Bediüzzaman Kimdir - Said Nursinin Hayatı - Bediüzzaman Said Nursinin Biyografisi - Bediüzzaman Said Nursi Hakkında
Bediüzzaman Said Nursi
Said Nursi yakın geçmişimizde yetişmiş en büyük İslam alimlerinden ve fikir adamlarındandır. 1873'te Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Genç yaşta edindiği dini ve pozitif bilimlerdeki derin bilgisi, devrin ilim çevreleri tarafından kabul görmüş, küçük yaştan itibaren dikkati çeken keskin zekası, kuvvetli hafızası ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla "Çağının eşsiz güzelliği" anlamına gelen "Bediüzzaman" sıfatıyla anılmaya başlanmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi, Doğu'nun en acil ihtiyacı olarak gördüğü eğitim problemini çözmek için din ve eğitim bilimlerinin birlikte okutulabileceği ve Medreset-üz Zehra ismini verdiği bir üniversite kurulmasını sağlamak için 1907'de İstanbul'a gelmiştir. Derin bilgisiyle buradaki ilim çevresine de kendini çok kısa süre içinde kabul ettirmiş, çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yayınlatmış, hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarına katılarak hükümete destek vermiştir.
Dönemin hükümeti, Said Nursi'nin üniversite ile ilgili dilekçesine ilgi göstermemiştir. Hatta İstanbul'daki ilim adamlarının, talebelerin, medrese hocalarının ve siyasetçilerin ona olan ilgisinden rahatsız olmuş, Bediüzzaman'ın önce akıl hastanesine daha sonra da hapishaneye gönderilmesini sağlamıştır.
Said Nursi'nin serbest bırakılmasından kısa süre sonra 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet ilan edilmiş. Bu dönemde Bediüzzaman meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslamiyet'e aykırı olmadığını anlatmak için İstanbul'da çeşitli yerlerde konuşmalar yapmış, Doğu'daki aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekmiştir. Yayınladığı bu makaleler ve yaptığı konuşmalarda yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, 1909'da 31 Mart olayına karıştığı iddia edilerek haksız ithamlarla tutuklanıp, idam talebiyle yargılanmış, ancak beraat etmiştir.
Bediüzzaman bu olaydan sonra tekrar Doğu'ya dönmüş, I. Dünya Savaşında talebeleriyle milis kuvvet oluşturarak savaşa katılmıştır. Gönüllü alay komutanı olarak büyük yararlılıklar gösterdiği I. Dünya Savaşında Rusya'da esir düşmüş, üç yıl süren esaret hayatının sonunda Sibirya'daki esir kampından kaçarak İstanbul'a gelmiştir.
İstanbul'da devlet büyükleri ve ilim çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılanan Bediüzzaman, Dar-ül Hikmet-i İslamiye (İslam Akademisi) azalığına tayin edilmiştir. Buradan aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırarak parasız olarak dağıtmaya başlamıştır. Said Nursi daha sonra İstanbul'un işgali sırasında işgalcilerin gerçek niyetlerini ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte (Şeytanın Altı Desisesi) isminde uyarıcı bir broşür hazırlamış, bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep olmuştur. Milli mücadeleyi savunmuş ve destek olmuştur. Bu hareketleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin beğenisini kazanmış ve Ankara'ya davet edilmiştir. 1922'de Ankara'ya geldiğinde devlet merasimiyle karşılanan Bediüzzaman, kendisine yapılan Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı tekliflerini reddetmiştir.
Said Nursi 1925 yılında Şeyh Said isyanı çıktığında, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Van'da inzivaya çekilmiş olduğu yerden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla ilçesine sürgüne götürülmüştür. Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük bir kısmını burada yazmıştır.
Nur Risalelerini önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, 1934 yılında daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Said Nursi'nin Isparta'nın merkezine getirilmesini istemiştir. 1935 yılında ise polisler burada da çalışmalarına devam eden Said Nursi'nin oturduğu evde arama yapmış ve bütün kitaplarına el koymuştur. Bediüzzaman emniyete götürülerek sorgulanmış, ancak suç unsuru bir şeye rastlanmayınca serbest bırakılmıştır. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatılmış, Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlarla Eskişehir Hapishanesine gönderilmiştir.
Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kalmıştır. Daha sonra ise Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararla, Said Nursi'ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu'da mecburi ikamet; on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verilmiştir.
Polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu'ya getirilen Said Nursi, 1943'te Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanmıştır. Ağır hasta olmasına rağmen Ankara'ya oradan da trenle Isparta'ya getirilmiştir. Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli'deki davayla birleştirilmesi üzerine ise Denizli'ye sevk edilmiştir. Denizli hapsi yine tecrit altında başlamış, çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur'un yazımına devam etmiştir. Sonrasında ise 1944'te verilen beraat ve tahliye kararına rağmen, dönemin hükümeti Said Nursi'nin Afyon'un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretmiştir.
Bediüzzaman burada hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirilerek gözetim altına alınmıştır. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve gözleme tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Denizli hapishanesindekinden bile çok daha ağır ve zor şartlar altında geçmiştir. Bu dönemde, hukuki yollarla Bediüzzaman'ı etkisiz hale getiremeyen muhalifleri onu zehirleyerek öldürme yoluna gitmişlerdir. Hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ sürgününde gerçekleşmiştir.
Bu zulümler yaşanırken Bediüzzaman'ın talebeleri tarafından Risale-i Nurlar çoğaltılmış ve böylece Kuran tebliğinin geniş kitlelere yayılması sağlanmıştır. Özellikle de teksir makinelerinin kullanımıyla birlikte bu çalışmalar daha da hızlanmıştır.
1944'te Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararının Yargıtay tarafından onaylanmasıyla birlikte Bediüzzaman serbest bırakılmıştır. Ancak Risale-i Nurlar'ın her geçen gün yaygınlaşarak insanlara ulaşması dönemin hükümetini rahatsız etmeye başlamıştır. Ocak 1948'de Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon hapishanesine gönderilmiştir. Ancak tüm bu ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman eserlerini yazmaya devam etmiştir.
Aralık 1948'de Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezası kararı verilmiş, ancak karar temyiz edilmiş ve Bediüzzaman lehine bozulmuştur. Ancak Yargıtay'ın bu kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağlamıştır. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, Eylül 1949'da serbest bırakılmıştır. Fakat Ankara'dan gelen bir emirle bu sefer de Afyon'da mecburi iskana tabi tutulmuş ve Emirdağ'a ancak Aralık ayında dönebilmiştir.
Bediüzzaman'a 1951'de Emirdağ'da, bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitabı nedeniyle birer dava daha açılmıştır. İstanbul'da yapılan duruşmada mahkeme lehte karar vererek davayı sonuca bağlamıştır.
Ocak 1960'ta Ankara'ya girmesi polis tarafından engellenen Bediüzzaman buradan Isparta'ya gitmiştir. Bu dönemde ağır hasta olan 83 yaşındaki Said Nursi, daha sonra talebeleriyle birlikte Urfa'ya gitmiştir. Burada, yürüyemeyecek kadar rahatsız olan Said Nursi'nin yerleştiği otele gelen polisler, İçişleri Bakanının emriyle Bediüzzaman'ı Isparta'ya geri götürmeye çalışmışlardır. Said Nursi bu baskılar sürerken Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
YUSUF MEDRESESİ'NDE EĞİTEN VE EĞİTİLEN İSLAM BÜYÜĞÜ
Tarih boyunca birçok Müslüman, Allah yolunda yaptıkları faydalı çalışmaların, Allah'ın tek ilah olduğunu anlatmalarının karşılığında inkarcı kesimler tarafından hapisle cezalandırılmıştır. Ama onların hapiste bulunmalarının nedeni bir suç işlemeleri, kanunlara karşı gelmeleri değildir. Müslümanların güzel ahlakı insanlar arasında hakim kılmasından ve dolayısıyla kendi kötülüklerinin ortaya çıkacağından, kötülüklerden elde ettikleri çıkar ve menfaatlerin yok olacağından korkanlar, Müslümanlara hep iftiralar atmışlar, halkı ve resmi mercileri onlara karşı kışkırtmışlardır.
Benzer olaylar Bediüzzaman'ın yaşamı boyunca da sık sık tekrarlanmıştır. Kendisi ve talebeleri Kuran ahlakını anlatmak için halisane bir çaba yürüten, mevki ve makam hırsı olmayan, siyasetten özellikle uzak duran, imansızlık akımlarına karşı insanları Kuran'ın sunduğu barış ve huzur ortamına davet eden, devletin bütünlüğüne ve milli ve manevi değerlerine zarar verenlere karşı mücadele eden kimseler olmalarına rağmen hep asılsız ve çirkin iftiralarla itham edilmişlerdir. Bunun sonucunda ise haklarında soruşturmalar başlatılmış ve yıllarca hapiste tutulmuşlardır. Her defasında ise aklanmışlar ve hiçbir suçlarının olmadığı görülmüştür. Ancak bu esnada tutuldukları hapishaneler onlar için birer Yusuf Medresesi olmuş, manevi dereceleri, samimiyetleri, kararlılıkları, birbirlerine olan bağlılıkları, ihlasları pekişmiş, güçlenmiştir.
Bediüzzaman'ın maruz kaldığı uygulamalar, kendisine atılan iftiralar Kuran ayetlerinin birer tecellisidir. Hayatı kısaca gözden geçirildiğinde dahi Kuran'da aktarılan ve salih müminlerin karşılaştıkları olayların çok benzerlerini yaşadığı ve bu olaylara karşı Kuran'da haberleri verilen güzel ahlaklı müminler gibi davrandığı açıkça görülebilir. Bu nedenle Bediüzzaman'ın hayatına kısaca bakmak, bugüne örnek olması açısından da faydalı olacaktır.
Bediüzzaman'ın Yusuf Medresesi'ndeki Hayatı
Bediüzzaman'ın hayatının büyük bir bölümünün hapishanelerde, sürgünde, gözaltında geçmesi onun ve talebelerinin inançlarında ne kadar kararlı ve sabırlı olduklarını göstermiştir. Devletin ve milletin çıkarları için hizmet etmeye kendilerini adamış olmalarına rağmen, bazı çevrelerce hep devlete zarar vermeye çalışmakla suçlanmışlardır. Bu çevreler iftiraları ile, daima devletin ve milletin yararını düşünen bu insanları, halkın gözünde zararlı insanlar olarak göstermeyi ve onları küçük düşürmeyi amaçlamışlardır. Örneğin, bu çevreler sahip oldukları yayın organları ve benzeri vasıtalarla, Said Nursi ve talebelerini gizli ve dine dayalı cemiyet kurmak, rejime karşı çıkmak ve Cumhuriyet'in temel ölçülerini yıkmaya davranmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine tevkif edilerek Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'ne çıkarılmak üzere Said Nursi ile birlikte 120 Nur talebesi, o dönemin bazı yazarlarının anlattığına göre, "sanki ihtilal çıkarmışlar gibi kamyonlarla elleri kelepçeli olarak" Eskişehir'e götürülmüşlerdir.
Bu arada belirtmekte fayda bulunmaktadır ki, tüm bu olaylar esnasında Türk polisi ve Türk askeri daima vicdanlı davranmış, Bediüzzaman'a ve Nur talebelerine karşı samimi ve anlayışlı bir tavır göstermişlerdir. Bazı dinsiz çevrelerin kışkırtmaları ve yarattıkları infial nedeniyle onlar görevlerini yerine getirmek zorunda kalmışlar, ama hakkın yanında olduklarını ifade etmekten de çekinmemişlerdir. Örneğin Bediüzzaman ve 120 talebesini Eskişehir'e götürmekle görevli askeri müfrezenin kumandanı kelepçelerini çözerek ibadetlerini rahatça yerine getirmeleri için onlara imkan tanımıştır.
Bir başka önemli İslam mütefekkiri olan Necip Fazıl Kısakürek Son Devrin Din Mazlumları isimli kitabında Bediüzzaman'ın ve Nur talebelerinin gözaltına alınmaları ile ilgili olarak şunları ifade etmektedir:
Baskında Bediüzzaman ve talebelerine ait herşey ele geçtiği halde, ortada itham medarı olabilecek hiçbir şey yoktur. Böyleyken kendisini beraat ettirmiyorlar da idamlık bir ithamın teselli mükafatı halinde, 15 talebesiyle beraber hapse mahkum kılıyorlar. 105 talebe de beraat kararı alıyor."1
Eskişehir Mahkemesi Bediüzzaman'a, Kuran-ı Kerim'den bazı ayetleri tefsir ettiği için 11 ay hapis cezası vermiştir. Eskişehir hapsi sırasında Bediüzzaman oldukça zor günler geçirmiştir. Onu ayrı bir hücrede tecrit etmişler ve türlü zorluklar yaşatmışlardır. Bu hapis sırasında Bediüzzaman'a uygulanan muamelelerden bazı örnekler çeşitli kaynaklarda şöyle aktarılmıştır:
120 talebesiyle Eskişehir hapishanesinde bulunan Said Nursi tam bir tecrid içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine çeşitli zulüm ve işkenceler yapılıyor. Talebelerinden Zübeyir Gündüzalp'in anlattığına göre 12 gün yemek verilmiyor."2
Zaten bize idam mahkumu gözüyle bakıyorlardı. Hiçbir ziyaretçi bırakmıyorlardı. 'Siz de idam olacaksınız bunlarla konuşursanız' diyorlardı. Geceleri pislikten, tahta kurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi.3
Eskişehir Hapishanesi'nden tahliye olan Bediüzzaman Kastamonu'da karakol karşısında bir evde oda hapsine alınmıştır. 8 sene sonra gelen Denizli Mahkemesi 20 ay hapis cezası vermiş, daha sonra Bediüzzaman Emirdağ'a mecburi ikamete yollanmıştır.
Bütün bu olaylar sırasında sayısız işkence ve eziyete maruz kalmış, defalarca zehirlenmiştir. Son derece yaşlı ve hasta olan Bediüzzaman, özellikle soğuk, nemli ve havasız hücrelerde tutulmuştur. Hapishane günlerindeki hatıralarını Said Nursi şöyle anlatmaktadır:
Pek basit bahanelerle kışın en şiddetli soğuk günlerinde beni tutuklayarak büyük ve gayet soğuk iki gün sobasız bir koğuşta tecrid içinde hapsettiler. Halbuki ben küçük odamda günde birkaç defa soba yakarken ve daima mangalımda ateş tutarken, zafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. 4
Bediüzzaman sözlerinin devamında, önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi, çektiği bu sıkıntıları hafifleten tesellinin mahkumların İslam'a girmeleri olduğunu söylemektedir.
Bediüzzaman'a Yapılan Suçlamalar
Dini ve manevi değerlerin yaygınlaşmasından hoşnut olmayan çevreler Said Nursi için de daimi taktiklerini uygulamışlar ve Bediüzzaman'ın hayırlı çalışmalarını engellemek için tüm halkı ve resmi mercileri ona ve Nur talebelerine karşı kışkırtacak şekilde bir karalama kampanyasına başlamışlardır. Dönemin muhalif gazeteleri Bediüzzaman ve talebeleri aleyhinde propaganda ve uydurma yazılar yayınlamışlardır. Bazı şahıslar, hayali iftira senaryoları için parayla tutulmuşlardır. Ancak her defasında mahkemeler Bediüzzaman'ı ve arkadaşlarını tüm bu suçlamalardan beraat ettirmiş, çocukların dahi anlayacağı basit ve acemice iftiralara tevessül edenler kendilerini kamuoyu nezdinde küçültmüşlerdir.
Bu çevrelerin düzenledikleri iftira ve saldırılar incelendiğinde hemen hepsinin tarihte müminlerin karşılaştıkları iftiraların birer benzeri oldukları görülmektedir. En başta "dini istismar ediyor" olmak üzere, "çevresindekileri kandırıyor", "sapkındır", "delidir", "ona uyanlar cahil kesimdir" suçlamaları... Bunlar Kuran'da defalarca dikkat çekilen, müminlere yöneltilen iftira ve suçlamalardan bazılarıdır.
Her mümin Kuran'daki, "Biz hangi ülkeye bir uyarıcı korkutucu gönderdikse, mutlaka oranın refah içinde şımaran önde gelenleri: 'Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz' demişlerdir." (Sebe Suresi, 34) ayetinde de belirtildiği gibi kavmin önde gelenlerinin tepkisiyle karşılaşmıştır ve karşılaşacaktır. Bu, Allah'ın değişmeyen bir kanunudur ve bu tepkilere maruz kalmak müminlerin doğru yolda olduklarının açık delilidir.
Kuran'ın yüzlerce ayetinde anlatılan bu suçlama ve saldırıların Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin yaşamlarında da tecelli etmesi, izledikleri yolun doğru ve verdikleri mücadelenin etkili olduğunun açık bir göstergesidir. Bu olaylarla, Kuran ahlakı yolunda mücadele veren bütün müminler karşılaşacaklardır. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir:
Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Bakara Suresi, 214)
Münafıkların musallat olması
Bediüzzaman'ı ve talebelerini durdurmak için kullanılan yöntemlerden birisi de, bu halis insanların arasına iki yüzlü kişilerin sokulmasıdır. Bu kişilerin görevi Bediüzzaman ve talebeleriyle ilgili gelişmeleri din düşmanlarına bildirmek ve daha sonra bu çevrelerin etkisi altındaki basında bu insanlar hakkında aleyhte yazılar çıkmasını sağlamaktır.
Bunun örneklerinden birisi 1964 yılında Cumhuriyet'te yayınlanan "İnanç Sömürücüleri" isimli yazı dizisidir. Kendisini dindar olarak gösterip, Nur talebeleri arasına sızan, defalarca Bediüzzaman'ın yanında bulunan Yılmaz Çetiner isimli şahıs, daha sonra bu mümin topluluğu hakkında akıl almaz iftiralar ortaya atmıştır. Bediüzzaman bir sözünde aralarına giren bir casusu şu şekilde anlatır:
Hem bir dessas casus adam, Risale-i Nur talebeleri aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Bir gün -serbest olarak- "Ben bir ipucu bulamadım ki, bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam, onları hapse sokacağım." diye ilân ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp, Risale-i Nur talebeleri yerinde, o adam iki sene hapse girdi.5
Bediüzzaman, kendisine karşı düzenlenen bütün bu komplo, saldırı ve iftiralara rağmen yürüttüğü mücadeleden hiçbir taviz vermemiştir. Ona yapılanlar kendisinin ve talebelerinin şevkini ve kararlılığını artırmaktan başka bir şeye yaramamıştır. Kuran'da vaat edildiği gibi inkar edenlerin tuzakları boşa çıkmıştır. Allah inkarcıların tuzaklarının boşa çıkacağını ayetlerinde şöyle bildirir:
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)
Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır. (Saffat Suresi, 171-172)
Bediüzzaman tarih boyunca Allah yolunda zulüm görmüş samimi müminlerden biridir. Ancak bilinmelidir ki, bir müminin hayatı boyunca karşılaştığı her zorluk, her sıkıntı, işitmekten hoşlanmayıp da işittiği her söz ve her iftira o müminin hayrınadır. Mümin tüm bunlara sabır gösterip, tevekkül ettikçe onun cennetteki mekanı daha da genişler, daha güzelleşir, makamı daha da artar. Dünyada ise Allah müminlere üstünlük vaat etmiştir. Bu nedenle inkarcılar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar yaptıkları boşa gider. Hatta onlara cehennem azabı olarak geri döner.
Bediüzzaman'ın yanısıra İmam-ı Azam, İmam-ı Ahmed, İbn-i Hanbel gibi İslam büyükleri de başta Yusuf Medresesi olmak üzere birçok sıkıntı, işkence ve zulme maruz kalmışlar, "tutuklanarak", "sürülerek", "baskı altına alınarak" engellenmeye çalışılmışlardır. Bediüzzaman, Yusuf Medresesi'nde bulunan ve çeşitli zorluklara göğüs geren İslam alimleri için şöyle der:
Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı A'zam gibi en büyük müçtehidler hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel gibi bir büyük mücahide, Kur'an'ın bir tek mes'elesi için hapiste pek çok azap verilmiş. Ve şikayet etmeyerek tam bir sabır ile sebat edip o mes'elelerde sükut etmemiş. Ve pek çok imamlar ve alimler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, tam bir sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler, Kuran'ın birçok hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.6
SONUÇ
Kuran'da haberleri verilen peygamberlerin ve geçmişte yaşamış olan salih müminlerin hayatlarına baktığımızda hep zorlu bir mücadele, sürekli bir ölüm veya yurtlarından ve evlerinden sürülme tehdidi, iftiralar, suçlamalar ve alayla karşılaşırız. Çünkü onlar Allah'ın emrine uymuşlar ve sadece dini kendileri yaşayarak kalmamış, imkanlarının ulaşabildiği en son noktaya kadar insanlara dini ve güzel ahlakı anlatmışlardır. Bu samimi ve ciddi çabalarının sonucunda ise birçok insanın imanına vesile oldukları gibi, daha çoklarının da düşmanlığını kazanmışlar ve dönem dönem zorluklarla dolu bir hayat yaşamışlardır.
Bu zorluklara göğüs geremeyenler, peygamberlerin gösterdiği güzel ahlakı, sabrı ve hamiyet-i İslamiye'yi gösteremeyenler ise "geride kalanlar"dan olmuşlar, dünya hayatına razı olarak ahiretlerini dünya için satmışlardır.
Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır: Allah tüm zorlukları iyilerin ve kötülerin, temizlerin ve pislerin, samimilerin ve sahtekarların, iman edenlerin ve dinsizlerin birbirlerinden ayırt edilmeleri için yaratır. Zorluklar karşısında Allah'ın hoşnut olacağı güzel ahlakı gösterenler Allah'ın dostudurlar ve Allah dünyada ve ahirette dostlarına yardımını ve desteğini müjdelemektedir. Allah'ın bir ayetinde bildirdiği gibi "her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır".
Kuran'da bildirilen bu müjdenin yanı sıra, Allah, müminlere kurulan tuzakları mutlaka bozacağını, o tuzakların sahiplerini büyük bir bozguna uğratacağını, inkar edenlerin müminlere hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerini bildirmektedir. Bununla ilgili ayetlerden bazıları şöyledir:
... Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez. (Nisa Suresi, 141)
Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)
Müminlerin yaşadıkları zorlukların ardından daima güzellik, hayır ve bereket gelmiştir. Örneğin Hz. Yusuf hapisten çıktığında Mısır'ın hazinelerine yönetici olarak tayin edilmiştir, Allah Hz. Nuh'u ve inananları zulmeden kavimlerini helak ettikten sonra bereketli bir yerde konaklatmıştır, Hz. Musa'ya ve kavmine işkencelerde bulunarak onları yok etmek için uğraşan Firavun'un kendisi denizde boğularak yok olmuştur. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ise kendisine kurulan tuzaklardan ve ölüm tehditlerinden sonra inananlarla birlikte hicret etmek mecburiyetinde kalmıştır. Ancak ardından Allah kendisine ve müminlerin üzerine rahmetini ve bereketini yaymış, müminler büyük bir güç kazanarak kötülerin ittifakını yenilgiye uğratmışlardır.
Allah, dünyada herkese yaptığının karşılığını gösterecektir; salih müminleri de mutlaka üstün kılacaktır. Ancak asıl karşılık sonsuz ve asıl hayatımız olan ahirettedir. Her insan, er ya da geç mutlaka bir gün ölecektir. Herkes hiç beklemediği bir anda ölüm meleği ile karşılaşacak ve işte o an, her insan gerçeği tüm çıplaklığı ile görecektir. Herkes şundan emin olmalıdır ki, dünya hayatına razı olanlar, zorluklardan kaçanlar, keyiflerinin peşinden gidenler, rahatlarını bozmaktan kaçınanlar, istek ve arzularını Allah'ın rızasına tercih edenler, gelecek endişesi ile, haksız yere hapse atılmaktan veya sürülmekten korkarak dinlerini, ibadetlerini terk edenler ölüm meleklerini gördüklerinde hiç de dünya hayatında yaşadıklarına sevinemeyeceklerdir. Bu insanlardan hiçbiri, "İyi ki dünya hayatımda yan gelip yatmışım, dünya zevklerinin peşinde koşmuşum. Bunlar da yanıma kar kaldı" diyemeyecektir. Diyemediği gibi, tüm bu yaptıkları onda tarifi ve geri çevrilmesi imkansız bir pişmanlığa neden olacak, hiçbir zaman hissetmediği kadar büyük bir yürek acısı ve çaresizlik hissi duyacaktır. Allah inkarcıların ahiretteki pişmanlıklarını şöyle bildirmektedir:
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)
Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı." Güç ve kudretim yok olup gitti." (Hakka Suresi, 25-29)
Tüm hayatını Allah için yaşayan, Allah'ın rızasından vazgeçmediği için hayatının büyük bir bölümünde zulüm gören, zorluk yaşayan, hep öldürülme tehlikesi altında kalan, insanlardan incitici ve alaycı sözler işiten, iftiralara uğrayan, hatta hapis yatan bir mümin ise ölüm meleğini gördüğünde tüm hayatı boyunca yaşadığı zorluklar için büyük bir sevince kapılacaktır. Hatta kitap boyunca anlattığımız gibi mümin, zorluklarla karşılaştığı anda da çok büyük bir sevinç ve umut yaşar; çünkü tüm dünyadaki zorlukların sonunun hayır olduğunu, Allah'ın mutlak bir kolaylık ve üstünlük vereceğini bilir. Üstelik burada yaşadığı zorlukların ahirette de bir güzellik ve kat kat artırılmış nimetler olarak karşısına çıkmasını şiddetle umar. Bu nedenle inkar edenler, zorluk anında müminlerin tavrına şaşırır, onların neşesine ve gücüne, ümitvar yaklaşımlarına hayret ederler. Çünkü onlar müminlerin Allah'tan, onların ummadığı şeyleri umduklarını bilmezler.
Yusuf Medresesi, bu nedenle bir mümin için hem manevi bir eğitim yeri hem de ahiretteki güzelliklerin kapısını açan bir imtihan vesilesidir. Yusuf Medresesi'ne giren mümin, bu imtihanın hayırla sonuçlanmasını beklediği ve cenneti biraz daha fazla umabildiği için büyük bir sevinç duyar.
Müminler olaylara inkarcıların kavrayamadıkları bir gözle bakar ve olayların iç yüzünü görebilirler. Onlar, zorluğun, ezanın, engellenmelerin asıl anlamını bilen, hayatlarını bu sırra göre yaşayan insanlardır. Dolayısıyla, Allah'a samimi olarak iman eden, sadece Allah'tan korkup sakınan, Allah'ı seven, Allah'ı dost edinen, insanlar arasında dostluğun, sevginin, hoşgörünün, ümitvar olmanın, iyimserliğin, dayanışmanın, güzel ahlakın yayılması için gönülden mücadele veren bir insanı, herhangi bir kötünün veya fesat peşindeki bir insanın durdurabilmesi veya engelleyebilmesi kesinlikle mümkün değildir.
İnkarcılar bilmelidirler ki ne yaparlarsa yapsınlar, tüm güçlerini de toplasalar, birbirlerine arka da çıksalar, dağları yerinden sarsacak kadar kapsamlı tuzaklar da kursalar, onlar müminlere hiçbir zarar veremezler. Hatta her kurdukları tuzak, attıkları her iftira, söyledikleri her alaycı söz müminlerin hem dünyadaki hem de cennetteki mekanlarının daha da güzelleşip zenginleşmesine vesile olur.
Bu sırrı bilen müminlere Allah Kuran'da şöyle müjde verir:
Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır... Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 111-112)
üstadı rahmetle anıyorum.onun günümüze hediye ettiği risale-i nur külliyatı bulunmaz bir kaynaktır ki ustad bu benim eserim değildir okuyanlar ona göre seğerlendirsin söylemiştir.paylaşım için teşekkürler.
74 yıl sonra ortaya çıktı
Haber Türk Gazetesi yazarı Murat Bardakçı, Bediüzzaman Said Nursi'nin 1935 yılında Isparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklarının asıllarını yayınladı.
Tutanakları Ankara'daki bir okuyucusunun gönderdiğini belirten Bardakçı, tutanaklarda yer alan cümleler ile Tarihçe-i Hayat eserinde yer alan bazı cümlelerin farklı olduğunu ileri sürdü. Buna örnek olarak "İşte, ey Türkçülük dâva eden mülhid zâlimler!" ve "Ey heyet-i hâkime! Bu uzun ifâdâtı-mı (ifadelerimi) dinlemekten usanmamak gerektir" cümlelerini gösterdi.
Ömrü boyunca hiç bir şekilde alttan almayan Said Nursi için haksız bir eleştiri yönelten Bardakçı, mahkeme tutanaklarının yazılmasının hakimlerin inisiyatifinde olduğunu ve yargılananların ağzından çıkan her kelimenin bu tutanaklara geçirilmediği bilgisini görmezlikten geldi.
Bardakçı, Bediüzzaman için, "20. yüzyılın ilk on yılından itibaren Türkiye'nin düşünce ve inanç tarihi üzerinde önemli bir etkisi olan Said-i Nursî" ifadelerini de kullandı.
İşte Murat Bardakçı'nın yazısı:
Said-i Nursî'nin 74 yıl boyunca gizli kalan sorgu tutanakları
Hafta içerisinde, Ankara'da yaşayan bir okuyucumun gönderdiği zarftan bir mektup ve bir dosya çıktı.
Mektupta "Ekte, rahmetli babamın evrakı arasında bulduğum ve Said-i Nursî'nin 1935 yılında Isparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklarının aslı bulunmaktadır. Yazılanlar ilginç olmakla birlikte, merakımı gidermekten öteye bana fazlaca bir yararı olmayacaktır. Bu düşünce ile çalışmalarınızda istifade edebilirsiniz diye size gönderiyorum. Değer bulursanız, muhafaza edebilirsiniz" deniyordu.
Said-i Nursî'nin sorgu tutanakları tamamı 44, metin kısmı ise 34 sayfa olan bir dosyaydı.
Bu son derece ilginç ve önemli evrakı gönderen okuyucumun ismini, iznini almadığım için vermiyor ama samimi teşekkürlerimi buradan ifade ediyorum.
20. yüzyılın ilk on yılından itibaren Türkiye'nin düşünce ve inanç tarihi üzerinde önemli bir etkisi olan Said-i Nursî'nin hayatının her safhası hakkında çok sayıda araştırma yapıldı. Üstelik, bizzat kendisi de, ömrünün son döneminde kaleme aldırdığı "Tarihçe-i Hayat" isimli eserde hayatını ayrıntılarıyla anlatıyordu.
11 AY HAPİS VE SÜRGÜN
Ömrü tutuklamalarla, mahkemelerle ve sürgünlerle geçen Said-i Nursî'nin hayatında 1935'teki tutuklanmasının önemli bir yeri vardı.
Öğrencilerinin ifadesine göre, kendisine bağlı olan 120 kişiyle beraber Isparta'da tutuklanıp Eskişehir'e gönderilmişti. "Dini ve dinî duyguları âlet ederek devletin iç güvenliğini ihlâle teşebbüsle" suçlanmış, Eskişehir'deki yargılamada kendisine 11 ay hapis ve Kastamonu'ya sürgün cezası verilmiş, talebesinden 15 kişi altışar aya mahkûm olmuşlar diğer öğrencileri ise serbest bırakılmışlardı.
İşte, okuyucumun bana gönderdiği tutanaklarda, Said-i Nursî'nin Isparta ve Eskişehir'deki ifadelerinin tam metni yeralıyor.
İFADE İLE YAYIN FARKLI
Said-i Nursî, "Tarihçe-i Hayat"ında gerçi mahkemelerdeki ifadelerinden bahsediyor ve ifade metinlerini de veriyor, ancak "Tarihçe-i Hayat"taki metin ile sorgu zaptı arasında üslûp bakımından önemli farklar var. En önemli fark, "Tarihçe-i Hayat" metninde Said-i Nursî'nin ifadesini alan hâkimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması, yani "İşte, ey Türkçülük dâva eden mülhid zâlimler!" yahut "Ey heyet-i hâkime! Bu uzun ifâdâtı-mı (ifadelerimi) dinlemekten usanmamak gerektir" gibisinden cümlelerin yeralmaması ve hâkimlere daha alttan alan bir üslupla hitap ettiğinin görülmesi.
Bu sayfada, Said-i Nursî'nin Isparta ve Eskişehir'deki ifadelerinin bazı bölümlerini, günümüzün diline aktararak ama cümle yapısını aynen muhafaza ederek veriyorum.
'Okurum ama yazım noksandır'
SAİD-i Nursî, 7 Mayıs 1935'te Isparta'da verdiği ifadede okuma bildiğini ama yazısının çok kötü olduğunu söylüyor:
- Arap harfleriyle okur yazar mısınız?
- Okurum fakat yazım gayet noksandır. Ancak hattıma (yazıma) alışabilenler okuyabilir.
- Barla'da yazı işlerini kim yaptı?
- Benim ziyaretime gelen herhangi bir şahsa kendime ait olarak yazdığım bu eserlerimi yine kendi şahsım için yazdırdım. Çünki, kendi yazım okunmayacak derecede olduğundan, gelen herhangi bir kimseye rica eder, beyaz ettirirdim (temize çektirirdim).
Osmanlı'da da, Cumhuriyet'te de hayatı hep sürgünlerde geçti
HAYATINI "Eski Said" ve "Yeni Said" şeklinde iki devreye ayıran ve resmî adı "Said Okur" olan Said-i Nursî 1876'da, Bitlis'in Hizan Kazası'na bağlı İsparit Nahiyesi'nin Nurs Köyü'nde doğdu.
Düzenli bir eğitimi olmadı. Sultan Abdülhamid'in iktidarı sırasında seyahat etmesi yasaklandı ve 1908 e yani Meşrutiyet'in ilânına kadar köyünün civarında yaşadı. Sonra İstanbul'a geldi, Derviş Vahdetî'nin Volkan Gazetesi'nde yazmaya başladı. O yıllarda "Said-i Kürdî" adını kullanıyordu ve "Bedîuzzaman" yani "zamanının en iyisi, eşi ve benzeri olmayanı" diye bir unvanı da vardı.
31 Mart ayaklanmasından sonra yargılandı, 1923'te Ankara'ya gitti, burada kısa bir müddet kalıp Van'a geçti.
MEZARI KAYBEDİLDİ
1925te, Şeyh Said İsyanı'ndan sonra önce Burdur'a, yedi ay sonra da Isparta'nın Barla nahiyesine sürgün edildi. Meşhur eseri "Risâle-i Nur"u burada yazmaya başladı. Sekiz sene Barla'da yaşadı, 1934 Temmuz'unda Isparta'ya gönderildi, 1935'te çok sayıda öğrencisiyle beraber Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı, on bir ay hapse mahkûm edildi. Kastamonu'ya sürüldü, 1943'te yeniden tutuklandı, bu defa dokuz ay Denizli'de tutuklu kaldı ve Emirdağ'a sürgün edildi.
1947'de tekrar tutuklanan ve 20 ay Afyon Hapishanesi'nde yatan Said-i Nursî, tekrar Emirdağ'a gönderildi. 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi üzerine seyahatlere başladı ve 1952'den itibaren iki defa İstanbul'a,
1960 darbesinden önce de Şanlıurfa'ya gitti.
İçişleri Bakanlığı'nın emriyle yeniden Isparta'ya götürülmek istenirken, 1960'ın 23 Mart'ında Şanlıurfa'da hayata veda etti
ve Halilü'r-Rahman Dergâhı'na defnedildi. Ama, dört ay sonra askerî yönetimin emriyle mezarı açıldı ve cenazesi alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü.
'Hizmetlerimin yüzde doksanı, Türkler içindir!'
SAİD-i Nursî, ifadesinin bir bölümünde kendisinden "Kürt" diye bahsedilmesinden yakınırken şöyle diyor:
"Adalet açısından taraf tutma fikrini veren ve adaletin mahiyetini zulme çeviren bir hadise ile Isparta'da maruz kaldım.
Bu da, bazı sorgularda bana karşı 'Kürt' diye hitap edilmesidir.
Bununla hem ahıret kardeşlerimin millî hamiyetlerine ilişerek aleyhime bir his uyandırmak, hem de mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermek istediler.
Evet, hâkim ve mahkemelerin taraf tutma şâibesinden aklanmış olarak gayet tarafsızca hareket etmesi adaletin birinci şartı olduğuna dair binlerce tarihî hatıra ve sosyal hadise delil gösterilebilir.
'ÖNCE, MÜSLÜMANIM'
Benim hakkımda bir yabancılık hissini veren ve adaletin bakışını şaşırtmak isteyen adamlara derim ki: Ben herşeyden evvel Müslüman'ım ve Kürdistan'da dünyaya geldim, fakat Türkler'e hizmet ettim ve yüzde doksan hizmetim Türk'e olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş, en sadık ve hâlis arkadaşlarım Türkler'den çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, Kur'an doğrultusunda Türkler'i sevmekliğim hizmetlerimiz gereği bulunmuştur.
Bana 'Kürt' diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi hakiki ve civanmert binlerce Türk ile ispat ederim.
Benim kitaplarım Kürtler'in değil, belki tamamen Türkler'in elinden geçmiştir.
Bizi bu belâya sokan ve hükümetin mühim bazı erkânını kandıran ve milliyetperverlik perdesi altında entrikalar çeviren Isparta'daki (burada bir kelime anlaşılmıyor) benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen, suçsa bile yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden kırktan fazla Türk'ün kıymetli gençlerini ve muhterem ihtiyarlarını büyük bir cinayet işlemişler gibi bu belâya atmak milliyetperver varlık icabı mıdır?
Evet, sebepsiz bu işkenceli tevkife düşenler içerisinde öyleleri vardır ki, uzaktan ona yalnız bir selâm veya iman ile ilgili bir risâle gönderdiğim için onu bir cani gibi çoluk-çocuğu içinden alıp bu belâya atmak milliyetçilik midir?
Ben ki, nazarlarda yabancı millettenim. Bu tutuklu olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri vardır ki, on sene bana zulmeden memurlara beş seneden beri onların hatırları için beddua etmekten vazgeçtim.
Onların içinde öyleleri var ki, yüksek seciyelerinin en hâlis örneklerini büyük bir hayret ve takdir ile şahsiyetlerinde gördüm ve Türk milletinin başarma sırrını onlarda anladım.
'GARİP BİR İHTİYARIM'
...Binâenaleyh, Türkçülük dâvâ eden Isparta memurları Türk Milleti nin medâr-ı iftihârı olabilecek bu kadar insanı adi ve ehemmiyetsiz bahanelerle ve onların tabiriyle benim gibi bir Kürd'ün yüzünden perişan edip hor görüp küçük düşürmeleri milliyetçilikleri, Türkçülükleri, vatanperverlikleri iktizâsından mıdır, bunları tamamen vicdanınıza terkediyorum.
...Eğer bir suç varsa, kabul ettim, o benimdir. Diğerleri, büyüklüklerinden, benim gibi garip bir ihtiyar hocaya soba yakmak, su getirmek, yemek pişirmek, kendime mahsus bir risâlemi temize çekmek gibi cüz'i işlerimi sırf Allah için yapmışlar ve benim hatırım için hatıra defteri hükmündeki iki kitabımın sonuna imza atmışlardır.
Acaba dünyada bir kimseyi bu sebeple paylayıp suçlayacak bir kanun, bir usul ve bir maslahat var mıdır?"
Biz hep olayların sonucuna bakarak değerlendirme yapıyoruz. Olayları ortaya çıkaran nedenleri bilmiyoruz; üzerinde durmuyoruz.
6-7 Eylül Olayları'nı yazarken aynı cümleyi kurdum: Biz hep olayların sonucuna bakarak değerlendirme yapıyoruz. Olayları ortaya çıkaran nedenleri bilmiyoruz; üzerinde durmuyoruz.
Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajında Said-i Nursi'nin de adını telaffuz etti. İlk kez Said-i Nursi'nin adını anarak konuşma yapan Başbakan Menderes'ti. Peki neydi bu konuşmanın içeriği? Bu konuşmayla 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra Said-i Nursi'nin cesedinin mezarından çıkarılıp bilinmeyen bir yere götürülmesi arasında nasıl bir ilişki vardı?
6 aylık süreçte neler yaşandı?
1980'li yıllar... Ankara'da muhabirlik yapıyorum... Görüştüğüm haber kaynaklarından biri de yetmiş yaşındaki Gıyaseddin Emre! 1954-60 yılları arasında TBMM'de görev yaptı. Demokrat Parti milletvekili olarak Yassıada'da yargılanıp hüküm giydi. Kürt'tü... Bitlisliydi... Said-i Nursi'nin yakınıydı... Böyle bir girişi niye yaptım? Bildiğiniz gibi geçen hafta Başbakan Erdoğan kardeşlik mesajı verirken Said-i Nursi adını da telaffuz etti. İyi de etti. Bunun üzerine denildi ki, Said-i Nursi adını Başbakan olarak ilk kez Adnan Menderes konuşmasında geçirdi.
Adnan Menderes'in Said-i Nursi'nin adını telaffuz etmesine hangi olay neden olmuştu? İşte benim görüşmekten hep keyif aldığım Gıyaseddin Emre o olayın birincil tanıklarındandı. Geliniz 50 yıl öncesine gidelim...
Nereden çıktı bu gezi
Tarih 1 Aralık 1959... Said-i Nursi nedense birdenbire yurt gezisine çıktı. Konya'da Mevlana Türbesi'ni ziyareti sırasında olaylar meydana geldi. Benzer olaylar Said-i Nursi'nin gittiği her yerde yaşanmaya başladı. Basın olaylara geniş yer ayırdı. DP Hükümeti'nin Devlet Bakanı İzzet Akçal sık sık, "Türkiye'de irtica tehlikesi yoktur" diye demeçler vermeye başladı. Bu tartışmalar, kavgalar arasında Said-i Nursi hiç geri adım atmadı; yurt gezisini sürdürdü.
Olaylı Malatya, Eskişehir, Kütahya, Bursa, İstanbul gibi şehirlerden sonra Ankara'ya geldi. Tarih 1 Ocak 1960... Said-i Nursi Ankara Ulus'ta Denizciler Caddesi'nde bulunan Beyrut Palas Oteli'ne yerleşti. Polis diğer şehirlerde olduğu gibi olayların çıkmaması için geniş güvenlik önlemleri aldı. Said-i Nursi'nin ziyaretçileri arasında DP milletvekili Gıyaseddin Emre de vardı. Zaten Said-i Nursi'nin gezisi büyük tartışma yaratmışken bir de iktidar partisinden bir milletvekilinin Said-i Nursi'yi ziyaret etmesi olayları alevlendirdi. CHP lideri İsmet İnönü, 6 Ocak'ta Vatan Gazetesi'ni ziyareti sırasında Ahmet Emin Yalman'ın, "Said-i Nursi seçimde vazife almış mıdır" sorusunu, "Öyle görünüyor" diye yanıtladı.
Bir gün sonra Gaziantep ilçe merkezine gönderdiği mesajda, "Bediüzzaman iktidar partisinin seçim mekanizmasında kendine düşen vazifeyi yapmaya başlamıştır" dedi. 8 Ocak'ta Başbakan Menderes, İnönü'den DP'yi Said-i Nursi ile irtibatlı gösteren sözlerini geri almasını istedi.
Meclis'te Said-i Nursi kavgası
Said-i Nursi gerginliği Meclis'e de yansıdı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Meclis kürsüsünde sert bir konuşma yaptı: "Sizler Said-i Kürdi'yi neden Türkiye'de şehir şehir dolaştırıyorsunuz? İrticayı seçim kazanmak için mi hortlatıyorsunuz? Atatürkçüleri bilerek mi hiddete getiriyorsunuz? Amacınız nedir?" İnönü, konuşmasında Said-i Nursi değil Said-i Kürdi adını kullanmıştı.
CHP lideri İnönü'nün bu sözleri Meclis Genel Kurulu'nu hareketlendirdi. İnönü geri adım atmadı: "Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını görmüş benim gibi bir adamın, din istismarcılarının zararı karşısında duyduğu heyecanlı hassasiyeti paylaşmanızı istiyorum." Meclis'te kimsenin anlayış gösterecek ruh hali yoktu. Meclis Başkanı Refik Koraltan milletvekillerini sakinleştirmek için yoğun çaba harcadı.
İnönü'nün sözlerine yanıt vermek için bu kez Meclis kürsüsüne Başbakan Adnan Menderes geldi. İşte ilk kez bu konuşmasında Başbakan Menderes, Said-i Nursi adını telaffuz etti: "Said-i Nursi gibi bir pir-i fani bütün hayatını iman ve Kuran davasına vakfetmiş; dünyayı bu derece bırakmış bir insandır. Bütün dünyasını ilme, Kuran'a ve ahirete feda etmiş bir zattır.
Siz bundan ne istiyorsunuz?" Milletvekillerinin karşılıklı laf atması üzerine Meclis karıştı; yumruklaşmalar başladı. Meclis Başkanı Refik Koraltan, İsmet İnönü'ye 12 oturum Meclis'e girmeme cezası verdi. Oturumu güçlükle kapattı.
Menderes'in Said-i Nursi'ye ricası
Gıyaseddin Emre TBMM'den çıkıp hemen Said-i Nursi'nin kaldığı Beyrut Palas Otel'e gitti. Otelin çevresindeki polis sayısı artmıştı. CHP'lilerin eylem yapmasından çekiniyordu. Gıyaseddin Emre, Said-i Nursi'yi otelden alıp DP Isparta milletvekili Tahsin Tolan'ın Bahçelievler'deki evine götürdü.
Gıyaseddin Emre gece 23.00'e kadar evde kaldı sonra yatmak için kendi evine döndü. Tam uyuyacaktı ki evinin telefonu çaldı. Başbakan Adnan Menderes acilen Konut'a bekliyordu. Kalktı gitti. Başbakan Menderes ile aralarında nasıl bir görüşme olduğunu Gıyaseddin Emre şöyle anlattı: "Adnan Bey bana, 'Bakınız Gıyaseddin Bey sizi şunun için çağırdım; Üstad Bediüzzaman hazretlerine gideceksiniz (Üstad'ı Üstad Bediüzzaman hazretleri diye ifade ediyordu.) benim ta'zimatlarımı (saygılarımı sunarak -SY) kendilerine bildireceksiniz; hava çok gergin, meselenin üzerinde çok duruyorlar.
Yolda rahatsız ederler. İdareciler meseleyi anlamadıkları için kendisini taciz edebilirler. O bakımdan kendisinden rica ediyorum bu defa dönsün. Hava biraz sükûnet bulsun. Sonra ben kendilerine haber veririm. Gelip giderler. Ben bizzat Anadolu'yu gezmesine imkân hazırlayacağım.' Başbakan Menderes'in bu sözlerinden sonra 'Peki efendim' diyerek Üstad'ın yanına gittim. Meseleyi kendisine arz ettim.
Üstad bana şöyle dedi: 'Adnan Bey olmasa idi ben mutlaka gezecektim. Her ne olursa olsun gezecektim. Yalnız Adnan Bey dine hizmet etmiş bir insan olarak kendisini kırmayacağım ve bu defa döneceğim' dedi. Bu konuşmamız devam ettiğinde saat gece 01 suları idi.
Huzurlarından ayrılıp Adnan Menderes'e gittiğimde beni beklerken buldum. Odasında gezinerek gidip geliyordu. Heyecanla Bediüzzaman'ın cevabını sordu. Durumu kendisine anlattım. Bu defa döneceğini söyledim. Menderes rahatlamıştı.
Derin bir sükûnet içinde bana dönerek şöyle dedi: 'Üstad hazretleri konuştuğu zaman, parmaklarını adeta üç ordu emrinde imiş gibi (o zaman bizim üç ordumuz vardı) ve orduları harekete geçirecekmiş gibi gezdiriyor ve hiddetle konuşuyordu değil mi?' Ben de 'Evet efendim' dedim. Menderes o zaman 'İşte bu iman kuvvetidir Gıyaseddin' diye mukabelede bulundu."
Cesedi niye kaçırıldı
Said-i Nursi birkaç ay sonra tekrar yurt gezisine çıktı. 23 mart 1960'ta gezi maksadıyla bulunduğu Şanlıurfa'da öldü. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapan askerler, Şanlıurfa'daki mezarı kazıp Said-i Nursi'nin cesedini alıp bilinmeyen bir yere götürdüler. Kuşkusuz bu hareketin hiç olumlu bir yanı yoktur. Çirkindir.
Ancak nedense meselenin diğer yanı hiç konuşulup tartışılmaz. Sanki... Askerler Said-i Nursi'nin cesedini niye alıp bilinmeyen bir yere götürdüler? Bu olaydan önceki birkaç ayda Türkiye'de neler olmuştu; kimse meselenin bu karanlık noktasıyla ilgilenmiyor. Said-i Nursi'yi kim Türkiye gezisine çıkardı? İnönü'nün söylediği gibi DP, Said-i Nursi'yi seçim malzemesi olarak mı kullanmak istedi? Said-i Nursi'nin her gittiği şehirde neden olaylar çıktı? DP bunlara niye göz yumdu? DP hem Said-i Nursi'yi desteklerken hem de Konya'da Bursa'da, Malatya'da neden Nurcuları yakalayıp cezaevine koydu. Emirdağ'da kim yeşil bayrak açtı? Şeriat isteyen bildirileri kim dağıttı? Keza Türkiye Said-i (Kürdi) Nursi'nin yurt gezisi nedeniyle hop oturup hop kalkarken, 17 Aralık 1959'da DP Hükümeti neden 49 Kürt aydınını tutuklayıp cezaevine gönderdi? Bu olayın Said-i (Kürdi) Nursi meselesiyle ilgisi var mıydı? DP ve Başbakan Adnan Menderes, Said-i Nursi konusunda ne derece samimiydi? Evet Said-i Nursi'yi kim hedef haline getirmişti? Sorular çok... Bu soruların yanıtlarını Gıyaseddin Emre biliyor muydu? O yıllar sormak aklıma gelmedi. Sonra yollarımız ayrıldı.
Ankara'dan göçtük; ben İstanbul'a, o Konya'ya yerleşti. Yüz yaşına çok az kala 2008 yılında hayata gözlerini yumdu. Başbakan Erdoğan'ın Said-i Nursi adını telaffuz etmesiyle biz de eski bir dostu anmış olduk. Allah rahmet eylesin... Gıyaseddin Emre bu toprakların insanıydı...
İşte Said-i Nursi'nin soyağacı
Gıyaseddin Emre, Said-i Nursi'nin yakınıydı. Said-i Nursi'nin ağabeyi Molla Abdullah, Gıyasettin Emre'nin dedesi Molla Mehmed Emin Efendi'ye bağlanmış ve ilmi icazetini ondan almıştı. Said-i Nursi de ağabeyinin tavsiyesi ile Bitlis Merkez Camii'nde Gıyasettin Emre'nin dedesinden ilk derslerini aldı.
Yani; Gıyasetten Emre ile Said-i Nursi'nin ailesi birbirlerine çok yakındı. Bu nedenle Gıyasettin Emre, Said-i Nursi'nin soyağacını bilen ender kişilerden biriydi. Çünkü Said-i Nursi ailesi hakkında konuşmayı pek sevmeyen bir yapıydaydı. Said-i Nursi'nin ailesine mahalli dilde, "Mala Hıdro" diyorlardı. Soyağacının en başında Mala Hıdır vardı.
Hıdır'ın oğlu Mirza Reşad'dı. Mirza Reşad'ın oğlu Ali, Said-i Nursi'nin dedesiydi. Said-i Nursi'nin babasının adı ise Sofi Mirza idi. Sofi Mirza'nın eşinin adı Nuriye'ydi. Sofi Mirza-Nuriye çiftinin Molla Abdullah, Molla Muhammed ve Said-i Nursi adında üç oğullarından başka üç kızları vardı: Durriye, Mercan ve Hanım.
Hanım, Molla Said adında biriyle evlendi. Bir süre Şam'da yaşadı; orada vefat etti. Durriye'nin Ubeydullah adında bir oğlu vardı. Halk içinde Ubeyt deniliyordu.
Ubeyt dayısı Said-i Nursi ile birlikte Ruslara karşı çarpışırken şehit oldu. Said-i Nursi'nin annesi 1913'te; babası 1920'de; ağabeyi Molla Abdullah 1914'te ve kardeşi Molla Muhammed 1951'de vefat etti. Mezarları Bitlis'in Nurs Köyü'ndeydi. Said-i Nursi'nin üç amcası vardı: Hacı, Mehmet ve Kolos. Mehmet'in oğulları Abdurrahman, Reşit ve Kasım'dı. Abdurrahman'ın oğlu Hacı Çerkez daha geçen yıllara kadar yaşıyordu.
Said-i Nursi'nin amcası Hacı'nın Molla Davut adında bir oğlu vardı. Davut'un oğulları ise Hacı, Şamil ve İsa idi. Gıyaseddin Emre'nin Said-i Nursi'nin soyağacına ilişkin bilgileri bu kadarla sınırlıydı.
'Said-i Nursi millidir'
Gıyaseddin Emre her sohbetimizde Said-i Nursi'nin "milli" değerlere nasıl sahip çıktığını anlatırdı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, "Güroymak'a eski adıyla Norşin dersek ne olur sanki" sözüyle, adı bir anda ünlenen Norşin aslında Nakşibendilerin Anadolu'daki önemli merkezlerinden biriydi. Norşin Şeyhleri Rus işgaline karşı direnmiş, Şeyh Said ayaklanmasına katılmamış, Mustafa Kemal'i modernist buldukları için ulusal kurtuluş savaşına destek vermemişlerdi.
Gıyaseddin Emre yine de Norşin şeyhlerini "milli" görüyordu. Said-i Nursi de Norşin şeyhlerinin medreselerinde yetişmişti. Ve Gıyaseddin Emre'ye göre Teşkilat-ı Mahsusa'ya katılan Said-i Nursi kesinlikle dış güçlere/emperyalizme karşı çıkan bir din adamıydı. Nurculuk konusunda Gıyaseddin Emre'den çok bilgi aldım. Örneğin... Said-i Nursi'nin yakını Gıyasettin Emre, Fethullah Gülen'e karşıydı. Bunun nedenini pek anlamıyordum.
Fethullah Gülen'e saygılıydı ama mesafeliydi. Ve nedense her fırsatta eleştiriyordu. Bunu da sadece sohbetlerinde dile getirmiyor; Nurcuların yayın organı Yeni Asya Gazetesi'ndeki makalelerinde de yazıyordu. - "Ağlayan Hoca'nın haline ağlayalım" - "İsrail'e atılan füzelere ağlayan Hoca" - "Günün modası dinler arası diyalog" gibi makalelerinde Fethullah Gülen adını açıkça yazarak "milli olmamakla" eleştirdi. Fethullah Gülen'in Said-i Nursi'nin yolundan ayrıldığını iddia ediyordu.
Oysa o dönemde Fethullah Gülen cemaati ardı ardına Said-i Nursi sempozyumları-panelleri düzenliyor. Kitaplar çıkarıyordu. Gıyaseddin Emre bunları "göstermelik" olarak görüyordu. Ben ise; "Kıskançlık mı yapıyor" diye düşünüyordum. Çünkü Nurcu Yeni Asya Gazetesi çevresi pek gelişme/büyüme gösteremezken, Fethullah Gülen cemaati hızla büyüyor; dergilerle başlayan yayıncılık faaliyeti gazeteler, TV'ler ile hız kazanıyor; okullar ve üniversitelerle yurtdışına açılıyordu.
Kurdukları çeşitli dernekler ve vakıflar sayesinde devlet katında onay görüyordu. Ancak... Bugün Gıyaseddin Emre'nin haklı çıktığını görüyorum. Son iki yıldır Fethullah Gülen cemaati Said-i Nursi adını pek telaffuz etmiyor. Artık Said-i Nursi adına paneller, sempozyumlar yapmıyor, kitaplar çıkarmıyor. Birdenbire cemaat nedense Said-i Nursi'yi unutuverdi! Risale-i Nur kitapları okunmaz oldu! Bir hafta boyunca kutlanan doğum günü hatırlanmaz hale geldi! Niye cemaat için Said-i Nursi yok artık. Niye artık sadece Fethullah Gülen Hocaefendi var? Said-i Nursi'nin üzerini kim çizdi? Said-i Nursi'nin yakını Gıyaseddin Emre bunu nasıl yıllar önceden görebildi? Evet medyada çıkarılan büyük gürültüler asıl tartışmamız, konuşmamız, anlamamız gerekenler üzerinde durmamıza engel oluyor.
Bunun yerine eski solcu yazarlar, "Said-i Nursi'yi solcular hâlâ niye anlamıyor" diyor? Biz henüz Gıyaseddin Emre'nin Fethullah Gülen'e neden karşı olduğunu anlamadık ki, Said-i Nursi meselesini kavrayabilelim!.. Bu çevreleri yakından bilen yazarlar konuyu aydınlatmıyorlar ki neler olduğunu bilelim!.. Soner Yalçın