Papatyalardan Taç

Son güncelleme: 20.12.2009 23:33
  • Rebeca'yı arkadaşlarından ayıran tek farkı hayata bakış açısıdır.


    Arkadaşım Rebeca'yı 1989 yılında İzlanda Reykjavik'te doktor olan babamın burada bir laboratuarda iş bulup çalışmasıyla tanıdım.

    Babam yeni ülkede yeni işine başladığı anda bu laboratuarın sahibi Rebeca'nın babası George amcayla tanışmış, aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluk oluşmuştu. Benimde Rebeca ile tanışmam bir sabah babamın çalıştığı laboratuara beni de götürmesiyle orada Rebeca ve babasıyla tanışmama fırsat olmuştu. İyi ki babam beni o sabah laboratuara götürmüş; ben, Rebeca ve George amcayla tanışmıştım.

    Rebeca'yı tanıdığımda ikimizde oniki yaşındaydık. Onunda benim gibi sarı saçları ve renkli gözleri vardı. Onu ilk gördüğümde babasının çalışma masasındaki dönen sandalyede oturuyor, bir o yana bir bu yana dönüyordu. George amcayla beni tanıştıran babam elimden tutup hep birlikte Rebecanın yanına doğru ilerledik. Babam benden söz etmişti ona. İlk göz göze geldiğim anda Rebeca'dan hoşlanmıştım ve arkadaşlığımız böylece başlamıştı.

    İzlanda çok soğuk ve yılın büyük bir bölümü karla kaplı bir ülkeydi. Reykjavik'tede kar ve soğuk hakimdi. İzlanda volkanik bir ada olduğu için, alttan ısıtılıyordu. Gulf stream sıcak su akıntısı ülkenin havasını birazda olsun yumuşatmaktaydı. Ülkenin büyük bir bölümü buzlarla kaplı, yeşil, ormanlık alan yok denecek kadar azdı. İzlanda'nın topraklarının çoğu tarıma elverişsizdi. Hayvancılık ve balıkçılık önemli bir yer tutmaktaydı.

    Daha Reykjavik'e geleli iki ay olmuştu. Okulum, evim ve arkadaşlarım değiştiği gibi, ülkemde değişmişti. Bir yılda dört mevsimi birden yaşadığım ülkem İtalya Napoli'den ayrılıp soğuk, kar ve buzla kaplı bir ülkeye gelmiştim. Yeni girdiğim bu ortama ayak uydurmakta, benimsemekte zorlanıyordum. Rebeca ile tanıştığım günden itibaren bu sıkıntım ortadan kalktı. Rebeca'nın eğlenceli, komik ve hayatla dalga geçiş yanı, benim bu karamsarlıktan kurtulmamı sağlamıştı.

    İkimizde karakter olarak birbirimizden ayrıydık. Ben biraz daha sakin, dingin bir yapıya sahipken, Rebeca deli dolu, çılgın, her şeye gülen, eğlenceye düşkün neredeyse hayatının tümü müzikle geçen bir yapıya sahipti. Günlerim Reykjavik'te buz gibi havaya alışmakla geçiyordu. Sıcakkanlı bir insandım. O sene Reykjavik'e geleceğimiz sıralarda ağır bir soğuk algınlığı geçirmiş, kansızlık yaşıyordum. Ülkemde kendimi biraz toparladıktan sonra, burada soğuk havada bu kansızlığım beni iyice üşütüyordu. Buranın insanları Reykjavik'e alışmışlardı. Ben, Akdeniz iklimi yaşanan ılıman bir ülkeden gelmiştim.

    Yeni evimiz tipik İzlanda'ya özgü evlerdendi. Yaşadığım yer hakkında bilgiler ediniyor, yeni arkadaşlarıma ve okuluma alışmaya çalışıyordum. Rebeca'lar bizden üç sokak ötedeki bir evde oturuyorlardı. Rebeca'nın beş yaşlarında Jimmy isminde bir erkek kardeşi vardı. Rebeca Jimmy ile geçinemiyor, ona yaptığı her şeyden dolayı kızıyordu. Belki aralarındaki yaş farkı, belki de Rebeca'nın yıllardan sonra bir kardeşinin olması onu kıskandırıyordu. Fakat kardeşini seviyor, anne ve babasının işte olduğu zamanlarda bakıcısıyla birlikte, kardeşiyle güzel bir gün geçirmeye çalışıyordu.

    Yavaş yavaş Rebeca'nın bütün huylarını öğrenmeye, onu tanımaya başlamıştım. Girdiği ortamlarda sevilen, aranan ve istenen bir kızdı. Bu yüzden benim yeni arkadaşlar edinmeme yardımcı oldu.

    Aradan üç sene geçmişti ve ben on beşinci yaş günümü kutlamaya hazırlandığım sıralarda Rebeca'da birden bire değişiklikler olmaya başladı. O neşeli vurdumduymaz, hiçbir şeyi kafasına dert etmeyen güler yüzlü kız gitmiş, yerine melankolik birisi gelmişti. Rebeca hep ağlıyordu: olduğu yerde bir an donup gözleri etrafa boş boş bakıyordu. Çevresine karşı ilgisizdi. Anne ve babası Rebeca'daki bu değişikliklerin ergenlik çağına girmesiyle ilgili olabileceğini düşünmüşlerdi. Hatta ben bile. İçimde bende yaşıyordum Rebeca'nın hissettiklerini ama, ben Rebeca kadar güçsüz değildim. Oysa bir zamanlar Rebeca benden daha güçlüydü.

    En yakın arkadaşı olarak onun bu durumunu anlayamamıştım. Günler geçtikçe Rebeca değişiyor ve durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Anne ve babası onun bu durumuna yardımcı olabilmeleri amacıyla bir psikoloğa götürdü. Üzülüyordum en yakın arkadaşımın bu durumuna doğum günü partimde olmasını istiyor ve bana yine eski günlerdeki gibi şakalar yapıp, güldürmesini bekliyordum.

    Özlemiştim eski Rebeca'yı. Sanki, artık beni bile görmek istemiyor gibiydi. Etrafındaki arkadaşları gitmiş, en sevdiği beni bile uzaklaştırmıştı. Son sesine kadar açtığı müziğini artık hiç dinlemiyor, dalgın dalgın etrafa bakıyordu. Psikologtan eve geldikleri gün onu ziyarete gittim. George amca ve İsabel teyze benim gelmemi rica etmişlerdi. Psikolog bu durumun ona iyi gelebileceğini söylemişti. Gerçi doktor söylemeseydi de ben onu yinede ziyarete gidecektim.

    Ellerini tutup o uzun sarı saçlarına papatyalardan bir taç takacaktım. Odasına gittiğimde Rebeca'nın saçları kesilmişti. O güzelim saçlarını kestirmişti. Seni özledim: nasılsın Rebeca deyince sustu. Hiç cevap vermedi. Konuşmaya zorlamadım onu. Tıpkı üç sene önce benim Reykjavik'e geldiğim gibi, yabancılaşmıştı. Elimdeki papatyalardan tacı başına taktığımda gülümsedi. Gözlerinin içi parlıyordu. Çok yakıştı arkadaşım deyince yine sustu. Suskunluğu kendine arkadaş edinmişti.

    Karşısındaki koltuğa geçip oturdum. Yüzüne bakıyor, seni özledim ve doğum gününde yanında olacağım demesini bekliyordum. O, hiçbir şey demedi. Bir saat öylece oturduk. Pencereden baktığı yola doğru beraberce baktık. Bir müddet sonra, yine geleceğim Rebeca diyerek yanından ayrıldım.

    Günlerce aylarca onu ziyarete gittim. Doğum günüme gelmemişti. Her gittiğimde ona papatyalardan bir taç takıyordum. Bu melankolik durumundan bir türlü kurtulamıyordu. Yıllar geçti. Yirmi iki yaşına gelmiştik. Rebeca onu ilk tanıdığım yıllardaki gibi olmasa da, yine eski neşesinin büyük bir bölümüne ara sıra kavuşuyordu. Fakat öyle bir anda yine içine kapanıyor, bu melankolik durum yine ortaya çıkıyordu. Yıllarca bu durumu kimse anlayamadı. Biraz düzelmiş hayata katılmıştı. Sessiz, suskun, eğlencelerden uzak bir okul bitirişi oldu.

    Bir gün o suskun Rebeca bana bir şeyler anlatmaya kalktı. Cümleleri kesik kesik bir erkek arkadaşı olduğunu ve onunda benim geldiğim ülkeden geldiğini söyledi. Onun adına sevinmiştim. Kendini yeniden keşfediyordu sanırım. Sevincini onunla paylaştığımda erkek arkadaşınla tanıştıracağını söyledi. Yıllardan sonra ilk defa Rebeca, beni bir olayının içerisine alıyordu. Kabuğundan sıyrılmak üzereydi.

    Erkek arkadaşı Adriano ile bir gece club'ında tanıştım. İkimizde aynı ülkeden gelmiştik. Tek ortak yanımız buydu. Tatlı ve sevimli bir gençti Adriano. İlk gördüğüm anda Rebeca'yı mutlu eden ve kabuğundan dışarı çıkaran bu genç adamı sevmiştim. Rebeca'da Adriano'da benden bir parça bulmuş olacak ki, onun için hoşlanmıştı sanırım.

    Bir yıl sonra Rebeca, Adriano ile evlendi. Prensesleri andırır gibi, bir masal düğünüyle gelin oldu. Her ikisi de çok mutluydular. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, balayından dönen Adriano ile Rebeca' da bir tuhaflık vardı. Onları karşılamaya gittiğimde Adriano, bana hiçbir şey söylemeden sadece gözlerimin içerisine bakarak, Rebeca'nın yanına gitmem gerektiğini yüz ifadesiyle belirtti.

    Yeni evlerinde, balayından dönen genç bir çift olarak mutlu ve huzurlu bekliyordum onları. Yıllardır arkadaşıma her uğrayışımda ona takacağım papatyalarla dolu tacı yanımda getirmiştim. Ama, odaya girdiğimde arkadaşım susmuş bir noktaya bakıyordu. O an anladım, eski Rebeca geri dönmüştü. İçimden onu bu duruma geri getiren neydi acaba diye düşünürken, daha ona tacı takamadan Rebeca olduğu yerde, beni görünce bayıldı.

    Oysa ona Hoş geldin demek ve nasılsınız demeye gitmiştim. Bir merhaba dahi diyemeden, yüzüme baktı ve koltukta yığılı kaldı. Telaşla Adriano'yu çağırdım. Aslında alışıktım onun bu durumuna; ama, arkadaşıma bir şey olacak diye korkmuştum. Bir müddet kendisine gelmesini bekledik. Ayağa kalkacak ve bizle konuşacak sanıyorduk. Fakat öyle olmadı.

    O gün hiç bir şey konuşamadım arkadaşımla. Ağzından bir kelime dahi çıkaramadı. Sadece boş boş gözlerle, tek bir noktaya takılı kaldı. Adriano, bu duruma benden daha çok üzülmüştü. Onu yılardır tanımıyor ve rahatsızlığının gelip geçici bir durum olabileceğini kestirememişti. Biliyordu fakat; onu daha tanımıyordu.

    Birkaç gün onu ziyarete gittim. Yine suskun ve sakindi. Hiçbir şey yemiyor, içmiyordu. Eski günlerden daha ağır bir durumu vardı. Bunu hissettim. Anne ve babası her gün benim gibi onu ziyarete geliyor, kızları için bir şey yapamamaktan ötürü üzülüyorlardı. Onun bu durumun geçip yine düzeleceğini ve eşiyle başladığı bu yeni hayatta mutlu olabileceğini düşünürken, o bir gün aniden, arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboluverdi.


    Geride mutsuz ve onsuz birçok kalp bırakmıştı. Yıllarca aradım onu. Yıllar içerisinde bende evlenmiştim. Ayda adında bir kızım olmuştu. Eşim İrlanda'lıydı. Johnny 'le babamın çalıştığı laboratuarda tanışmıştım. Doktordu. Mutlu bir evliliğimiz vardı. George amca ve babamla çalışan Johnny, Rebeca'dan haberdardı. Yıllarca hep beraber onu aradık.

    Bir gün evimde doğum günü partimi kutlamaya hazırlanıyorduk. Bu Rebeca'sız geçen onuncu doğum günümdü. Birden kapı çalındı gelen postacıydı. Elinde büyükçe bir koliyi bana uzattı. İtalya'da tatilde olan annem ve babamdan geldiğini sanıyordum bu paketin. Üzerinde kimden geldiğine dair bir notta yoktu. Sadece posta pulunun üzerinde Arjantin Buenos Aires damgası vardı. Açtığımda yıllar sonra bir gerçekle karşı karşıya kaldım.

    Paketin içerisinde papatyalardan yapılmış bir taç vardı. O an anladım ardında hiçbir iz bırakmadan giden, beni ve sevdiklerini terk eden arkadaşım Rebeca'dan geliyordu. Oturup, yılların acısı ve özlemiyle doya doya ağladım. Ona kızgın olsam bile yaşadığına sevinmiştim. Yaşıyordu arkadaşım. Benim doğum günümü ve papatyalarla dolu tacı unutmamıştı. Yıllar sonra bu paketle en güzel doğum günümü kutluyordum. İçerisinde uzunca bir not vardı. Niçin ve neden haber vermeden gittiğini, yıllarca neden aramadığını özürlerle dolu satırlarla anlatmıştı.

    Gidiş sebebi ne eşinden, nede başkalarından dolayıydı. Yıllardır içinde bulunduğu bu ruhsal durumdan bir türlü kurtulamadığını, yaşadığı yerin artık ona acı ve mutsuzluk getirdiğini, böylece başkalarının üzülmesine sebep olduğunu özlemle ve özürlerle anlatıyordu. Son cümlesini okurken, bir daha geri gelmeyeceğini, şu an yaşadığı yerde mutlu olduğunu, sadece yaşadığından herkesin haberdar olmasını, eğer onu aramaya kalkarsak onu bulamayacağımızı, o istediği zaman bizleri, belki bir gün ziyarete gelebileceğini vurgulayarak bitirmişti.

    Ve, büyük harflerle beni özlediğin an gökyüzündeki yıldızlara bakarak, beni düşün. Ben yıllardır seni ve sevdiklerimi hatırlamak istediğim an öyle yapıyorum yazmıştı. Belki hala oralarda yaşıyor, belki de dünyayı dolaşıyordu. Bir gün beni arayacağı umuduyla ondan haber bekliyorum. Bu deli dolu arkadaşım hayatıma hızlı bir giriş yaptığı gibi, bir sır gibi de çıkıvermişti.



    Yazan : Melodi AKÇAY
#20.12.2009 23:33 0 0 0