Kehf Suresi Tefisiri

Son güncelleme: 08.05.2009 19:00
  • Kehf Suresi Tefisiri - Kehf Suresi

    KEHF SURESİ


    Mekke'de inmiştir. 110 âyettir.

    Sûreyi Takdim


    Kehf sûresi Mekkî sûrelerden olup el-Hamdü lillah" ile başlıyan 5 sûreden biridir. Bu sûreler Fatiha, En'am, Kehf, Sebe1 ve Fâtır sûreleridir. Bunların hepsi Yüce Allah'ın büyüklüğünü ve kadsiyetini ifade ve onun azamet, kibriyâ, celâl ve kemal sıfatlarını itirafla başlar.
    Bu mübarek sûre, celâl sahibi olan Yüce Allah'ın büyüklüğüne inan*mayı ve itikat etmeyi yerleştirmek için tesbit ettiği ana hedeflerine ulaş*ma hususunda Kur'an'm güzel kıssalarından üçünü anlatır. Birincisi Ashâb-ı Kehf kıssasıdır. Bu kıssa inanç uğrunda canını feda etme kıssasıdır. Ashâ*b-ı Kehf, dinleri uğrunda yurtlarından çıkıp dağdaki bir mağaraya sığman, orada 309 sene uyku halinde kalan, bu uzun süreden sonra da Allah ta*rafından diriltilen gençlerdir.
    İkinci kıssa, Musa (a.s)'nın Hızır (a.s) ile olan kıssasıdır. Bu ilim tah*sil etme uğrunda tevazu gösterme kıssasıdır. Bu kıssada Yüce Allah'ın, sa-lih kulu Hızır (a.s)'a öğretmiş olduğu, fakat Hz.Musa'nın bilmediği ve Hızır (a.s)'m ona öğrettiği gayb haberleri anlatılır. Bu haberler gemi kıssası, ço*cuğun öldürülmesi ve yıkılmakta olan duvarın yapılması olayıdır.
    Üçüncü kıssa Zülkarneyn kıssasıdır. Zülkarneyn takvası ve adaleti sayesinde Yüce Allah'ın kendisini ülkelere hakim kıldığı, yeryüzünün doğularına ve batılarına sahip olma imkânı verdiği bir meliktir. Bu kıssada onun yapmış olduğu büyük sed anlatılır.
    Bu sûre, hedefine ulaşmak için bu üç kıssayı anlattığı gibi, hakkın, çok mal ve saltanata bağlı değil, inanca bağlı olduğunu açıklamak için meydana gelmesi mümkün olan üç de misal getirir. Birinci misal malıyla övünüp kibirlenen zengin ile imanı ve inancıyla şerefli fakir hakkındadır. Bu misal "iki bahçe sahibleri" kıssasında anlatılır. İkinci misal, dünya ha*yatı ile onun sona erip yok olması hususundadır. Üçüncü misal İblis'in Adem (a.s)'e secde etmek istememesi ve dolayısıyla Allah'ın rahmetinden kovulup mahrum bırakılması olayında tasvir edilen gurur ve kibir misalidir. Bütün bu kıssalar ve misaller öğüt ve ibret alınması maksadıyla an*latılmıştır. [1]

    İsmi


    Bu sûrede geçen enteresan kıssada ilahi mucize olan Ashâb-ı kehf olayı anlatıldığı için sûreye "Kehf sûresi" ismi
    verilmiştir. [2]

    Bismillahirrahmanirrahim
    1,2,3,4. Hamd olsun Allah'a ki, O, (insanları) ken*di tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için, içinde ebedî kalacakları (cennette) güzel bir ecir bulundu*ğunu müjdelemek (ve) "Allah evlat edindi." diyenleri de uyarmak için Kulu'na dosdoğru Kitab'ı indirdi ve onda hiçbir eğrilik yapmadı.
    5. Ne onların ne de atalarının (bu konuda) hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
    6. Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa, onların peşinde üzüle üzüle kendini harap edeceksin.
    7. Biz, insanların hangisinin daha güzel amel ede*ceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi, dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık.
    8. Biz, mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir top*rak yapacağız.
    9. Yoksa sen, Ashâb-ı kehf ve Rakîm'i garib mu*cizelerimizden mi sandın?
    10. O gençler mağaraya sığınmışlar ve "Rabbimiz! Bize, tarafından rahmet ver ve durumumuzdan bir kur*tuluş yolu hazırla!" demişlerdi.
    11. Bunun üzerine biz de o mağarada onların ku*laklarına nice yıllar perde koyduk.
    12. Sonra da, iki gruptan hangisinin, kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık.
    13. Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık.
    14. Onların kalblerini metin kıldık. O yiğitler a-yağa kalkarak dediler ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başka bir ilaha yalvar*mayız. Bu takdirde saçına sapan konuşmuş oluruz.
    15. Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Bu ilâhlar konusunda açık bir delil getirse*ler ya! Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi var mı?"
    16. "Madem ki siz, onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın."
    17. Görüyorsun ki, güneş doğduğu zaman mağa*ranın sağma meyleder; batarken de sol taraftan, onlara isabet etmeden geçer. Onlar mağaranın ortasmdadır-lar. İşte bu Allah'ın âyetlerindendir. Allah kiıne hida*yet ederse, işte, o hakka ulaşmıştır, kimi de hidayetten mahrum ederse artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.
    18. Ashâb-ı kehf uykuda oldukları halde, sen on*ları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Kö*pekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp kaçardın ve gördüklerin yüzünden için kor*ku ile dolardı.
    19. Bunun gibi biz, aralarında birbirlerine sorma*ları için onları uyandırdık: İçlerinden biri, "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün ya da günün bir parçası ka*dar kaldık." dediler; kimi de şöyle dedi: "Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu paranızla şehre gönderin de baksın şehrin hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin; ayrıca, nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirme*sin.
    20. Çünkü, oniar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevi*rirler ki, o zaman ebediyyen hayra ulaşamazsınız.
    21. Böylece insanları onlardan haberdar ettik ki, Allah'ın va'dinin hak olduğunu, kıyametin şüphe götür*mez olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında Ashâb-ı kelıfin durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üzerle*rine bir bina yapın. Rableri onları daha iyi bilir." On*ların durumlarını bilenler ise, "Bizler, kesinlikle on*ların yanibaşlarına bir mescid yapacağız." dediler.
    22. İnsanların bazıları: "Onlar üç kişidir; dör*düncüleri de köpekleridir." diyecekler; yine: "Beş kişidir; altıncıları köpekleridir." diyecekler. Bunlar gayb hakkında tahmin yürütmektir. (Bazıları da): "On*lar yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir." derler. De ki: "Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Öyle ise Ashâb-ı kehf hakkında, delillerin açık olması haricinde bir münâkaşaya girişme ve onlar hakkında kimseden bilgi sorma.
    23,24. Allah'ın dilemesine bağlamadıkça hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım." deme. Unuttuğun tak*dirde Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir." de.
    25. Onlar mağaralarında üçyüz yıl kalmışlar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.
    26. De ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir." Göklerin ve yerin gizli ilmi O'na aittir. O, iyi görür; iyi işitir! Onların O'ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.

    Kelimelerin İzahı


    Bâhi'; öldürücü, yok edici demektir. Leys şöyle der: Bir kimse
    öfkesinden kendisini öldürürse denir. Ferrâ'nm dediği gibi, aslında gayret manasınadır.
    Cürüz, üzerinde bitki bulunmayan yer demektir.
    Kehf, dağdaki geniş mağara demektir. Geniş olmayan ma*ğaraya denir.
    Rakîm, Ashâb-ı Kehfin adlarının yazılı olduğu levha. Şatat; zulüm, taşkınlık ve haddi aşmak demektir. Ferra şöyle der: Bir kimse haddi aştığında denir. "Ev uzak kaldı" manasına denir.
    Meyleder. Meyletmek manasına gelen mastarında olup "bir tarafa meyleder, köşeye çekilir" demektir. Antera şöyle der: (At) göğsünü, mızrağın saplanmasından çevirdi (yana meylettirdi).
    Vasîd; dış, mağaranın dışı.
    Fecve, geniş yer.
    Verik, sikkeli veya sikkesiz gümüşün ismi.
    Bildirdik, bilgi verdik.
    Mücâdele ediyorsun. Mira, mücâdele demektir. [3]

    Ayetlerin Tefsiri


    1. Saygı ve hürmetle birlikte tam övgü, Rasulü Muhammed'e ve diğer mahlukata nimet olarak Kur'an'ı indiren Al*lah'a mahsustur. Allah, Kur'an'm ne lafzında ne de mânâsın*da herhangi bir eğrilik yaratmamıştır. Onda hiçbir ayıp ve çelişki yoktur. [4]

    2. O dosdoğrudur. Onda bir zıtlık ve çelişki yoktur. Taberî şöyle der: Bu âyette takdim ve tehir vardır. Yani kelimeler yer değiştirmiştir. Mana şöyledir: Allah bu kitabı dosdoğru olarak indirdi. Onda herhangi bir eğrilik vücûda getirmedi. Yani, onu dosdoğru olarak, çelişkisiz ve bir ay*rılık bulunmaksızın indirdi. Onda ne eğrilik, ne de haktan uzak olma vardır.[5] Allah katından gelecek şiddetli bir azap ile kâfirleri uyarasın diye kuluna bu Kur'an'ı indirdi.
    Onu tasdik edip amel işleyenlere de şu müjdeyi vermesi İçin indirdi: Onlar için cennet ve orada bulunan ebedî nimetler vardır. [6]

    3. Sonsuz ve kesintisiz bu nimetler içersinde devamlı ka*lacaklardır. [7]

    4. Allah'a çocuk nisbet eden o kafirleri de, Allah'ın elem verici azabı ile korkutması için kitabı indirdi. Beyzâvî şöyle der: Allah'a çocuk isnat edenlerin inkârlarının büyük olduğunu göstermek için onları özellikle zikretti ve uyarıyı tekrarladı. Ne ile uyarılacakları yu*karda anlatıldığı için onu yeterli görerek, burada anlatmadı.[8]

    5. Ettikleri bu çirkin iftira hakkında onların asla hiçbir bilgileri yoktur. Kendilerini taklit ettikleri atalarının da bu konuda bilgileri yoktu. Hepsi cehalet ve sapıklık çölünde yok olup gittiler. O âdi söz, büyük çirkin bir sözdür. O ne âdi ve çirkin*dir!? O söz, o suçluların ağzından çıkmış, son derece fasit ve batıl bir söz*dür. Onlar yalan ve saçmalıktan başka bir şey söylemiyorlar. [9]

    6. Ey Muhammedi Onların imandan yüz çevirmeleri ve ayrılmalarından dolayı, neredeyse üzüntü ve kederinden kendini öldürüp yok edeceksin. Bu Kur'an'a inan*madıkları takdirde onlar için esef ve üzüntüden böyle yapacaksın. Onlar için üzülmene ve esef etmene değmez. Bu ayet, peygamber (a.s) için bir te*sellidir. [10]

    7. Göğü yıldızlarla süslediğimiz gibi, yeryü*zünde bulunan süsler, zinetler, mal, altın, gümüş ve diğer şeyleri de yer*yüzü için süs olarak yarattık ki, insanların hangisi Al*lah'a daha itaatkâr ve âhireti için daha güzel amel işliyor, imtihan edelim. [11]

    8. Yeryüzünde bulunan nimet ve zinetleri uf almış ve birbiri üzerine yığılmış çerçöp haline getireceğiz ki yeryüzü daha önce yemyeşil iken, bitkisiz ve hayatsız çorak bir yer haline gelsin. Kurtubî şöyle der: Bu âyet Peygamber (s.a.v.)'i teselli için inmiştir. Yani, Ey Muhammedi Dünyaya ve dünyadakilere önem verme. Biz onu sadece, dünya ehlini denemek ve imtihan etmek için yarattık. Onlardan düşünüp iman eden de vardır, inkar eden de. Sonra kıyamet günü de önlerindedir. Onların inkârlarını büyütme. Şüphesiz biz onları cezalandıracağız.[12]

    9. Bu bolüm, Ashâb-ı kehf kıssasının başlangıcıdır. Kehf, dağdaki geniş mağara demektir. Rakîm ise, meşhur olan görüşe göre Ashâb-ı kehfin isimlerinin yazılı olduğu lev*hadır. Mana şöyledir: Ey Muhammedi Garipliğine rağmen, Ashâb-ı kehf kıssasını sakın Allah'ın en harikulade mucizesi olduğunu sanma. Bu kainat sayfalarında, Ashâb-ı kehf kıssasından daha üstün, harikulade ve garip şeyler vardır. Mücahid şöyle der: Onları, en harikulade mucizemiz mi san*dın? Mucizelerimizin içersinde onlardan daha harikulade olanları vardır.[13]

    10. Gençlerin, dağdaki mağaraya sığınıp orayı kendilerine barınak edindikleri zamanı hatırla.[14] Dediler ki: Ey Rabbimiz! Mağfiret ve rızık olarak bize özel rahmet hazi*nelerinden ver. Bizim bütün işlerimizi İyileştir. Bizi, doğru yolu bulan ve hidayete eren kimselerden eyle. [15]

    11. Bunun üzerine biz de onların ku*laklarına nice yıllar perde koyduk. Yani, onları yıllarca mağarada uyuttuk. [16]

    12. Sonra onları bu uzun uykudan uyandırdık ki, iki gruptan hangisi, mağarada kaldıkları süreyi daha iyi sayacak. İbnu'l-Cüzeyy şöyle der: İki gruptan maksat, Ashâb-ı kehf ile Allah'ın, onları görmeleri için yanlarına gönderdiği kimselerdir.[17] Mücâhid şöyle der: Her iki grup da Ashâb-ı kehftendir. Uyandıkları zaman, mağarada kaldık*ları müddet hakkında ihtilafa düştüler. Bir kısmı: "Bir gün veya daha az kaldıklarını söyledi. Diğer bir grup ise "Rabbimiz ne kadar kaldığınızı daha iyi bilir" dediler.[18] Birinci görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.[19]

    13. Ey Muhammedi Onların bu enteresan haberini, eksik ve fazla olmaksızın doğru bir şekilde anlatıyoruz Şüphesiz onlar, Allah'a inanmış bir grup gençti. Biz onları dün üzerinde sabit kıldık ve kesin inançlarını artırdık.[20]

    14. Onların azimlerini kuvvetlendirdik ve sabır ilham ettik ve kalpleri sağlamlaştı, hak ile yatıştı ve iman ile güçlendi, Hani onlar zalim ve kafir kralın Önünde hiç aldırış etmeden durup: "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir." dediler. Yoksa si*zin bizi, kendilerine ibadete çağırdığınız putlar değildir. Başkasını ona asla ortak koşmayız. O tektir, ortağı yoktur. Başkasına ibadet ettiğimiz takdirde haddi aşmış doğru yoldan sapmış ve zulüm ve sapıklıkta ileri gitmiş oluruz. [21]

    15. İşte bunlar ülkemiz halkıdır. Hiçbir de*lilleri olmadan, öncekileri taklid ederek putlara taptılar. Putlara tapılacağına dair açık bir delil getirseler ya! Burada teşvik edatı olan nın kullanılmasından maksat, onların acizliklerini or*taya koymaktır. Onlar sanki şöyle dediler: Putperestler, putlara tapacak*larına dair açık bir delil getiremezler. O halde onlar, Allah'a karşı ya*lancıdırlar.[22] Bu soru olumsuzluk ifade eder. Yani Allah'a ortak nisbet etmek suretiyle ona karşı yalan uydurandan daha zalim kimse yoktur. [23]

    16. Ey gençler! Kavminizden ve onların, Allah'ı bırakıp da tapmış oldukları putlardan ayrıldığınızda mağaraya sığının ki Rabbiniz üzerinize rahmetini bol bol yaysın. Size nzık sebeplerini ve bu mağarada sabah ve akşam faydalanacağınız şeyleri kolaylaştırsın. [24]

    17. Ey Muhatab! Güneş doğduğu zaman görürsün ki, onların mağarasından sağ tarafa meyleder. Battığı zaman ise, onlara uğramaz ve onlardan sol ta*rafa doğru uzaklaşırdı. Bundan maksat şudur: Güneş, sıcağıyla onlara eziyet vermemesi için Allah'ın bir lutfu olarak, doğduğunda da battığında da onlara isabet etmezdi. Onlar mağaranın ortasında, geniş bir yerinde idiler. Öyle ki, güneş onlara ne sabah ne de akşamleyin isabet ederdi. İşte bu olay, Allah'ın sonsuz kudretinin delillerindendir.
    İbn Abbas şöyle der: Eğer güneş üzerlerine doğsaydı elbette onları yakardı. Eğer çevrilmeselerdi, çekirge onsan yerdi.[25]
    Allah kime iman etmeyi nasip eder ve saadet yolu*nu gösterirse, o gerçekten doğru yolu bulur. Kimi de kötü ameli sebebiyle saptırırsa, onu doğru yola iletecek birini bula*mazsın. [26]

    18. Ey kişi! Eğer onları görseydin, uyudukları halde, gözleri açık olduğu ve sağa sola döndükleri için mutlaka onları uyanık sanırdın. Onları bir taraftan diğer tarafa çeviriyorduk ki, çekirgeler vücutlarını yemesin. Onların peşlerinden gelen köpekleri de, ön ayaklarını mağaranın dışına doğru uzatmıştı. Sanki onlara bekçilik yapıyordu. Sen, bu durumda iken onları görseydin, elbette onlardan korkup kaçardın. Çünkü Allah onlara heybet vermişti. Onları görmek korku veriyor*du. Çünkü bakan kimse onlan, sanki uyan ıkın iş gibi uyur halde görürdü. Zira onlar uyanmadan sağa sola dönerlerdi. [27]

    19. Uyuttuğumuz gibi, ölüme benzer o uzun uykudan sonra onları uyandırdık ki, mağarada ne kadar kalıp durduklarını birbirlerine sorsunlar. Onlardan biri: "Bu mağarada ne kadar kaldık? dedi. Dediler ki: "Bir gün veya daha az kaldık." Tefsirciler şöyle der: Onlar mağaraya sabahleyin girdiler ve Allah onları akşamleyin uyandırdı. Uyandıklarında güneşin batmış olduğunu san*dılar. Bu sebepten dolayı "Bir gün kaldık" dediler. Sonra güneşin batmadı*ğını gördüklerinde, "bir günden az kaldık" dediler. 309 sene uyuduklarını anlayamadılar, Onlardan biri şöyle dedi: Allah, ne kadar kaldığımızı daha iyi bilir. Bunu araştırmanın bir faydası yok. Sizin için daha önemli ve faydalı olan şeylere bakın. Şimdi biz açız. Birinizi şu gümüş paralarla şehre gönderin. Bizim için en temiz ve helal yiyecekler seçip satın alsın. Şehre girerken ve yiyecek satın alırken kendini bel*li etmesin ki, kimse bizim durumumuzu anlamasın. [28]

    20. Şüphesiz onlar sizi ele geçirirlerse taşla öldürürler veya sizi bâtıl dinlerine çevirirler, Onların dinine döner ve küfürlerinde onlara uyarsanız ebediyyen iyilik bulamazsınız. İşte gençler, zalim kralın kendilerini yakalayıp da öldürme*sinden veya puta tapmaya çevirmesinden korkup sakınarak, aralarında böy*le gizlice konuşurlar. Dolayısıyla arkadaşlarına, şehre girip çıkarken kendi*sini saklamasını, ihtiyatlı davranmasını ve sakınmasını tavsiye ederler. [29]

    21. Onları uy*kudan uyandırdığımız gibi, insanlara onların durumlarını bildirdik ki bunu öldükten sonra dirilmenin doğruluğuna bir delil getirsinler ve kıyametin ke*sinlikle kopacağına iyice inansınlar. Böylece Ashâb-i kehf kıssası, öl*dükten sonra dirilmenin ve haşrin mümkün olacağına dair açık ve kesin bir delil olmaktadır. Çünkü 300 sene uyuduktan sonra Ashâb-ı kehfi uyandır*maya gücü yeten Allah, bu halkı da öldükten sonra diriltmeye gücü yeter, Hani kavim, Allah onlara Ashâb-ı kehfi gösterip de ruh*larını aldıktan sonra onların durumu hakkında aralarında münakaşa ediyor ve İnsanlardan bazıları: Mağaralarının kapısı üzerine bir bina yapın da bu onlar için bir alâmet olsun. Onların hal ve du*rumlarını Allah daha iyi bilir. Ço*ğunluğu teşkil eden diğer grup ise; "Mutlaka mağaranın kapısı üzerine, i-çinde namaz kılacağımız ve Allah'a ibadet edeceğimiz bir mescid yapa*cağız" dediler. [30]

    22. Rasulullah (s.a.v.) zamanında, Ehl-i kitap*tan, onların kıssalarını tartışmaya dalanlar diyecekler ki: "Onlar üç kişiydi, dördüncü de kendilerinin peşinden gelen köpekleriydi. Bazıları da: "Onlar beş kişiydiler. Altıncıları köpekti." der*ler. Bunlar bilmediği bir yere ok atan kimse gibi, kesin bilgi ve ilme dayan*madan zan ile ortaya söz atan kimselerdir. Bazıları da: Onlar yedi kişiydi. Sekizincisi de köpek idi" derler. De ki: "Onların gerçek sayısını Allah daha iyi bilir. Onların sayısını az bir insan bilir." İbn Abbas der ki: İşte ben o az kişilerdenim. On*lar yedi kişiydi. Allah onları yediye kadar saydı.[31] Tefsirciler şöyle der: Yüce Allah, birinci ve ikinci görüşü anlattıktan sonra, bilmeden atarak" sözünü ilave etti. Son görüşü anlattıktan sonra ise, onu herhangi bir şekilde tenkit etmedi. Sanki onu söyleyeni tasdik etmiş oldu. Bundan sonra Yüce Allah, en üstün ve mükemmel olana yani "bilgiyi, gaybı pek iyi bilen Allah'a bırakmaya" Rasulünün dikkatini çekti. On*ların sayısı hakkında Ehl-i kitapta, sadece, haberin hakikatini kesin olarak bilen kimsenin tartışması gibi tartış. Onların kıssası*nı herhangi bir kimseye sorma. Zira sana vahyolunanda yeterli bilgi vardır. [32]

    23,24. Yapmaya niyet ettiğin bir şey için, Allah'ın dilemesine bağlayıp "inşaallah" yani "Allah dilerse" demeden, sakın "yarın onu yapacağım" deme. İbn Kesir şöyle der: Bu âye*tin nüzul sebebi şudur: Peygamber (s.a.v.)'e Ashâb-ı kehf in kıssası soruldu*ğunda "Size yarın cevap vereceğim" dedi. Fakat vahy 15 gün gecikti.[33] İnsâallâh demeyi unutup da daha sonra hatırladığında onu söyle ki, kalbin Allah'ın büyüklüğünü hissedici olarak kalsın, De ki: Belki Allah, din ve dünya işlerimden en uygun olanını bana gösterecek ve beni ona muvaffak kılacaktır. [34]

    25. Mağarada 309 yıl uyuyarak kaldılar. Bu cümle, senelerce" terkibinde mücmel olan ifadeyi açıklar. [35]

    26. De ki, Allah onların kesin olarak mağarada ne ka*dar durduklarını daha iyi bilir, Gaybı bilmek sadece ona mahsustur. Onların durumlarını kesin bir haberle, hikmet sahibi ve herşeyi bilen Allah haber vermiştir. O, her mevcudu ne kadar iyi bilir ve her işitileni ne kadar güzel işitir! O açık olanları anlayıp bildiği gibi, gizli olanları da bilir, İnsanların, Allah'tan başka ne bir yardımcısı, ne de bir destekçisi vardır. Onun ne ortağı, ne de bir benzeri vardır. Hüküm verirken hiç kimseyi ortak kabul et*mez. Çünkü onun, başkalarına ihtiyacı yoktur. [36]

    Edebî Sanatlar

    Bu mübarek âyetler, birçok edebî sanatı kapsar. Bunları şöyle özetliyebiliriz:
    1. müjdeler ile uyarır doğru yola iletir ile saptırır uyanıklar ile uyuyanlar ve "sağ taraf" ile sol taraf arasında tıbâk sanatı vardır.
    2. Kulaklai'ina perde koyduk ile Sonra on*ları dirilttik arasında manevî tıbâk vardır. Çünkü birincisinin manası "onları uyuttuk" ikincisinin mânâsı ise, "onları uyandırdık" şeklindedir.
    3. kalktılar ile dediler arasında cinâs-ı nakıs vardır.
    4. Çetin bir azap ile uyarsın." şeklindeki genel ifade*den sonra, Allah evlât edindi diyenleri uyarsın" şeklinde özel ifade getirilerek itnab yapılmıştır. Bu, Allah'a çocuk isnat etmenin adiliğini vurgulamak içindir. Burada güzel bir hazif ve iyi bir fesa*hat vardır. Zira ilk cümlede birinci mef ûl hazfedilmiştir. Yani, "kafirleri çetin bir azap ile uyarsın" demektir. Sonra ikinci cümlede, bu birinci mefûl söylenmiş, ikinci mefûl ise hazfedilmiş ve "Allah evlât edindi diyenleri uyarsın" demektir. Birinci cümleden anlaşıldığı için burada "azap" hazfe*dilmiş; ikinci cümleden anlaşıldığı için de, birinci cümleden "uyarılanlar" hazf edilmiştir. Bu, fesahatin en güzellerindendir.
    5. O ne iyi görür ve işitir!" Bunlar hayret ifade eden kip*lerdir.
    6. Arkalarından kendini helak edeceksin" cümle-sinde istiâre-i temsiliyye vardır. Yüce Allah, Rasulullah (s.a.v.)'ın müşrik*lerle olan durumunu dostları kendisinden ayrılan ve dolayısıyla onlar için duyduğu üzüntü ve keder yüzünden nerdeyse kendini öldürmek veya helak etmek isteyen kimsenin durumuna benzetti.
    7. Kulaklarına perde çektik. cümlesinde, istiâre-i tebeıyye vardır. Burada ağır bir uyku vermek, kulaklara perde çekmeye ben*zetilmiştir: Bu, bir yerde oturan insanların üzerine çadır çekmeye benzer. Aynı şekilde Onların kalplerini bağladık" ifadesinde de is*tiare vardır. Çünkü bağlamak demektir. Burada maksat, tulum ve benze*ri kapların ağızları iple bağlandığı gibi, onların kalplerini sıkıca bağladık" demektir. [37]

    27. Rabbinin Kitab'ından sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirecek hiç kimse yoktur. O'n-dan başka bir sığınak da bulamazsın.
    28. Sabah akşam Rablerine, sırf O'nun rızasını di*leyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.
    29. Ve de ki: "Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise di*leyen îman etsin, dileyen inkâr etsin." Biz, zâlimlere Öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları ken*dilerini çepe çevre kuşatmıştır. İmdad dileyecek olsa*lar imdadlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir dayanma yeri!
    30. 31. İman edip de güzel davranışlarda bulunan*lar var ya, şüphesiz biz, güzel işler yapanların ecrini zayi etmeyiz, tşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar ü-zerine kurularak orada altın bileziklerle süslenecek*ler, ince ve kalın dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!
    32. Onlara, şu İkİ adamı misal olarak anlat: Bun*lardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekinler bi*tirmiştik.
    33. İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiçbirini eksik bırakmamıştı. Aralarından bir de ırmak fışkırt*mıştık.
    34. Bu adamın çeşitli meyveleri vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, senden daha zenginim; ve adamlarım daha çoktur."
    35. Kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle de*di: "Bunun, hiçbir zaman yok olacağını sanmam.
    36. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülüp O'na götürülürsem, hiç şüphem yok ki, orada bundan daha hayırlı bir âkibet bulurum."
    37. Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: "Sen, seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokanı inkâr mı ettin?" dedi.
    38. "Fakat O, Rabbim Allah'tır ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.
    39. Bağına girdiğinde: Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır, deseydin ya! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan şunu bil ki:
    40. Belki Rabbim bana, senin bağından daha iyisi*ni verir; senin bağına ise gökten yıldırımlar gönderir de bağ, kupkuru bir toprak haline geiir.
    41. Yahut, bağının suyu dibe çekilir de, bir daha onu arayıp bulamazsın."
    42. Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böy*lece, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. "Ah, diyordu keşke ben Rabbime ortak koşmamış olsaydım!"
    43. Kendisine, Allah'a karşı yardım edecek des*tekçileri olmadığı gibi, kendi kendini de kurtaracak güçte değildi.
    44. İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Al*lah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel âkıbeti veren yine O'dur.
    45. Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir kî, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi birbirine karışmış; arkasından rüz*gârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter.
    46. Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise, Rabbinin nezdinde hem se*vapça daha hıyırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâ*yıktır.
    47. Düşün o günü ki, dağları yerinden götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak olduğunu görürsün. Hiçbi*rini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız.
    48. Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıka*rılmışlardır: Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız şekilde bize geldiniz. Oysa, size va'dedilenlerin tahak*kuk edeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız, değil mi?
    49. Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda ya*zılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. "Vah ha*limize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük hiçbir şey bı*rakmaksızın hepsini sayıp dökmüş!" Böylece yaptıkla*rını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kim*seye zulmetmez.
    50. Hani biz meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde et*tiler. İblis, cinlerdendi; Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost edini*yorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zâlimler için bu, ne fena bir değişmedir!
    51. Ben onları ne yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben, yoldan çıka*ranları yardımcı edinecek değilim.
    52. Yine o günü düşün ki, Allah, kâfirlere: "Benim ortaklarım olduklarını ileri sürdüğünüz şeyleri çağı*rın." buyurur. Çağırmışlardır onları; fakat kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların arasına tehlikeli bir uçurum koyduk.
    53. Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacak*larını iyice anladılar; ondan kurtuluş yolu da bula*madılar.


    Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti

    Yüce Allah önceki âyetlerde Ashâb-ı kehfin kıssasını anlattı. Bu kıs*sa iman ve inanç uğrunda gösterilen kahramanlık ve fedâkârlığı tasvir eder. Bu âyetlerde de, iki bağ sahibinin kıssasını anlattı. Bu kıssa, inanç için an*latılmış bir başka örnek olup İsrailoğullarmdan iki kardeşin hikayesinde temsili olarak gösterilmiştir. Bunlardan birisi imanıyle İzzetli mü'min, di*ğeri ise iki bağı olan kâfirdir. Ayrıca bu kıssada bulunan ibret ve öğütler an*latılmaktadır. Bu âyetler arasında Kur'an'a mahsus bazı yönlendirmeler de vardır. [38]

    Kelimelerin İzahı


    Mültehad; sığınılacak yer demektir. Aslı, "meyletti" manasına gelen dendir. Sen kime sığınsan ona meyletmiş olursun. Dilciler böyle demişlerdir.
    Furut, haddi aşan manasınadır. Diğer atları geçen kısrağa denir. Leys şöyle der: Furut, lüzumundan fazla yapılan iş demektir. Şâir şöyle der:
    Bana haksız bir yük ve sonu iyi olmayan, lüzumun dan fazla iş yükledin.[39]
    Surâdık, sûr ve duvar demektir.
    Mühl, eritilmiş her madene denir. Ebu Ubeyde şöyle der: Altın, gümüş veya bakırdan erittiğin herşeye mühl denir.
    Sündüs, ince ipek.
    İstebrak, kalın ipek. Buna dîbâc da denir. Şâir şöyle der:
    O kadınların bir çuldan elbiseler giydiğini görürsün. Bir de elbiseleri*nin kalın ipekten olduğunu görürsün.[40]
    Erâik, kelimesinin çoğuludur. Erîke, kumaş ve örtülerle süslenmiş, gelin divanı gibi divandır.
    Husbân, yıldırım manasına gelen kelimesinin çoğludur. Heşîm; kurumuş, ufalanmış bitki. Bırakırız. [41]

    Nüzul Sebebi

    Rivayete göre Kureyş'in ileri gelenleri Rasulullah (s.a.v.)'m yanında toplanıp ona şöyle dediler: "Sana inanmamızı istiyorsan, şu fakirleri yani Bilâl-î Habeşî, Habbâb b. Eret, Suheyb-i Rumî ve diğerlerini yanından kov. Onlarla bir arada bulunmak bizim gururumuza dokunuyor. Onlar için, senin yanında toplanacakları başka bir vakit tayin edersin". Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: Sabah akşam Rablerine, sırf onun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et.. Gözlerini onlardan çevirme.[42]

    Âyetlerin Tefsiri


    27. Ey Muhammed! Rabbinin sana vah-yettiği Kur'an-ı Kerim âyetlerini oku. Allah'ın kelamını değiş*tirmeye veya tebdil etmeye kimsenin gücü yetmez. Allah'tan başka, asla sığınacak bir yer bulamazsın. [43]

    28. Sabah akşam Rablerine dua eden zayıf ve fakir müslümanlarla birlikte olmaya sabret. Onlar dua ederek Allah rızasını istiyorlar. Gözlerini onlar*dan ayırıp zenginlere ve ileri gelenlere çevirme. Tefsirciler şöyle der: Rasulullah (s.a.v.), maiyyetlerinin de imana gelmesi için, ileri gelenlerin iman etmesini çok arzu ediyordu. Yoksa, asla dünya zinetini istemiyordu. Bundan dolayı, müşriklerin İleri gelenlerinden ve büyüklerinden yüzçevirip fakir mü'minlere yönelmesi emredildi. Onlarla oturup şe*ref ve iftihar isteyerek böyle yapma. İbn Abbas şöyle der: Yerlerine makam ve servet sahiplerini isteyerek, onları bırakıp da başkalarına yönelme.[44]
    Senden, mü'minleri kovmanı isteyenlerin sözüne uy*ma. Zira onların kalpleri, Allah'ı zikirden gafildir. Onlar, dini ve Rablerine ibadeti bırakıp dünya ile meşgul olmuşlardır. Tefsirciler şöyle der: Bu âyet, Uyeyne b. Hısn ve arkadaşları hakkında inmiştir. Uyeyne, Rasulullah (s.a.v.)'m yanında Selmân-ı Fârisî ve bir grup fakir müslüman varken ona geldi. Selman'ın üzerinde yünden bir aba vardır. Abanın içinde terlemişti. Uyeyne, Peygamber (a.s)'e dedi ki: Bunların kokusu seni rahatsız etmiyor mu? Biz Mudar'm ileri gelenleri ve liderleriyiz. Biz müslüman olursak her*kes müslüman olur. Senin peşinden gitmekten bizi sadece bunlar alıkoyu*yorlar. Onları yanından uzaklaştır ki sana uyalım. Ya da, bize başka, onlara başka bir meclis ayır. Rasulullah (s.a.v.) onların isteklerini yerine getir*meye yeltendi. Bu âyet inince çıkıp o fakirleri aramaya başladı. Onları gö*rünce yanlarına oturdu ve şöyle dedi: Allah'a hamdolsun. O Allah ki ümme*timin içinde, bana, nefsimi kendileriyle beraber tutmamı emrettiği kimse*ler yarattı.[45] O gafiller, Allah'ın emrini terkedip hevâ ve heveslerine uymuşlardır. Onun işi boşa gitmiş, yok ve helak olmuştur, [46]


    29. Bu âyet görünüşte bir emir, fakat gerçekte ise bir tehdit ve uyarı manası ifade eder. Yani, Ey Mu*hammedi O gafillere de ki, Allah'ın açıklamasıyla hak ortaya çıkmış anla*şılmıştır. İster iman edin, ister inkâr. Bu âyet, tehdit hususunda dilediğinizi yapın[47] âyetine benzemektedir. Allah ve Rasulünü inkâr edenler için biz, şiddetli kızgın ateş hazır*ladık. O ateşin duvarı, bileziğin bileği kuşattığı gibi onları kuşatmıştır, Şiddetli susuzluktan dolayı imdat dileyip su isteseler, onlara erimiş bakır veya kızgın yağ tortusu gibi son derece sıcak su verilir. Bu su çok sıcak olduğu için onlara yaklaştığında yüzlerini yakıp kavurur. Hadiste şöyle buyrulmuştur: Bu, zeytin yağı tortusu gibi bir sudur. Ona yaklaştığında yüzünün derisi içine düşer.[48] Allah bizi cehen*nemden korusun. Onlara verilen bu içecek ne kötü*dür. Cehennem, ateş ehlinin kalacakları ve ihtiyaçlarını gidermek istediklerine kötü bir yerdir. [49]

    30. Yüce Allah bedbahtların durumunu anlatınca ardından, Kur'an'ın teşvik ve korkutma üs*lubuna göre, mutlu kimselerin durumunu anlattı. Yani, biz, güzel ve sami*mi olarak amel eden kimsenin sevabını kaybetmeyiz. Bilâkis onu artırır ve çoğaltırız. [50]

    31. İşte onlar için Adn cennetleri vardır. Odalarının ve evlerinin altından cennet ırmakları akar. Orada altın bileziklerle süsleneceklerdir. Tefsirciler şöyle der: Cennet ehli olan herkesin kolunda üç cins bilezik olacak. Biri altından, biri gümüşten, biri de inciden. Çünkü Yüce Allah başka bir ayette Gümüş bilezikler takınmışlardır.[51] buyurmuştur. Bir başka âyette ise şöyle buyurmuştur: Onlar orada, incilerle bezenirler. Orada giyecekleri ise ipektir.[52] Hadiste şöyle buyrulmuştur: Mü'minin zineti, abdest alırken yıkadığı yerlere kadar ulaşır.[53] Onlar ince ve kalın ipekten renkli elbiseler içinde salma salına yürürler. Taberî şöyle der: Âyetin mânâsı şudur: Onlar takı olarak altın bilezikler takınır, elbise olarak da, sündüs ve istebraktan yani ince ve kalın ipekten elbiseler giyerler.[54] Cennette, kumaş ve örtülerle süslenmiş altından divanlarda otururlar. İbn Abbas şöyle der: Erâik, altın divanlar demektir. Bunlar inci ve yakutla süslenmiş olup üzerle*rinde süslü örtüler vardır. San'a ile Eyle ve Aden ile Câbiye arasına da Erike denir.[55] Takva sahiplerinin mükâfatı ne güzel*dir. Cennet onlar için, ne güzel bir istirahat ve kalma yeridir. [56]

    32. Senden, fakirleri kovmanı isteyen o kafirlere şu İki adam misalini getir. Tefsirciler şöyle der: Bunlar, İsrail oğullarından iki kardeştir. Birisi mü'min diğeri kâfir olan, kendine düşen mal ile iki bağ sa*tın aldı. Mü'min ise, Allah'ın rızasını kazanmak için, bitinceye kadar ma*lını harcadı. Kâfir onu fakir diye ayıpladı. Allah da onun malını yok etti. Allah bunu, kendisine itaat ederek amel eden mü'min ile, nimetin şımart*tığı kâfir için misal getirdi. Onlardan kâfir olanına çeşit çeşit lezzetli üzümler veren iki bağ verdik. Etrafını hurma ağaçlarından bir duvarla kuşattık. Bu iki bağ arasın*da da ekinler bitirdik. Aralarından bir nehir de fışkırır. Bu, Kur'an'm güzel bir şekilde tasvir ettiği hoş bir manzaradır. Çeşitli üzümler veren iki bağ manzarası, bağlar hurma ağaçlarıyle çevrilmiş, ortalarında ekin var, ara*larından nehirler fışkırıyor. [57]

    33. Bağlardan her biri son derece güzel olgun meyveler verdi, hiçbir meyveyi eksik bırakmadı. Bu iki bağın ortasından akan bir nehir fışkırttık. [58]

    34. Kâfir kardeş bu iki bağdan çeşitli meyveler elde ediyor*du. İki bağ sahibi olan kâfir, mü'*min kardeşi ile tartışarak, mücadele ederek ve ona karşı övünerek şöyle dedi: "Ben senden daha zengin ve şerefliyim. Yardımcılarım ve hizmet*çilerim daha çoktur. [59]

    35. Mü'min kardeşinin elinden tutup onu bağa soktu. Onu bağda dolaştırarak oradaki ağaçları, meyveleri ve nehirleri gös*teriyordu. Gurur ve inkârı sebebiyle kendisine zulmetmiş oluyordu, Bu bağın asla yok olacağını sanmam. [60]

    36. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Kâfir, ba*ğının yok olacağına inanmadığı gibi, öldükten sonra dirilip haşr olunacağını da inkâr etti. Varsayalım ki, sizin iddia etti*ğiniz gibi, öldükten sonra dirilme var. Bu durumda Allah bana bundan daha iyisini ve üstününü verir. Su Sonuç olarak ben bunu bulurum. Bu dünyada bana verdiği gibi, onun katında değerli olduğum için, âhirette de verecek. [61]

    37. O mü'min, kardeşine dönüp onunla tartışarak şöyle dedi: Sen, aslını topraktan, sonra da meniden yaratan, daha sonra seni azaları düzgün bir insan ha*line getiren Allah'ı inkâr mı ettin? Bu soru, kınama ve azarlama ifade eder. [62]

    38. Fakat ben, Allah'ın varlığını itiraf ediyorum. O be*nim Rabbim ve yaratanımdır. Ben, Allah'a başkasını ortak koşmam. O tek ma'buddur, ortağı yoktur. [63]

    39. Bağına girdiğinde ve içinde bulu*nan ağaçlar ve meyveler hoşuna gittiğinde, "Bu, Allah'ın lutfudur, onun dilediği olur, dilemediği olmaz" deseydin ya! O yardım ve başarı nasip etmedikçe bizim ona itaat etmeye gücümüz yetmez, Mü'min kâfire dedi ki: Eğer beni kendinden daha fakir görüyorsan, malının ve çocuklarının çokluğu ile bana karşı üstünlük taslıyorsan. [64]

    40. Bu cümle, beni görüyorsan şart cümlesinin cevabıdır. Yani, ben Allah'ın, lütuf ve insanıyla, benim fa*kirliğim İle senin zenginliğini değiştireceğini, kendisine iman ettiğim için bana, senin bağından daha iyi bir bağ vereceğini ve sen kendisini inkâr ettiğin için nimetini senden çekip alarak bağını harap edeceğini umarım. Bağına, gökten, yok edecek bir âfet veya harap edecek yıldırımlar göndereceğini, böylece o bağın, üzerinde ayakların duramayacağı kadar kaygan; bitkisiz ve ağaçsız kupkuru bir yer haline geleceğini umarım. [65]

    41. Veya onun suyu yere çekilir de bağda, bulunan bütün ekin ve ağaçlar yok olur. O takdirde, bırak geri getirmeyi, onu arayamazsın bile. Burada konuşma sona erer ve dehşet verici âni bir olay meydana gelir. Kâfirin elinden nimetinin gideceğine dair mü'minin ümidi gerçekleşir. Burada sözün akışı, bizi birden bire, güzel ve hoş bir sah*neden helak ve yok olma sahnesine götürür. [66]

    42. Onun bağı tamamen yok oldu. Ekin ve meyveleri harap olup gitti. Kâfir, malının ve emeğinin yok olmasından dolayı duyduğu üzüntüden ellerini oğuşturmaya başladı. Kurtubî şöyle der: Duyduğu pişmanlıktan ellerinin birini diğerinin üstüne vurmaya başladı. Çünkü pişman olan böyle yapar. enkaz haline geldi. Çardaklar duvarlar üzerine yıkıldı. Harap olup gitti. O, Allah'a ortak koştuğuna pişman olmuş, "keşke nime*te nankörlük etmeseydim" temennisinde bulunmuştur. Ne var ki, pişman*lığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişman olmuştur. [67]

    43. Ona yardım edecek ve ondan felâke*ti savacak herhangi bir topluluk da yoktur, Kendi kendine, Al*lah'ın intikamından korunacak gücü de yoktur. Kendileriyle iftihar ettiği ve üstünlük tasladığı yakınları ve çocukları ona fayda vermedi. Kendi başına da, azabı üzerinden savamadı. [68]

    44. İşte bu makam ve halde, yardım sadece tek olan Allah'a aittir. Hiçkimse o yardımı yapamaz. Dostlarına yardım edecek gerçek dost odur. Allah, dünyada da âhirette de, kendi*sine iman edenler için en iyi karşılığı verendir. Kendisine güvenip ümit bağlayanlar için en güzel sonucu o verir. [69]

    45. Bu, dünya ve onun aldatıcı süsü hakkında bir başka misaldir. Yok olma ve zeval bulma hususunda, geçen iki bağ misaline benzer. Yani, Ey Muhammedi Yok olma, zevale erme ve son bulma hususunda bu hayatı, insanlara şöyle bir misalle anlat: Bu hayat gökten inen bir suya benzer ki, o su sebebiyle bolca bitki biter. Bu bitkiler çok ve yoğun oldukları için birbirlerine karı*şırlar. Daha sonra bu bitkiler kuruyup ufalanır ve dağıhr. Rüzgârlar onu sağa sola savurur. Allah yok et*meye ve yaşatmaya kadirdir. Ne yerde, ne gökte hiçbir şey onu âciz bıraka*maz. [70]

    46. Mal ve çocuklar bu geçici hayatın süsüdür. İşte misâli, işte süsü. Hepsi yok olup gidecektir. Ahmak câhilden başkası buna aldanmaz.! İyi işlerin meyvesi, sonsuza kadar devam edecektir. İşte, Allah katında, insanların umdukları ve bekledikleri en hayırlı şey budur. İbn Abbas şöyle der: Âyette geçenden maksat beş vakit namazdır. Yine, ondan rivayet edil*diğine göre, bundan maksat, âhirete kalacak her türlü iyi söz veya iştir.[71] Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Sübhânallâh, elhamdülillah ve Lâilâhe ili âl lahu vellâhu ekber. İşte den maksat bunlardır.[72]

    47. Yüce Allah dünyayı ve sonunun ne olacağını anlat*tıktan sonra, burada da kıyameti ve korkunç hallerini anlatmaktadır: Biz, dağlan yerlerinden söküp de onları dağınık toz gibi yaptıktan sonra, bulut*lar gibi yürüteceğimiz günü hatırla yeryüzünü apaçık bir şe*kilde görürsün. Üzerinde onu örtecek ne bir dağ, ne bir bitki, ne de bir bina vardır. Dağları sökülmüş ve binası yıkılmış, dümdüz olmuştur. Öncekileri de, sonrakileri de hesap yerine taplayacağız; hiçbi*rini bırakmıyacağız. [73]

    48. Onlar saf saf, Âlemlerin Rabbinin huzuruna çı*karılacaklar. Hiç kimse diğerinin görünmesine engel olamayacak. Hadiste şöyle buyrulmuştur: Allah öncekileri de, sonrakileri de bir tek yerde saf saf toplıyacaktır.[74] Mukâtil şöyle der: Namazdaki saflar gibi, saf saf Allah'ın huzuruna çıkarılırlar. Her ümmet ve her grup bir saf olur.[75] Kınama ve azarlama yoluyla kâfirlere şöyle denilir: Bize çıp*lak ve yalınayak geldiniz. Yanınızda ne malınız var ne de çocuğunuz; sizi, ilk yarattığımız zamanki şeklinizle geldiniz. Siz bunun aksini iddia ediyor ve öldükten sonra tekrar dirilme, amellerin karşılğını alma, ceza ve hesap yoktur diyordunuz. [76]

    49. İnsanların amel defterleri ortaya konup kendilerine gösterilir, O zaman, amel defterlerindeki suç ve günahlarından dolayı, suçluların korktuğunu görürsün. Onlar şöyle derler: Eyvah, dünya hayatında yaptığımız kusurlardan dolayı bize yazıklar olsun! Bu nasıl kitap! Kü*çük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini kaydetmiş ve İçine almış! yaptıklarım kitapta yazılmış ve kaydedilmiş bulurlar. Rabbin, suçsuz insana ceza vermez, iyi iş yapanın da mükâfatını eksiltmez. [77]

    50. Hatırla o zamanı ki, biz meleklere, iba*det secdesıyle değil de, saygı ve hürmet secdesi ile Adem'e secde edin diye emretmiştik. Bütün melekler secde etti. Ancak, cinlerden olan İblis, Rabbinin emrine uymadı. Bu âyet, İblis'in meleklerden değil de, cinlerden olduğunu açıkça göstermektedir.[78] Ey Adem oğullan! İblis ve onun soyundan olan şeytanlar sizin düşmanınız olduğu halde, Allah'ı bırakıp da onları dost mu ediniyorsunuz? Allah'a ibadet yerine, şeytana ibadet etmek ne kötü şeydir. [79]

    51. Beni bırakıp da kendilerine taptığınız o şeytanlara, ben, göklerin ve yerin yaratılşım göstermedim, Bir kısmının yaratılışını, diğerlerine de göstermedim. Onlar da sizin gibi kul olup hiçbir şeye sahip değillerdir. Ben, kâinatı yaratırken şeytanları yardımcı edinmedim. Nasıl beni bırakıp da onlara itaat ediyorsunuz? [80]

    52. O gün Allah müşriklere şöyle diye*cek: İddia ettiğiniz gibi, bana koştuğunuz ortakları çağırın da, sizi benim azabından korusunlar ve şefaat etsinler. Bunun üzerine müşrikler onlardan yardım ister, fakat yardım edemezler. İbadet edenlerle ma'budlar arasına, onların geçemeyeceği helak edici bir ateş yerleştiririz. [81]

    53. Suçlular, cehennemi, kendilerine karşı olan kininden dolayı öfkelenmiş bir halde görürler ve oraya gireceklerini kesin olarak anlarlar. Ondan kurtuluş yolu bulamaz*lar. Çünkü cehennem onlara her taraftan kuşatmıştır. Oradan kaçamazlar. [82]

    Edebî Sanatlar

    Bu mübarek âyetler birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşa*ğıda özetliyoruz:
    1. sabah ile akşam ve inansın ile inkâr etsin kelimeleri arasında tıbak vardır.
    2. O, ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri*dir" âyetinin ifade ettiği cennet ile, Ne kötü bir içecek ve ne kötü bir kalma yeridir" âyetinin ifade ettiği cehennem ara*sında güzel bir mukabele sanatı vardır.
    3. Erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile yardım edilir! cümlesinde teşbih vardır. Benzetme edatı ile benzetme yö*nü anlatıldığı için buna "Mürsel mufassal" teşbih denir.
    4. Onlara, şu iki adamı misal o-larak anlat. Onlardan birine iki bağ vermiştik.. âyetinde temsili teşbih var*dır. Çünkü bir çok benzetme yönü vardır. Aynı şekilde, Onlara şunu da misal olarak ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir su gibidir" âyetinde de temsilî teşbih vardır.
    5. Veya bağın suyu yerin dibine çekilir de.. âyetinde ism-i fail yerine mastar kullanılarak mübalağa yapılmıştır.
    6. Ellerini oğuşturuyor cümlesi, pişmanlık ve üzüntüden kinayedir. Çünkü pişman olan şahıs, sağ elini sol elinin üzerine kor.
    7. Onu ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz" cüm*lesi inkâr ve hayret ifade eder. [83]

    Bir Uyarı

    Cumhurun görüşüne göre, yukardaki âyette geçen den maksat, faziletleri hakkında hadis bulunan şu kelimelerdir: "Sübhanallâh, el*hamdülillah, Lâ ilahe illallah, Allâhu ekber ve Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm. Yukarda anlatılan hadis bunlar hakkında söylenmiştir. Tirmizi'de şöyle bir rivayet vardır: "Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Ben Mi*raç gecesi Hz. ibrahim'le karşılaştım. Bana dedi ki: Ey Muhammedi Üm*metine benden selâm söyle ve cennetin toprağının güzel, suyunun tatlı ve kendisinin dümdüz bir ova olduğunu onlara bildir: Onun fidanları ise: Sübhanallâh, elhamdülillah, lâ ilahe illallah ve Allâhu ekber kelimeleri*dir.[84]

    54. Hakikaten biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misâli sayıp dökmüşüzdür. Fakat insanoğlu tar*tışmaya her şeyden çok düşkündür.
    55. Kendilerine hidâyet geldiğinde insanları îman etmekten ve Rablerinden mağfiret talep etmekten alı*koyan şey, sadece, öncekileri başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın ansızın kendileri*ni enselemesini beklemeleridir!
    56. Biz peygamberleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise, hakkı bâtıl ile ortadan kaldırmak için bâtıl'i kullanarak mü*câdele verirler. Onlar, âyetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.
    57. Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığı unutandan daha zâlim kim vardır? Biz onların kalblerine, Kur1-an'ı anlamalarına engel olan bir ağırlık verdik. Sen on*ları çağırsan da artık ebediyyen hidâyete eremeyecek-lerdir.
    58. Senin Rabbin, bağışı bol ve merhameti çoktur, şayet, yaptıkları yüzünden onları hemen cezalandıra*cak olsaydı, elbette onlara azabı çarçabuk verirdi. Fa kat, kendilerine tanınmış belli bir süre vardır ki, bun*dan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklar*dır.
    59. İşte bu ülkeler; zulmettikleri zaman onları he*lak ettik. Onları helak etmek için belli bir zaman tayin etmiştik.
    60. Bir vakit Musa, hizmetçisine demişti ki: "İki denizin birleştiği yere varmadan dinlenmeyeceğim yahut senelerce yürüyeceğim."
    61. Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde tünel gibi bir yola girdi.
    62. Geçip gittiklerinde Musa hizmetçisine, öğle yemeğimizi getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuz da çok yorulduk" dedi.
    63. Hizmetçi: "Gördün mü! dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti."
    64. Musa, "İşte aradığımız o idi." dedi. Hemen izlerini sürecek geri döndüler.
    65. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafı*mızdan bir ilim öğretmiştik.
    66. Musa ona: "Sana öğretilenden, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgiyi bana da Öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?" dedi.
    67. Dedi ki: "Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin.
    68. Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?"
    69. Mûsâ: "İnşaallah, dedi, sen beni sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem."
    70. O kul: "Eğer bana tâbi olursan, sana bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" dedi.
    71. Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman o gemiyi deldi. Musa: "Hakkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen tehlikeli bir iş yap*tın!" dedi.
    72. Hızır: "Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?" dedi.
    73. Musa: "Unuttuğum şeyden dolayı beni cezalandırma; işimde bana güçlük çıkarma." dedi.
    74. Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa dedi ki "Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!"
    75. Hızır: "Ben sana, benimle beraber sabrede-mezsin, demedim mi?" dedi.
    76. Musa: "Eğer, dedi, bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan ileri sürebileceğim mazeretin sonuna ulaştın."
    77. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları mi safir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üze*re bulunan bir duvarla karşılaştılar. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: "Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın." dedi.
    78. Hızır şöyle dedi "İşte bu, benimle senin ara*mızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.
    79. Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. Çünkü onların önünde, her sağlam gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı."
    80. "Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümmin kimselerdi. Bunun için çocuğun, onları azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk.."
    81. "Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.
    82. Duvara gelince, şehirde ki iki yetimin idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babalan ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur."

    Ayetlerin Öncekilerle Münasebeti


    Yüce Allah önceki âyetlerde iki bağ sahibi kıssasını ve dünya hayatı ile onda bulunan geçici ve aldatıcı nimet ve faydayı darb-ı mesel olarak anlattıktan sonra, burada da, bu misalleri anlatmaktaki gayeye dikkat çekti ki, bu da öğüt ve ibret almaktır. Bundan sonra üçüncü kıssadaki enteresan sırlan anlattı. [85]

    Kelimelerin İzahı

    Kubulen; Açıkça, karşı karşıya
    Mev'il, sığınıp kurtulacak yer. İbn Kuteyb şöyle der: Bir kimse bir yere sığındığında denir. Mastarı ve şeklinde gelir. Mev'il, "sığınılacak yer" demektir. A'şâ şöyle der:
    Ev sahibi benden sakındığı halde ben onun gafil ânını beklerim. Sonra benden kurtulup sığınacak bir yer bulamaz.[86]
    Hukub, sene manasına gelen kelimesinin çoğuludur. Burada hukub'lan maksat "uzun zaman" dır.
    Sereb, yer içersinde girilip gidilecek yol. Nasab, yorgunluk ve meşakkat.
    Imr, büyük bir iş. Bir şey büyük olduğunda denilir. Nükr; hoşa gitmeyen, çok fena bir şey. [87]
#08.05.2009 18:47 0 0 0
  • Âyetlerin Tefsiri


    54. Şüphesiz biz, bu Kur'an'da in*sanlar için misalleri açıkladık. Delil ve öğütleri tekrarladık. İnsanın huyu, mücâdele ve düşmanlıktır. Ne hakka gelir, ne de öğüt alır. [88]

    55. İnsanları, Allah'tan kendilerine hidayet geldiğinde, iman etmekten ve günahlarından dolayı af istemekten Sadece öncekiler hakkındaki kanunu, yani Allah'ın yok etme kanununu beklemeleri alıkoymuştur. Veya, Allah'ın azabının açıkça karşılarına çıkmasını beklemeleri alıkoy*muştur. Yani, onları iman etmekten ve af istemekten alıkoyan sadece, ken*dilerine va'dedilen azabı açık-seçik görmek istemeleridir. Nitekim bir âyette, şöyle dedikleri bildirilmiştir: Üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap ver.[89]

    56. Biz peygamberleri, helak ve yok etmek için değil, sadece müjdelemek ve uyarmak maksadıyle göndeririz. İman edenleri müjdeleyici, isyan edenleri uyarıcı olarak göndeririz. Kâfirler ise, hakkın açıklığına rağmen, ona bâtıl vasıtasıyle üstün gelmek ve onu boşa çıkarmak için mücadele ederler. Onlar harikulade şeyler talep eder ve azabın acele gelmesini isterlerken, maksatları iman etmek değil, sadece alay etmek ve dalga geçmektir.
    Kur'an'ı ve korkutuldukları azabı alaya aldılar. [90]

    57. Hiç kimse, Allah'ın açık âyet*leri ve parlak delilleri ile kendisine öğüt verilip de onları görmezlikten ge*len, unutmuş görünen ve onlara aldırış etmeyenden daha zalim değildir. İşlediği çirkin suç ve kötü fiilleri unutup da onların sonunu düşünmeyenden daha zâlim yoktur, Onların kalpleri üzerine, bu Kur'ân'ı anlamalarına, sırlarını kavramalarına ve onda bulunan öğüt ve hükümlerden faydalanmalarına engel olacak perdeler çek*tik. Kulaklarına da, anlayacak ve faydalanacak bir şekilde işitmelerine engel olacak manevî bir sağırlık verdik. Onları imana ve Kur'an'a çağırsan, senin çağrını asla kabul et*mezler. Çünkü onlar ne işitirler, ne de anlarlar. Hidâyete ermek için, imanı kabule hazır açık kalpler vardır. Onlar ise hayvanlar gibidir. [91]

    58. Ey Muhammedi Kusur ve isyanlarına rağmen, Rabbinin kullarına karşı mağfireti geniş, merhameti büyüktür. Eğer Allah onları, işledikleri suç ve günahlardan dola*yı hemen cezalandıracak olsaydı, dünyada onları çarçabuk cezalandırırdı. Fakat o, merhametinden dolayı onlara mühlet veriyor ve hemen istedikleri azabı erteliyor. Allah'ın âdeti şudur ki, zalime mühlet verir, fakat ihmal et*mez, Bilakis onlar için, kıyamet gününde be*lirlenmiş bir zaman vardır. O zaman içersinde, başlarına gelecek korkunç halleri görecekler. Orada asla, sığınıp kurtulacakları bir yer de bulamaya*caklar. [92]

    59. İşte bunlar Hûd, Salih, Lût ve Şuayb'ın kavimleri gibi geçmiş milletlerin ve zamanların haberleridir. Onlan zul*mettikleri zaman, biz onları helak ettik. Yok olmaları için sınırlı, muayyen bir zaman tayin ettik. Bu inatçı yalanlayıcılar ibret almıyor mu? Bu âyet Kureyş kafirleri için bir tehdit ifade eder. İbn Kesir şöyle der: Yani, Ey müşrikler! Onların başına gelenlerin sizin başınıza da gelmesinden sakının. Şüphesiz siz, en büyük peygamber ve en şerefli rasûlü yalanladınız. Siz bize karşı onlardan daha güçlü değilsiniz. O halde benim azabımdan ve uyarımdan korkun.[93]

    60. Burası, bu mübarek sû*redeki üçüncü kıssadır. Yani, hatırla ki bir zamanlar, Musa Kelîmullah, hizmetçisi Yuşa' b. Nûn'a şöyle demişti: Doğu tarafına düşen Fars denizi ile Rum denizi'nin birleştiği yere varıncaya kadar yürümeye devam edeceğim. Burası, iki denizin birleştiği yerdir.[94] Veya buraya va*rıncaya kadar uzun bir zaman yürüyeceğim. [95]

    61. Musa ve hizmetçisi iki denizin birleştiği yere vardıklarında Yuşa balığın durumunu ve onda gördüğü garip şeyleri Musa'ya bildirmeyi unuttu. Rivayete göre Yüce Allah Hz. Musa'ya, yanma bir balık almasını ve onu bir zembile koymasını vahyetti. Balık ne*rede kaybolursa, Salih adamın orada olduğunu bildirdi. Balık denizde bir yol tutup gitmeye başladı. Tefsirciler şöyle der: Balık kızartılmıştı. Zembilden çıktı ve denize atladı. Allah, balığın üzerine su*yun akışını durdurdu da su küvet gibi olarak balığın etrafında donup kaldı. Bu, Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği apaçık mucizelerden biriydi. [96]

    62. Karşılaşma için belirlenen bu iki denizin birleştiği yeri geçip gittiklerinde Musa (a.s) hizmetçisine: "Öğle yemeği*mizi getir" dedi. "Bu yolculukta çok meşakkat çekip yorulduk." Kayayı geçtikten sonra bir gece ve biraz da gündüzün yürü*müşlerdi. [97]

    63. Hz. Musa, hizmetçisi Yûşa b. Nûn'dan öğle yemeğini isteyince hizmetçisi dedi ki: Yanında uyuduğun kayaya sığındığımız zaman meydana gelen garip şeyi gördün mü? Balık zembilden çıkıp denize atlamış ve deniz onun etrafını bir küvet gibi çevirmişti. Uyandığında bunu sana hatırlatmayı unuttum. Onun garip kıssasını sana hatırlatmayı bana şeytan unutturdu. Balık denizde yol alıp gitmişti. Entercsan bir durumu vardı. Hizmetçi balığın durumuna şaşıyordu. Çünkü o kızarmış bir balıktı. Balık yavaş yavaş dirilip denize girdi. [98]

    64. Musa dedi ki: İşte aradığımız ve istediğimiz bu. Bu bizim maksadımız olan Salih adamla buluşma alâmetidir. Bunun üzerine geldikleri yoldan geri döndüler. Yoldan çıkma*mak için önceki izlerini takip etmeye başladılar. [99]

    65. Balığı kaybettikleri kayanın yanında Hızır (a.s)'ı buldular. Hadiste şöyle buyrulmuştur: Musa, Hızır'ı, elbisesini üzerine ört*müş sırt üstü yatmış vaziyette buldu. Ona selâm verdi. Hızır başını kaldı*rarak şöyle dedi: Senin yurdun da selâmet nerde?[100] Ona katımızdan büyük bir nimet verdik ve yüce bir lutufta bulunduk. Bunlar, Yüce Allah'ın, Hz. Hızır'ın eliyle gösterdiği kerametlerdir.[101] Ona, bize mahsus bir ilim verdik. Gayıplara ait olan bu ilim ancak bi*zim nasip etmemizle bilinir. Âlimler şöyle der: Bu rabbânî ilim, ihlas ve takvanın ürünüdür. Buna ilm-i ledünnî denir. Allah onu, kendisine samimiyetle kulluk edenlere verir. Çalışma ve meşakkatle elde edilmez. O sadece Allah'ın, kendilerine yakınlık, velayet ve keramet tahsis ettiği kimselere verdiği bir lütfudur.[102]

    66. Musa ona dedi ki: İlminden hayatımda bana yol gösterecek şeyleri almam için, sana arka*daşlık etmeme izin verir misin? Tefsirciler şöyle der: Bu, Allah'ın değerli peygamberlerinin, efendice ve alçak gönüllülükle yaptığı bir hitaptır. İnsa*nın, kendisinden ilim öğrenmek istediği kimseye karşı bu şekilde davran*ması gerekir.. [103]

    67. Hızır (a.s): Kuşkusuz sen göreceklerine sabredemezsin dedi. İbn Abbas şöyle der: Sen benim yapacaklarıma sabredemezsin. Çünkü bana, rabbimin gayb ilminden verildi. [104]

    68. Görünüşü kötü olan, iç durumunu da bilmediğin bir şeye nasıl sabredeceksin? [105]

    69. Musa dedi ki : Inşaallah beni sabredici göreceksin, senin emrine karşı çıkmayacağım. [106]

    70. Yolculuk başla*madan önce Hızır (a.s), Hz. Musa'nın kendisine soru sormamasını ve yapa*cağı işlerin sırrını ona açıklamadıkça açıklanmasını istememesini şart koştu. Yani, yapacağım işleri ben kendim açıklamadıkça bana bir şey sor*ma. Öğrencinin öğretmene karşı takınması gereken edebe riayet etmek için Hz. Musa onun şartını kabul etti. [107]

    71. Musa ve Hızır deniz sahilinde yürüdüler. Nihayet yanlarından bir gemi geçti. Gemidekiler Hızır'ı tanıyıp onları ücretsiz olarak gemiye aldılar. Onlar gemiye binip de, gemi denize açıldıktan sonra, Hızır bir balta alarak geminin tahtalarından birini söktü.
    Musa bu hareketi yadırgayarak dedi ki : Sen, yolcuları boğmak için mi gemiyi deldin? Doğrusu sen tehlikeli, büyük bir iş yaptın. Rivayete göre Hz. Musa bu durumu görünce, elbisesini aldı onu açılan deliğe tıkadı. Sonra Hızır'a şöyle dedi: Bunlar bizi gemiye üc*retsiz aldılar. Sen, içindekileri boğmak için kasten onların gemisini deldin. Çok kötü bir iş yaptın! [108]

    72. Hızır, "Ben sana baştan dememiş miy*dim ki, sen benim yapacaklarımdan göreceklerine sabredemezsin. Hızır (a.s) Hz. Musa'ya, şarta uymadığını nâzik bir şekilde hatırlattı. [109]

    73. Musa, "Verdiğin sözü unutup da şarta uyma*mamdan dolayı beni sorumlu tutma! Seninle yaptı*ğım arkadaşlıkta bana güçlük çıkarma. Bana güçlük değil, kolaylık göster, dedi. [110]

    74. Hızır, Hz. Musa'nın özrünü kabul etti. Gemiden inince yürüyüp gittiler. Oyun oynamakta olan bazı çocuklara rastladılar. İçlerinde parlak yüzlü, yakışıklı bir çocuk vardı. Hızır onu tutup eliyle başını kopararak yere attı. Musa dedi ki: Suçsuz, tertemiz bir çocuğu mu öldürdün? O kimseyi öldürmedi ki, bu se*beple onu öldüresin. Doğrusu sen, çok kötü bir iş yaptın. Bunun karşısında susmak mümkün değil.. Musa (a.s) bu sefer, verdiği sözü unutmamış, gaflete düşmemişti. Fakat o verdiği süzü hatırlamasına rağ*men, yapılmasına sabredilemeyecek kötü bir fiili tenkit etmek istiyordu. Burada diyerek işin kötülüğünü ifade etti ki, bu, önceki âyette geçen büyük bir iş" sözünden daha vurguludur. Kurtubî şöyle der: Musa (a.s) Hızır (a.s)'a, "Sen günahsız bir kimseyi mi öldürdün?" deyince, Hızır (a.s) kızarak çocuğun sağ omuzunu çekip koparttı ve etini sıyırdı. Bir de ne gör*sünler, omuz kemiğinde "Bu, asla Allah'a iman etmeyecek olan bir kâfir*dir" yazılı.[111]

    75. Hızır: Ben bizzat sana dememiş-miydim ki, "Sen, benden göreceklerine kesinlikle sabredemezsin" Tefsirciler şöyle der: Birinci soruda, Hızır (a.s) Musa (a.s)'ya saygı göstererek, "Sana demedim mi" diye hitap etmedi. İkinci defa muhalefet edince, artık özür kalmadığı İçin "sana demedim mi" dedi. Burada Hz. Musa kendine ge*lin ve iki defa sözünden döndüğünü anlar. Heyecanlanır ve kendi yolunu keser, bu yolu önündeki son fırsat haline getirir.[112]

    76. Musa dedi ki: "Bundan sonra yaptığını tenkit eder ve yaptıklarına itiraz edersem, bana arkadaşlık etme. Benimle arkadaşlığı bırakma hususunda mazeretini bana bildirdin. Artık sen, bence mazursun. Çünkü sana üçüncü muhalefetim ola*cak. [113]

    77. Onlar yürüdüler. Nihayet bir şehre geldiler. Ibn Abbas şöyle der: Burası Antakya'dır. Yemek istediler. Halbuki oranın halkı açları doyurmayan, misafir kabul etmeyen âdi kişilerdi. Onları misafir etmekten veya yedirmekten kaçındılar. Bu arada şehirde, yıkılmak üzere olan eğik bir duvar gördüler. Hızır ona eliyle dokundu ve duvar doğruldu. Bir görüşe göre, Hızır (a.s) duvarı yıktı, sonra tekrar yaptı. Bunların her ikisi de İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Musa, Hızır'a dedi ki: Onlardan bir ücret alsaydm, yiyecek almak için ondan yararlanırdık! Musa (a.s), layık olmayana iyilik yapmasını yadırgadı. Rivayet olunduğuna göre Musa (a.s) Hızır (a.s)'a şöyle dedi: Bunlar öyle bir topluluk ki, onlardan ye*mek istedik vermediler. Misafir etmelerini istedik bizi misafir etmediler. Sonra sen oturup onların duvarını yaptın. İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın. [114]

    78. Hızır dedi ki: İşte senin sözüne göre, birbirimizden ayrılma zamanıdır. Benim yapmamı yadırgadığın ve sabredemediğin üç meselenin hikmetini sana bildireceğim. Hadîste şöyle buyurulmuştur: Allah, kardeşim Musa'nın iyiliğini versin. Keşke sabretseydi de, Allah onların işlerini bize anlatsaydı. Arkadaşıyle beraber kalsaydı, elbette, garip şeyler görecekti.[115]

    79. Bu âyet Hz. Musa'nın gördüğü ve fakat sabredemediği enteresan olayları açıklamaktadır. Yani, deldiğin gemi var ya, o, zalimlere karşı kendilerini savunamıyan zayıf kimselerindi. Onlar rızık elde etmek için o gemiyle denizde çalışıyorlardı. Delmek suretiyle onu kusurlu hale getirmek istedim ki, zalim kral onu gasbetmesin. Onlann önünde zâlim ve kâfir bir kral vardı. Bu kral kusursuz olan her iyi gemiyi gasbediyordu. [116]

    80. Öldürdüğüm çocuğa gelince, o, günahkâr ve kâfirdi. Anne ve babası ise mü'min idiler. Hadiste şöyle buyrulmuştur: Hı*zır'ın öldürdüğü çocuk kâfir olacak yaratılışta idi. Yaşasaydı, mutlaka anne ve babasını azgınlık ve kâfirliğe sürükleyecekti.[117] Anne ve babasının ona karşı olan sevgilerinin, onları kâfirlik ve sapık*lıkta ona uymaya sürüklemesinden korktuk. [118]

    81. Çocuğu öldürmekle Allah'ın onlara o kâfirden daha hayırlı ve anne babasma daha iyi ve merha*metli davranan hayırlı bir çocuk vermesini istedik. [119]

    82. Yıkılmak üzere olup da ücretsiz olarak yaptığım duvara gelince, bu duvar iki yetim ço*cuğun idi ve altında altın ve gümüşten bir hazine1 gizlenmişti. Babaları takva sahibi, iyi amel işleyen birisiydi. Babalarının iyi birisi olmasından dolayı, Allah bu hazineyi onlar için korudu.[120] Tefsirciler şöyle der: Babaların iyi kişiler olması çocuklara fayda sağlar. Köklerin sağlam olması dallara fayda verir. Böyle yap*makla Allah, çocukların büyüyüp güçlenmelerini ve duvarın altından hazi*nelerini çıkarmalarını istedi. Babalarının iyi kimse olmasından dolayı, bu, Allah'ın onlara bir rahmetidir. Gördüğün bu ge*miyi delme, çocuğu Öldürme ve duvarı yapma işini, kendi görüş ve içti*hadımla yapmadım. Bilakis Allah'ın emri ve ilhamı ile yaptım.
    İşte bunlar, sabredemediğin ve sana hikmetini bildirme*den önce karşı çıktığın olayların yorumudur. [121]

    Edebî Sanatlar


    Bu mübarek âyetler aşağıdaki edebî sanatları kapsamaktadır.
    1. Müjdeleyiciler ile uyarıcılar ve unut*tum ile hatırlarım arasında tjbak sanatı vardır.
    2. gemiye gelince, çocuğa gelince ve duvara gelince" diye başlıyan paragraflar arasında leff'ü neşri müretteb sanatı vardır. Zira, daha önce gemiye binmeleri, köleyi öldürmesi ve duvarı yapması anlatılmış, daha sonra bunlar aynı tertiple anlatılarak leffü neşri mürettep sanatı yapılmıştır. Bu, edebî sanatlardandır.
    3. her gemiyi terkibinde hazif yoluyla icaz vardır. "Her sağlam gemiyi" takdirindedir. Onu kusurlu yapmak istedim" ifadesinden anlaşıldığı için, sağlam lafzı kaldırılmıştır. Aynı şekil*de, çocuğa gelince." ifadesinden de kâfir lafzı kal*dırılmıştır. Çünkü, Annesi ve babası mü'min idiler" cümle*si, çocuğun kâfir olduğunu göstermektedir.
    4. Anne ve babası" ifadesinde tağlîb sanatı vardır. "İki babası" denilmiş; anne ve babası kastedilmiştir.
    5. Duvar, yıkılmak istiyor" cümlesinde istiare vardır. Çünkü irâde (isteme), akıllıların sıfatlanndandır. Bunun duvar'a isnat edil*mesi güzel bir istiare ve belîğ bir mecazdır. Şâir şöyle der :
    Mızrak, Ebu Berâa'nın göğsüne saplanmak istiyor, Ukayloğullarınm kanını istemiyor.[122]
    6. Kullaramızdan bir kulu.." ifadesinde, kelimesinin nekre olarak getirilmesi onun büyüklüğünü; kullarımızdan" şeklinde isim tamlaması olarak getirilmesi ise şerefli olduğunu göstermek içindir.
    7. Âyet sonlarının ve şeklinde birbirine benzer olarak gelmesinde seci' sanatı vardır.
    8. Hızır'ın gemiyi kusurlu hale getirdim" diyerek, görü*nüşte kötü olan bir fiili kendisine isnat etmesi, Rabbin, çocukların büyüyüp güçlenmelerini istedi" diyerek de hayrı Allah'a is*nat etmesinde edep öğretme sanatı vardır. Bu, kulların Allah'a karşı nasıl davranacaklarını öğretmektedir. [123]

    Buharı Ve Müslim'e Göre Mûsâ İle Hızır Kıssası


    Übeyy b. Ka'b'in rivayetine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu : Musa (a.s.), İsrailoğullan arasında bir hutbe okudu. Kendisine, "İnsanların en bilgini kimdir?" diye soruldu. Musa (a.s), "Benim" diye cevap verdi. "Allah bilir" demediği için Yüce Allah sitem ederek ona şöyle vahyetti: İki denizin bitiştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgindir. Musa (a.s) : Ey Rabbim! Onu nasıl bulabilirim? dedi. Yüce Allah: Bir balık al, onu bir zembile koy. Balığı nerede yitirirsen işte o kul oradadır" dedi. Musa (a.s), hizmetçisi Yûşa' b. Nûn ile gitti. Nihayet (iki denizin biliştiği yerde ki) kayanın yanına geldiklerinde başlarını koyup uyudular. Balık zembilde ha*reket etti. Zembilden dışarı çıktı, sonra da denize düştü ve denizde bir yol tutup gitmeye başladı. Allah, balığın olduğu yerdeki suyun akışını durdurdu da su, onun üzerinde bir kanal haline geldi. Uyandıktan sonra, hizmetçisi balığın bu durumunu ona haber vermeyi unuttu. O gün ve bütün gece gitti*ler. Sabah olunca Musa (a.s) hizmetçisine: "Yemeğimizi getir. Bu yolculuk bizi yordu" dedi. Rasulullah (s.a.v): Halbuki, Musa (a.s), Allah'ın kendisine emrettiği yeri geçinceye kadar yorgunluk duymamıştı" dedi. Hizmetçisi: Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit ben balığı unutmuşum. Onu söyle*memi şeytandan başkası unutturmadı ve denizde şaşılacak bir şekilde yolu*nu tuttu" dedi. Balık, bir kanal içinde denizde yolunu tutmuş; Musa (a.s) ve hizmetçisi bu işe şaşmıştı. Musa (a.s): "İşte bizim istediğimiz buydu" dedi ve hemen izlerini takip ederek geri döndüler. Nihayet kayaya geldiler. Bir de ne görsün, bir elbiseyle örtünmüş bir adam. Musa (a.s) onu selamladı. Hızır: Senin bu yurdunda selâm ne gezer,[124] kimsin sen? dedi: Musa (a.s):
    - Ben Musa'yım.
    - İsrailoğullannın Musa'sı mı?
    - Evet, sana öğretilen haktan bana öğretmen için geldim.
    - Ama sen benimle beraber sabredemezsin. Ya Musa! Ben, Allah'ın ilminden bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin. Onu bana Allah öğretti. Sen de Allah'ın ilminden bir ilime sahipsin ki, ben de onu bilmem. Sana onu Allah öğretti.
    - Beni inşaallah sabırlı bulacaksın. Hiçbir konuda sana karşı gelme*yeceğim.
    - O halde, bana tabi olursan, ben sana anlatmadıkça, bana hiç bir şey sorma.
    Bunun üzerine sahilde yürümeye başladılar. Derken bir gemi geldi. Gemidekilere, kendilerini gemiye almalarını söylediler. Gemiciler Hızır'ı tanıdılar ve onları ücretsiz olarak gemiye aldılar.
    Gemiye biner binmez Hızır, geminin tahtalarından birini söküp çıkardı. Musa (a.s) :
    Bir topluluk bizi gemilerine aldılar. Sen ise içindekileri boğmak için, kasten o gemiyi deldin. Gerçekten çok şaşılacak bir iş yaptın", dedi.
    Râvî diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Birincisi, Musa (a.s)'nın bir unutması idi. Bir serçe gelerek geminin bir kenarına kondu. Sonra denize bir gaga vurdu. Bunun üzerine Hızır ona: Allah'ın ilmi yanında benim ve senin ilmin, ancak şu serçenin bu denizden azalttığı su kadardır.
    Sonra gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken, Hızır, diğer çocuklarla oynayan bir çocuk gördü. Hemen başından tutup kopararak çocuğu Öldürdü. Musa (a.s): "Kimseyi öldürmediği halde, suçsuz bir nefsi Öldürdün? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın" dedi. Hızır şöyle cevap verdi: "Ben sana, sen benimle beraber sabredemeszin demedim mi?" Hadisin râvilerinden biri olan Süfyan b. Uyeyne: "Bu, birincisinden daha şiddetlidir" diyor. Musa (a.s): Bundan sonra sana bir şey sorarsam, bir daha benimle arkadaşlık etme. Benim tarafımdan özür derecesine vardın" dedi. Yollarına devam et*tiler. Nihayet bir köy halkının yanına gelip onlardan yemek istediler. Fakat köylüler onları misafir etmekten çekindiler. Köyde, yıkılmak üzere olan bir "Bir topluluk ki, biz kendilerine geldik de, bize ne yemek verdiler, ne de bi*zi misafir ettiler. Dileseydin, bu yaptığına karşılık onlardan bir ücret alır*dın" dedi. Hızır: "Artık bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Sabrede-mediğin şeylerin yorumunu sana heber vreceğim" dedi :
    Rasulullah (s.a.v) buyurdular ki: "Allah Musa'ya rahmet etsin. İster*dim ki, sabretmeliydi de, Allah, onların haberlerini bize anlatmalıydı.[125]

    Bir Uyarı


    Büyük âlim Kurtubî şöyle der: Âyetlerin ve mütevâtir haberlerin de gösterdiği gibi, velî kulların kerametleri vardır. Bunları, inanmayan bid'atçi veya sapık fasıktan başkası inkâr etmez. Velilerin keramet gösterdiğine dair âyetler, Allah'ın Meryem hakkında haber verdiği ve yazın kış meyve*lerinin, kışın da yaz meyvelerinin olduğunu bildiren âyetlerdir. Ayrıca Mer*yem'in eliyle meydana gelen şeyler de, kerametin hak olduğunu gösterir. Zira o, kuru hurma ağacını sallamış ve ağaç meyve vermiştir. Halbuki Mer*yem bir peygamber değildi. Yine, gemiyi delmek, çocuğu öldürmek ve du*varı doğrultmak gibi, Hızır'ın eliyle meydana gelen olaylar da bunu göstermektedir.[126]

    83. Sana Zü'1-Karneyn hakkında soru sorarlar. De ki: "Size ondan bir haber okuyacağım."
    84. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kud*ret sahibi kıldık, ona her şey için bir sebep verdik.
    85. O da yol tutup gitti.
    86. Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun yanında bir kavme rast*ladı. Bunun üzerine biz, "Ey Zü'1-Karneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçe*ceksin." dedik.
    87. O, şöyle dedi: "Haksızlık edeni cezalandıra*cağız; sonra o, Rabbine gönderilecek; sonra Allah da ona korkunç bir azap uygulayacak.
    88. İman edip de amel-i salih işleyen kimseye geünce, onun için de en güzel bir karşılık vardır. Ve buy*ruğumuzdan, ona kolay olanını söyleyeceğiz."
    89. Sonra yine bir yol tuttu.
    90. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlara, kendile*rini güneşten koruyacak bir şey vermemiştik.
    91. İşte böylece gerçekten biz, onun yanında olan her şeyi bilgimizle kuşatmaştik.
    92. Sonra yine bir yol tuttu.
    93. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında onların öte*sinde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu.
    94. Dediler ki: "Ey Zü'1-Karneyn! Bu memlekette Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizim*le onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi ve*relim mi?"
    95. Dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.
    96. Bana, demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getince körükleyin!" dedi. Artık demiri kor haline sokunca, "Getirin bana, üze*rine bir miktar erimiş bakır dökeyim." dedi.
    97. Bundan sonra onu ne aşmaya muktedir oldu*lar, ne de onu delebildiler.
    98. Zü'I-Karneyn; "Bu, Rabbimden bir rahmettir. Fakat Rabbimin va'di gelince, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin va'di haktır." dedi.
    99. O gün biz onları, birbirine çarparak çalka*lanır bir halde bırakmışızdır; sûr da üfürülmüş, böyle*ce onları bütünüyle bir araya getirmişizdir.
    100. 101. Ve, gözleri beni görmeye kapalı bulunan, kulak vermeye de tahammül edemez olan kimseleri o gün cehennemle yüz yüze getirmişizdir.
    102. Kâfirler, beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.
    103 De ki: Size yaptıkları işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim?
    104. Bunlar iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.
    105. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir ki, biz kıyamet gününde onlara hiç değer vermeyiz.
    106. İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve resullerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.
    107. İman edip amel-i sâlihde bulunanlara gelince, onlar için konuk evi olarak Firdevs cennetleri vardır.
    108. Orada ebedî kalacaklardır. Oradan hiç ay*rılmak istemezler.
    109. De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.
    110. De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. Şu var ki bana, İlâh'ınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolu-nuyor. Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve rabbine ibâdette hiçbir şeyi ortak koşma*sın.

    Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti


    Yüce Allah önceki âyetlerde Hızır'ın kıssasını anlattıktan sonra bu âyetlerde de Zü'1-karneyn'in (a.s.) kıssasını, onun doğuya, batıya ve iki Sed-d'e yaptığı üç seyahat ile, Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı sed inşa etmesini an*lattı. Bu, bu sûrede anlatılan kıssaların dördüncüsüdür. Kıssaların hepsi de inanç ve iman ile ilgilidir. Bu yüce sûrenin asıl amacı da budur. [127]

    Kelimelerin İzahı


    Zülkarneyn, Makedonyalı İskender'dir.[128] Kendisine ilim ve hikmet verilmiş, iyi bir kraldır. Dünyanın doğu ve batı taraflarını eline ge*çirdiği için Zülkarneyn diye isimlendirilmiştir. Adaletli ve müslüman bir kimseydi. Şâir şöyle der:
    Zülkarneyn benden önce müsIlımandı, yeryüzünde tenkit edilmeyen yüce bir melikli. Mülkü elde etme yollarını aramak üzere doğuya ve batıya vardı. Şerefli bir Seyyidin soyundandı.[129]
    Hamie, çok yapışkan, çok balçıklı. Siyah çamur.
    Sedd, iki şey arasına çekilen engel, duvar, set.
    Redm, sağlam sed. Çünkü redm, şedden daha büyüktür. Sağlam bir engel şekline gelinceye kadar üst üste konularak yapılır. Redm, çok sağlam ve yıkılmaz bir maniadır.
    Zübera'l-hadîd, demir kütleleri. Züber kelimesinin tekili, kütle manasına gelen Zübr'dir.
    Sadefeyn dağın iki yanı. Ebu Ubeyde şöyle der: Büyük ve yüksek olan her binaya sadef denir.
    Kıtr, erimiş bakır.
    Nakb, delmek, yarmak.
    Dekkâe, yerle bir edilmiş. Ezherî şöyle der: onu kırıp ufaladım" demektir.
    Karışır, çalkalanır.
    Firdevs. Ferrâ şöyle der: Firdevs, içinde üzüm olan bah*çedir. Sa'leb ise şöyle der: Etrafı çevrili her bahçeye firdevs denir.[130] [131]

    Nüzul Sebebi


    a. Katâde şöyle der: Yahudiler, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e Zül-karneyn'i sordular. Bunun üzerine Yüce Allah, Sana, Zülkarneyn'i soruyorlar.." âyetini indirdi.[132]
    b. Mücâhid der ki: Bir adam Rasulullah (s.a.v.)'a gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Ben sadaka verir, akrabayı ziyaret ederim. Bunu sadece Allah için yaparım. Benim böyle yaptığım anlatılıp, ben bunlardan dolayı övülünce, bu beni sevindiriyor ve bundan hoşlanıyorum. Rasulullah (s.a.v.) sustu, hiçbir şey söylemedi. Daha sonra Yüce Allah: Artık, kim Rabbine kavuşmayı umu*yorsa, amel-i sâlih işlesin ve Rabbine ibadete hiç kimseyi ortak etmesin" âyetini indirdi.[133]

    Ayetlerin Tefsiri


    83. Ey Muhammedi Yahudiler sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar, onun durumu ve kıssası nedir? diyorlar. Onlara ele ki: Size onun haberini Kur'an ve vahy yofuyla anlata*cağım. [134]

    84. Gerçekten biz ona melik ve hükümdar olma, ülkeleri fetih ve imar etme yollarını hazırladık. İlim, kud*ret ve tasarruf gibi, amacına ulaşmak için muhtaç olduğu her şeyi ona ver*dik. Tefsirciler şöyle der: Zülkarneyn, Yunanlı, Romalı İskender'dir. Doğu*ya ve batıya sahip olduğu için Zülkarneyn ismi verildi. İmanlı bir hükümdardı. Allah onu, yeryüzünde kuvvetli kılmıştı. Adaletli hüküm verir, sulh ve sükûnu sağlardı. İsa (a.s) ile Peygamber (s.a.v) Efendimiz arasındaki dö*nemde yaşamıştı. Rivayete göre, yeryüzüne hakim olanlar dört kişidir: İkisi mü'min, ikisi kafir. Mü'min olanlar, Süleyman (a.s.) ve Zülkarneyn; kâfir olanlar ise Nemrut ve Buhtunnasr'dır.[135]

    85. O da, Allah'ın kendisi için hazırladığı yola girerek batıya doğru yürüdü. [136]

    86. Nihayet güneşin battığı yere varınca, Güneşi su ve balçık içine batar buldu. Kendi bakış ve iz*leyişi bu şekilde bulmadı. Zira güneş, yeryüzündeki gözelerden birine sığmayacak kadar büyüktür. Fahreddin er-Râzî şöyle der: Zülkarneyn, batı*nın en uzak noktasına varıp, artık daha ilerde hiçbir bina kalmayınca, her ne kadar gerçekte öyle olmasa da, güneşi, karanlık ve basık bir göze içine batıyormuş gibi buldu. Nitekim, kıyıyı göremeyen bir denizci, güneşi de*nizde kayboluyormuş gibi görür. Halbuki gerçekte güneş deniz ötesinde kaybolmaktadır.[137] Bu çamırh, sıcak gözenin yanında kavim*lerden bir kavim buldu. Biz ona ilham yoluyla şöyle dedik: Onları ister öldür, istersen güzel bir şekilde imana ve hidayete çağır. Tefsirciler şöyle der: Zülkarneyn'in bulduğu bu in*sanlar kâfir idi. Allah, onları ölümle cezalandırma veya kendilerini İslama çağırıp ihsanda bulunma konularında Zülkarneyn'i serbest bıraktı. [138]

    87. Zülkarneyn dedi ki: İnkârda ısrar edeni öldüreceğiz. Sonra Rabbine dönecek, Rabbi de ona cehemmemde müthiş şekilde azap edecek. [139]

    88. Allah'a iman edip de dünyada iyi işler işleyen ve salih ameller takdim edene gelince, onun amelinin karşılığı cennettir, orada nimetlenir. Dünyada onun iş*lerini kolaylaştıracağız, onu zor şeylerle yükümlü tutmayacağız, bilakis ona kolaylık sağlayacağız. Bu âdil hükümdar, onları güzellikle davet etme yolunu tercih etti. Artık kim iman ederse, onun için cennet vardır. Ona iyi muamele ve yardım edilir, işleri kolaylaştırılır. Kim de inkâra devam eder*se, onun için dünya ve âhirette ceza ve azap vardır. [140]

    89. Sonra ordusuyle birlikte doğuya doğru bir yol tuttu. [141]

    90. Nihayet, insan gözüne göre güneşin doğduğu yer olan doğu tarafında, insanların yaşadığı en uç noktaya varınca, Güneşi öyle bir insan topluluğu üzerine doğar buldu ki, bu insanların, kendilerini güneşin sıcaklığından koruyacak elbise ve binaları yoktu. Güneş doğunca, yer altında bulunan inlere girerler, battığı zaman da, geçimlik elde etmek için çıkarlardı. Katâde şöyle der: Zülkarneyn şehirleri fethederek, hazineleri toplayarak ve iman edenlerin dışındaki erkekleri öldürerek yürüdü. Nihayet güneşin doğduğu yere gelin*ce, inlerde yaşayan çıplak bir takım insanlara rastladı. Bunların, doğduğu zaman güneşin pişirdiğinden başka yemekleri yoktu. Güneş batınca, rızık-larını aramak için inlerinden çıkarlardı. Bize anlatıldığına göre bunlar, üzeninde hiçbir binanın bulunmadığı bir yerde yaşıyorlardı. Bunların, zenci oldukları da söylenir.[142]

    91. Doğudakilere de, batıdakilere yaptığını yaptı; İnananları bıraktı, inanmayanları öldürdü. Biz, onun bütün hallerini, haberlerini, harp hazırlıklarını ve ordusunu biliyorduk. Onun büyüklüğü ve adamlarının çokluğu, Allah'ın ilminden başka hiçbir şeyin kuşatamıyacağı şekilde idi. [143]

    92. Daha sonra Zülkarneyn, üçüncü bir yola girdi. Doğu ile batı arasındaki bu yol, onu, yüksek dağların bulunduğu kuzey tarafına ulaştıracaktı. [144]

    93. Nihayet, iki büyük engelin bulurduğu bir yere ulaştı. Burası, Türkistan topraklarının Ermenistan ve Azerbeycan tarafın*dan sona erdiği yerdir. Taberî şöyle der: Sedd, iki şey arasında bulunan en*geldir. Burada iki şedden maksat, aralarına sed çekilen iki bağdır. Zülkar*neyn, Ye'cüc ve Me'cüc'ten gelebilecek kötülüğe engel olmak için, Ye'cüc ve Me'cüc ile aralarına çok sağlam bir sed çekti.[145] Zülkarneyn bu iki dağa ulaşınca, bu dağların arkasında farklı bir topluluk buldu. Bunlar hemen hemen, kendi dillerinden başka bir dili, anlamıyorlar, ancak büyük zorluklarla anlayabiliyorlardı. Tefsirciler şöyle der: Bunlar lügatlerinin garipliği, anlayışlarının kıtlığı ve başkalarına karışmaktan uzak durmaları sebebiyle konuşulanları anlamıyorlardı. On*ların dilleri ancak bir tercüman aracılğı ile anlaşılıyordu. [146]

    94. İşte bu topluluk Zülkarneyn'e şöyle dedi: Ye'cüc ve Me'cüc Öldürme, soygun, yağma ve di*ğer kötülülükleri yaparak bozgunculuk çıkaran bir kavimdir. Bunlar, yara*tılışlarında kötülük bulunan, Âdemoğullarından iki kabiledir. Son derece uzun olanları olduğu gibi son derece kısa olanları da vardır.[147] Tefsirciler şöyle der: Bunlar, insan eti yiyenlerdendi. İlkbaharda ortaya çıkarlar, yeme*dik hiçbir yeşil bırakmazlar, her kuru şeyi de alıp götürürlerdi. Mallaramızın bir kısmım vergi ve haraç olarak sana verelim de Bizi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün kötülüğünden koruyacak bir sed yap. Ebu Hayyan şöyle der: Bu, verecekleri şeyin kabul edilmesi için edep*lice yaptıkları bir ricadır.[148]

    95. Zülkarneyn şöyle dedi: Allah'ın bana verdiği kudret ve mülk, sizin bana vereceğiniz maldan daha hıyırlıdır. Benim mala ihtiyacım yok. Siz, kuvvetiniz ve adamlarınızla bana yardımcı olun da, ben sizinle onların arasında, aşılmaz çok da*yanıklı bir engel yapayım. Bu, onun gösterdiği bir yiğitlik ve mertliktir. Zira kendisine verilecek malı kabul etmedi, şeddi karşılıksız yaptı. Adam*ların yapacakları yardımla yetindi. [149]

    96. Bana demir kütleleri getirin ve benim için onları şu yere yığın, Nihayet bina, dağın iki yanı arasını aynı se*viyeye getirince Zülkarneyn: "Bunun üzerine körüklerle üfleyin" dedi. Bu demir yığınını, şiddetli sıcaklıkla ateş haline geti*rince, "Getinin bana, üzerine erimiş bikir dökeyim" de*di. Fahreddin er-Râzî şöyle der: Onlar Zülkarneyn'e demir kütlelerini geti*rince, Zülkarneyn bunları üst üste koydu. Nihayet, tepelerine kadar iki da*ğın arasını kapatacak hale geldi. Sonra bunun üzerine körükler koydu. Dem*ir kütleleri ateş haline gelince, bu kızgın demirin üzerine erimiş bakır dök*tü. Birbirlerine yapıştılar ve sert bir dağ gibi oldular.[150]

    97. Bozguncular, yükseklik ve düzgünlüğünden do*layı üstüne çıkıp onu aşamadılar. Sertlik ve kalınlığından dolayı da, alt tarafından onu delemediler. Bu aşılmaz ve sağlam sed saye*sinde, Zülkarneyn, Ye'cüc ve Me'cüc'ün yollarını tıkamış oldu. [151]

    98. Zülkarneyn şöyle dedi: Bu sed, Allah'tan kulla*rına bir nimet ve rahmettir, Fakat, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkacağına dair Allah'ın va'di gelince, ki bu kıyametin kopmasına yakın bir za*manda olacaktır, Allah onu yerle bir eder ve sanki dün hiç olma*mış gibi yıkılır gider. Bu şeddin yıkılacağına ve kıyametin kopacağına dair Allah'ın va'di, kesinlikle gerçekleşecektir. Zülkarneyn kıssası burada bitiyor. Bundan sonra kıyametin şiddetli ve dehşet verici olaylarından bahsedilir. [152]

    99. Kıyamet günü insanları, çoklukların*dan dolayı, deniz dalgasının çırpıntısı gibi, bir birlerine çarparak çalkalanır bir halde bırakmısızdır. İkinci defa Sur'a üfürülmüş hesap ve ceza için onları geniş bir yere bütünüyle bir araya getir*mişizdir. Onlardan hiçbiri geri kalmamıştır. [153]

    100. Mahlukatın bir araya getirildiği gün cehennemi, korkunç ve ürkütücü bir şekilde kâfirlere gösterdik de, onlar ce*hennemi bütün dehşetiyle gördüler. [154]

    101. Onlar dünyada, Allah'ın kudretini ve varlığını gösteren delillere karşı gözlerini kapayıp da onlara bakmayan ve düşünmeyen kişilerdi. Onlar, kalpleri karardığı için Allah kelamını duyamayan kimselerdi. Ebussuûd şöyle der: Bu âyet onla*rın, işitmeye dayalı delillerden yüzçev irdiklerin i, gözle görülebilen delille*ri görmezlikten geldiklerini temsili olarak anlatmaktadır. Sanki onlar kör ve sağırdırlar.[155]

    102. Buradaki hemze, inkâr ve kınama ifade eder. Yani kâfirler beni bırakıp da melekler, Üzeyr ve Meryem oğlu İsa gibi bazı kullarımı, tapacakları ilahlar edineceklerini, bunun onlara fayda vereceğini ve kendilerinden azabımı savacağını mı san*dılar? Kurtubî şöyle der: Bu sorunun cevabı, ibarede söylenmemiştir. Tak*diri şöyledir: Bunun kendilerine fayda vereceğini veya benim onları ceza*landırmayacağımı mı zannettiler?[156] Biz cehenne*mi, kâfirler için, misafire hazırlanan bir yemek gibi, ziyafet olarak hazır*ladık. Beyzavî şöyle der: Bu âyette onlarla alay edilmekte ve onlar için ce*hennemin ötesinde, yanında cehennemin küçümseneceği bir azabın varlığına dikkat çekilmektedir.[157]

    103. Ey Muhammedi O kâfirlere de ki: Size, Allah katında en çok zarara uğrayan insanı haber verelim mi? [158]

    104. Bunlar, dünya hayatındaki amelleri boşa gidip kaybolan kimselerdir. Çünkü inkâr ederek yapılan itaatin faydası olmaz. Dahhâk şöyle der: Bunlar ibadet eden ve bu ibadetlerinin kendile*rine yarar sağlayacağını zanneden keşişler ve rahiplerdir. Halbuki, onların yaptıkları ibadet kabul edilmez. Onlar iyi iş yaptıklarını zannettikleri halde, amelleri boşa giden kimselerdir. [159]

    105. İşte onfar, Kur'an'ı ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, bu yüzden de amelleri boşa giden kim*selerdir, Allah katında onların hiçbir kıymeti, ağırlığı, değeri ve derecesi yoktur. Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Çok yiyen ve çok içen, uzun boylu bir adam getirilir de onun, bir sineğin kanadı kadar ağırlığı ve değeri olmaz.[160]

    106. İşte inkâr ettikleri, Allah'ın âyetleri ve peygamberleriyle alay ettikleri için, onların cezası ce*hennem ateşidir.[161]

    107. Allah'a inanan ve onu hoşnut eden işleri yapanlara gelince, Onlar için, mevki ve yer bakımından cennet derecelerinin en yücesi olan Firdevs vardır. [162]

    108. Orada ebedi kalacaklardır. Oradan başka bir yere gitmeyi istemezler. Abdullah b. Revana şöyle der: Firdevs cennetlerinde, oradan çıkma ve başka bir yere gönderilme korkuları yoktur. [163]

    109. Bu âyet, Allah'ın ilminin genişliğini temsili olarak anlatmaktadır. Dünyanın denizleri mürekkep olsa ve bu mürekkeple Allah'ın kelimeliri, hikmetleri ve hayret veren işleri yazılsa Çokluğuna rağmen denizlerin suyu bitip tükenir de Allah'ın kelamı bitmezdi. Çünkü Yüce Allah'ın kelamı da ilmi gibi sonsuzdur, Bir o kadar daha deniz suyu getirip, onunla, çoğalıncaya kadar suyu aıtırsak bile yine denizlerin suyu tükenirdi. Çünkü Allah'ın kelamının sonu yoktur. [164]

    110. Ey Muhammedi Onlara de ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Ancak şu var ki, Allah bana vahiyle ikramda bulundu. Bana, kendisinin tek olduğunu, hiçbir ortağının bulun*madığını bildirmemi emretti, Artık kim Allah'ın seva*bını umar, azabından korkarsa samimiyetle, sadece ona kulluk etsin. Gösteriş için amel etmesin, yaptığı amelle Allah'ın rızasından başkasını aramasın. Çünkü Allah, sadece kendi rızası için yapılan ameli kabul eder. [165]

    Edebî Sanatlar


    Bu mübarek âyetler, aşağıda kısaca anlatacağımız edebî sanat türlerini kapsamaktadır.
    1. "doğu" ile "batı" kelimeleri arasında tıbak sanatı vardır.
    2. onu bir ateş yaptı cümlesinde teşbih-i beliğ vardır. Sıcaklık ve şiddetli kırmızılık hususunda onu ateş gibi yaptı demektir. Ben*zetme edatı ve benzetme yönü ibareden kaldırılmış, böylece teşbih-i beliğ olmuştur.
    3. Bir birine çarparak çalkalanır" cümlesinde istiare vardır. Yüce Allah, çok oldukları ve birbirlerine karıştıkları için onları, bir*birine çarpan deniz dalgasına benzetmiş, bunun için lafzını müstear olarak kullanmıştır. Burada istiâre-i tebeıyye vardır.
    4. Benim zikrime karşı gözleri kapalı idi" cümlesinde de istiare vardır. Yani bakıyorlar, ibret almıyorlar; kendilerine evrenle iligili deliller gösteriliyor, iman etmiyorlar. Gerçekte gözleri örtülü ve kapalı değildir. Temsil yoluyla böyle denilmiştir.
    5. İyi işler yaptıklarını zannediyorlar ve kelimeleri arasında, şekil ve harf değişikliği sebebiyle nakıs cinas vardır. Buna cinas-ı tashif de denir.
    6. Kâfirler zan mı ettiler?" Buradaki soru kınama ve azarlama ifade eder,
    7. Haksızlık edene gelince, onu cezalandıra*cağız" âyetine karşılık olarak, iman edip de iyi davranan kimseye gelince, onun için en güzel bir karşılık vardır" â-yetinin söylenmesinde latif bir mukabele sanatı vardır. [166]

    Bir Nükte

    Lafzı, Kur'an'da çok yerde geçer. kelimesinin asıl manası, hayvanın, bir çeşit zehirli ot yediği zaman karnının şişerek neticede ölmesidir. Boşa giden amelleri nitelemek için kullanılan en uygun lafız bu*dur. Zira bu ameller iyice büyür, ameli işleyenler de zannederler ki bu yaptıkları iyi ve kazançlı bir iştir. Neticede bunlar, yok olup gider.
    Allah'ın Yardımıyla Kehf Sûresinin Tefsiri bitti. [167]
#08.05.2009 19:00 0 0 0