Sultanım özür dileriz

Son güncelleme: 27.09.2007 18:58
  • İhtiyar sultan mushaf-ı şerifi üç kere öptü başına koydu ve kendi elleri ile yaptığı zarif dolaba bıraktı. Sonra edeple eğilip seccadesini topladı. Cebinden kehribar tesbihini çıkardı, sedire ilişip cama yaklaştı. Beylerbeyi Sarayı'nın arka tarafına bakan bu kuytu odanın seyre değer bir manzarası olduğu söylenemezdi. Hem gecenin bu vakti ne görülebilirdi ki? Ama o beş yıldır bakmakta olduğu avluya aşinaydı. Çiçekler bakımsız, çınarların dalları çıplak ve ıslak olmalıydı. Oynaşan gölgeler onu hatıralara çağırdı. Evet, şaşırtacak kadar hareketli geçen saltanat yıllarından sonra, bitmek bilmeyen sürgün hayatı başlamıştı. Tahttan indirildiğinden bu yana tam sekiz sene geçmişti. Üç koca yıl Selanik'te Alatini Köşkü'nde kalmış sonra Beylerbeyi Sarayı'na yollanmıştı. Şimdi iyi yürekli annesi Tir-i Müjgân Sultan'ın yaşadığı ve öldüğü mütevazı odadaydı. İdarenin elinde olduğu 30 yıl boyunca, 7 300 000 kilometrekareyi aşan imparatorluk topraklarını aynen muhafaza etmişti. Millet barış, bolluk ve huzur içinde yaşamıştı. Yorgun sultanın gözünde, tahta çıktığı ilk günler canlandı. Batıya hayran, batılıya maşa olan muhterislerin devlet kademelerine sızmaları babası Sultan Abdülmecit Han zamanında başlamıştı. Amcası Sultan Abdülaziz Han zamanında bu türediler iyice gemi azıya almış, sonunda işi, padişahı tahtından indirmeye ve bileklerini keserek öldürmeye kadar vardırmışlardı. Bir an vücudu ürperdi. Yüce Allah'ım!... Bu ne garabetti? Devletin imkânlarıyla yetişenler, devleti yıkmaya çalışanlara nasıl alet olabilirlerdi? Mal, mülk ve makam hırsı cehaletle birleşince, düşmanların gerçek amacını görememişlerdi.

    Devrin ruhu
    Padişah derin bir nefes aldı, camdan bakmaktan vazgeçip arkasına yaslandı. Her devrin kendine has şartları ve "ruhu" vardır. Şartlar sizi mecbur kılar. O günün "ruhu" icabı amcasının katledilmesinde rol oynayan Mithat Paşayı sadrazam yapmıştı. İçine sinmemişti ama halkın beklentisi bu yönde idi. 93 Harbi yürek sızlatıcı bir felâketti. Alt yapısı Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından hazırlanan harbe girmemek için çok direnmiş, ancak gücü yetmemişti. Sadece Nikşik kazasının Karadağ'a bırakılmasıyla önlenebilecek bir savaşa, üç beş gafilin ihtirası yüzünden girilmiş, Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın da dâhil olduğu 240 bin kilometrekare vatan toprağı kaybedilmişti.
    Padişahın gözleri buğulandı... Halbuki o milletini savaştan uzak tutmak için var gücüyle çalışmıştı. Zira zaferle biten savaşlar da, yenilgiyle bitenler kadar bitirir ve yorardı. Bu otuz yıl içinde sadece "Yunan Harbi" olmuştu. 32 gün süren savaşın sonunda Rum ordusu yok edilip Atina kapılarına dayanılmış, Rusya'nın ricası üzerine barışa yanaşılmıştı. Bu sürede her vilâyete okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler yaptırmıştı. Din, fen ve edebiyat üzerine çok kitap bastırmış, bunları ücra köylere kadar ulaştırmıştı. Şu 30 küsur senelik barış devresi batılı ülkelerin seviyesine yetişmek için bulunmaz fırsattı. Ama gençler fırsatı kaçırmıştı. Söyleyin şimdi, ciğerleri nasıl yanmasındı...

    Onlar kızıl görmemiş
    Yaşlı sultan huzursuzca kıpırdandı. Uyuşan dizlerini ovaladı. Açtığı okullarda okuyup adam olan nankörler, ona "akla ve bilgiye düşman" iftirasını atmışlardı. "Hayır! Hayır!" diye mırıldandı, "Ben okumuş adamdan korkmam!" Fakat kendini alim sanan cahillerden hep çekinmiş, çok çekmişti. Elin mektebine, lâboratuvarına imreneceğine, kılığına, kıyafetine, dansına, içkisine özenen şaşkınlara itibar etmemişti. Her köyde bir mektep görebilmek için bu kadar yıldır çabalayan bir sultan, hiç bilgi düşmanı olabilir miydi? Ülkesinin başına gelenleri düşündükçe çene kasları geriliyor, çehresi kararıyordu. "Beni 'evhamlı' sanıyorlardı. Hayır! Ben, sadece 'gafil' değildim o kadar. Yarısı gayrimüslim diye o kasabaya Hıristiyan kaymakam ve memurların seçilmesini adaletin icabı görenler, koskoca Hindistan'ın İngiltere parlamentosunda neden temsil edilmediğini düşünemeyecek kadar ahmaktılar. Bu zararlı fikirleri gazetelerde yazmak, memleketi karıştırmak istiyorlardı; bırakmıyordum. O zaman 'zalim' diye saldırıyorlardı. Sebeplerini ve sonuçlarını bilmeden Fransız İhtilâli'ne özeniyor ve halkı ayaklandırmayı vatanseverlik sanıyorlardı. Ülkemin düşmanları gibi davranıyor, bana 'Kızıl Sultan' diyorlardı."

    İttihat ve Terakkî
    Şehadet parmağı imameye değince tesbihine baktı. Sonra tekrar gözünü yumdu, dudakları kıpırdadı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti tekrar ortaya çıkmış, Selanik'teki genç subayları para ve makam vaadi ile aldatmıştı. İttihatçıların kumandan paşayı telgrafhaneden çıkarken öldürmeleri ve yerine gönderilen paşayı kaçırarak dağa kaldırmaları nasıl da canını sıkmıştı. Ama o fitnenin azmaması için meşrutiyeti ikinci defa ilân etmekten kaçmamıştı. Meclis yeniden açılmış ve yönetim otuz bu kadar yıl sonra elinden alınmıştı. Lâkin çok hata yapıyorlardı, nitekim Bulgaristan, Osmanlı'dan ayrılmış, Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek'i ilhak etmişti. Bir anda 148 bin kilometrekare elden çıkmış ve nihayet 31 Mart hadisesi patlamıştı.

    İstese kırıp geçirebilirdi
    Selanik'ten toplanan Bulgar, Sırp, Yunan ve Arnavut yağmacılar İttihat ve Terakki tarafından İstanbul'a yollamıştı. Kumandanları, kendisinden müsaade istemiş, Hareket Ordusu denilen bu derme çatma kuvveti Birinci Ordu ile beş on dakikada dağıtacaklarını söylemişlerdi. Ama o, yalnız padişah değil, halife idi. 30 küsur senedir kan dökmemişti, bu yaştan sonra da dökemezdi. Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söylemiş, tevekkül etmişti. Dahası paşalara, çetecilere karşı koymamaları hususunda yemin ettirmişti. Gelgelelim çapulcular, 11 gün boyunca İstanbul'da terör estirmiş, bir sürü masumu öldürmüşlerdi. Telgraf memurluğundan, dâhiliye nazırlığına yükselen Talat Bey, İttihat ve Terakkî Partisinin başı olarak Meclise tamamen hakimdi. Pek çok milletvekili ve senatörün tereddüt içinde bulunmasına rağmen Meclisi tehdit ederek "hal" kararı aldırmıştı. Ona da katlanırdı ama İttihatçılar, kararı kendisine bildirmek üzere seçtikleri dört kişilik heyete Yahudi ve Ermeni sokmasalardı.
    Göz göre göre
    İhtiyar sultan hafifçe doğruldu. Nefesini azad ederken "Lâ havle..." okudu. Alatini Köşkü'nde mahpus iken İtalyanlarla savaşılmış, 1.200.000 kilometrekarelik Trablusgarb vilâyeti ve Bingazi sancağı İtalya'ya bırakılmıştı. Hükümetin gafleti yüzünden dört Balkan devletçiği, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ anlaşmış ve koca imparatorluğa savaş açmışlardı. Selanik, Manastır, Kosova, İşkodra, Yanya, Girit ile Edirne vilâyetinden 2 sancak ve Sisam adası elden çıkmıştı. Selanik'in düşmesinden az önce onu Alatini Köşkü'nden almışlardı.
    Alman imparatorunun gönderdiği sefaret gemisinin kamarasında olup bitenleri anlamaya çalışırken gemi süvarisi yanına gelmiş ve "İmparatorumuzun size hususî selâmları var. Gemi emrinizdedir. Majesteleri nereye gitmek isterler?" demişti. İyi de bir Âl-i Osman mensubu, bayrağının dalgalandığı yerden başka nereye gidebilirdi?
    Beylerbeyi Sarayı'nda geçen son 5 yılda felâket haberleri birbirini kovalamıştı. İttihatçıların çoğu, hatta şeyhülislâm bile mason idi. Memleket, idamlar, suikastlar ülkesi olmuştu. Her vilâyette zalimler türemiş, can, mal ve namus emniyeti kalmamıştı. Halk onun zamanındaki huzur ve refaha hasretti... Hasretti ama iş işten geçmişti...

    Bitmeyen muhasebeler
    Hapis tutulduğu her gün ve her gece 76 yıllık ömrünün ve 33 yıllık saltanatının muhasebesini yapmıştı... En belirgin kusuru, -eğer kusur ise- düşmanlarına bile merhamet etmesi ve kan dökmeme konusunda, tutku derecesindeki duyarlılığı idi.
    Önce cep saatine baktı, sonra seccadesini serdi. 465 yıldır payitahtın semalarında yankılanan ezanlar bir kez daha gecenin sessizliğini deldi. Yorgun sultanın elâ gözleri geçmişten, geleceğe yöneldi. Zaman dediğiniz nedir ki, 84 yıl hızla geçti, 2000'lere gelindi...
    - Siz neredensiniz güzel evlâdım?
    - Dedem sizin zamanınızda, Selanik vilâyeti, Serez sancağına bağlı Razlık kazasının Babek köyünde doğmuş efendim.
    - Tahsilliye benziyorsun?
    - Efendim liseyi, sizin sancak merkezlerine yaptırdığınız Sultanîlerden Bursa Erkek Lisesi'nde, üniversiteyi de yine sizin Mekteb-i Şahane-i Hendese-i Mülkiye olarak açtığınız İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okudum. Biliyor musunuz kullandığımız mikroskoplarda tuğranız kazılıydı.
    - Seni hatırladım. Sık sık ruhuma Fatiha okuyorsun.
    - Sizi çok üzmüşler efendim, çok acı vermişler. Bizi lütfen affedin.
    - Biz, bize ihanet edenleri bile bağışladık evlâdım. Sakın düşmanların parlak sözlerine kapılıp benliğinizden olmayın. Onlara aldanmayın.
    - Olur efendim, peki efendim, baş üstüne efendim! Duanızı bu nankör evlâtlarınızdan esirgemeyiniz efendim! Elinizi öpmeme müsaade eder misiniz efendim?...
    Genç adam sıçrayarak uyandı. Elinde Sultan İkinci Abdülhamit Han'ı anlatan bir kitap vardı. Kanepede dalmış her tarafı tutulmuştu. Vakit gece yarısını çok geçiyordu ama o abdestini alıp sokağa çıktı. Çemberlitaş'a vardığında ortalıktan el ayak çekilmiş, sokakları dondurucu bir soğuk sarmıştı. Vefatından bu yana şunca yıl geçmesine rağmen yüce sultanın şefkatli nefesini duyar gibiydi. Gibisi fazla, basbayağı duyuyordu işte. Yanından iki gece bekçisi, bir taksici, bir tinerci, bir mekânsız ve bir travesti geçti. Hepsi de durdular, türbe önünde hıçkırarak ağlayan gence bakıp dudak büktüler. "Deli mi ne" dediler... "Deli mi ne?"

    Yüce Hünkârın uykusuz gecesi
    Tahsin Paşa anlatıyor: O akşam mabeynde nöbetçiydim. Gelen mektup, telgraf ve tezkereleri tertipleyip huzura çıkmak üzereydim ki bir telgraf daha geldi. Bu sıkça karşılaştığım ve ciddiye almadığım yardım taleplerinden biriydi. Laleli postanesi memurlarından biri karısının o gece doğum yapacağını bildiriyordu. Yok efendim tabibler doğumun güç olacağını söylemişler de, elinde vasıtası yokmuş da, merhamet-i şâhâneye sığınıyormuş da filan. Huzura çıktım. Padişah, âdeti icabı her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra sordu:
    "Başka bir şey var mı?"
    -Bir telgraf daha var ama arza değer bulmadım.
    -Getirebilir misiniz?
    Getirdim... Dikkatle okudu. Derhal yaverini çağırdı, mütehassıs bir hekimle birlikte Laleli'ye yollarken, benim de refakat etmemi istedi.
    Gittik. Gerçekten zor bir doğum oldu. Ancak sabaha karşı dönebildik. Bir de ne görelim?! Hünkâr, bahçe üzerindeki odasından, cama vurarak bizi çağırmıyor mu? Anlaşılan o ki sabaha kadar uyumamıştı. Neticeyi sordu. Doğumun güç olduğunu, genç annenin yerinde ve zamanında yapılan müdahale ile kurtulduğunu, çocuğa 'Abdülhamid' isminin verildiğini, 'ihsan-ı şahane'nin aile reisine teslim edildiğini ve adamın ağlayarak dua ettiğini anlattım. Bizi ayakta dinledi, sadece rahatladığını gösteren derin bir 'oh' çekti. Sabah namazını kılmak için mescide geçti.
#27.09.2007 09:05 0 0 0
  • gerçekten çok anlamlı bir konu....

    paylaşım için teşekkürler...
#27.09.2007 16:59 0 0 0
  • teşekürler
#27.09.2007 18:29 0 0 0
  • emegine saglik Nergis
#27.09.2007 18:58 0 0 0