza göre bakış açıları geliştirmemiz gerekmez mi? Ancak, herhalde zihniyet olarak bağımsız olamadığımız için, ilim zihniyetinin ve metodunun arkasında yatan nedenleri tespit etmekte yetersiz kalmaktayız. Yukarıda, bahsettiğimiz üzere, "Batı, hıristiyan kültürünün bir sonucudur". Weber de ampirizm, Hellenizm'in etkisiyle hıristiyanlıkta tam bir gelişme göstermiştir(17) der. "Bu nedenle Batılı bilim ve düşünce sistemini oluşturan metodoloji zihniyeti, Batı'nın dünya görüşü, norm ve önermelerinin bir ürünüdür... Eleştirmesiz ve yorumsuz bir taklitçilik, metodoloji alanında da kültür ve düşünce hayatımızı istila etmiştir. Bu görüş felsefesinin sonucu olarak Batı'nın dünya görüşü ve değerler sisteminin ürünü olan modeller, araştırma yöntemleri aynı şartları yaşıyormuşçasına ülkemiz sosyal şartlarına adapte bile edilmeksizin aktarılmıştır"(18). Bu hastalık nedeniyle biz sosyal bilimciler Batı'nın gözü ile kendi sosyal meselelerimizi tahlil etmeye çalışıyoruz. Oysa biz ne kadar Batılı'yız desek de değiliz ve olamayız. Çünkü değerlerimiz Doğu kültür dairesi içinde şekillenmiş ve hâlâ oradan beslenmektedir. Diğer yandan, sosyal değerler önemli ölçüde evrensel değildir. Ve sosyal değerler var olduğu sosyal yapının izlerini taşır. Bununla beraber etkileşimde bulunduğu değerleri, metamorfizm çerçevesinde, yani kendi dinamikleri içinde, kendine göre şekillendirmeye çalışır ve şekillendirir.



    Ayrıca Batılı sosyal bilimciler dahi bu sahadaki metodolojilerin evrensel olamayacağını ifade etmektedirler. Meselâ Bennett'e göre her sosyal yapının kendine özgü sosyal problemleri vardır ve hiçbir metodoloji geliştirildiği gruptan başka grupların problemlerinin çözümü için tatbik edilemez. Dolayısıyla sosyal bilimlerde determinizm olamaz(19). Fallers de sosyal bilimlerin millî karakterli olduğunu ve metodlarının bilim adamının içinde yaşadığı sosyal gruplardan çıkardığı yorumlarla oluştuğunu belirttikten sonra, bugün Türkiye'deki sosyal bilimcilerin, genellikle bildiklerini Avrupa ve Amerika'da yayınlanmış kitap ve dergiler yoluyla öğrendiğini, oysa bu yayınların Avrupa ve Amerika şartları için geliştirilmiş kavram ve teorilere dayandığını söyler(20). Tuna'ya göre de sosyolojinin Batı'da ortaya çıkması ve oradaki problemlerle şekillenmesinden dolayı ayrıca, Batılı olmadığımız (yani Doğu'lu olduğumuz) için, Batı sosyolojisinin teknikleri, meselelerimizi çözmede bir işe yaramamıştır(21).



    İfade edilen bu olumsuz zihniyetten kurtulamadığımızdan, Türkiye'de sahaya ilişkin sosyolojik ya da insan bilimleriyle ilgili çalışmalarda önemli ölçüde hâlâ "Batı gözlüğü" kullanılmaktadır. Üstelik bu iş çok "acemice" ve "hammal" gibi bu iş yapılmaktadır. Meselâ, 1980 sonrası sosyal meselelerimize yönelik faaliyetlerde katılımcı saha araştırmalarına dayalı çalışmalara hemen hemen rastlanmaz. Dolayısıyla kısa süreli anket ve mülakatlarla sosyal meselelere cevap aranır olunmuştur. Neticede, sosyal araştırmalar Türkiye'de anketle toplanan bilgilerin sıralanması olarak algılanmıştır. Bundan dolayı, Türkiye'de sosyal bilimlerin kamuoyu oluşmadığı gibi, ellilerin sonundan sonra, büyük bir kısmı üniversite hocaları tarafından yapılan çalışmaların çoğunluğunda "gazeteci polemiği"nden farksız bir seyir izlenmemiştir(22). Bu ve benzeri anlayışlardan dolayı Türkiye'de sosyoloji çalışmaları, önceki yıllara göre şiddetini daha da arttırarak 1960'lı yıllardan sonra Batı'yı iyice taklit etmeye başlayan bir eğilime girmiştir. Batı'da geliştirilen teoriler doğrulanmak üzere, Türkiye'de çalışmalar yapılmış, fakat istenilen sonuçlar ortaya çıkmayınca, Türkiye'deki insanlar zihnî geri kalmışlıkla suçlanmıştır. Bütün bu neticeler "Batılı sosyologların anketörlüğünü yapmaktan kaynaklanmıştır"(23).



    Anket konusunda Akın, son derece sert eleştiri yaparak, "Türkiye'de sosyal bilim anket sorularını hazırlama, aktörler aracılığıyla bu soruların içini doldurtma ve bunu makinanın bir ucundan sokup öbür ucundan çıkartarak, çapraz tablolarda korelasyon katsayısı aramak şeklinde anlaşılmaktadır. Ben bu türü hep sosis üretimine benzetirim. Modern mezbahanenin kesim kısmına öküzü sokarsanız; siz hiç elinizi bile sürmeksizin öküz mezbahanenin öbür ucundan sosis olarak çıkar"(24) der. Akın'ın eleştirdiği bu anlayış neredeyse Türkiye'de sosyolojiyi ankete eşdeğer hale getirmiştir.



    Gerçekten de ankete sıkı sıkıya bağlılık ve sosyal değerleri rakamlarla ifade etme, bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Meselâ giriş bölümünde belirttiğimiz gibi, bir öğrenciniz size plastik bir çikolata ikram etse, siz de teşekkür ederek almasanız, bu durumda öğrenciniz, onu tanıdığınızı zannederek, (Aslında hoca tanımamıştır veya özel nedenlerinden dolayı teklifi reddetmiştir.) anketini doldursa ve bu şekilde on beş kişi ya da bir sosyo-kültürel grup üzerinde anket yapsa, söz konusu anketin ve gözlem sonuçlarının doğru olduğuna ne kadar inanılır, ne kadar güvenilir ve bu sonuçlar ne kadar geçerli olur?



    Kişiler belirli bir kültürel grubun üyesi olarak onun izlerini taşırlar. Kültür grupları da, insanların sosyal hayatı, sosyal mirası, alışkanlıkları, çıkarları ve benzeri nedenler sonucu oluşurlar. Bu nedenle " mevcut sosyal olayların sadece halihazır durumlarının doğrudan doğruya direkt bir müşahadesi asla yeterli bir temel teşkil edemez. Bu sûretle istenen amaca ulaşılamadığı gibi doğruyu elde etmek de mümkün olamaz. Buna bu olayların zaman, yani tarih içerisindeki gelişmelerinin incelenmesini de ilave etmek lazımdır"(25).



    Yukarıdaki metod tartışmalarına tekrar dönecek olursak. İlmî faaliyetleri belli sosyal grubun ortak değeri olarak, onu ortaya koyan çevrenin, kendine has özelliklerine dikkat etmek zorunda kaldığımızda, tek ve biricik genel geçerli bir metodun olmadığı ortaya çıkar. Bu nedenle sosyolojide, anlayışlara göre farklı metodların olabileceğini veya olamayacağını, hoşgörüyle karşılamamız gerekir(26).



    Yukarıdaki benzerî fikirlere rağmen, hâlâ Batılı anlayış, üstelik o anlayışın tek bir cephesini dikkate alarak araştırmalar yapmak, kendi sosyo-kültürel özelliklerimizi tanımamızda ve ilmî düşünceye katkımızda, bize ne kadar yardımcı olabilmiştir? Ayrıca dünyada açılan ikinci sosyoloji kürsüsüne sahip olmamıza rağmen, yukarıda eleştirilen anlayış, bu güne kadar sosyoloji teorimize ne kadar yardımcı olmuştur? Bu soruya Arslan çok acı da olsa şu şekilde cevap verir "Türkiye'de sosyoloji, sosyoloji disiplinlerinin hurdalığı ve çöplüğüdür"(27). İfade edilen cevap, belki Türk sosyologları için onur kırıcı olabilir. Ancak, kendisi de sosyolog olan Arslan, üzerinde düşünülmesi gereken bir probleme dikkatimizi çektiğinden ötürü, en azından geçici de olsa, fikrini kabul etmek ve tartışmak zorundayız.

    DİPNOTLAR
    1. Beşikçi. İ., Doğu Anodulu'nun Düzeni, İstanbul, 1970, s. 12.

    2. Eserpek, A., Sosyoloji, 1981, Ankara, s. 117.

    3. Aksoy, M., "Saha Araştırmalarının Önemi ve Türk Kültüründe Alevilik", Bayram -Kodaman'a Armağan, Samsun, 1993, s. 14. (Aynı makale Sosyoloji Konferansları S. 24. 1993 tede yayınlanmıştır.)

    -Gezgin, M. Fikret, İşgücü Göçü ve Avusturya'daki Türk İşçileri, İstanbul, 1994, s 46.

    4. Tunalı, İ., Felsefe, İstanbul, 1990, s. 107-110.

    -Özüduru, Ö., Felsefe, Ankara, 1993, s. 43-38.

    5. Güngör, E., Dünden-Bugünden, Ankara, 1982, s. 34.

    6. Özlem, D., Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, İstanbul, 1986, 1991, s. 10.

    -Boudon, R., Sosyoloji Yöntemleri (Çev. A. Türker), İstanbul,1992, s. 7-88.

    7. Freund, J., Beşeri Bilim Teorileri (Çev. B. Yediyıldız), Ankara, 1991, s. 41.

    8. Vergin, N., "Pozitivist Optimizm ve Sosyolojinin Doğuşu", Toplum ve Bilim Dergisi, S. 43.44, 1989, s. 121-123.

    9. Kongar, E., "Türkiye'de Toplumbilimin Gelişmesi ve Yöntem Sorunu", Türk Toplum Bilimcileri, C. 1 (Haz.

    E. Kongar), İstanbul, 1982, s. 25-26.

    -Kongar, E., Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, 1985, s. 37-38.

    -Oskay, Ü., Sosyolojik Düşünce Tarihi, C. I., İzmir, 1990, s. 12.

    -Ergun, D., Sosyoloji ve Tarih, İstanbul, 1982, s. 58-59.

    -Ergun, D., Yöntemi Bulmak-Türkiye'de Toplumsal Bilimlerin Bunalımı-, İstanbul, 1994, s. 32-33.

    -Ozankaya, Ö., Toplumbilimlere Giriş, Ankara 1977, s. 23-35.

    -Boran, B., Toplumsal Yapı Araştırmaları, İstanbul 1992, s. 23-24.

    -Tolan, B., Toplumbilimlere Giriş, Ankara, 1983, s. 194, 334-340.

    -Beşikçi, İ., Bilim Yöntemi, Ankara, 1991, s. 14-15, 37.

    10. Arslan, H., "Metodolojizm, Türkiye'de Toplumsal Bilimler ve Eleştirinin Sefaleti", Dergah Dergisi, S. 52, 1994, s. 17.

    11. Rickman, H. P., Anlama ve İnsan Bilimleri (Çev. M. Dağ), Ankara, 1992, s. 12,39-40.

    12. Şahin, R., Fraktallerle Holotransformasyon Arasındaki İlişki (M. Ü. FBE., Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 1993, s. 3.

    13. Heisenberg, W., Çağdaş Fizikte Doğa (Çev. V. Gönyol - O. Duru), Ankara, 1987, s. 30.

    -Heisenberg, W., Parça ve Bütün (Çev. A. Atalay), İstanbul, 1990, s. 38.

    -Türkdoğan, O., Bilimsel Değerlendirme ve Araştırma Metodolojisi, İstanbul, 1989, s. 129-136.

    -Bulutay, T., Bilimin Niteliği Üzerine Denemeler, Ankara, 1986, s. 7,140.

    14. Beiser, A., Çağdaş Fiziğin Kavramları (Çev. M. Çetin - H. Yıldırım - Z. Gülsün), Ankara, 1988-1989, s. 94.

    15. Mardin, Ş., Türkiye'de Toplum ve Siyaset-Makeleler 1, İstanbul, 1990, s. 133.

    16. Popper, K., Tarihselciliğin Sefaleti (Çev. S. Orman), İstanbul, 1985, s. 51-52.

    -Magee, B., Karl Popper'in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı (Çev. M. Tunçay), İstanbul, 1982, s. 136, 132.

    17. Weber, M., Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev. Z. Aruoba), İstanbul, 1985, s. 11.

    18. Türkdoğan, O., a.g.e., s. 26,10.

    19. Bennet, J. W., Kültürlerin İncelenmesi-Saha Çalışması Teknik ve Metodolojisi Üzerine Bir İnceleme- (Çev. F. Fegan), Ankara, 1968, s. 3-4, 26.

    20. Fallers, L. A., "Türkiye'de Sosyal İlimler", Türkiye Coğrafî ve Sosyal Araştırmalar, İstanbul, 1979, s. 230-231, 233.

    21. Tuna, K., "Türk Sosyolojisinin Batı Sosyolojisi İle İlişkileri ve Sonuçları", 75. Yılında Türkiye'de Sosyoloji, İstanbul, 1991, s. 36.

    22. Türkdoğan, O., "Türkiye'de Sosyal Antropolojinin Gelişimi", 75. Yılında Türkiye'de Sosyoloji, İstanbul, 1991, s. 133.

    -Güngör, E., a.g.e., s. 44-56.

    23. Kaçmazoğlu, H. B., "Türk Sosyolojisinin Bugünkü Durumu", 75. Yılında Türk Sosyolojisi, İstanbul, 1991, s. 246.

    24. Akın, E., "Sosyal Bilimlerde Ampirizm Çıkmazı veya 'Türk Toplumunun Değerleri' Araştırmasının Bir Eleştirisi", Türkiye Günlüğü Dergisi, S. 17, 1991, s. 111.

    25. Yonung, P. V. , - Schmid, C. F., Bilimsel Sosyal İncelemeler ve Araştırmalar (Çev. G. Bingöl - N. İşçi), Ankara, 1968, s. 158.

    26. Sezer, B., Sosyolojide Yöntem Tartışmaları, İstanbul, 1993, s. 11.

    -Bulutay, T., a.g.e., s. 4.

    -Kuhn, T., Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Çev. N. Kuyaş), İstanbul, 1982, s. 186.

    -Arslan, H., Epistemik Cemaat, İstanbul, 1992, s. 120-121.

    27. Arslan, H., "Pozitivist Bilim İdeolojisinin Yasak Bölgeleri", Dergah Dergisi, S. 44, 1993, s. 12.


    alıntı
#05.01.2011 17:46 0 0 0