akaid bilgileri

Son güncelleme: 13.11.2010 15:28
  • burada akaid ile ilgili bazı bilgileri vermenin yararlı olacağını düşündüm,
    sizinde birikim ve paylaşımlarınızı bekliyorum...
#10.09.2005 09:54 0 0 0
  • öcelikle akaidin tanımı ile başlayalım...

    AKAİDİN TANIMI

    Akait, akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, akd kökünden türemiştir. Akd ise düğümlemek, bağlamak anlamına gelir. Buna göre akide, bağlanılan, sağlam bir şekilde inanılan, düğüm atmışçasına kesinlikle gönülden kabul edilen şey anlamını taşır.

    İtikad kelimesi de akd kökünden türemiş olup kalpten bağlanma, kesin olarak karar verme, inanma anlamına gelir.

    Terim olarak akait, İslâm dininde inanılması ve kalben kabul edilmesi gereken konulara verilen addır. "Akait" terimiyle kastedilen, iman esaslarıdır. Akait ilmi denilince akla, iman esaslarından bahseden ilim gelir.
#10.09.2005 09:55 0 0 0
  • AKAİDİN KONUSU

    Akait, İslâm dininin ameli değil de itikadî ve nazari hükümlerinden bahseder. İslam dininin temel kurallarını inceler. Akait ilmi, kısa ve özlü olarak, iman esaslarını inceleyen, konu alan bir ilim dalıdır.

    Bu açıdan bakıldığında akaitin konusu, iman esaslarının tümüdür. İman esasları, altı bölümden oluşur.Allah'ın zatına ve sıfatlarına iman, bu esasların temelini teşkil eder. Bundan sonra diğer esaslar gelir. Bunlar; meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete, kaza ve kadere imandır. Akait ilmi, sözü edilen iman esaslarına inanmanın nasıl ve ne şekilde olacağını da belirler ve iman etmenin mahiyetini inceler.

    Kısaca, Allah'ın istediği, sağlıklı bir iman, Akait ilmi sayesinde kazanılır.
#10.09.2005 09:55 0 0 0
  • AKAİDİN GAYESİ

    1. İnsanın kalbine, onun yaratılış ve fıtratına, saf ve temiz tabiatına en uygun olan imanı yerleştirmektir.

    2. Allah'ın varlığını, birliğini, tüm insanlara duyurmak, anlatmak ve kalplere yerleştirmek akaidin en önemli gayesini oluşturur.

    3. Bütün insanları tevhit inancı etrafında birleştirmek, akait ilminde gerçekleştirilmek istenen en büyük amaçtır.

    Böylece akait, insanı inançsızlık, inkar, şüphe ve tereddütlerden kurtararak manevi yönden güçlü ve huzurlu yapmak ister. İnsan sağlam ve hurafelerden uzak bir akide sayesinde dünya ve ahiret mutluluğuna erişir.

    Mutluluk, başarıda önemli bir etkendir. Huzurlu, mutlu ve başarılı insanlardan oluşan bir toplum da aynı niteliklere sahip olur. Sağlam inanç sahibi insan, faziletli, ahlaklı, yararlı ve verimli olur. İşte akaidin bir gayesi de insanları dareyn[1]de mutlu ve başarılı kılmaktır.

    --------------------
    [1] İslam literatüründe dünya ve ahirete verilen isimdir. Burada sözü edilen "mutlu kılmak" görevi aslında İslamın kendisine aittir. Akait İslam'ın özünü oluşturduğundan dinin kendisi demektir.
#10.09.2005 09:57 0 0 0
  • AKAİDİN METODU

    Akait, hakikatleri açıklamada hem nakil[1] denilen Kur'an ve Sünnetten, hem de akıl[2]dan faydalanır. Kur'an-ı Kerimin ikna ve irşat metodu ile hadislerin tebliğ, talim, müjdeleme ve sevindirme metodu akaidin de metotları arasında yer alır.

    Akait ilminde vahye dayalı naklî deliller önemli olduğu gibi aklın, duyuların ve deneyimlerin verdiği bilgiler de önemlidir.

    Kısaca, akait metot olarak nakli esas alır; bunun yanında aklı da ihmal etmez. İman esaslarını açıklarken hem aklî, hem de naklî delilleri kullanır.

    --------------------
    [1] Nakil, vahye dayalı olan Kur'an ayetleri ve sahih hadislerdir. Nakilde aklın hiçbir dahli yoktur. Tamamen ilahidir.

    [2] Akıl, İslam'ın nakilden sonra gelen ve kıyas-ictihad kaynağının temelini oluşturur. Fakat bu temel nakilden bağımsız olamaz. Aklın nakilden ayrıldığı yerde sapkınlıklar başlar.
#10.09.2005 09:58 0 0 0
  • AKAİDİN DİĞER İSLAMİ İLİMLER ARASINDAKİ YERİ

    İslam dininin inançla ilgili hususlarının ilmi olan akait, bütün diğer İslamî ilimlerden önde gelir. Dünya ve ahiret faydası açısından akait, bütün İslamî ilimlerin dayanağı ve temelidir. O olmadan diğer ilimlerin bir değeri yoktur.

    İnsana önce akide(iman) gereklidir. O bakımdan, Kur'an-ı Kerimden "Yaratan Rabb'inin adı ile oku" ayetinin dışında ilk önce nazil olan ayetler, iman(akait) ile ilgili ayetlerdir. Amelle ilgili ayetler daha sonra gelir. Bir kişinin Müslüman olması için de ilk önce iman etmesi gerekir, amel (namaz, oruç, zekat...) sonra gelir. Akide ve iman olmadan amel, bir değer taşımaz; fakat amelsiz akide değer taşır. O halde akait, İslamî ilimler arasında birinci sırada yer alır.

    Akait, fıkıh ve diğer İslami ilimlerden önce gelir. Akait, İslamî ilimler arasında, bir ağacın kökü, diğer ilimler ise dalları gibidir. Temelsiz bina düşünülemeyeceği gibi akaitsiz İslamî ilimler de düşünülemez.
#10.09.2005 10:01 0 0 0
  • AKAİD İLMİNİN DAYANDIĞI KAYNAKLAR

    Akait ilminin dayandığı ilk ve en önemli kaynak, Kuran-ı Kerimdir. Beşeriyetin son dini İslamiyet'in inanç esasları; neye inanılacağı, nasıl inanılacağı, Allah tarafından Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde anlatılmıştır.

    İkinci kaynak, Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen mütevatir hadislerdir. Mütevatir Hadis: Yalan üzerinde birleşip anlaşması, aklen mümkün olmayacak kadar kalabalık bir topluluğun ittifakla rivayet ettiği hadislerdir. Bu derece kesin rivayetlere dayanan Peygamber (s.av)in hadisleri, akait ilminin ikinci kaynağıdır. Zira peygamberlerin bilgisi Allah (c.c) tarafından öğretilmiş bilgilerdir. Dolayısıyla bir çeşit vahiydir.

    Felsefe ve müspet ilimlerde müstakil bilgi kaynağı olarak kabul edilen akıl, duyular ve bilimsel deneyler de akait ilminin kaynakları arasındadır. Ancak bunların verdiği bilgilerin doğru, nakle ve gerçeğe uygun olması gerekir.
#10.09.2005 10:03 0 0 0
  • İMANIN TANIMI

    a) İmanın sözlük anlamı; bir şeye kesin olarak inanmaktır.

    b) İmanın dînî terim olarak tanımı; Allah'ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammet (sav) in Onun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar).
#10.09.2005 10:04 0 0 0
  • İNANILMASI GEREKEN ŞEYLER BAKIMINDAN İMANIN KISIMLARI

    1- İcmalî iman : Bu, imanın özü ve en kısasıdır. Bu da "Kelime-i şahadet" ile özetlenmiştir:

    Anlamı: "Ben şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur; yine şahitlik ederim ki, Hazret-i Muhammet Onun kulu ve peygamberidir".

    Bu, imanin ilk derecesi, Islâm'ın ilk basamağı ve temel direğidir. Allah'ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammet (sav)'in Allah'ın peygamberi olduğunu yürekten tasdik etmek demek, onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak demektir. Ancak, Hz. Muhammet (sav)'in haber verdiği ve tebliğ ettiği şeylerin hepsine birden iman ettiğinden, inanılacak şeyleri ayrı ayrı söylemediğinden dolayı buna "icmali veya toptan iman" denmektedir.

    Bir kimseye mümin diyebilmek için o kimsenin icmalî imanı "Kelime-i şahadeti" kalbi ile tasdik dili ile söylemesi gerekir. Bir insan için birinci farz budur.

    2- Tafsîlî iman: İcmâlî imandan sonra dinin diğer hükümlerini ve iman edilmesi gerekli olan şeylerin her birini ayrı ayrı öğrenip onlara da iman etmek farz olur. Tafsîlî iman, imanın en geniş şeklidir. İman esaslarının hepsini içine alır.[1]

    --------------------
    [1] Buna ayrıca "tahkiki iman" da denir. Çünkü tafsili iman eden kişi aslında iman edilecek konuları tahkik edip araştırarak bunu yapmaktadır.
#10.09.2005 10:05 0 0 0
  • İMANIN ŞARTLARI

    İmanın şartları altıdır:

    1- Allah'ın varlığına ve birliğine,
    2- Meleklerine,
    3- Kitaplarına,
    4- Peygamberlerine,
    5- Ahiret gününe,
    6- Kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır.
#10.09.2005 10:06 0 0 0
  • İMAN BAKIMINDAN İNSANLAR

    İman bakımından insanlar üçe ayrılırlar:

    1. Mümin: İslâm dininin iman ve itikat esaslarını gerçekten kalben tasdik edip dili ile söyleyen(ikrar eden) kimsedir. Bunların yaptığı bu işe iman denir.

    2. Kâfir: İslâm dininin iman esaslarına inanmayan Hz. Muhammet (sav) in peygamberliğini kabul etmeyen kimsedir. Bunların yaptığı bu işe küfür denir.

    3. Münafık: Müslümanların arasında inandığını söylediği halde kalbi ile İslâm dininin iman esaslarına inanmayan kimsedir. Bunların yaptığı bu işe nifak denir. Dışı mümin, içi kâfir olanlardır.Konuştuklarında yalan söylerler, söz verdiklerinde tutmazlar, emanete hainlik ederler.
#10.09.2005 10:07 0 0 0
  • İNANMA İHTİYACI VE ALLAH'A İMAN

    İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yeme, içme, nefes alıp verme gibi olaylar bedenimizle; inanmak, sevinmek, mutlu olmak gibi olaylar da ruhumuzla ilgilidir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran başlıca özellik, işte budur. İnsan, beden ve ruh yapısıyla bir bütündür.

    İnsan ruh yapısının en belirgin özelliği inanmaktır. Yeryüzünde, günümüze kadar inanma ihtiyacı duymamış bir topluluk yoktur. Bunu, insanlığın kültür, sanat ve geleneklerinde görmekteyiz.

    İnanç, maddi hayatımızla da ilişkili bir güçtür. İnsanın zorluklara ve güçlüklere karşı dayanıklı olmasını sağlar. İnsana çalışma, yaşama ve başarma gücü verir. İnsan, hayata inançla başlar ve onunla değer kazanır. Çünkü inancı olan kişi, bu inancının gereği olarak kendisine ve birlikte yaşadığı insanlara faydalı olur. İnanç, insanı yeni bilgiler kazanmağa götürür. Kişi,inancını kuvvetlendirmek için pek çok şeyleri öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini böylece ayırt edebilenler, ahlâk ve davranış yönünden de kişilik kazanırlar.

    Demek ki inanç, insanın yaratılışı gereği olan tabiî bir olaydır. Bütün insanların buna ihtiyacı vardır.

    Çevremizde gördüğümüz ve göremediğimiz yüz binlerce varlık vardır.Yeryüzünde çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvanlar, renk renk çiçek ve bitkiler görürüz. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır. Bunların hepsini gözümüzün önüne getirip düşünürsek kendiliğinden var olmadığını, bütün bunları yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu anlarız. Evrende hiç bir şey kendiliğinden, kendi kendine var olmuş değildir. İşte her şeyi yaratan bu yaratıcı, Allah'tır. Gözlerimizle Onu görmesek bile evrenin bu eşsiz düzeni bize Onun varlığını göstermektedir. İslâm dininde, bütün evreni ve her şeyi yaratan bu varlığa "Allah" denir. Biz Allahın varlığına ve birliğine gönülden inanırız.
#10.09.2005 10:07 0 0 0
  • ALLAH VARDIR

    Günümüzde insanlar kendi yaptıkları füzelerle aya gidip geliyorlar, uzayda inceleme ve araştırmalar yapıyorlar. İnceleme, araştırma aletlerini uydular halinde yörüngelerine yerleştirerek bu uçsuz bucaksız evren hakkında yeni bilgiler ediniyorlar. Bu uyduların aracılığıyla her türlü haberleşmeği gerçekleştiriyorlar. Biz evimizde oturup telefonla Almanya, Amerika, Avustralya gibi uzak, yakın, ülke ve kıtalardaki yakınlarımızla konuşabiliyoruz. Evdeki televizyonumuzla dünyanın her yerinde olup biten her şeyi anında görüp öğreniyoruz. Diğer taraftan gözle görülmeyecek kadar küçük varlıkları da mikroskop denilen, küçük canlıları milyonlarca defa büyüten aletlerle inceleyerek bunlar hakkında pek çok bilgiler elde ediyoruz. Bütün bu araştırma ve bilgiler sayesinde insanlar daha mutlu ve sağlıklı bir hayata sahip olabiliyorlar. Bilgilerimiz arttıkça her şeyi içine alan bu evrenin büyüklüğünü, sarsılmaz düzenini her geçen gün, düne göre daha iyi anlıyoruz.

    Demek ki evren hakkındaki meraklarımız da artmağa devam edecektir. Bununla beraber evren hakkındaki meraklarımız da her gün artacaktır. Öyle ise bu evrende görüp öğrendiğimiz hassas düzen kimin eseridir? Etrafımızda bulunan her şey, kullanıp yararlandığımız her türlü eşya kendiliğinden meydana gelmemiştir. Her şeyin bir yaratıcısı, meydana getireni vardır. Sınıfınızdaki tahtada bir yazı ve çizilmiş bir resim gördüğünüz zaman bunu yazanı ve çizeni araştırırsınız. Bu yazı ve resmin kendiliğinden çizildiğini söyleyemezsiniz. Öyle ise her şeyin bir yapıcısı, var edip ortaya getireni vardır. Yediğimiz ekmek, okuduğumuz kitap kendiliğinden bu hale gelmemiştir. İşte evrendeki her şeyin meydana gelip var olması, kusursuz bir hareket içinde bulunmaları, aksamayan bir düzenle varlıklarını sürdürmeleri kime aittir "Gökleri ve yerin sırları Allah'a aittir." (Şûra Sûresi, 12. âyet.)

    Biz yüce Allah'ın varlığına, bir tek oluşuna ve Kur'an-ı Keriminde geçen bütün sıfatlarına her türlü şüphe ve tereddütten uzak olarak kesin bir şekilde inanıyoruz.
#10.09.2005 10:09 0 0 0
  • ALLAH'IN SIFATLARI

    Yüce Rabbımız Kur'an-ı Keriminde kendisini daha iyi anlayıp kavrayabilmemiz için bir takım sıfatlarla nitelendiğini bize haber vermiştir. Bu sıfatları daha iyi değerlendirebilmek için üç kısımda ele almamız gerekir.

    I. Allah'ın Zâtî Sıfatları

    Bu sıfatlar yalnızca Allah'a mahsus olan, başka varliklarda bulunmayan sifatlardir. Bunlari şöyle siralayabiliriz:

    1- Vücûd: Allah'ın var olması demektir. Onun varlığı kendindendir, var olması kendi zâtının varlığı gereğidir. Diğer varlıklar gibi kendisini var edecek bir başkasına ihtiyacı yoktur. Zaten başkasına muhtaç olan ilâh olamaz. Allah'ın varlığı her şeyden öncedir. Halbuki etrafımızda gördüğümüz bütün varlıklar sonradan meydana gelmiştir. Sonradan var olanlar, adından anlaşılacağı üzere bir başkası tarafından var edilmişlerdir; yani bunlar var olabilmeleri için Allah'ın kendilerini var etmesine muhtaçtırlar. Yüce Allah kendisinden olan bu varlığını devam ettirmek için de hiç bir yere ihtiyaç duymaz. Onun yok olduğu hiçbir an düşünülemez.

    2- Kıdem: Allah'ın varlığının ezelî olması, başlangıcının evvelinin, öncesinin olmaması demektir. Hiçbir şey yok iken, bu evren yaratılmadan önce de O vardı. Allah'ın varlığı şu anda, önceki tarihlerde başlamıştır demek asla doğru olmaz. Böyle bir tarih vermek ancak sonradan olan varlıklar için söz konusudur; çünkü onlar önce yok iken sonradan varolmuşlardır. "O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı apaçıktır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir." (Hadid Sûresi: 3. âyet.)

    3- Bekâ: Allah'ın sonsuza deşin ebedî olarak varolması demektir. Allah ezelden beri varolduğu gibi sonraya doğru da, ebediyen varolacaktır. Onun için yokluk, yok olduğu an düşünülemez. Bu ancak sonradan bir başkası tarafından var edilenler için söylenebilir; çünkü onlar önce yok iken, sonradan varolmuşlardır. " Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir, gelip geçici, yok olucudur. Ancak Yüce ve Cömert olan Rabb'imizin varlığı bâkîdir, ebedidir, son bulmaz." (Rahmân Sûresi: 26-27. âyetler.)

    4- Vahdaniyet: Allah'ın bir ve tek olması demektir. O zâtında, sıfatlarında ve işlerinde bir olup eşi, benzeri ve ortağı olmayandır. İslâmiyet Allah'ın tek oluşu inancı üzerine kurulmuş bir dindir ve bu özelliği ile diğer ilâhî dinlerle aynıdır. " Ey Muhammet deki: Allah bir tektir, O hiçbir yere muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey Ona denk değildir." (İhlâs Suresi.)

    5- Kıyam Bi-nefsihi: Varlığının kendisinden olması demektir. O varlığı için bir iken Allah kendi zâtının gereği olarak vardı. Varolması varlığını devam ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah dilerse onları var eder, varlıklarını devam ettirir, dilerse yok eder. " Allah, Ondan başka tanrı olmayan diri ve her an yaratıklarını gözetip duran, hiçbir şeye muhtaç olmayandır." (Al-i Imran Sûresi: 2. âyet.)

    6- Muhâlifetün li'l - Havâdis: Sonradan olanlarla benzememek demektir. Allah sonradan varolan varlıkların hiçbirine benzemez. Biz Onu nasıl düşünürsek düşünelim, O bu düşündüklerimizden, hatır ve hayalimizden geçen şeylerin hepsinden başkadır ve hiçbirisine benzemez. "Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir." (Şûra Sûresi: 11. âyet.)

    II. Allah'ın Sübûtî Sıfatları

    Bu göreceğimiz sıfatların benzerleri sınırlı ve vasıtalı olarak insanlara verilmiş olsa da, Allah'ın kendisine has olan bu sıfatları sınırsızdır ve herhangi bir vasıtaya muhtaç değildir.

    1- Hayat: Allah'ın diri ve canlı olması demektir. Allah ezelî ve ebedî olan hayat ile diri ve canlıdır. Onun için ölüm, uyku, dalgınlık, gaflet gibi şeyler asla düşünülemez; çünkü bu ve benzeri şeyler eksikliktir, güçsüzlüktür. O daima hayat sahibidir. " Ölümsüz, diri olan Allah'a güven, Onu özenerek tesbih et." (Furkan Sûresi: 58. âyet.)

    2- İlim: Allah'ın her şeyi bilmesi demektir. Evrendeki hiçbir şey Onun bilgisinin dışında değildir. Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Onun ilmi ezelîdir, sınırsızdır, hiçbir şey Onun ilminin dışında meydana gelmez. İnsanların ilmi ise, sonradan kazanılan, belli ve sınırlı bir ilimdir. " Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin yücesi olan Allah'a göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek ( gecenin karanlığına ) gizlenip gündüz ortaya çıkan arasında fark yoktur." (Râd Sûresi: 9-10. âyetler.)

    " İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Allah'ın her şeye gücü yeter." (Al-i Imran Sûresi: 23. âyet.)

    3- İrade: Allah'ın dilemesi, istemesi demektir. Allah, dilediği gibi hükmeder, istediğini yapar ve bunları yerine getirmek için hiçbir şeye muhtaç değildir. Hür serbest olarak dilediğini yapar, dilediğini yapmaz. Evrendeki her şey Onun bu sıfatı ile yaratılmakta ve meydana gelmektedir.

    "Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece OL demektir ve o hemen oluverir." (Nahl Sûresi: 40. âyet.)

    4- Kudret: Allah'ın gücü olması, istediği her şeyi yapabilmesi demektir. Allah'ın evrende dilediği gibi hükmetmesi, tercihini kullanmaya gücünün, kudretinin yetmesi demektir. Allah'ın sonsuz, bitmek, tükenmek bilmeyen kudreti ve gücü vardır. Onun ezelî olan güç ve kudretinin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Dilerse bu evren gibi daha bir çok evrenler yaratmağa gücü yettiği gibi, yaratıkları bir anda yok etmeğe de gücü yeter. Yıldızlara, aya, güneşe bakarak bu gücün büyüklüğünü, sınırsızlığını, ebediliğini daha iyi kavrarız.

    "Şüphe yok ki Allah her şeyi yapmağa, her şeye güç yetirmeğe kâdirdir." (Bakara Sûresi: 20. âyet.)

    5- Semi: Allah'ın her şeyi işitip duyması demektir. Onun işitmesine hiçbir şekilde sınır ve kısıtlama yoktur. İnsanlar belli şiddetteki sesleri işitebilirler. İşitmek için bir takım araçlara ve organlara sahip olmak gerekir. Arada hava olmasa, insanlar birbirlerini duyamazlar. Allah'ın işitmesi doğrudan doğruyadır. Bu türlü araçlara, organlara ihtiyacı yoktur.

    "Şüphe yok ki Allah işitendir, bilendir." (Bakara Sûresi: 181. âyet.),

    "Bilin ki, Allah işitir ve bilir." (Bakara Sûresi: 244. âyet.)

    6- Basar: Yüce Allah'ın her şeyi görüp gözetmesi olmak demektir. Onun görmesinden hiçbir şey uzak ve gizli değildir, göremeyeceği hiçbir şey ve yer yoktur. Onun görmesine uzaklık, yakınlık veya aşırı aydınlık gibi yaratıklarla ilgili şeylerin hiçbir şekilde etkisi olmaz. Her yerde olup biten her şeyi görür, bilir ve anında haberi olur.

    "Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür." (Enfal Sûresi: 244. âyet.)

    7- Kelâm: Yüce Allah'ın konuşması ve söylemesi olmak demektir. Allah'ın konuşması, sese ve harflere ihtiyaç duymadan olur. Bu ezelî ve ebedî olan sıfatı ile peygamberlerine söylemiş emirler vermiş yasaklarını bildirmiştir. İşte böylece ilâhî kitaplar meydana gelmiştir. Yüce Allah'ın konuşamaması, dilsiz olması asla düşünülemez.

    "Allah Musa'ya da hitap ile konuştu." (Nisa Sûresi: 169. âyet.)

    8- Tekvin: Yüce Allah'ın yoktan var edip yaratması demektir. şu evrende var olan ve varlığını devam ettirmekte olan her şeyi O, ezelî ve ebedî olan tekvin sıfatının gereği olarak yaratmıştır. Allah'ın yaratmak, yaşatmak, rızkları vermek, bol bol nimetler ihsan etmek, ödüllendirmek, cezalandırmak, affetmek, öldürmek, diriltmek gibi bütün işleri bu sıfatının gereğidir.

    "Allah önce mahlûkatı yaratır, ölümden sonra onu tekrar diriltir. Sonunda Ona döneceksiniz." (Rûm Sûresi: 11. âyet.)

    III. Allah'ın Fiilî Sıfatları

    Yüce Allah'ın fiilî sıfatları pek çoktur; bunların hepsini saymak mümkün değildir. Ancak bunlara birkaç örnek vermekle yetinelim.

    Halk: Yaratmak demektir. Bütün varlıkları yaratan Hz. Allah'tır. Hiçbir mahlukun herhangi bir şeyi yaratmağa gücü yoktur.

    İnşa: Yoktan var etmek demektir. Evrendeki tüm varlıkları yoktan var eden Yüce Allah'tır. Yaratıklarınsa yoktan var etme gücü yoktur.

    İbda': Yüce Allah'ın, aslı ve benzeri olmaksızın icat etmesi demektir.

    İhya: Yüce Allah'ın diriltmesi demektir. Bir yaratığa can verip onu yaşama ulaştırmak, diriltmek ancak Allah'a mahsustur.

    İmate: Yüce Allah'ın öldürmesi, hayata son vermesi demektir. Bir yaratığa can veren Hz. Allah dilediği zamanda onun yaşamına da son verir.

    Terzîk: Yüce Allah'ın rızk vermesi demektir. Allah (c.c.) Rab ol-masının gereği sayısız çeşit ve ihtiyaçta olan mahlukatın rızkını da yaratır. O, yaşamlarını devam ettirebilmeleri için muhtaç oldukları besinleri yoktan var edip onlara sunar.
#10.09.2005 10:15 0 0 0
  • Bu güzel bilgilerin paylaşımı için teşekkür ederim.
#10.09.2005 10:19 0 0 0
  • A) MELEKLERİN TARİFİ

    Melekler, gözle görülmeyen, yemeyen, içmeyen, çeşitli şekillere girebilen, günah işlemeyen, Allah'ın nurdan yaratıklarıdır. Kur'an-ı Kerîmde meleklerden çok bahsedilir. Biz bu âyet-i kerîmelerden birkaçını zikretmekle yetinelim:

    "... Onlar Allah'ın şerefli kullarıdır. Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve Onun emrine göre hareket ederler." (Enbiya Suresi: 26 - 27. ayetler)

    "O melekler ki Allah Teâlâya, kendilerine emrettikleri şeylerde asla âsî olmazlar, emir olundukları şeyleri yaparlar." ( Tahrim Suresi: 6. âyet ).

    B) MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ

    - Devamlı olarak Allah'a ibadet ve itaatle meşgul olurlar,

    - Iyilik yaparlar, kötülük yapma kabiliyetleri yoktur,

    - Allah'a asla isyan etmezler, karşi gelmezler,

    - Erkek ve dişileri yoktur,

    - Yemezler ve içmezler,

    - Uyumazlar, bizim gibi istirahata muhtaç degildirler,

    - Gözle görülmezler,

    - Evlenmek ihtiyaci onlarda yoktur.

    - Nurdan yaratilmişlardir.

    - Yorulmak, usanmak nedir bilmezler.

    - Gençlik, yaşlilik gibi durumlara onlarda rastlanmaz.

    - Bir anda en uzak mesafelere gidebilirler,

    - Kanatlari vardir; fakat bu özelliklerini, bizim bildigimiz kanatlarla karşilaştirmamiz dogru olmaz.

    - Yerlerde, göklerde, her yerde vardirlar ve her birinin kendisi ne ait vazifeleri vardir. Bu vazifeleri hakkiyla yaparlar.

    Biz melekleri göremeyiz; çünkü her şeyin varligi kendine göredir. Bizim göremedigimiz daha nice varliklar var! Ruhumuzu, aklimizi görebiliyor muyuz? Ama ruhumuz vardir, ayni zamanda akilliyiz. Aklimizi göremiyoruz diye kendimizi akilsiz sanabilir miyiz? Işte melekler de ruh gibi, akil gibi nûrânî bir varlıktır. Sağlam bir akıl bize nasıl doğru yolu gösterirse melekler de bizi hep iyiliğe yönelten kuvvetlerdir. Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar haber vermişlerdir. İlâhî kitaplar peygamberlere melekler vasıtası ile gelmişlerdir. Bunun için, melekleri inkâr etmek aynı zamanda peygamberlerin peygamberliklerini ve ilâhî kitapları da inkâr demektir. Bu ise küfürdür. Böyle bir duruma düşmekten şiddetle kaçınmak lâzımdır.

    C) MELEKLERİN ÇEŞİTLERİ

    Meleklerin, yapmış oldukları iş ve emr olundukları vazifelere göre çok çeşitleri vardır. Fakat bunların en başında dört büyük melek vardır.

    1. Cebrâil Aleyhisselâm: Cenab-ı Hak ile peygamberleri arasında elçilik vazifesi ile emr olunmuştur. Bütün peygamberlere Cenab-ı Hak vahyini bu melek ile bildirmiştir. Bütün meleklerin başı olarak Cebrâil ( a.s )dan Kur'an da "Rûhu'l - Kudüs, Rûhul Emîn" gibi şerefli isimlerle bahsedilir.

    2. Mikâil Aleyhisselâm: Yaratiklarin (mahlûkatın) rızklarına kâinatta meydana gelecek olaylara, tabiat olaylarını yönetmeğe;hastalık, şifa, rahmet, bereket ve benzeri şeylerin kullara ulaştırılması gibi vazifelerle emr olunmuştur.

    3. İsrafil Aleyhisselâm: Kıyametin kopması için bir de tekrar diriliş için olmak üzere iki kere sûr üfürmekle vazifelidir. Kur'an da şöyle bahsedilir:

    "Sûr üfürülünce, Allah'ın dilediğinden başka göklerde ve yerde ne varsa hepsi öleceklerdir. Sonra sûr bir kere daha üfürülür. Onlar hemen ayağa kalkarak bekleşirler. " ( Zûmer Sûresi: 68. âyet ).

    4. Azrail Aleyhisselâm: Eceli gelenlerin, Allah'ın izni ile ruhlarını almakla vazifelidir. Dilimizde buna " can almak " denir. Nitekim Kur'an da da şöyle buyrulur:

    "...Size memur olan ölüm meleşi caninizi alacak, ondan sonra da Rabb'inize döndürülüp götürüleceksiniz." ( Secde Sûresi: 11. âyet ).

    Bunlardan başka yapmiş olduklari vazifelere göre şu melekleri sayabiliriz:

    Suâl melekleri: Bunlar Münker ile Nekir adli meleklerdir. Ölü, mezara konup üzerine toprak atildiktan sonra bu melekler gelip "Rabb'in kimdir Dinin nedir Kitabın nedir Peygamberin kimdir" sorularını sormakla vazifelidirler.

    Hafaza Melekleri: Bunlar insanları muhafaza eden meleklerdir.

    Kirâmen Kâtibîn: Bunlar insanların iyi ve kötü amellerini yazmağa memur meleklerdir. Öyle ki, bunlar insanların hayatının tamamını, gecesini gündüzünü filme alırcasına kaydederler.

    "Halbuki sizin üzerinizde bekçiler vardır. Bunlar şerefli kâtiplerdir. Sizin bu işlediklerinizi bilirler." ( Infitar Sûresi: âyet 10 - 12 ).

    Bunlardan başka "Hamele-i arş melekleri, cennet ve cehennemde görevli olan melekler" gibi daha pek çok çeşitli vazifeler gören melekler vardır. Bir de bazı melekler vardır ki, "Karûbiyyun veya Mukarrabûn" adını alırlar. Bunların vazifesi Allah'a ibadettir. Yaratıldıkları gün ibadete başlamışlar, Allah'ın dilediği güne kadar da ibadete devam edeceklerdir.

    D) MELEKLERE İMANIN, FERT VE TOPLUM HAYATINDAKİ ETKİLERİ

    Müslümanlıkta itikat esaslarından her biri, bir amel ve hareketin temelidir. Bu nedenle iman esaslarının yaşanması gerekir. Melek inancı, tabiî olarak günlük hayatta insanı daima iyi işler yapmağa, doğru kararlar vermeğe ve dürüst olmağa yöneltir. Bir kere yaptığı iyiliklerin ve kötülüklerin "Kiramen Kâtibîn" melekleri tarafından tespit olunduğunu, kaydedildiğini, bilinçli olarak kavrayan insan, her halde amel defterine kötülük yazılmasını istemez. Attığı her adımın ilâhî bir gözetim altında olduğuna inanan insanların kıyamet gününde Rabb'ına karşı kara yüzlü çıkmak istemez. İşte melek inancının temelinde insanı iyiliğe sürükleyen böyle itici bir kuvvet vardır. Meleklere inanan insan bilir ki, kendisini iyiliğe çağıran, meleğin sesidir. Kötülüğe çağıran ise, şeytanın sesidir. Cenab-ı Hak kullarına karşı o kadar merhametlidir ki, insana düşman olan şeytana mukabil insana yardımcı ve şeytanın hilelerine karşı onu koruyucu olarak sayısız melekler yaratmıştır. Bu melekler insanlara günlük hayatta daima "Salih ameller = iyi ve faydalı işler" yapmalarını ilham ederler. Nitekim Peygamber Efendimizin şu mübarek sözleri daima hatırlarımızdan çıkmasın:

    "O fiskosları yapan, aklını çelmeğe çalışan şeytandır. Ve gizli ses de onun bu sesidir. Bundan Allah'a sığınmak gereklidir.

    Eğer içinden gelen ses, hak ve hayra çağırıyorsa bilsin ki o ses, melek tarafındandır, Allah'tandır. Bundan ötürü Allah'a hamdetsin ve o yolu tutsun!"

    Buna göre ahlâkî olgunluklar, rûhî yükselmeler ve iyilik sahibi olmalar, meleklere şuurlu olarak îman etmekle olur. Bunlara iman edilmedikçe ve bu imanin şefkatli sesini kalbimizde hissetmedikçe ahlâk güzelligine kavuşamayiz, rûhî yüksekliği elde edemeyiz.

    E) CİNLERIN MAHİYETİ

    Rabb'ımızın yaratmış olduğu gözle görülmeyen başka varlıklar daha vardır ki; bunların başında cinler gelir. Cin Allah Teâlânın tekliflerine muhatap olan ve insanların gözle göremedikleri varlılıklardır. Bunların Allah'a iman edenleri bulunduğu gibi inkâr edenleri de vardır. Allah'a ilk isyan eden "İblis = şeytan"ın da cinler taifesinden olduğu bilinmektedir.

    Cinler hava ile karışık alevli bir ateşten yaratılmışlardır. Cinler, çeşitli sûretlere girmeye ve zor işleri yapmağa güçleri olan varlıklardır. Kısa zamanda bir yerden başka bir yere gidebilme özellikleri vardır.

    Peygamberimiz (s.a.v.) hem insanlara hem cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Kuran'ı cinlere de okuyarak Allah'ın emirlerini onlara öğretmiştir.
#10.09.2005 10:20 0 0 0
  • A) KUTSAL KİTAPLAR

    İslâmiyetin iman esaslarından biri de kitaplara imandır. Kitaplara iman etmek her müslümana farzdır.

    Yüce Allah kullarına mutluluk ve saadet yollarını göstermek için içlerinden bazılarını peygamber seçmiş; onlardan bir kısmına melek vasıtası ile kitaplar indirmiş; yaşam kanunlarını koymuş, emirler ve yasaklar koymuş; iyiyi kötüyü, doğruyu eğriyi göstererek bunların sonuçları konusunda insanları aydınlatmıştır. Böylece insanlara her iki dünyada da mesut olmanın yolları gösterilmiştir. Bu ilâhî mesajların toplamına "İlâhî Kitaplar." veya "Semavî Kitaplar " denir.

    İlâhî kitaplar, insan cihazının bütün hassasiyetini, yapılış özelliklerini muhafaza ederek sürdürebileceği ideal yaşam biçimi, hayat kanunları ve işleyiş kurallarıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek yaratanına, gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını ilâhî kitaplar bildirirler. Bilinmesi, inanılması gereken meseleleri ve ibadetleri insanlar, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Öldükten sonraki hayat, âhiret ahvali, iman esasları, ibadet çeşitleri ve şartları, kardeşlik ve yardımlaşma şekilleri v.b. pek çok konularda insanlar mukaddes kitaplara müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Eğer Cenab-ı Hak ilâhî kitapları göndermeseydi insanlar büyük bir vahşet içine düşerler, denizin ortasında rotasını yitirmiş bir gemiye dönerlerdi.

    Ne yazık ki, Hz. Adem (a.s.)'den bizim Peygamberimize kadar gönderilen ilâhî kitaplar, peygamberlerine gönderildikleri şekilleri muhafaza edememişlerdir. Hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşabileni sadece Kur'an-ı Kerîmdir.

    Biz kitaplara inanırken, onların Allah'ın gönderdiği ilk orijinal şekillerine inanırız. Onların hepsinin hak ve Allah tarafından olduklarına iman ederiz.

    B) KİTAPLARIN ÇEŞİTLERİ

    a. Sayfa halinde gelenler: Bunlara suhuf(sayfalar) denir.

    10 sayfa Adem Aleyhisselâma
    50 sayfa Şit Aleyhisselâma
    30 sayfa İdris Aleyhisselâma
    10 sayfa İbrahim Aleyhisselâma gelmiştir

    b. Dört büyük kitap:

    Tevrat: Musa Aleyhisselâma
    Zebûr: Dâvut Aleyhisselâma
    İncil: İsa Aleyhisselâma
    Kur'an: Muhammed Aleyhisselâma gönderilmiştir.

    C) KUR'AN-I KERİM

    Kur'anı Kerim son peygamber Hz. Muhammet (s.a.v.)e Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığı ile nazil olmuş mukaddes kitapların sonuncusudur. Kur'an adı bizzat âyetlerde geçer. " Onlar hâlâ Kur'anı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" ( Nisâ: 82 ).

    Kur'an-ı Kerîm, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Tevrat, Zebur ve İncil'de olduğu gibi Kur'an da herhangi bir tahrif olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Çünkü Allah ( c.c.) Kur'anın muhafaza olunacağını bizzat vaat etmiştir. "Kur'anı biz inzal ettik, şüphesiz koruyucuları da biziz." (Hicr:9)

    a. Nazil Oluşu (Levh-i mahfuzdan yer yüzüne indirilişi)

    Kur'an-ı Kerîm, âyet âyet, sûre sûre, ihtiyaçlara cevap olarak 23 senede vahiy yoluyla Hz. Peygambere gelmiş, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, yüzlerce hâfız tarafından ezberlenmiş tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe ve eksikliğe uğramadan bize kadar gelmiştir.

    Bu mübarek kitap, Peygamberimize 40 yaşında iken nazil olmağa başlamıştır. Milâdî 610 yılının 27 Ramazanında Cebrail (a.s)ın "Oku" emrini getirmesiyle Kuran'ın nüzulü başlamış ve 63 yaşında tamamlanmıştır.

    O lâfzı, manası, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelâmıdır. O, ebedî bir mucizedir. Hiçbir beşer sözüne benzemez.

    Kur'an-ı Kerîm 114 suredir. Kur'anın ayetleri hususunda ise âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibarî olup, esasta bir fark yoktur. Bazı âlimler sûre başlarındaki besmeleleri ve mukattaa harflerinden bir kısmını müstakil âyet saymışlardır. Bazıları da secâvendle ayrılmış olan âyetleri iki ayrı âyet saydıklarından âyet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. Bu Kuran'ın kendisinde bir eksiklik veya fazlalık değil, var olanın değişik sayımıdır.

    Ebu Amr ed-Dâni'ye göre âyetlerin sayısı 6000'dir.
    İsmail b. Cafer'e göre âyetlerin sayısı 6214'tür.
    Ehl-i Mekke'ye göre âyetlerin sayısı 6219'dur.
    Ehl-i Kûfe'ye göre âyetlerin sayısı 6236'dır
    Basralılara göre âyetlerin sayısı 6204'tür
    Şamlilara göre âyetlerin sayisi 6226'dır
    Zemahşerî'ye göre âyetlerin sayısı 6666'dır

    Kur'anın kelimeleri: 77439, harfleri: 332015'tir.

    b. Toplanışı:

    Peygamberimize Kur'an âyetleri ve sûreleri geldikçe Efendimiz (s.a.v) bunları yanında olan ashabına okurdu. Ashap hem duyduğu Kur'an âyetlerini ezberler hem de bir tarafa yazarlardı. Ayrıca nazil olan âyetleri yazmakla vazifeli Müslümanlar vardır ki bunlara "vahiy kâtipleri" denirdi. Böylece Kur'an-ı Kerîm, Peygamberimizin sağlığında çok sayıda Müslüman tarafından ezberlenmiş, yazılmış ve vahiy kâtipleri tarafından da yazı ile kaydedilmişti. Ancak ayrı ayrı olan sayfalar toplanmış değildi.

    Peygamberimizin vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız şehit olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e müracaat ederek bizzat Peygamberin sağlığında onun lisanından ezberlenmiş olanlar ölüp gitmeden Kuran'ın kitap halinde bir araya getirilmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir bir süre düşünüp, istişare ettikten sonra vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit'in başkanliginda bir komisyon kurarak titiz bir çalişma yapti. Böylece âyet ve sûreler Hz. Peygamberin, vahiy kâtiplerine bildirdiği tertip üzere bir araya getirildi.

    Kur'an-ı Kerîm böylece toplanmıştır. Vefatına kadar Hz. Ebû Bekir'de kalmış olup sonra ikinci halife Hz. Ömer'e geçmiş, daha sonra Hz. Ömer'in kızı ve Peygamberimizin eşi olan Hz. Hafsa'ya geçmiştir. Titizlikle korunan bu nüsha kutsal bir emanet olarak Hz. Osman'a intikal edince ilk nüsha esas olmak üzere adedi çoğaltılarak yediye çıkarılmış ve Müslümanların nüfuz bakımından çoğunlukla oturmakta olduğu büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu çoğaltılan nüshalar da büyük bir şuur ve dikkatle muhafaza olunmuştur. Böylece Kur'an bir yandan ezber (hıfz) yoluyla bir yandan da toplanıp yazılarak tevatüren (yalan söylemelerine imkân olmayan çok sayıda kalabalık tarafından günümüze kadar bir harf bile tahrif olunmadan) gelmiştir.

    Kuran'a sevgi ve saygı duymak, gösterdiği yoldan gitmek, her müslümanın borcudur. Kur'an yolu, saadet ve hak yoludur.

    c. Özellikleri:

    Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'e bir takım özellikler vermiştir ki, başka hiçbir kitapta bulunmaz:

    Tarihî belgelere ait bütün şartları, içinde toplayan yegâne mukaddes kitap, Kuran'dır.

    Lâfız ve manası ile beraberce Cenab-ı Hak tarafından vahy olunmuş olup bu konuda Cebrail (a.s) ve Muhammet (s.a.v) sadece vasıta olmuştur. Kur'an, Allah Teâlâ'nın ezelî kelâmıdır.

    Peygamberden zamanımıza kadar tevatür yoluyla nakledilmiş ve tevatür yüz binlerce, milyonlarca insan tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir.

    Kur'an kolayca öğrenme özelliğine sahiptir.

    Kur'an hem lâfız, hem mana bakımından mucizedir. İnsanda hayranlık uyandıran bir eşsizliğe sahiptir ve benzeri, insanlar tarafından yapılamayacaktır.

    Kuran'ın bir başka özelliği ise dünyada başardığı büyük değişikliktir. O, (23) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan putperestlik ve buna bağlı yüzlerce ahlaksızlığı ve yüz kızartıcı ahlâksız adetleri kökünden silip süpürmüştür. Kuran'ın en mühim özelliklerinden biri insan ruhunda meydana getirdiği büyük tesir ve buna paralel olarak yaptığı inkılâptır.

    Kur'an da çok kısa âyetlerde, çok büyük hakikatler dile getirilmiştir.

    Namazlarda zorunlu olarak, namaz dışında hükümlerini öğrenip anlamak gayesi ile sürekli olarak okunur.

    Kur'an, başka kitaplar gibi belli bir millete ve belli bir zamanin ihtilaçlarini karşilamak üzere degil bütün zamanlarin ihtiyacini karşilamak üzere ve bütün insanliga gönderilmiştir.

    Hakiki mümin Allah Teâlânin bütün kitaplarina inanir ve Hak Teâlânin insanlara son kitabi olan Kur'an-ı Kerîme sarılır, onun hükümlerine riayet etmeğe çalışır. Kuran'ın üstünlüğüne dair Peygamberimizin hadis-i şerifleri çoktur. Peygamberimizin Kur'an-ı: "... Allah'ın metin bir ipi, açık bir nûru, hikmet dolu bir zikri ve sırat-ı müstakîmdir.. Alimler ona doymaz mattakiler ondan usanmaz, onun ilmini bilen ileri gider, onunla hükmeden adalet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidayet bulur." hadisi ile ne güzel tanıtmıştır! İslâm âlimleri Kuran'ın üstün özelliklerini tanıtmak için ciltler dolusu eserler yazmışlardır.
#10.09.2005 10:28 0 0 0
  • A) PEYGAMBER (RESÜL-NEBİ) KAVRAMI

    "Peygamber" kelimesi Farsça bir kelime olup, haber getiren anlamındadır. Dilimizdeki anlam, Yüce Allah'ın, emir, yasak ve hükümlerini kullarına bildirip açıklamak üzere, insanlar arasından seçip görevlendirdiği elçi demektir.

    Kur'an-ı Kerîmde peygamber kelimesinin yerine Resûl ve Nebî kelimeleri geçmektedir ki, elçi ve haber getiren anlamındadır. Dînî anlamları bakımından Resûl ile Nebî arasında fark vardır.

    Resûl, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmiş peygamber demektir.

    Nebî, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmemiş, fakat önceki peygamberlerin şeriatını tebliğ ile mükellef peygamber demektir. Nebîler de Cebrail aracılığı ile Allah'tan vahiy almışlardır.

    İman esaslarından biri de peygamberlere inanmaktır. Peygamberler, Allah'ın seçtiği, eğittiği ve yetiştirdiği insanlardır. İnsan kendi çabaları ile, eğitim ve öğretimi ile peygamberliği elde edemez. Allah, peygamberliği dilediğine verir. Onlar, Allah ile kullar arasında elçilerdir. Yüce Allah'ın, kullarına hak yolu göstermek için gönderdiği ilk peygamber Hz. Adem (a.s), sonuncusu Hz. Muhammet (s.a.v) ve bu ikisi arasında gelip geçen peygamberlerin hepsinin hak olduğuna, Allah tarafından gönderildiğine inanmak farzdır.

    B) İNSANLARIN PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYACI

    İnsanlar kendi akıllarıyla Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini anlayıp kavrayabilirler. Fakat ona nasıl kulluk ve ibadet edileceğini, âhiretle ilgili işleri, oradaki ödül ve cezanın nasıl olacağını dosdoğru bilmezler. İşte insanların bu ihtilaçlarını karşılamak için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlara her şeyi bildirmiş ve onları insanlara doğru yolu göstermeleri için görevlendirmiştir.

    Allah kendisinin varlığını, bir tek oluşunu, ortağının bulunmadığını Ona bu dünyada gözlerin ulaşamayacağını unutan, Allah'ı taşlardan, heykellerden, putlardan ibaret sanan o insanları uyarmak için peygamberler göndermiştir. Peygamberler de bu gerçekleri o insanlara açıkça haber vermişlerdir. Fakat insanların alıştıkları bu şeylerden ve düşüncelerden uzaklaşmaları, peygamberlere inanarak onların Allah'tan getirdiği haberlere uymaları kolay olmamıştır. Bununla beraber çoğunluk peygamberlere inanmış ve onların gösterdiği doğru yolda yürümüştür. Doğru yolu göstermek için gönderilmiş olan peygamberler, ahlâkı güzelleştirmek ve olgunlaştırmak için de güzel bir örnek olmuşlardır.

    Peygamberlerin, biri Allah'a karşi, digeri de insanlara karşi olmak üzere iki durumlari vardir. Peygamberlerin Allah'la durumları Onun elçisi olmak ve vereceği emaneti yerine tam olarak ulaştırmaktır Peygamberler bu açıdan Allah'a karşi sorumludurlar.

    Peygamberlerin insanlara karşi olan durumlari da, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını bildiren bir elçi oluşlarıdır. Onlar yalnız bildirmekle, açıklamakla ve örnek olmakla görevli birer elçidirler. Bu görevlerini tamamıyla yaptıkları zaman, insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirmiş olurlar. Onlar Allah tarafından kendilerine bildirilen inanç esaslarını, ibadet şekillerini, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı, doğru ve yanlış, iyi ve kötü şeyleri ayrı ayrı anlatıp açıklamışlar ve Allah'tan aldıkları hiçbir şeyi gizli tutmamışlardır.

    İnsanlar dünyada çalışmakla her şeye ulaşabilirler ve en yüksek mertebelere çıkabilirler, fakat peygamber olamazlar. Çünkü peygamberlik insanın kendi çalışma ve gayretine dayanan bir hüner değildir. Onu Yüce Allah dilediğine verir. Çalışıp çabalamakla peygamber olunmaz. Bu husus Kuran'da " Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir." ( En'am : 124 ) âyeti ile açıklanmıştır.

    C) VAHİY NEDİR?

    Vahyin lügat manası: Vahiy, işaret etmek, yazı yazmak, yazılmış nâme ve kitâbe, elçi göndermek, ilham etmek ve gizlice söz söylemek manalarına gelir.

    Vahyin ıstılahı manası: Yüce Allah'ın peygamberine dinî bir hükmü bildirmesi, onun kalbine nakşetmesidir.

    Vahyin geliş şekilleri: Vahiy Hz. Muhammet (s.a.v)e çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır:

    Vahyin en eski, yani ilk şekli Hz. Peygamber (s.a.v)in uyku halinde iken gördüğü sadık (gerçek) rüyalardır.

    Hz. Peygamber sonradan bir hakikat olarak zuhur edecek olan hadiseleri bu rubaları ile daha önceden görmüş oluyordu.

    Cebrail (a.s) görülmediği halde Hz. Peygambere çok net bir ses halinde gelen vahiydir. Bu çok net sesi Peygamberimiz çan sesine benzetmişti. Kendisine gelen vahyin en aşır şekli bu idi. Net ses bittiği zaman Hz. Peygamber Allah tarafından ve Cibrîl vasıtası ile bu şekilde vahy olunan sözleri aklında tutmuş oluyordu.

    Cebrail (a.s) tarafından Hz. Peygamberin kalbine nefes (üflemek) suretiyle yapılan vahiydir.

    Cebraillin insan sûretinde gelip, Peygamberimize vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere en kolay gelen vahiy budur. Ekseriya "Dıhye" adındaki sahabî sûretine girerek gelirdi.

    Cebrail'in Hz. Peygambere uyku halinde iken vahiy getirmesidir.

    Hz. Peygamberin uyanık bulunduğu sırada Cenab-ı Hak ile konuşma şeklinde vuku bulan vahidir.

    Vahiy meleğinin kendi aslî sûreti üzere görünerek tebliğde bulunmasıdır. Bu sûretle vahiy, Hz. Peygambere yalnız iki defa vaki olmuştur.

    D) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

    Peygamberler bütün insanlar için takdir edilmiş olan her türlü iyi ve yüksek vasıflara sahiptirler. Nebîlik ve Resûllük şanına layık olmayan her türlü hallerden ve noksanlıklardan uzak bulunmuşlardır. Bu bakımdan peygamberler şu kemâl sıfatlarıyla vasıflandırılmıştır:

    1- İsmet: Peygamberlerin her türlü gizli, açık günahlardan ve bu günahlara delâlet edecek hareketlerden uzak olmalıdır. İsmetin zıddı olan ma'siyet (günahkâr olmak) peygamberler için düşünülemez. Çünkü onlar ilâhî bir egitimden geçmişlerdir. Eger onlar günah işleyip de günahsiz oluşlarina aykiri harekette bulunmuş olsaydilar, bizim de o yolda hareket etmemiz lâzim gelirdi. Çünkü biz onlara ve onlarin girdikleri ilâhî emirlere uymakla memuruz. Halbuki Yüce Allah kullarina günah işlemeyi, günahkâr olmayi emretmez. Bu bakimdan peygamberlerden asla günah olan söz ve davranişlar çikmamiştir.

    2- Emanet: Peygamberler her bakimdan emin olup, kutsi, ilâhî vazifeleri hususunda ve diger işlerinde en dogru yolda bulunmalidir. Emanetin ziddi olan "hiyanet"ten uzaktirlar. Çünkü hâin olan bir kimse ilâhî sirlarin tecellî ettigi Nebîlik vazifesiyle şereflenemez.

    3- Sidk: Peygamberler her hususta yani gerek dinî hükümleri teblig ve gerek diger emirleri haber verme hususunda dogru sözlü olmalidir. Peygamberlerin yalan söylemeleri men edilmiştir.Çünkü yalan en büyük günah oldugundan "ismet" ve "emanet" sifatlariyla bir arada bulunmaz. Eger, peygamberler yalanci olsalardi, Yüce Allah yalancilari tasdik etmiş olurdu. Halbuki yalanciyi tasdik -bir çeşit yalancilik oldugundan- Allahın ilâhî şanında tasavvur edilemez.

    4- Fetânet: Peygamberlerin fâtın, uyanık görüş ve zekâ kuvvetlerine sahip olmalarıdır. Onlar insanların en akıllısı, en zekîsidirler. Kendilerinde mutedil bir yaratılış, mutedil bir huy ve güzel bir hayat seyri tecelli etmiştir. Onların haklarında gaflet düşünülemez. Eğer en üstün fetânet ve zekaya sahip olmasaydılar ümmetlerine karşı delilleri ortaya koymaya kadir, onları ikna için güzelce mücadeleye muktedir olamazlardı. böyle bir hal ise risalet ve nübüvvetten kastedilmiş olan gayeye aykırıdır.

    5- Şeriatı tebliğ: Peygamberlerin Allah tarafından bildirilen şeyleri ümmetlerine tamamen tebliğ etmeleridir. Bunun zıddı olan "dînî emirleri gizlemek" peygamberlerde yoktur. Çünkü tebliğine memur oldukları bir hakikati gizleyip değiştirserlerdi vazifelerine hiyanet etmiş olurlardı. Halbuki hiyanetle vasıflanmış olmaları ilâhî bir eğitimle men edilmiştir.

    6- Adaletli olmak: Peygamberler her türlü işlerinde haktan ve adaletten ayrılmazlar. Hiçbir kimseye haksızlık yapmamışlardır. Adaletli olmanın zıddı olan "zalim olmak" peygamberler hakkında düşünülemez.

    7- Erkek olmak: Kadınların yaratılış icabı peygamberlik gibi aşırı ve mes'uliyetli bir vazifeyi yapmaları mümkün olmadığından onlardan peygamber gelmemiştir. Gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin erkeklerden seçildiğini Yüce Allah bize Kur'an-ı Kerîmde açıklamıştır.

    E) PEYGAMBERLERİN DERECELERİ

    Bütün peygamberler peygamber olmaları bakımından eşittirler, aralarında fark yoktur. Ancak, kavimleriyle olan mücadeleleri, onların bazılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

    "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır..." (Bakara / 253)

    Aralarında derece farklılıkları, birbirinden üstünlükleri olduğunu Allah'ın beyan ettiği peygamberlerin içinde "Ulu'l - Azm", azim sahibi peygamberler olduğunu yine Yüce Allah, kitabında şöyle açıklıyor:

    "Ey Muhammet! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret..." (Ahkaf /35)

    Ulu'l - Azm peygamberler, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve Muhammet (a.s.)dır.

    Kur'an-ı Kerimde şöyle ifade edilmiştir: "Hani biz peygamberlerden söz almıştık; sen (Muhammet (s.a.v.)den, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık." (Ahzab /7)

    Kısaca bu peygamberleri tanıtalım:

    - Hz. Nuh (a.s): Hz. Nuh (a.s.) zamanında çoğalan insanlar Allah'ı tanımaz oldular. Putlara tapmağa başladılar. Hz. Nuh onları bir Allah'a ibadete çağırdı. 950 sene yaşayan Nuh (a.s.) her türlü çağrı ve ikna metotlarını kullanarak kavmini hakka çağırdı. Ancak bu çağrıya kulak verenler bir gemiye sığabilecek kadar az bir topluluktu. Islahı kabil olmayan azgın ve sapık güruh ise helâkı hak etmişti. İlâhi bir emirle gemi yapıldı, inananlar o gemiye alındı. Bunlar arasında Ham, Sam, Yafes adında Hz. Nuh'un üç oğlu da vardı. İnanmayan ve puta tapanlar ise meşhur "Tufan" ile sulara gark olarak helâk oldular. Bu helâkten sadece Hz. Nuh'a inananlar kurtuldu. Kur'an'da Hz. Nuh'tan şuara, Saffat ve Nuh surelerinde genişçe bahsedilir.

    - Hz. Ibrahim (a.s.): Hz. Ibrahim, Nuh (a.s.)dan sonra "Ulu'l -Azm" peygamberlerin ikincisidir. Kâbe'nin banisi, Peygamber (s.a.v.)in büyük dedesidir. Peygamberimizden 2500-2600 yil kadar önce Nemrut zamaninda putperest Babillilere gönderildi. Kendisine on sayfalik bir kitap verildi. Nemrutla mücadelede bulundu, putlarla savaşti, ateşe atildi. Halilullah (Allah'ın sevgilisi) olan Hz. İbrahim'e bütün semavi dinler tazimde bulunur. Kur'an'da Al-i Imran, Bakara, Saffat, Ibrahim ve şuara surelerinde Hz. Ibrahim degişik yönleriyle anlatilmaktadir.

    - Hz. Musa (a.s.): Peygamberimizden 1900-2000 yil kadar önce, Israilogullarina peygamber olarak gönderildi. Fir'avn'la mücadelesi, Kur'an'da genişçe anlatilir. Kendisine müstakil bir kitap olarak Tevrat gönderilmiştir. Kur'an'da özellikle Bakara, şuara, Taha, Neml, Kasas ve Kehf surelerinde Hz. Musa (a.s.)dan söz edilir.

    - Hz. Isa (a.s): Israilogullarindan olan Hz. Isa (a.s), Hz. Meryem'in oğludur. Babasız dünyaya gelişi bir mucizedir. Beşikteyken konuşmuş, 30 yaşındayken Israiloğullarına peygamber olmuş ve 33 yaşındayken semaya urûc etmiştir. Kendisine müstakil bir kitap olarak İncil gönderilmiştir. Peygamberimizden 600 yıl kadar önce yaşamıştır.

    - Hz. Muhammet (s.a.v.): Bütün peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz (s.a.v.), yaşadığı asırdan kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildi. Milâdi 571'de doğdu, 610'da peygamber oldu, 632'de vefat etti. Böylece 23 sene peygamberliği süresince ilâhi emaneti büyük bir titizlikle ümmetine tebliğ etti. İlâhi kitap Kur'an-ı Kerim kendisine bir defada değil olaylar ve hadiseler gerektirdikçe gönderildi.

    F) MUCİZELER VE DİĞER HARİKALAR

    a. Mucize: Âciz bırakan, yapılması, meydana getirilmesi insan gücünün üstünde olan şey demektir.

    Terim olarak mucize: Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, iddiasını te'yid ve tasdik için Allah'ın onun elinde gösterdiği alışılmış tabiat kanunları ve normal olaylar üstü, harikulâde bir hadisedir.

    Mucizenin asıl sahibi Allah tır. Elçisinin doğruluşunu ispat için mucizeyi tasdik aracı olarak onun elinde gösterir.

    b. Harika: Alışılmış olmayan, yaran, kesen anlamlarına gelir. Harika olayda, normali kesen olağanüstülük söz konusudur. Alışılmış olmamak harikanın niteliğidir. "Hariku'l - âde" deyiminde, her zaman vuku bulmayan, bilinenin dışındalık mutlaka vardır.

    Bununla birlikte, mucize ile harika arasında bükük farklar vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

    c. Mucizenin şartları:

    1- Mucize ancak peygamber olan zattan sadır olur. Mucizede peygamberin meydan okuması vardır.Yalan yere peygamberlik iddia edenlerin mucize göstermeleri imkânsızdır. Bu da onun yalancı peygamber olduğunu ortaya koyar. Mucizeler Allah'ın elçilerini tasdiki olduğundan, Allah ancak gerçek peygamberleri tasdik eder, yalancıları tasdik etmez.

    2- Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan zatın davasına uygun ve amacına münasip tarzda zuhur eder. Herhangi bir şekilde taklit edilemez, aynısı şu veya bu şekilde yapılamaz.

    3- Mucize istek üzerine vuku bulur ve "Bu mucizenin bir benzerini getiriniz." denir. Ama hiç kimse buna güç yetiremez. Kur'an mucizesi bunu en güzel örneğidir.

    4- Mucize gösteren nebi, en yüksek ahlâk ve fazilet esaslarınla mevsuftur. Kendi şahsi çıkarı mucizede asla görülmez. Mucizeyi davası uğruna kullanır. Her yönden ahlâk ve fazilet örneği olan nebinin, bizzat hayatı ve davranışları mucizedir. Bunun en güzel örneği Hz. Muhammet (s.a.v)in hayatı ve davranışları olan sünnettir.

    d. Harikanın çeşitleri:

    Mucizeden başka olan harika olaylar, çeşitli şekillerde ve şahıslarda ortaya çıkar. Bunların başlıcaları şunlardır:

    1- Irhasat: Peygamberlik öncesi peygamber olacaklarda görülen harika olaylardır. Peygamberliğe hazırlık döneminde cereyan eden bu olaylar, peygamber olacağının ön habercisidir. Peygamber (s.a.v.)e bazı ağaçların ve taşların selâm vermesi, Hz. Isa (a.s)ın beşikte iken konuşması irhasata örnektir.

    2- Keramet: Allah'ın veli kullarından sadır olan harikulâde hallerdir. Veliler, Allah'ın emirlerine uyan ve yasaklarından titizlikle kaçınan, Peygamber Efendimizin sünnetine tabi olan, ibadet ve taatta üstün züht ve takva sahibi olan Allah dostu saf ve samimi müminlerdir. Keramet bu gibi veli kullardan sadır olur. Evliyanın kerameti haktır. Keramet mucize gibi istenildiği anda değil, kendiliğinden Allah tarafından verilir.

    3- Meûnet: Bazı müminlerde ortaya çıkan harikalardır. Bunlarda bir iddia söz konusu değildir. Bazı saf Müslümanların geçimlerinin kolay olması, belâ ve sıkıntılara düşmemesi, ilâhi yardıma mazhar olması bu türdendir.

    4- Istidrac: Küfür ve günahı açık olan kişilerde görülen ve onların isteklerine uygun olarak ortaya çıkan harikalardır. Bunlar ancak Allah'ın fırsat vermesiyle mümkün olur. Yoksa istidrac sahibinin elinde bir şey yoktur. İlâhi hikmet gereği bu kişilere bu tür imkân verilir. Zalim ve günahkâr kişilerin başarıları istidrac türünden harikalardır. şeytanın, kıyamete kadar kendisine müsaade edilmesi; Firavunun 400 sene gibi uzun bir zaman yaşayıp baş ağrısı bile görmemesi; Nemrut ve benzerlerinin uzun seneler yeryüzünde saltanat sürüp arzu ve isteklerine erişmeleri ve bütün dünya nimetlerine kavuşmaları, hep bu kimseler için birer istidraçtır.

    5- İhanet: Küfrü ve günahı açık olan kişilerin elinde ve onların isteklerine aykırı olarak cereyan eden harikalardır. Yalancı peygamber Müsellemetü'l - Kezzap suyu azalmış bir kuyuya suyunu çoğaltmak maksadıyla tükürmüş; fakat kuyunun mevcut suyu da kurumuştu. Allah (c.c.) bu tip kimseleri, davasında yalancı çıkartmak ve aşağılamak maksadıyla isteklerinin tersine harikalar yaratmıştır. Buna aynı zamanda "Hızlan" da denir.

    Sihir ve büyü ise bu harika olaylardan sayılmaz. Sihir ve büyü de Allah'ın izni dahilinde meydana gelir. Belirli bir tekniği ve bilgiyi gerektiren sihir ve büyü dinen haram kılınmış, en büyük günahlardan sayılmıştır.

    G) PEYGAMBERLERİN BİLDİRDİKLERİ DİNLERDE BİR OLAN ESASLAR

    Peygamberlerin getirdikleri dinlere "Hak din" veya "Semavî din" denir. Hak dinin bir takım mümeyyiz vasıfları vardır:

    - Hak din, bir peygamberin Allah'tan vahiy suretiyle alıp insanlara bildirdiği hükümler ve kanunlar şeklinde oluşur.

    - Hak din, kâinata mutlak olarak hakim olan bir Allah'a îman ve Ona kulluk etme esasına dayanır.

    - Hak din, uhrevî mesuliyeti (ahiret hayatını) kabulü ve buna imanı emreder.

    - Hak din, nübüvvete (peygamberlik müessesine) iman esasına dayanır.

    - Hak din, mukaddes bir kitaba dayanır.

    - Hak din, meleklere imanı (manevî varlıkların var olduğunu kabul etmeyi) emreder.

    - Hak dinde ibadet sadece Yüce Allah'a tazîm ve Ona samimiyetle bağlanmak kastiyle yapılır.

    - Hak dinde akla ve müspet ilme aykırı bir hüküm bulunmaz.

    - Hak din, sosyal hayatta eşitliği, kardeşlik ve adaleti kökleştirmek ve her türlü imtiyazı ortadan kaldırmayı amaç edinir.

    - Hak dinde, dînin genel kanunları, bir cemiyetin kurulmasını ve bu cemiyetin en mükemmel bir nizam üzere devam etmesini hedef olarak kabul eder.

    H) KUR'AN DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER

    Vahiy meleği vasıtasıyla Yüce Allah tarafından gönderilen ilâhî emirleri ve yasakları insanlara bildirmekle vazifeli kimselere Kur'an-ı Kerîm'in dilinde "Nebî, resûl, beşir ve nezîr" adlari verilir. Bunlar her bakimdan üstün ve seçkin kimselerdir. Peygamberler günah işlemezler, yalan söylemezler, emanete hiyanet etmezler, Allah'tan aldıkları emirleri olduğu gibi insanlara bildirirler. Çok zekî, uyanık ve mantıklı kimselerdir. Peygamberlerin bir kısmı bir kavme, bir bölgeye, bazıları da bütün âleme ve insanlığa gönderilmiştir. Bunların ne kadar oldukları bildirilmemiştir; sayılarını ancak Allah bilir. Kur'an-ı Kerîmde peygamberlerin sadece bir kısmından bahsedilir. Onlar da şunlardır:

    1. Hz. Adem (a.s)
    2. Hz. Idris (a.s)
    3. Hz. Nuh (a.s.)
    4. Hz. Hûd (a.s)
    5. Hz. Salih (a.s)
    6. Hz. Ibrahim (a.s)
    7. Hz. Ismail (a.s)
    8. Hz. Lût (a.s)
    9. Hz. Ishak (a.s)
    10. Hz. Yakûb (a.s)
    11. Hz. Yusuf (a.s)
    12. Hz. Eyyûb (a.s)
    13. Hz. şuayb (a.s)
    14. Hz. Musa (a.s)
    15. Hz. Harun (a.s)
    16. Hz. Davut (a.s)
    17. Hz. Süleyman (a.s)
    18. Hz. Zülkifl (a.s)
    19. Hz. İlyas (a.s)
    20. Hz. El- Yesâ (a.s)
    21. Hz. Yunus (a.s)
    22. Hz. Zekeriya (a.s)
    23. Hz. Yahya (a.s)
    24. Hz. Isa (a.s)
    25. Hz. Muhammet (s.a.v)

    Bunlardan başka Kur'an-ı Kerîmde isimleri geçen fakat peygamber olup olmadıkları hakkında kesin bilgi olmayanlar vardır ki; bunlar da şunlardır:

    - Üzeyir
    - Lokman
    - Zü'lkarneyn.

    İslâm dininin inanç esaslarında Allah'ın peygamberlerinden hiçbirisi diğerinden ayrılmaz. Hepsi peygamber olarak kabul edilir, her peygamberin getirdiği ve tebliğ ettiği dînin hak din olduğu benimsenir. Çünkü İslâm dininin îman esasına göre; gerçek din, semavî din tektir ve Allah tarafından elçiler aracılığı ile gönderilir.

    I ) HZ. MUHAMMET (S.A.V.)IN SON PEYGAMBER OLUŞU

    Yüce Allah Hz. Adem ile başlayan peygamberler zincirini Hz. Muhammet (s.a.v) ile sona erdirmiştir. Artik başka din, başka peygamber gelmeyecek; kiyamete kadar bütün dünyada Islâmiyet geçerli olacaktir.

    Allah (c.c) Peygamber (s.a.v)i bütün insanliga peygamber gönderdigini şu ayetlerinde belirtiyor:

    "De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın elçisiyim." (A' raf:158.)

    "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe: 28.)

    Yüce Allah'ımız Islâmiyetin son din olduğunu da şu âyetinde haber veriyor:

    "... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide: 3.)

    Yine Rabb'imiz kutsal kitabında Peygamberimiz (s.a.v)in son peygamber olduğunu ve Ondan başka peygamber gelmeyeceğini şu âyetiyle ilân ediyor:

    "Muhammet, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab: 40.)
#10.09.2005 10:36 0 0 0
  • A) AHİRET NEDİR?

    Ahiret kelimesinin sözlük anlamı, son ve sonra olandır. Bu anlamda dünyanın sonuna ahiret denir. Terim olarak ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayatın adıdır.

    İçinde yaşadığımız dünyada bulunan her şey sürekli bir değişiklik göstermektedir. Her şeyin durmadan değiştiğini, eskidiğini, canlıların doğup, büyüyüp, gelişip,yaşlanıp öldüklerini, hep gözlemekteyiz.

    Yaratılmış olan varlıkların zamanı gelince yok olmaları doğaldır. Çünkü Yüce Allah'tan başka ölümsüz, kalici varlik yoktur. şu halde her şey belirli süreler içersinde varligini devam ettiriyor, sonra da yok oluyor. Bu varliklar arasinda kendisine verilen akil, irade ve güç sayesinde özel bir yere sahip olan insan da belirli bir süre yaşadiktan sonra ölmektedir. Işte insanin canli kaldigi, varligini sürdürdügü bu zaman süresine ömür diyoruz. Insan ömrünün belli bir zaman sonra Allah'ın emriyle son bulmasına da ecel diyoruz. Dünyada her gün veya her an vakti gelen insanların ömürleri tükeniyor; diğer taraftan da yeni doğanlarla yeni hayatlar başlıyor. İşte bunlar gibi bu dünyanın da bir ömrü, bir sonu vardır. Dünyanın bu son bulma anına "Kıyamet kopması" diyoruz. Bundan sonra, Yüce Allah yeni bir âlem yaratacak, bütün ölüleri diriltecek ve hepsini "Mahşer" denilen yerde toplayacaktır. İşte bu yeni âleme "Ahiret" denir.

    Ahirete, ahiret günü, kıyamet günü, din günü, ceza günü, son gün, diriliş (ba's) günü gibi isimler de verilmiştir.

    İnsana hayat ve canlılık veren ruh, insanın ölümü ile bedenden ayrılır ve ruhlar âlemine gider.

    Kıyametin kopma zamanı gelince İsrafil adlı melek Allah'ın emriyle Sûra üfleyecek bütün bu âlemin düzeni bozulacak, her şey alt üst olup taş üstünde taş kalmayacak ve bu dünya hayatı son bulacaktır.

    İsrafil'in Sûra ikinci defa üflemesiyle bütün ölüler dirilecek ve yeni bir âlem kurulacaktır. Burada insanlara dünyada yaptıkları bütün iyilik ve kötülükleri açıkça gösterilecektir. Sevabı, yani iyilikleri çok olanlar Cennete gideceklerdir. Günahı, yani kötülükleri çok olan Müslümanlar günahlarının cezasını görmek üzere Cehenneme gireceklerdir. Bunları Yüce Allah dilerse affeder, dilerse cezalarını çektikten sonra yine Cennete koyar. İnkâr edip iman etmeyenler ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.

    İşte yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar sürüp gidecek olan hayata âhiret hayatı ve bu hayatın geçtiği âleme de âhiret âlemi veya öteki dünya denir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:

    "Sûra üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Sonra Sûra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp, bakakalacaklardır." (Zümer: 68.)

    Birinci Sûrda Allah'ın dilemesiyle ölmeyip kalanlar, Cebrail, Mikâil, Israfil, Azraîl, veya hamele-i arş(Arşı taşıyan melekler), ya da Rıdvan melekleri, hûriler, cennetin hazînedarı olan Malik'le cehennem bekçileri olan zebânîlerdir. Bu âyete göre " Sûr " iki defa üflenecektir: Birincisi ölüm üfleyişi, ikincisi de ba's (dirilme) üfleyişidir.

    B) AHİRET GÜNÜNE NİÇİN İNANIRIZ

    Ahiret gününe inanmak, iman esaslarindan beşincisidir. Ahirete inanmayan kimse gerçek mümin olamaz. Kur'an-i Kerimde müminlerin özellikleri sayilirken:

    "Ey Muhammet, onlar sana indirilen kitaba da, senden önce indirilenlere de inanirlar; ahirete de onlar kesinlikle inanirlar" (Bakara / 4) buyrulmaktadir.

    Bir başka ayette:

    "Kim Allah'i, meleklerini, kitaplarini, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapikliga sapmiştir." (Nisa /136) buyrulmaktadir.

    Önemine binaen Kur'an-i Kerimde birçok ayette Allah'a imandan hemen sonra, Ahirete iman zikredilmiştir.

    "Allah'a ve ahiret gününe inanip salih amel işleyen kimselerin Rableri katinda büyük ecirleri vardir. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Bakara / 62),

    "Insanlardan bazilari, biz Allah'a ve ahiret gününe inandik derler. Halbuki onlar inanicilar degildirler." (Bakara / 8) ayetlerinde oldugu gibi.

    Çünkü ahirete inanan kimse, onun peygamberine, dolayisiyla meleklerine ve kitaplarina kolayca inanir. Allah'ın yüce sıfatlarını öğrenince de, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve her şeyi onun takdir edip yarattığına, yani kaza ve kadere de inanır. Ama tecrübe ve müşahede alanı dışında kalan ve sadece nakille, Allah ve Rasülünün haber vermesiyle bilinen yepyeni bir alemin ve hayatın, yani ahiret hayatının var ve hak olduğuna inanmak, daha büyük teslimiyet ister. Bu bakımdan, ahiret hayatına inanmak, iman esasları arasında önemli bir yer tutar.

    Ahirete inanan kişi öldükten sonra tekrar dirileceğine, dünyadaki işlerinin karşılığı olan cennet ve cehenneme ve oradaki hayatın sonsuz olduğuna da inanır. Böyle bir inanca sahip olan kişi, yaptığı bütün işlerden sorumlu olduğunu, herkese hakkının burada verileceğini düşünür ve kavrar. Ahiret hayatındaki sonsuz mutluluğun, ancak bu dünyada kazanılacağını da bilir.

    Bu dünya bir bakıma ahiretin tarlası gibidir. Burada ne ekersek orada onu biçeceğimize şüphe yoktur.

    Ahiret inancı bize çok şeyler kazandırır. İnsanların birçoğu hayatı yalnız bu dünyadan ve kendi menfaatlerinden ibaret görürler. Mal, mülk, para onlar için her şeydir. Bu uğurda haksızlık bile yapabilirler. Daha çok kazanabilmek için başkalarına karşı acımasız olabilirler. İşte böyle insanlardan oluşan bir toplumda ahlâkı korumak güçleşir. Her türlü kötülük bu tür toplumlarda çoğalır.

    İnançlı kimseler ise, bu dünyanın geçici olduğunu, ölümle her şeyin bitmediğini, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, âhiret âleminin ebedî olduğunu, düşünürler ve bilirler. Böyle kişiler, bu dünyada daha bilgili ve ahlâklı olmağa çalışırlar. Doğru yollardan, yalana, hileye, rüşvete başvurmadan çalışarak kazançlarını artırırlar. Herkese yardım ederler, kimseye kötülük etmezler. Düzenli, mutlu, saygılı, merhametli olurlar. Adaletten ayrılmazlar, kimseye haksızlık ve eziyet etmezler.

    C) AHİRETE İMANIN FERT VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

    Gerçekten uhrevî sorumluluk fikri, İslâm dininde bir asıldır. Fert ve toplum meselesi de bununla ilgilidir. İslâm dininde âhiret ve sorumluluk fikri, korku ve ümit, fertleri topluma bağlayan bir âmildir.

    Ahirete iman, daha yüksek ve ebedî bir hayata imandır. Bu dünyaya, ilim ve fazilet kazanmak, bulunduğu hayattan daha ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki mutluluğun bu dünyada kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna iman etmiş olan bir insan ve toplum için şu tesirleri görülür:

    1- Ahiret inancının gösterdiği yolu tutarak aklını, ahlâkını hakîki ve müspet ilimlerle aydınlatır.

    2- Bilgisizliğin doğuracağı eksikliklerin gayeye erişmesine engel olacağından korkar. ahirete iman suretiyle Yüce Allah tarafından kendisine verilen aklî kabiliyetleri, insânî özellikleri yaratıldıkları gaye uğruna harcar.

    3- İnsan, bu iman sayesinde her işinde doğruluktan ayrılmaz.

    4- Para kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşru yollardan kazanır.

    5- Hile ve aldatma, vurgunculuk ve rüşvet yollarına yaklaşmaz.

    6- Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetmeyi bir borç sayar.

    7- Vazifelerini tam anlamıyla vaktinde ve zamanında yapar.

    8- Kazancını daima yerinde ve faydalı işlerde kullanır.

    9- Bir mükâfat ve ceza gününün varlığı ve herkesin bu dünyadaki işinden dolayı Allah'ın huzurunda sorguya çekilecekleri gerçeği âhirete iman etmiş olan kimselerin kalbine yer etmiş olur.

    10- Milletler ve toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin sağlam bir hale gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta âhirete imandır. Bu iman fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumlar arasındaki ilişkiler de o derece sağlam olur. Çünkü bu iman, her ferdi kendi sınırında durdurup başkasının sınırına geçirmez.

    Ahirete iman, insanların kalbine barış hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü barış hissi, adalet ve sevginin meyvesidir. Adalet ve sevgi ise güzel ahlâkın meydana getirdiği şeylerdir. Güzel ahlâk da âhirete imanının aşılamış olduğu bir özelliktir.

    D) KABİR HAYATI

    İnsan denilen yaratığın yaratılmasıyla başlayan ve değişik biçimlerde devam eden yaşam evreleri vardır. İlk önce ruh olarak yaratılan insanın birinci hayatı ruhlar aleminde başlar ana rahmine gelinceye kadar devam eder; ikinci hayatı, ruhlar alemindekinden farklı bir biçimde ana rahmindeki hayatı; üçüncü hayatı, ruhlar alemindekinden ve ana rahmindekinden de farklı dünyadaki hayatı; dördüncü hayatı, yine öncekilerden farklı bir biçimde kabir hayatı, beşinci ve son hayatı da ahiret hayatıdır.

    İşte bir insan öldükten sonra, ahiretin kapısı olan kabir hayatına intikal eder. Kabir hayatı; kabirde vaki olacak sorularla başlar, ölünün kabrinde amellerine göre nîmetlere kavuşması veya azap olunmasıyla kıyamete kadar devam eden bir hayattır.

    Dünya hayatı sona eren bir kimse ister bir kabre defnedilsin, ister denize atılsın, isterse hayvanlar tarafından cesedi parçalansın, yensin veya ateşte yansın, mutlaka Rabbinden, peygamberinden ve dîninden sorguya çekilecektir. Ölen kimseleri sorguya çekmek için Allah tarafından görevlendirilen meleklere "Münker ve Nekir" melekleri denir. Bu melekler her ölüye "Rabbin kimdir", "Dinin nedir", "Peygamberin kimdir" sorularını sorurlar. Mümin olanlar bu sorulara kolaylıkla cevap verirler ve o andan itibaren kabirleri genişler, güzelleşir ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur.

    Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara cevap veremezler. Onları da kabirleri, kaburgalarını kırıp birbirine geçirinceye kadar sıkar. Kabirlerinden cehenneme bir pencere açılır ve hak etmiş oldukları azabı, çeşitli şekillerde çekmeye başlarlar.

    Kabirdeki sual, peygamberler, buluğa ermeden önce ölen çocuklar ve yine akıl baliğ olmadan önce delirenler ile Allah'ın dilediği kimseler hariç, herkese sorulur. Nimet veya azap ise sadece hak edenleredir.

    Cenab-ı Allah, ölünün bedeninde lezzet ve elemi idrak edebilecek bir çeşit hayat yaratır da ölü bu biçimde ya nimetlere kavuşur veya azap görür.

    Ölü kabre girince ruhu cesedine veya bedeninin parçalarından bir kısmına sirayet eder ve ölü bu sûretle bir çeşit hayata sahip olarak kendine yöneltilen soruları anlar, lezzet ve elemi anlamaya uygun bir duruma gelir. fakat ruhun bu sirayeti ölünün tamamen harekette bulunmasını gerektirmez. Farz edelim ki, ölüye soru yöneltildiği bir anda kabri açılacak olsa, kendisinde asla bir hareket ve üzüntü görülemez.

    Ahiret hayatını dünyadaki hayata tamamen kıyas etmek doğru değildir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz: şöyle ki: Yanımızda iki kişinin uyumakta olduğunu farz edelim. Bunlar derin bir uykuya dalmışlar, kendilerinde hiçbir kımıltı görülmüyor. şimdi bunlardan biri tatlı bir rüya görüyor; güya en sevdiği arkadaşlarıyla beraber en güzel bir bahçedeymiş gibi... Bahçeyi süsleyen çiçeklerin güzel kokularından istifade ediyor, çeşitli ağaçların meyvelerinden kopararak tatlı tatlı yiyor. Hasılı kendisi pek neşeli bir halde bulunuyor. Aksine diğeri de, pek elemli bir rüya görüyor. Adeta bir takım caniler ile beraber ızdıraba, acı çekmeye hapsedilmiş... Hapishanenin her duvarından üzerine akrepler, yılanlar, vahşi hayvanlar saldırıyor. Bu durumda bedenî ve ruhî bakımdan sahip olduğu üzüntü sonsuz. Halbuki biz bu iki insanın sakin, sessiz, uykuya dalmış, hareketsiz bir halde olduklarını görürüz. Bunların ne neşelerini, ne de elem ve ızdıraplarını göremeyiz.

    İşte bunun gibi bir ölü de kabrinde ya sıkıntı ve ızdıraba düşer, kabri kendi hakkında sıkıntı ve azap yeri olur. Veya refah ve rahata erişir, kabirde cennet nimetleriyle mükâfatlandırılır ve kabri bir cennet bahçesi olur. Artık onların âlemi başka bir âlemdir. Dünyada yaşayanlar o âlemin durumlarını anlayamazlar. Ancak bu hayata iman, bu durumları anlamayı kolaylaştırır.

    Kabirdeki sual, azap ve nimeti anlatan Kuranda ayet ve manaca tevatür derecesine varan hadis-i şerifler mevcuttur.

    Kur'an-ı Kerimde, Fir'avn ve hanedanı hakkında, onların her gün sabah akşam ateşle azap olunduklarını haber veren şu ayet-i kerime vardır:

    "Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avn'ın hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (Mümin/46) denir.

    Konuyla ilgili hadis-i şerifler şunlardır:

    Zeyd bin Sabit (r.a.)'den yapılan sahih rivayete göre, Resülullah (s.a.v.) Efendimiz Neccar oğullarına ait bir kabristandan geçerken binmiş olduğu katır ürktü, neredeyse Resülullah düşecekti. Orada ya altı, ya beş, ya da dört kabir bulunuyordu. Bunun üzerine Efendimiz sordu: "Bu kabirde yatanları bilen var mı" Bir adam ayağa kalkarak "Ben biliyorum.." deyince, Efendimiz: "Bunlar ne zaman öldüler" diye sordu. O da "Eşrat'ta (Cahiliyette) öldüler" diye cevap verdi. Efendimiz, "Birbirinizi defnetmeyi terk endişem olmasaydı, kabir azabından işittiğimi sizin de işitmeniz için Allah'a dua edip isterdim!" buyurduktan sonra bize döndü ve: "Kabir azabından Allah'a sığının!" diye uyarıda bulundu. Biz de: "Kabir azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra tekrar bize: "Cehennem azabından Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Cehennem azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığının!" buyurdu. Biz de: "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığınırız" dedik. Sonra, "Deccal fitnesinden Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Deccal'in fitne-sinden Allah'a sığınırız" dedik. (Müslim)

    İbn-i Abbas (r.a.)den rivayet edilmiştir: Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradı da:

    "Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı" buyurdu. (Buhari)

    Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)den rivayet edilmiştir: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedi) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir." (Buhari)

    E) KIYAMET

    Kıyamet denilen dünyanın sonu gelmezden önce bazı garip, olağanüstü olaylar zuhur eder ki, bunlara kıyamet alâmetleri denir. Bunlar kıyametin yaklaştığının ön belirtileridir. Zira kıyametin tam kopacağı zamanı ancak Allah (c.c) bilir. Kullar, bazı alâmetlerin zuhuru ile kıyametin yaklaştığını bilebilirler. Bu alâmetlerin meydana geleceğini Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermişlerdir.

    Ancak, şunu belirtmeliyiz ki, kıyamet alâmetleri dediğimiz olayların olması, bizim bildiğimiz ve anladığımız manada olmayabilir. Yani o olaylar meydana geldiği ve alâmetler görüldüğü halde, biz onların farkında olmayabiliriz. Çünkü, kıyamet alâmeti olarak gösterilen hadiseler, çok kesin hatlarla tayin edilmiş değildir. Bundan dolayı alâmetin meydana gelişinin farkına varmamış olabiliriz. Öyleyse müslümana düşen, kıyamet alâmetlerini ve zamanını araştırmak değil, her an kıyamete hazır olmaktır. Çünkü ölümle insanın kıyameti kopacaktır. Ölümün ise geleceğini önceden haber veren alâmetleri, herkes için yoktur.

    Kıyamet alâmetleri küçük ve büyük alâmetler olmak üzere iki grupta toplanır. Bu ayırış, İslâm alimleri tarafından şu iki nokta göz önünde bulundurularak yapılmıştır:

    Küçük alâmet sayılanlar, insanların kendi iradelerine ve hareketlerine bağlı olanlardır. Bunlar insanların kendi fiilleri sebebiyle meydana gelen şerlerden ibarettir. Büyük olanlar ise, insan iradesine başlı olmayan alâmetlerdir.

    Küçük alâmetler, zaman itibariyle daha önce meydana gelecektir. Kıyametin kopuşuna, büyüklere kıyasla daha uzaktırlar. Büyük alâmetler ise, kıyamete oldukça yakındırlar. Büyük alâmetler görüldükten sonra artık sayılı günlere girilmiş, dünya rayından çıkmış, mahvolmağa yönelmiş demektir.

    F) MÜKAFAT VE CEZA

    Ahiret gününe iman etmenin temelinde bu dünyada yapılanların öteki dünyada mükâfat ve ceza olarak karşılıklarının görülmesi vardır.

    Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onun sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onun cezasını görecektir." (Zilzal : 7 - 8.)

    Hayat yolunda insanoğlunun üç (3) konağı vardır: Biri bu fânî âlemdir ki buna "Dünya" denir . İkincisi kabir âlemidir ki, buna "Alem-i Berzah" denir. Üçüncüsü ise, ebedî yaşayış âlemidir ki, buna da "Ahiret evi" denir.

    Resûl-i Ekrem (sav)e nazil olan vahiyde üç konağın her üçünde de insanın mükâfat ve ceza göreceği bildirilmiştir. İnsan amellerinin cezasını ve mükâfatını başarısızlık ve başarı şeklinde görecektir. Sonra insan ruhu ikinci konağa geçecek; orada da insan kendi amellerinin görüntüsünü bir parça görecektir. Sonra bu mevcut dünyanın bütün işleri sona erecek, fânî âlemin bütün şekil ve görüntüsü silinip ortadan kalkacak, nihayet yeni bir âlem meydana gelecek; o zaman fânî insanlar ebediyete kavuşmak için uyanıp kalkacaklar, bütün amellerin tamamiyle karşılığını mutlaka göreceklerdir.

    İnsanın ilk ceza göreceği yer bu dünyadır. Her ne kadar insanın iyilik ve fenalığının tam karşılığını öteki dünyada "Ahirete" bırakılmışsa da, yaptığı işlerin karşılığını bu dünyada da az çok görür. İnsan salih amel, iyi işler karşılığı olarak; izzet, şöhret, şan, şeref, sevgi, güven, refah, saltanat ve egemenliğe sahip olur. Aksine kötü amellerle, fena işlerle de zillet, rezalet, şerefsizlik, perişanlık, güvensizlik, korku, keder ve mahkumiyete uğrar. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

    "Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir. Fenalıklardan sakınanların yurdu, en güzel, en mükemmel yurttur." (Nahl / 30 )

    "Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına çalışanlardan daha zalim kim vardır? Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeğe hakları yoktur.) Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır." (Bakara : 114.)

    "... Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 217.)

    G) HAŞR VE MAHŞER

    Haşrin sözlük manası, toplamaktır; Mahşer de toplanılan yere denir. Terim manası ise, kıyamet gününde dirilmeyi(ba'si) müteakip mahlukatın bir araya toplanmasıdır.

    Kuran'da: "Bütün insanların bir araya toplanacakları gün" (Hud / 103), olarak nitelenen haşr için, "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür." (Tegabün / 9) , "Onların hepsini bir gün toplarız" (Yunus / 28), "...o gün, suçluları korkudan gözleri göğermiş olarak toplarız." (Taha / 102), "Gözleri dönmüş olarak, dağılmış çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkarlar ve çağırana doğru koşarlar." (Kamer /7-8) buyrulur.

    Kıyamet günü Allah Tealâ yeryüzünü dilediği şekle sokar. Mahşer yeri, Peygamberimizin ifadesine göre: "Üzerinde hiçbir alâmet (dağ, deniz, bitki v.b.) bulunmayan, halis buğday unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlük" (Buhari) olacaktır. Dirilişi müteakip mahlukat, hesap ve kısas için bu düzlükte toplanacak. Hesaplaşmadan sonra ise hayvanat toprak olacaktır.

    Ba's (diriliş) ve haşr, bazılarının dediği gibi sadece ruh ile değil, ruh ve cesetle birlikte olacaktır. Ahiretin varlığının ispatı konusunda da işaret edildiği gibi, insanları yoktan var eden Allah'ın onları, çürüyüp toprak olduktan sonra çürümüş parçalarını bir araya toplayıp diriltmeye de gücü yeter. Üstelik konu ile ilgili ayet ve hadislerin pek çoğunda bu husus açıklanmıştır.

    Kur'an-ı Kerimde: "İnsan zanneder mi ki, biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyeceğiz. Evet biz, parmak uçlarını bile derleyip iade etmeğe kadiriz." (Kıyame / 3-4) buyurulur.

    Mahşerde toplanan insanların o gün karşılaşacakları durum ve görecekleri muamelelerin, herkesin dünyadaki amellerine göre olacağı, Peygamber Efendimizin çeşitli hadislerinde haber verilmiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır. Bunlardan bazılarında mahşerin sıkıntılı hali anlatılır; güneşin bir mil kadar yaklaştırılacağı ve bu dayanılmaz sıkıntıların, Peygamberimizin şefaati ile son bulacağı belirtilir.

    H) AMEL DEFTERLERİ

    Mahşerde herkes toplandıktan sonra insanlar için dünyada yazıcı melekler tarafından tutulan amel defterleri dağıtılır. Dünyada insanın yaptığı her şey, bu defterlerde bütün teferruatıyla kayıtlıdır. Unutulmamalıdır ki, bunları dünyadaki defter ve kitaplara benzetmek yanlıştır. Amel defterleri, bir kısım insanlara sağdan, diğer bir kısmına da soldan veya arkadan verilir.

    Amel defterini sağdan alanlara "Ashab-ı yemin" denir ki, bunlar cennete girmeyi hak eden müminlerdir. Onların hesabı kolay ve sevinci fazla olacaktır. Sınıfını geçen örencinin karnesini alınca herkese göstermesi gibi, onlar da her önüne gelene, alın alın, kitabımı okuyun diye gösterirler.

    Amel defterlerini soldan veya arkadan alanlara "Ashab-ı şimal" denir ki, bunlar, hesabı çetin olacak ve sonuçta cehenneme gidecek olanlardır. Bunlara defterleri verilirken: "Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin." (Isra / 14) yani defterini okuyunca hesap neticesinde nereye varacağını kendin de anlarsın, denir.

    I) HESAP VE SUÂL

    Mahşerde ilahi adaletin tecellisi için mahkeme kurulacak ve herkes yaptıklarından sorguya çekilecektir. Orada mutlak hakim olan Allah'ın huzurunda herkes hesap verecektir. Allah Tealâ aslında her şeyi bilmektedir. Amel defterlerini alan herkes de kendi yapıp ettiklerini en ince ayrıntılarına kadar görmüştür.

    Ancak Allah Tealâ, herkese suçlarını bir bir itiraf ettirmek, azabı hakkettiğini göstermek için daha doğrusu böyle istediği için kullarını bir bir hesaba çeker. Ancak, bir anda insanlardan birinin hesaba çekilmesi, diğerlerinin hesabının görülmesine engel olmaz.

    Ahirette insanların nelerden sorguya çekilecekleri bir hadis-i şerifte ana hatlarıyla açıklanır. Buna göre insan:

    1- Ömrünü ne yolda tükettiğinin,

    2- İlmini ne yolda kullandığının ve onunla hangi amelleri yaptığının,

    3- Malını nereden kazanıp nereye harcadığının,

    4- Cismini ne yolda yıprattığının hesabını mutlaka verecek, bu hesabı vermeden hiçbir yere gidemeyecektir.

    Hesap ve sual esnasında, melekler tarafından tutulan amel defterleri yanında, insanın elleri, ayakları ve derilerinin de şahitlik edeceği Kuranda bildirilmiştir. (Fussilet /19-21; Yasin / 65)

    O gün, kendilerine Allah'ın bir lütfu ve dünyada yaptıklarına karşılık hesap ve sualden muaf tutulanlar da vardır.

    J) MİZAN

    Mizan, mahşer gününde herkesin amellerinin miktarını bildiren bir ölçüdür. Bu ölçü vasıtasıyla herkes kendi sevap ve günahının derecesini anlayacaktır. Gerçek mahiyetini sadece Allah'ın bildiği mizanın varlığı Kuran'la sabittir.

    Kur'an'da bu konuda şöyle buyurulur: "Kiyamet gününde amellerin tartilmasi haktir, gerçektir. Tartilari aşir gelenler, işte onlar kurtulanlardir." (A'raf /8) "Biz kiyamet gününe mahsus adalet terazileri kuracagiz. Hiçbir kimse hiçbir Haksizliga ugratilmaz. Bir hardal tanesi kadar bile olsa, yapilani ortaya koyariz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiya /47)

    Mizan, hiçbir kimsenin en küçük amelinin dahi zayi' olmasina meydan vermeyen, tam manasiyla hakli ve adaletli bir ölçü aletidir. Herkesin ameli, mahiyetini bilmedigimiz bu aletle ölçülecektir. Iyilikleri agir gelenler cennete gönderilirler. Kötülükleri agir gelenler de cehenneme gönderilirler. Ancak cehenneme gidenlerden iman sahibi olanlar cehennemde sürekli kalmazlar. Günahlari kadar cehennemde ceza çektikten sonra cennete gönderilirler.

    K) SIRAT

    Lügatte yol demektir. Terim olarak sirat, cehennem üzerine kurulmuş olan son derece ince ve keskin bir köprüdür ki, herkes bunun üzerinden geçecektir. Cennete gitmek için sirattan başka yol yoktur. Ancak sirattan geçmek, geçen şahsin iradesine degil, dünyadaki yaşayişina, iman, amel, ihlâs ve ahlâkina baglidir.

    Buna göre müminlerden bazilari derecelerine göre sirati göz kaymasi, şimşek, rüzgâr, kuş, yariş ati... hiziyla geçerken bazilari da zorluk çekecek veya tamamen geçemeyecektir. Kâfir ve münafiklar ise sirati geçemeyip cehenneme atilacaklardir.

    Sirati ilk geçen ümmetin bizim peygamberimizin ümmeti olacagi da bu konuda gelen haberler arasindadir.

    L) ŞEFAAT

    Şefaat: Ahirette günahkâr olup ta cehenneme girme durumunda olan müminlerin affi, ibadet ve taat ehlinin daha büyük derecelere ulaşmasi için peygamberler ile ümmetin büyüklerinin Allah Tealâya yalvarmalaridir.

    Beş çeşit şefaat vardir:

    1. Şefaat-i uzma: En büyük şefaat demektir. Kiyamet günü mahşerdeki bekleyişin sona erip hesabin başlamasi için Peygamber Efendimizin bütün insanliga şefaatidir.

    2. Bazi müminlerin hesap görmeden cennete girmelerini saglayan şefaat. Bu da Resülullah (s.a.v.)e mahsus olan bir şefaattir.

    3. Cennette bazi müminlerin derecelerinin yükselmesi için olan şefaat

    4. Günahlari sebebiyle cehenneme girecek olan müminlerin, cehenneme girmeksizin cennete girmelerini saglayan şefaat.

    5. Cehenneme girmiş olan müminlerin, cezasini tam çekmeden affedilip çikarilmasi için olan şefaat.

    Son üç maddede yer alan şefaate, Allah'in izniyle Peygamberimizin yaninda diger Peygamberler, ilmiyle âmil olan âlimler ve şehitler de yetkilidir.

    Allah'in izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecegi gibi, Allah'in izin vermedigi hiç kimseye de şefaat edilmez. Şefaatte de ilâhi adalet daima gözetilir.

    M) CENNET VE CEHENNEM

    Ahiret hayatinda mükâfat görecek olanlarin toplanip yaşadigi yere cennet, ceza görecek olanlarin cezalarini çektikleri yere de cehennem denir.

    Cennet, Allah'ın sayısız nimetleriyle doludur. Bu manayı ifade eden değişik sıfatları vardır:

    1. Cennet'ün - naîm: Nîmetler bahçesi,
    2. Cennet'ül - huld: Dâimî bahçe,
    3. Cennet-i adn: Dâimî kalınacak bahçe,
    4. Cennet'ül - me'vâ: Barınılacak bahçe,
    5. Firdevs: Bahçe,
    6. Ravza: Çayır, çimeni bol olan yer,
    7. Dâr'ul - huld: Dâimî kalınacak yer,
    8. Dâr'ul - mukâme: İkâmet olunacak yer,
    9. Dâr'us - selâm: Emniyet ve selâmet yeri.

    Kur'an-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde cennet çeşitli yönleriyle anlatılıyor.

    Cehennem: Cehennemde cismanî ve ruhânî iki çeşit ceza vardır. Kur'an-ı Kerimde cismanî cezalar şu şekilde beyan olunmaktadır:

    1- Kur'an-ı Kerimde cehennem ateşinden ve bu ateşin yakıcılığından çeşitli defalar bahsedilmiştir. O derece ki, "Nar=ateş" sanki cehennemin ikinci ismidir. Buna yakın şu ifadelerle de Kur'an da geçmektedir: "Sair = parlayan ateş" "Azab'ül-harik = yakıcı azap".

    2- Cehennemde gölge olmayacaktır. Hatta şöyle emir verilecektir: "Haydi, yalan saydığınıza doğru yürüyün. Üç kola ayrılmış gölgeye gidin ki onda gölgelik olmaz. Sizi alevlerden korumaz." (Mürselât: 29-31).

    3- Cehennemde serinlik olmayacaktır. "Orada serinlik ve içecek şey tatmayacaklar." (Nebe: 24).

    4- Cehennemde rahatlık getirecek olan ölüm de toktur. Cismin ferah bulacağı hayat da yoktur. "Oraya (cehenneme) giren ne ölür ne de yaşar".

    5- Cehennemde içilecek yalnız kaynar su, cerahat ve irin vardır. "Ateşte daima kalacak olanlar, bağırsaklarını parça parça eden kaynar su içenler gibidir". (Muhammet: 15)

    6- Yiyecek, acı meyveler "Zakkum" vardır. "... Yoksa öyle bir zakkum ağacına konmak mı hayırlı? Biz bu ağacı zalimler için nimet kıldık. O ağaç cehennemin dibinde biter. Meyvesi yılanların başı gibidir. Onlar o ağaçtan yiyip karınlarını doyuracaklar, sonra üzerine kaynar sular içecekler, sonra dönüp gidecekleri yer cehennem olacaktır". (Saffât: 62 - 67.)

    7- Yiyecek olarak vücuda hiç faydası olmayan " Kuru dikenler" vardır."Onların bütün yiyecekleri dikenden başka bir şey değildir. (Bu gıda) onları ne (doyurur), semirtir, ne de açlıktan kurtarır." (Gâşiıe:6-7.)

    8- Ateşten elbiseler vardır."Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir" (Hacc: 19.)

    9- Demirden oturacak yer ve yatak vardır."Onlar için demirden gürzler de vardır".

    10- Boynunda halka ve zincirler vardır."Biz kâfirler için zincirler, lâleler (halkalar) alevli ateşler hazırladık". (Dehr: 4.) Bu saydığımız cismanî cezalardan başka öyle ruhânî cezalar olacaktır ki, bakanların gözleri dikilip kalacaktır. Birkaç ayetten örnek görelim: "O, Allah'ın öyle bir ateşidir ki acısı yürekleri sarar." (Hümeze:6-7) "Onlar, uğradıkları gam ve kederden (duydukları acı ızdırapdan) dolayı içinden çıkmak istedikçe yine oraya iade olunurlar (Ve kendilerine) : Yanmanın azabını tadın! denilir." (Hacc:22)

    N) A'RAF

    A'raf, tümsek, tepe anlamına gelir. Terim olarak "A'raf " kelimesinin hangi anlama geldiği hususunda İslâm âlimleri farklı açıklamalar yapmışlardır:

    1- Bir kısım âlimlere göre "A'raf" cennetle cehennem arasında bulunan sur (=Yüksek duvar)dan bir perdenin yüksek tepeleridir.

    2- Bazılarına göre ise "A'raf", mizanda iyilik ve kötülükleri, yani sevaplarıyla günahları denk geldiği için cennet veya cehenneme girmeyenlerin kaldıkları yerin adıdır. Bunlar, Allah'ın izniyle, haklarında yapılan bir şefaatle daha sonra cennete gireceklerdir.

    3- Diğer bazı âlimler ise "A'raf"ın, fetret devirlerinde ölenlerle, müşriklerin çocukları ve delilerin kalacakları yer olduğunu söylemişlerdir.

    Kur'an-ı Kerimde "A'raf" sûresindeki "A'raf"la ilgili ayet şu mealdedir: "İki taraf (Cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. A'raf (burçlar) üzerinde de bir takım insanlar vardır ki, her iki tarafı da (yani cennetlik ve cehennemlik olanları) simalarından tanırlar. Cennetliklere "Size selâm olsun" derler. Bunlar, henüz girmeyen fakat cenneti uman kimselerdir. Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince de: "Rabbimiz, bizi zalimlerle beraber bulundurma" derler." (A'raf / 46-47)

    O) HAVZ-I KEVSER

    Ahiret günü Allah Tealâ, Peygamberlerine birtakım havuzlar bahşedecektir. Her Peygamber, ümmetinin cenneti hak etmiş olanlarına o havzın hoş kokulu ve lezzetli suyundan içireceklerdir.

    Havz-ı Kevser adı, Peygamber Efendimize verilen havzın ismidir. "(Habibim) doğrusu biz sana kevseri verdik." (Kevser/1) ayeti buna işaret eder.

    Peygamber Efendimizin havzı, diğer Peygamberlerinkinden daha büyüktür. İçenleri de daha çok olacaktır. Bu havzın suyu, sütten daha beyaz ve miskten daha hoş kokuludur. O dehşetli günde müminler bu sudan içip hararetlerini teskin edecekler ve bir daha susuzluk duymayacaklardır. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyururlar: "Benim havzımın kenarları tam bir aylık yaya yolu genişliğindedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları da gökyüzünün yıldızları gibi çoktur. Ondan içen kimse hiç susamaz."
#10.09.2005 10:44 0 0 0