Hz. Adem´den - Hz. Muhammede Peygamberlerin Tarihi

Son güncelleme: 27.12.2007 23:26
  • HZ. SIT (S.A.)

    1.Sit aleyhisselam hakkinda genel bilgiler
    Sit aleyhisselam Adem aleyhisselam'dan sonra gönderilen - ikinci - peygamberdir. Adem aleyhisselam'in oglu'dur. Babasi vefat edince kendisine peygamberlik ve ayrica 50 suhuf kitap verildi. Sit ismi Ibranice olup Arapca'da Allah'in hibesi (hediyesi) manasindadir. Sit yerine Sis de denilmistir.

    2.Sit aleyhisselam'in hayati
    Adem aleyhisselamin ogullarindan Kabil'in Habil'i sehid etmesinden 5 veya 30 sene sonra dünyaya gelen Sit aleyhisselamin alnina son peygamber Muhammed (S.A.V.)'in nuru intikal etti ve onun alninda parladi. Hz. Adem bu oglunu diger cocuklarindan cok severdi. Bütün evladi üzerine onu reis yaptigi gibi, vefat edecegi zaman bütün yeryüzünün halifeligi icin onu tayin etti. Sit aleyhisselam babasi Hz. Adem ile veya kardesleriyle beraber Kabe'yi balcik camuru kullanarak tastan yapti. Adem alehisselamin vefatindan sonra, Sit aleyhisselama peygamber oldugu bildirilip vahiy geldi. Allahü Teala Sit aleyhisselama 50 suhuf (sayfa) kitap gönderdi. Hz. Sit'e nazil olan suhuf'da; hikmet ve riyaziye (matematik) ilimleri, kimya, simya ilmi ve cesitli sanatlar, ayrica daha bir cok seyler bildirildi. Sit aleyhisselam dininin esaslari, Adem aleyhisselam'in bildirdigi dinin esaslarina uygun idi. Sit aleyhisselam 1000 sehir kurup sinirlarini tesbit etti. Her sehrin kapisinda : « La ilahe illallah, Adem Safvetullah, Muhammed Habibullah » yazili idi. Sit aleyhisselamin cocuklari ve torunlari kurduklari sehirlerde huzurlu ve mesud yasadilar. Sam'dan Yemen'e de giden Sit aleyhisselam, Habil'i sehit ettikten sonra Yemen'e gidip azginlasan Kabil'in cocuklarina ve torunlarina Allah'in yasaklarini ve emirlerini anlatti. Bu kavim Hz. Sit'in davetini kabul etmeyip azginlik gösterdiler. Hz. Sit onlar ile cihad etti. Bu savasta kilic kullandi. Sit aleyhisselam vefat etmeden önce yerine oglu Enus'u halife tayin etti. Sit aleyhisselam vefat ettikten sonra kuvvetli rivayete göre Mina'daki mescidin minaresi dibinde medfün olan Adem aleyhisselam'in yanina defn edildi. Adem aleyhisselam vefat edecegi zaman oglu Sit aleyhisselama: "Yavrum ! Bu alninda parlayan nur, son peygamber olan MUHAMMED (S.A.V.)'in nurudur. Bu nuru mü'min, temiz ve iffetli hanimlara teslim et ve ogluna da böyle vasiyette bulun" buyurdu. Ebu Zer Gifari radiyallahu anh söyle rivayet etti: "Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem'e: «Ya Resulallah ! Allahü Teala kac kitap gönderdi ? » diye sordum. « 104 kitap gönderdi. Sit'e 50 sahife indirdi...» buyurdu." Sit aleyhisselam hakkinda bilgimiz azdir, cünkü hakkinda herhangi bir ayet inmemistir.
#15.03.2004 11:02 0 0 0
  • Hz. ISA (a.s)

    Kur'an-i Kerîm'de adi geçen ve Israilogullarina gönderilen peygamberlerden. Hz. isa (a.s) batili tarihçilere göre miladi yildan dört veya bes sene kadar önce dogmustur.
    Yine batili tarihçilere göre Hz. isa (a.s) Romalilarin elinde bulunan Yahudiye'de Romalilardan Tiberius iktidari döneminde otuz yaslarina dogru peygamberligini Insanlara bildirdi. Önce Celile'de sonra Kudüs'te Insanlari hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal onlarin dine kattiklarini düzeltmek için gönderilen Hz. isa (a.s) kendisine indirilen incil adli kutsal kitapta bunu söyle anlatir: "Ben yok etmege degil, tamamlamaya geldim." Hz. isa (a.s), yahudilerin tahrif ettigi Eski Ahid'i onlarin anlayisindan kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'in getirdigi akideyi yerlestirmeye ve yahudilere daha önce bildirilen zahmetli bazi ilahi kanunlari hafifletmeye çalisti.

    Memleketi Celile'de Genaseret gölü kiyisinda ilk vaaz ve tebliglerini bildiren Hz. isa daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. isa'yi, dönemin Romali Kudüs valisi Pontus Pilatus'a sikayet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. isa'ya ihanet etti ve Hristiyanlarin inancina göre Hz. isa çarmiha gerilerek öldürüldü. Kur'an-i Kerîm'de ise hadise söyle anlatilmaktadir: "Halbuki onlar isa'yi öldürmediler ve asmadilar. Fakat kendilerine bir benzetme yapildi" (en-Nisa, 4/156). Rivayete göre Hz. isa'ya ihanet eden Yahuda, Romalilar tarafindan isa (a.s.) zannedilerek asilmistir.

    isa (a.s); orta boylu, kirmiziya çalar beyaz benizli, daginik, düz saçli idi. Saçini uzatir, omuzlari arasina salardi. Genis gögüslü, küçük yüzlü çok benli idi: Sirtina yün elbise, ayagina agaç kabugundan yapilmis sandal giyer, çogu zaman da yalinayak yürürdü.

    Kendisinin geceleri varip barinacagi bir evi, ev esyasi ve zevcesi yoktu. Hiç bir seyi yarin için biriktirip saklamazdi. isa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede günes batarsa orada konaklar iki ayaginin üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi (M. Asim Köksal, Peygamberler Tarihi, II. 334, 335). isa (a.s) göge kaldirildigi zaman, yün bir kaftan, bit çift mesti, bir de deri dagarciktan baska bir sey birakmamisti (Abdurrezzak, Musannef, XI, 309).

    Kur'an-i Kerîm'e göre Hz. isa (a.s)'in annesi Hz. Meryem'dir. Meryem (a.s), yine Kur'an'da ismi geçen dört seçkin aileden biri olan imrân ailesinden idi. Hz. Meryem, Zekeriya (a.s)'in korumasi ve gözetim altindaydi. Meryem, Beytü'l-Makdis'te, dogu tarafta özel bir bölmeye yerlestirilmisti. Zekeriya (a.s), Meryem'in yanina geldikçe orada, rizkini ve yiyecegini hazir görürdü. Hz. Meryem, Beytü'l Makdis'te zikirle, ibadetle hayatini geçiriyordu. iste bu sirada Allah, ona bir beser sûretiyle Cebrail'i gönderdi. bu durum, Kur'an-i Kerim'de su sekilde anlatilir: "Meryem dedi ki; ben senden Rahman'a siginirim. Eger O'ndan korkuyorsan bana dokunma! O da, ben, temiz bir oglan bagislamak için Rabbinin sana gönderdigi elçiden baskasi degilim, dedi. Meryem; bana bir Insan temas etmemisken, ben kötü kadin olmadigim halde nasil oglum olabilir? dedi. Cebrail, bu böyledir; çünkü Rabbin, "bu bana kolaydir, onu Insanlar için bir mucize ve katimizdan da bir rahmet kilacagiz," diyor, dedi. is olup bitti. Böylece Meryem, isa'ya gebe kalarak bir köseye çekildi. Dogum sancilari basladi ve basina gelen bu hadiseden dolayi çok üzülerek, keske bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim, dedi" (Meryem, 19/1 8-23).

    Cebrail, Meryem (a.s)'e, babasiz doguracagi çocugun özelliklerini ve mücadelesini haber vermis, Meryem'i teselli etmis ve ayrilip gitmisti. Hz. Meryem'in kendisini Allah'a ibadete verdigini ve onun tertemiz bir kadin oldugunu bilenler de bilmeyenler de bu duruma hayret etmis ve dogumun bu sekilde nasil olabilecegi tartismasina girmislerdi. Hz. Meryem ise olayi, çocuga sormalarini isaret etmisti. Fakat "Onlar, biz besikteki çocukla nasil konusabiliriz? dediler. Çocuk, ben süphesiz Allah'in kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yapti. Nerede olursam olayim, beni mübarek kildi. Yasadigim sürece namaz kilmami ve zekât vermemi, anneme iyi davranmami emretti. Beni bedbaht bir zorba kilmadi. Dogdugum gün de, ölecegim gün de, dirilecegim gün de, bana selâm olsun, dedi" (Meryem, 19/23-33).

    isa (a.s)'in babasiz olarak mucizevî bir sekilde dogusu, Allah'in dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katinda, olus itibariyle Adem (a.s) ile isa (a.s) arasinda fark yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, durum su sekilde izah edilir: "Gerçekten isa'nin babasiz dünyaya gelis hâli de Allah katinda Adem'in hâli gibidir. Allah, Âdem'i topraktan yaratti, sonra da ona ol dedi; o da hemen (Insan) oluverdi" (Âlu imrân, 3/59).

    isa (a.s) otuz yasinda iken peygamberlik görevi aldiginda, hemen israilogullarina durumu bildirdi. isa (a.s)'nin çagrisina kulak tikayan ve ellerindeki Tevrat'i tahrif edip pek çok degisiklikler yapan israilogullari, Hz. isa (a.s)'a inanmadilar. Ayrica Allah, Hz. isa'nin risâletini destekleyen mucizelerde gösteriyordu. Kur'an-i Kerim'de zikri geçen mucizeleri sunlardir: isa (a.s) nin, çamurdan kus biçiminde bir heykel yapmasi ve onu üfleyince kus olup uçmasi, ölüleri diriltmesi; anadan dogma körleri ve alaca hastaligina tutulmus olanlari tedavi etmesi; gökten sofra indirmesi (el-Mâide, 5/110-115); Havarîlerin ve diger arkadaslarinin evlerinde ne yediklerini ve neler sakladiklarini söyleyerek gaybdan haber vermesi (Âlu imrân, 3/49).

    israilogullari, isa (a.s.)'i ve ona tâbi olanlari durdurmak için pek çok yol denediler; sonunda Hz. isa'yi öldürmege karar verdiler. Ancak Allah, onlarin planlarini etkisiz hâle getirdi. Yahudiler, isa (a.s.)'a benzeyen birini yakalayip astilar ve "Meryem oglu isa Mesih'i öldürdük" dediler (en-Nisâ, 4/157). Öte yandan Kur'an-i Kerîm, asil durumu su sekilde açiklar: "Halbuki onlar isa'yi öldürmediler ve asmadilar. Fakat kendilerine bir benzetme yapildi. Ayriliga düstükleri seyde, dogrusu süphededirler. Onlarin bu öldürme olayina ait bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan pesindedirler. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah, onu kendi katina yükseltti. Allah güçlüdür, hâkimdir" (en-Nisâ, 4/157-158).

    isa (a.s) ayette de belirtildigi gibi, öldürülmeden göge yükseltilmistir. Mezari dünyada degildir. Ayrica Mi'rac'da, peygamberimiz kendisini görmüstür. Hz. isa, göge yükselmeden önce, havârîlerine ve tüm Insanliga su müjdeyi vermisti: "Ey israilogullari! Dogrusu ben, benden önce gelmis olan, Tevrat'i dogrulayan ve benden sonra gelecek ve adi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'in size gönderilmis bir peygamberiyim" (es-Saf, 61/6).

    Hz. isa (a.s) göge çekildigi siralarda kendisine inananlarin sayisi çok azdi. Daha sonra bir ara Hz. isa'nin getirdigi inanci kabul edenler çogaldi ise de, sonunda Hristiyanlar da israilogullari gibi yoldan çikti ve pek çok yanlisliklara saptilar. Bugün, Hiristiyanlarin sahip olduklari teslis inanci, isa (a.s)'nin göge yükseltilmesinden hemen sonra ortaya çikmistir.

    isa (a.s)'in annesi Hz. Meryem Hz. isa'nin göge çekilmesinden sonra alti sene kadar daha yasamis ve ölmüstür (Hakim, Müstedrek, II, 596).

    Hz. isa (a.s)'a dört büyük ilâhi kitaptan biri olan incil verilmistir. Kur'an-i Kerîm'de incil'in Hz. isa'ya verilisi ile ilgili su bilgiler vardi: "Arkalarindan da izlerince Meryem oglu isa'yi Tevrat'in bir tasdikçisi olarak gönderdik; ona da bir hidâyet, bir nur bulunan incil'i, ondan evvelki Tevrat'in bir tasdikçisi ve sakinanlara bir hidâyet ve ögüt olmak üzere verdik" (el-Mâide, 5/11). Ancak bu incil de Tevrat gibi tahrifata ugramis: tir. Bununla birlikte Allah Teâlâ tarafindan son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an-i Kerîm, Zebur, Tevrat ve incil'in hükümlerini ve geçerliliklerini ortadan kaldirmistir. Hz. isâ Islâm âlimlerinin çogunluguna göre cisim ve ruhuyla göge yükseltilmistir. Kiyamet vaktine yakin yeryüzüne inecek, haçi kiracak, domuzu öldürecek ve Islâm seriatiyla hükmedecektir (bk. Buhârî, Buyu', 102).

    Hz. isa bedeniyle göge yükseltildiginden, Kur'an-i Kerim'de bildirilen "ölümden evvel" (en-Nisa, 4/159) ve "ölecegim güne ve diri olarak ba's edilecegim güne" (et-Tevbe, 9/34) mealindeki ayetler Hz. isa'nin nüzûlünden sonraki ölümünü anlatir. Hz. isa gökten Arz-i Mukaddes'e inecek, elinde bir kargi olacak; Afik denilen bir yerde ortaya çikacak ve Kargi ile Deccâl'i öldürecek ve sabah namazinda Kudüs'e gelecektir. imam kendi yerini ona vermek isteyecek fakat o imâm'in gerisinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in seriatina uygun olarak namazini kilacaktir. Sonra domuzu öldürecek ve haçi kiracak, sinagoglar ve kiliseleri yikacak ve kendisine iman etmeyen bütün hristiyanlarla savasacaktir.

    Hz. isa nüzûlünden sonra kirk sene daha yasayacak, öldügünde müslümanlar namazini kilacak ve Islâm dinine uygun olarak gömülecektir.
#15.03.2004 11:03 0 0 0
  • HZ. LUT (S.A.)

    1. Hz. Lut hakkinda genel bilgiler
    Kur'an-i Kerimde bildirilen peygamberlerden olan Hz. Lut, Ibrahim aleyhisselamin kardesi Hârân'in ogludur. Halilallahla birlikte Nemrud'un memleketinden hicret edip Sam'a geldikten sonra (bkz. Hz.Ibrahim), Lut gölü yakinindaki Sedum sehri halkina peygamber olarak gönderildi. Insanlara Ibrahim aleyhisselamin dinini teblig etti .
    2. Hz. Lut'un hikâyesi
    Hz. Lut ailesini toplayip Ibrahim aleyhisselamla Sam'a hicret ettikten sonra Allah tarafindan Lut gölünün güney-bati tarafinda bulunan Sedum sehrinin halkina peygamber olarak gönderiliyor. Bu kavim cok azgindi ve erkeklerle münâsebeti âdet haline getirerek livata fiilini isliyordu. Bu is icin de bilhassa genc delikanlilar üzerinde kötü emel besliyorlardi. Hz. Lut kavmine teblige basladi: « (Allah'a karsi gelmekten) sakinmaz misiniz ? Bilin ki ben size gönderilmis güvenilir bir elciyim. Artik Allah'a karsi cikmaktan sakinin ve bana itaat edin. Rabbinizin sizler icin yarattigi eslerinizi birakip da, insanlar icinden erkeklere mi yaklasiyorsunuz ? Dogrusu siz siniri asmis (sapik) bir kavimsiniz » . Fakat onlar dinlemediler ve « Ey Lut ! (bu davadan) vazgecmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmislerden olacaksin ! » dediler. Lut aleyhisselam onlari azaptan korkuttugu halde onlar inanmadilar ve sapikliklarina devam ettiler ve böylece Allah'in azabini hak ettiler. Allah'in elcileri Cibril, Mikail ve Israfil Ibrahim aleyhisselama müjde (bkz. Hz. Ibrahim) ile geldiler ve ona Lut kavmini helak edeceklerini bildirdiler. Onun da Lut aleyhisselamdan korkmasina karsilik " Her halde onu ve ehlini kurtaracagiz. Ancak karisi öteki zalimler zümresinden " diye cevap verdiler. Hz Ibrahim'den ayrildiktan sonra genc delikanli oalark Lut aleyhisselam misafir oldular. Hz. Lut onlari evine aldi. Kavmi güzel ve genc delikanlilari görünce pis olan hisleri hortladi ve Lut peygamberin kapisina dayandilar ve ondan kendilerine bu delikanlilari teslim etmelerini istediler: «Lut'un kavmi, kosarak yanina geldiler. Daha önce de kötü isleri yapmaktaydilar. (Lut):" Ey kavmim ! Iste sunlar kizlarimdir (onlarla evlenin); sizin icin onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin ! Icinizde akli basinda bir adam yok mu ! " dedi » . Fakat onlar dinlemediler ve « Dediler ki: Senin kizlarinda bizim bir hakkimz olmadigini biliyorsun. Ve sen bizim ne istedigimiz elbette bilirsin » . Lut aleyhisselamin gücsüzlügüne yavunmasi üzerine«(Melekler) dediler ki: Ey Lut! Biz Rabbinin elcileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kisminda ailenle (yola cikip) yürü. Karindan baska hicbiri geride kalmasin. Cünkü onlara gelecek olan (azap) süphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vâdolunan (helak) zamani, sabah vaktidir » . Sedum kavminin helaki sabah vakti geldigi zaman gerceklesti. O sehir'in alti üstüne gecirildi ve üzerlerine taslar yagdirildi. Lut aleyhisselamla olanlar kurtarildi, karisi ise belasini buldu. Hz. Lut daha sonra Hicaz havalisine gitmekle emrolundu ve vefatina kadar orada kaldi . Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmustur ki: « On sey vardir ki, Lut kavmi onlari yapmis ve o yüzden helak edilmistir. Ümmetim ise onlara bir de kendisi katar. Bunlar livata, findik gibi taslari sapanla atmak, güvercinle (kumar) oynamak, def calmak, icki icmek, (özürsüz) sakal kesmek, (emr edilenden fazla) biyik uzatmak, islik calmak, el cirpmak, (erkekler icin) ipek gömlek giymek, bir tane de ümmetim ilâve eder ki; o da kadin kadina münâsebette bulunmaktir » ( Râmuz). Baska bir hadis-i serifinde de iki cihan serveri peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) buyurmustur ki: « Benden sonra en korkutugum sey ümmetimin Lut kavminin yaptigini yapmalaridir » (Tirmizi, Ibn-i Mâce). Kitab-i Mukaddes'teki cok ve pis yalanlarla dolu Lut aleyhisselamin hikayesi Tesniye bölümünün 13. bâbinin 1-13 noktalarinda ve 19. bâbinda okunabilinir.
#15.03.2004 11:04 0 0 0
  • Hz. HIZIR (a.s)

    Hz. Mûsâ döneminde yasamis ve peygamber olmasi kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir sahsiyet.
    Kur'ân-i Kerîm'de, Hizir (a.s.)'in isminden açikça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kissadan "Katimizdan kendisine bir rahmet verdigimiz ve kendisine ilim ögrettigimiz kullarimizdan bir kul..." (18/65) diye sözü edilen sahsin Hizir (a.s.) oldugu anlasilmaktadir. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu sahsin Hizir oldugu açikça belirtilmistir (bk. Buhârî, ilm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).

    Bu rivayetlere göre bir gün Hz. Mûsâ isrâil ogullari arasinda vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadigi sorulmustu. Hz. Musâ: "Hayir, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-i Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavusum yerinde) kullarindan salih bir kul olan el-Hadir (Hizir)'in kendisinden daha âlim oldugunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanli ile Hizir'i bulmak üzere uzun bir yolculuga çikti. ikisi, iki denizin birlestigi yere ulasinca, yolculukta yemek üzere azik olarak yanlarina aldiklari baliklarini unutmuslardi ve balik bir delikten kayip denizi boylamisti. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklastiktan sonra yemek için delikanlidan baligi çikarmasini istedigi zaman baligin denize dalip kayboldugunu fârkettiler. Hz. Mûsâ'nin Hizir'i bulmasinin alâmeti, bu baligin kaybolmasi oldugundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hizir (a.s.)'i buldular. Bundan sonra Hz. Mûsâ'nin Hizir ile, Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatilan yolculugu basladi.

    Hz. Mûsâ'nin yolculugunda azik olarak tasidigi baligin Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalip kaybolmasi, bazi rivayetlerde ve çesitli islâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-i hayat oldugu, ölüleri bile canlandiran, içenleri ölümsüzlestiren bir hayat iksiri oldugu seklinde izah olunmus, burada baligin canlanip denize dalmasi meselesinde bir peygamberin hayatinin ve Cenâb-i Hakk'in kudretinin söz konusu oldugu unutulmustur. Buna bagli olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yasayan birisi olarak Hizir (a.s.)'a da ölümsüzlük isnâd edilmis ve kendisine beser üstü güçler ve yetkiler verilmistir.

    Hizir aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Musa (a.s.) ile olan yolculugunu Kur'ân-i Kerîm kisaca söyle anlatir: Hizir (a.s.), yolculukta karsilasacaklari olaylara Musa peygamberin sabredemeyecegini kendisine hatirlatmis ve O'ndan sabir için söz almistir (el-Kehf,18/66-70). Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmislerdi. Hizir (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmistir. Musa (a.s.) sabredemeyip söyle demistir: "Gemiyi, yolcularini bogmak için mi deldin? Dogrusu çok kötü bir is yaptin" (el-Kehf; 18/71). Yolculugun sonunda, ilk bakista görünmeyen ve perde arkasi bilgi niteligindeki sebebi Hizir (a.s.) söyle belirtir: "O, deldigim gemi, denizde çalisan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuga devam ederse, ileride her saglam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanlari) vardir" (el-Kehf, 18/79). Yolculuk sirasinda, diger çocuklarla oynamakta olan bir çocugu öldürdü. Musa (a.s.): "Kisas olmadan, masum bir cana nasil kiyarsin? Dogrusu çok kötü bir is yaptim, dedi" (el-Kehf,18/74). Küçük çocugun bu erken yasta vefat ettirilme sebebi Hizir (a.s.) tarafindan söyle açiklandi: "Öldürdügüm erkek çocuga gelince; onun anne ve babasi mü'min kimselerdi. ileride onlari isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (el-Kehf, 18/80,81). Burada Cenâbi Hak'kin, anne-babanin hayirli kimseler olmasi sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sikintilara sokacak bir çocugu erken yasta vefat ettirip, onun yerine daha hayirli bir evladin verilmesinin, gerçekte o aile için " hayir" olduguna isaret ediliyor.

    Yolculugun üçüncü merhalesi Kur'an'da söyle anlatilir: "Musa ve salih kul yollarina devam ettiler. Sonunda bir köye varip, halkindan yiyecek istediler. Halk ise onlari misafir etmek istemedi. Musa ve salih kul, orada yikilmak üzere olan bir duvar gördüler, Salih kul hemen onu dogrultuverdi. Bunun üzerine Musa: "isteseydin buna karsilik bir ücret alirdin, dedi. Salih kul söyle dedi: iste bu seninle benim aramizin ayrilmasi demektir. Sabredemedigin seylerin içyüzünü sana anlatacagim" (el-Kehf, 18/77,78). Evi, ücretsiz tamir etmesini salih kul (hizir) söyle açiklar: "Bu ev, sehirde iki yetim çocugun idi. Duvarin altinda kendilerine ait bir hazine vardi. Bunlarin babalari salih bir kimseydi. Rabbin, onlarin rüstlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çikarmalarini istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunlari kendiligimden degil, Allâh'in emriyle yaptim. iste, sabredemedigin seylerin içyüzü budur" (Kehf 18/82).

    Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanlarin günlük hayatta karsilastiklari bir takim olaylarin, bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asil perde arkasinin bulundugu anlasilmaktadir. Bazan ser olarak görülen olaylarin arkasindan büyük hayirlarin ortaya çiktigi görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde söyle buyurulur: "Hosumuza gitmedigi halde, savasmak size farz kilindi. Belki de hosumuza gitmeyen bir sey sizin için daha hayirlidir. belki hosunuza giden bir sey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz (el Bakara, 2/216). "... Eger karilarinizdan hoslanmiyorsaniz. olabilir ki, hosunuza gitmeyen bir seyde Allah, sizin için çok hayir takdir etmistir. " (en-Nîsâ, 4/19). Rasûlullah (s.a.s.), Hizir (a.s.)'in ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculugu sirasindaki bir konusmayi söyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasiyla su alip, gemiye konmustu. Hizir (a.s.) bunu Hz. Musa'ya göstererek söyle dedi: Allâh'in ilmi yaninda, benim ve senin ilmin, su serçenin denizden eksilttigi su kadar bir seydir" (Buhârî, ilm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. Ibn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, istanbul 1985, V,172-185).
#15.03.2004 11:04 0 0 0
  • HZ. NUH (S.A.)

    1.Hz. Nuh hakkinda genel bilgiler
    Nuh aleyhisselam, Idris aleyhisselam'dan sonra gelen peygamberdir. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine « Ülü'l-azm » (azm edilen) denilen alti peygamberden ikincisidir (Bu alti büyük peygamber sunlardir: Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.), M.K.) . Bunun nedeni kavminin Nuh tufani diye adlandirilan gazap ile cezalandirilmalarindandir.
    2.Hz. Nuh'un hayati
    Hz. Nuh, Idris aleyhisselamin göge cikarildiktan sonra azan insanlara peygamber olarak gönderildi. Insanlar putlara tapmaya basladi. Cenab-i Hak bunun icin Nuh aleyhisselami peygamber olarak gönderdi. O zaman 50 yasinda idi. Yillarca insanlari dine davet etti, putlara tapinmaktan sakindirdi ve Allahü Tealaya ibadet etmelerini söyledi. Ama Nuh aleyhisselama kendi oglu Yam yani Ken'an bile iman etmedi, hatta alaya alip iskence ettiler: « Andolsun ki Nuh'u elci olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin, sizin ondan baska tanriniz yoktur. Dogrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabindan korkuyorum » (A'raf, 59) . Nuh aleyhisselam insanlarin davetine icabet etmedikleri icin onlara beddua etti:« (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak saskinliklarini artir » (Nuh, 24) . Allahü Teala da bundan sonra Nuh aleyhisselam gemi yapmasini emretti: « Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarinca gemiyi yap ve zulmedenler hakkinda bana (bir sey) söyleme ! Onlar mutlaka bogulacaklardir ! » (Hud, 37) . Gemi bitince tufan oldu (denizler tasti ve her taraf su oldu). Nuh aleyhisselam sayisi 80 kisi kadar olan mü'minler ile 3 katli olan gemiye bindi. Nuh aleyhisselam gemiye her hayvandan birer cift aldi. Oglu Ken'an'i da gemiye almak istedi, ama o "Beni sudan koruyacak bir daga siginacagim" dedi, gemiye binmedi ve hemen bir dalga onu alip bogdu. Allah Teala da Nuh aleyhisselamin bu oglu hakkinda af dilemesine karsilik: « (...) Ey Nuh ! O asla senin ailenden degildir. Cünkü onun yaptigi kötü bir istir. O halde hakkinda bilgin olmayan bir seyi benden isteme.(...) » (Hud, 46) buyurdu. Sular daglari asti, insanlar ve hayvanlar telef oldu. 150 gün gectikten sonra Allahü Teala: « Yere suyunu cek; göge: ey gök sen de yagmurunu tut » buyurdu ve bunun üzerine yagmur durdu, sular cekildi. Gemi Irak'taki Cudi dagina oturdu. Hz. Nuh'a inanip kurtulan insanlar ac olduklari ve dagda yiyecek olmadigi icin Nuh aleyhisselamin emri üzerine ellerinde olan bütün yiyecekleri birlestirdiler ve böylece ilk defa Asure yemegini yaptilar. Insanlar Nuh aleyhisselamin 3 oglu Sam, Ham ve Yafes'ten türedigi icin Hz. Nuh'a ikinci Adem de denir. Nuh aleyhisselamin 1000 yasinda vefat ettigi söyleniyor, ama Kur'an-i Kerim'de : « Andolsun ki biz Nuh'u kavmine gönderdik de o 1000 yildan 50 yil eksik bir süre yanlarinda kaldi.(...) » (El-Ankebut, 14) geciyor. . Hz. Nuh gemicilerin ve marangozlarin piri sayilir, cünki bu isleri Allah'in ihsaniyla ilk defa o yapmistir.

    3. Nuh suresi
    Nuh suresi Mekke'de nazil olup 28 ayettir. Hatt-i Osman'a göre 71. suredir. Nuh aleyhisselamin kavmine gönderilisini ve Nuh tufanini anlattigi icin sureye bu ad verilmistir. Peygamberimiz (s.a.v)'de Hz. Nuh hakkinda: « Nuh (aleyhisselam) 'Bismillah' ve 'Elhamdülillah' demeden büyük olsun, kücük olsun herhangi bir is yapmazdi. Bu sebeple Allahü Teala onu 'Cok sükredici bir kul' olarak isimlendirdi » (Taberani; Ibn-i Cebir) buyurdu. Bediüzzaman Said Nursi de Nuh tufani hakkinda sunlari yazmistir: « Padisah-i bimisal, kavm-i Nuh'un mahvi icin semavat ve arza emir vermis. Vazifelerini yaptiktan sonra ferman ediyor: " Ey arz! Suyunu yut. Ey sema! Dur, isin bitti. Su cekildi. Dagin basinda me'mur-u Ilahinin cadir vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarini buldular." Iste su uslubun ulviyetine bak. " Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler " diyor. Iste su uslub isaret eder ki, insanin isyanindan kainat kiziyor. Semâvat ve arz hiddete geliyorlar. Ve su isaretle der ki: " Yer ve gök iki muti asker gibi emirlerine bakar bir Zata isyan edilmez, edilmemeli..." »

    4.Hz. Nuh'un evladlarina vasiyeti
    « Bunlardan (ilk) ikisini birakmayiniz, ikisini de hazer ediniz (yapmayiniz) 1. La ilahe illallah
    2. Subhanallah vebi hamdihiy'dir
    3. Gavurluktan (sakinin)
    4. Kibir ('den sizi nehyederim) »
#15.03.2004 11:05 0 0 0
  • HZ. HUD (S.A.)

    Hz. Hud Yemen'de bulunan Ad kavmine gönderilen peygamberdir: «Ad kavmine de kardesleri Hud'u (gönderdik). (...) » . Nuh aleyhisselamin oglu Sam'in neslindendir. Bir ismi de Abir olup, lakabi Nebiyyullahtir. Hz.Hud'un ismi (veya nesebi) hakkinda 2 rivayet vardir:
    Hud bin Abdullah bin Riyah (veya Ribah) bin Él-Halud bin Ad bin Avs bin Irem bin Sam bin Nuh

    Hud ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam ibni Nuh ibni Ebi Ad'dir.

    Yemen'de Aden ile Umman (Oman) arasinda bulunan Ahkaf diyarinda Hz. Hud dogup büyüdü. Cocukluktan itibaren Allah'a ibadet ederdi. Ara sira ticaret yapan Hz. Hud gayet sefkatli ve cok cömert idi. Kavmi (Ad) bolluk ve bereket icinde ve gösterisli binalar yaparak azmistir. Bütün nimetleri kendilerine veren Allah'i unutan Ad kavmi putlara tapmaya basladi. Hud aleyhisselam bu kavme peygamber olarak gönderildi ve Hz. Hud Nuh aleyhisselamin bildirdigi dinin esaslarini Ad kavmine bildirdi: «(...) O dedi ki: " Ey kavmim ! Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan baska tanriniz yoktur. Hala sakinmiyacak misiniz ? » . Allah'a itaat edip, Ona ibadet etmelerini söyledi. Allah "onlara putlara tapmaktan, zulüm etmekten vazgecmeleri, insanlara merhametli olup onlara eziyet etmemeleri, insanlari sasirtmak maksadiyla yollara aldatici isaretler ( Ad kavmi, yolculari sasirtmak ve onlarin cölde kaybolup gitmelerine gülmek (alay etmek) icin yollara yanlis isaretler koyarlardi, M.K.) koymamalari, insanlarla alay etmemeleri, onlari öldürüp mallarini soymamalarini ve bütün varligi yaratan bir olan Allah'a ibadet etmeleri icin nasihatte bulunmak " üzere Hud aleyhisselami Ad kavmine yolladi. Ne yazik ki bircok kabileler gibi Ad kavmi de peygamberine karsi geldi: « Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik icinde görüyoruz ve gercekten seni yalancilardan saniyoruz » . Hud aleyhisselam onlari Allah'in azabi ile korkuttu ise de pek az kisi iman etti. Ama Hud aleyhisselam yelmedi ve imana davet etmeye devam etti: « Ey kavmim ! Rabbinizden bagis dileyin; sonra da O'na tevbe edin ki, üzerinize gögü (yagmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsin. Günah isleyerek (Allah'tan) yüz cevirmeyin » . Kavmi ise ona hakaret etti, hatta kendinden gecinceye kadar onu dövdü. Bu - alcakca - dövme olayi da Sadad isimli Ad kavminin en zengini ve böylece bunlarin basinin (emir): " Ey Hud ! Bu söylenenleri duymadin mi ? Iste ben Avc'i kendime vekil tayin sectim. Benim namima senin Allah'ina cenk (savas, harp; M.K.) edecek, hadi sür senin Allah'ini " söylemesinden sonra vukuu buldu. Hud aleyhisselam da bunun üzerine kavmine biraz da aciyarak: « Ey Yüce Rabbim ! Sen bana en büyük isyani göstermis olan bu Ad kavmine karsi artik acimasiz davran. Onlari cezalarinin en büyügü ile cezalandir. Senden bunu diliyorum » diye beddua etti. Hz. Hud kavminin islah olmayacagini anlayinca: « Ya Rabbi ! Sen her seyi biliyorsun. Ben onlara peygamberligimi bildirdim. Ey Rabbim ! Onlara ders almalarina vesile olacak bir musibet ver » diye beddua etti. Hud aleyhisselamin duasini kabul eden Allahü Teala Ad kavmine önce kuraklik, kitlik musibetini verdi: 3 sene müddetce hic yagmur yagmadi. Akan pinarlar kuruyup, agaclar , meyveler sararip soldu. Hayvanlar susuzluktan telef (ölecek kadar zayifladi; M.K.) oldu. Bikmayan Hud aleyhisselam onlari imana davetini devam etti ise de onlar git gide azginlasti, Hud aleyhisselama daha cok eziyet ettiler. Hz. Hud mucizeler gösterdi ise de yine hidayete ermediler. Allahü Teala Ad kavmi üzerine azab yüklü bulutu göndererek buluttan esen bir rüzgarla onlari helak etti: « Ad kavmi (Peygamberleri Hud'u) yalanladi da azabim ve tehdidim nasilmis (gördüler). Biz onlarin üstüne, ugursuzlugu devamli bir günde dondurucu bir rüzgar gönderdik » . Bu bulutun ismi « sarsar » idi ve 7 gece, 8 gün devametti: « Ad kavmi ise, ugultulu, kasip kavuran bir firtina ile mahvedildiler. Allah onu, ardarda 7 gece, 8 gün onlarin üzerine musallat etti. Öyle ki (eger orada olsaydin), o kavmi, ici bos hurma kütükleri gibi oracikta yere sarilmis halde görürdün » . Ad kavmi üzerine gelen rüzgar, Hud aleyhisselama ve ona iman edenlerin yüzlerine gayet serinletici ve tatli olarak esti: « Emrimiz gelince; Hud'u ve onunla beraber iman edenleri tarafimizdan bir rahmetle kurtardik, onlari agir bir azaptan kurtulusa erdirdik » Hud aleyhisselam, kavmi helak olduktan sonra kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerremeye gitti. Kabe-i Muazzamanin bulundugu yerde ibadet ve taatla mesgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i Serif'de (Kabe-i Mazzamanin etrafindaki Mescit) Hicr (bkz. Hicr suresi) denilen yerde bulundugu rivayet edilmektedir. Allahü Teala yüce Kur'an-i Kerim'de buyuruyor ki: « Onlar hem bu dünyada hem de kiyamet gününde lanete tabi tutuldular. Biliniz ki; Ad (kavmi) Rablerini inkar ettiler. (Sunu da) bilin ki Hud'un kavmi Ad, Allah'in rahmetinden uzak kilindi » ; (Onlar: Ad kavmi; M.K.)

    2. Hud Suresi

    Hud suresi 123 ayet olup, Hatt-i Osman'a göre 11. suredir. 12, 17 ve 114. ayetler Medine'de digerleri Mekke'de inmistir. Yunus suresinin devamidir. Hud aleyhisselam'dan haric Nuh, Salih, Ibrahim, Lut, Su'ayb ve Musa (a.s.)'den de bahseder. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.) 112. ayet (« O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolundugun gibi dosdogru ol ! (...) ») hakkinda: « Beni Hud suresi kocatti ! » demistir. Cünkü bu ayette direkmen Peygamberimize (S.A.V.) - ve saniyen tabiiki bütün alem-i Islama - « emrolundugun gibi dosdogru ol ! » denmistir ve bu kolay bir is degildir.
#15.03.2004 11:06 0 0 0
  • Hz. MÛSA (a.s)

    Allah Teâlâ'nin, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'i verdigi ve yeryüzünde dinini teblig edip, hakim kilmasi için gönderdigi Ulu'l-Azm* peygamberlerden biri. Hz. ibrahim (a.s)'in soyundan olup, israilogullarinin akidelerini islah etmek ve onlari Allah Teâlâ'nin diledigi nizama kavusturmakla görevlendirilmisti. Küfürle mücadelesi Kur'ân-i Kerim'de uzun uzun anlatilmaktadir.
    Hz. Adem (a.s)'den, Rasulullah (s.a.s)'e kadar pek çok peygamber gelmistir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah Teâlâ'ya iman etmeye çagirmislar; bu yolda kâfirlerle savasmislar, yasadiklari diyarlardan çikarilmislar; ezilmisler, hor görülmüsler ve hatta öldürülmüslerdir.

    Mûsa (a.s) da, Allah Teâlâ tarafindan israilogullari'na gönderilmis bir rasul idi. O da tipki kendisinden önce gönderilmis olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çagirdi. Kavmine zulmeden ve ilâhlik iddiasinda bulunan Firavun'a karsi tevhid yolunda mücahede etti. Bu ugurda, bütün peygamberlerin karsisina çikan güçlükler, onun da karsisina çikti. Dogup büyüdügü diyardan çikarildi, kâfirler tarafindan öldürülmek gayesiyle kovalandi. Allah Teâla Kur'ân-i Kerim'de bir ayette Hz. Mûsa (a.s)'dan söyle bahsediyor: "Kur'ân'da Musa'yi da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve israilogullari'na gönderilmis bir peygamber idi"(Meryem, 19/51).

    Hz. Musa (a.s)'nin Firavun ile olan kissasi, Kur'an'in bazi sûrelerinde çesitli üslûplarda ve teferruatli olarak anlatilmistir. Firavun ve ordusunun Kizildeniz'de bogulmalari olayindan sonra, israilogullari ile ilgili kissasina da genisçe yer verilmistir.

    Musa (a.s)'nin Firavun ile olan mücadelesi, bir sahsin bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret degildir. Bilâkis bu hak ile bâtil'in çatismasi, Rahman'in ordusu ile seytanin ordusunun kaçinilmaz savasidir. Aslinda hak ile bâtil arasindaki bu savas, insanoglunun yaratilisindan, insanlari islah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çikmasindan beri devam edegelmektedir.

    Sapiklik ve bâtil, daima iblis ve onun ordusu tarafindan temsil edilmis, imana, tevhide, peygamberlige, kisaca Hakka sürekli meydan okumustur. Fakat kazanan daima Hak olmustur. Allah Teâlâ söyle buyuruyor: "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatinda, hem de meleklerin sahid olacagi günde muzaffer kilacagiz" (el-Mü'min, 40/51).

    Hz. Musa (a.s)'da gönderildigi kavmi cehalet ve sapiklik içerisinde buldu. Onlari Hakka davet etti, yurdundan çikarildi, savasti ve sonunda Allah Teâlâ'nin izniyle kazandi.

    Hz. Musa (a.s)'nin Nesebi, Dogumu ve Hayati

    Musa (a.s)'nin babasi, imran'dir Onun babasi Yahser, onun da babasi Kahes'dir. Nesebi Yakub (a.s)'a ulasir; ki, onun babasi Hz. ishak (a.s), onun da babasi Hz. ibrahim (a.s)'dir. Musa (a.s)'nin yaninda gördügümüz Harun (a.s) onun kardesidir. Allah Teâla, Musa (a.s)'yi Firavun'a, imana davet için gönderdiginde, Hz. Harun (a.s)'u da ona yardimci olarak seçmis ve görevlendirmisti. Hz. Musa (a.s) Allah Teâla'ya söyle dua ederek, kardesi Harun (a.s)'u kendisine yardimci yapmasini istemisti: "Bir de bana ehlimden bir vezir, (yardimci) ver. Kardesim Harun'u (ver)" (Tâhâ, 20/29-30).

    Hz. Musa (a.s), Misir'in çok zor günler yasadigi bir dönemde dogdu. Bu sirada, ilâhlik iddialarinda bulunarak haddi asan Firavun, israilogullari halkina dayanilamayacak eziyetlerde bulunuyor, bu insanlari zulümle kasip kavuruyordu. israilogullari, Kipt kavminin muamelelerinden ve krallarinin agir baskilarindan bikmislardi. Misir'da yasamanin bir tadi kalmadigini biliyor ve dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardi. Ama onlardan her isinde istifade eden Firavun, yakalarini bir türlü birakmak istemiyordu. Onlara zulmün en akla gelmeyecek olanini yapti. Nitekim Kur'ân-i Kerim'de; "Biz sana Musa ve Firavun'un mühim haberlerinden, iman edecek bir kavim için, gerçek olarak okuyacagiz. Çünkü Firavun o yerde (Misir'da) baskaldirmis ve ahalisini parçalara bölüp, kendisine baglamisti" (el-Kasas, 28/3-4) buyuruluyor.

    Firavun, saltanati sirasinda israilogullarina çok kötü eziyetlerde bulundu; onlari köle yapti, en çirkin ve adî islerde çalistirdi. Allah Teâlâ, israilogullarini bu sikintidan, azgin Firavun'un serrinden, zulüm ve taskinliklarindan kurtarmak için Hz. Musa (a.s)'yi gönderdi.

    Sa'lebî, Kisas-i Enbiya'sinda imam Suddî'den; Firavun'un bir rüya gördügünü, korkup kederlendigini naklediyor. Rüyasinda Kudüs tarafindan gelen bir ates gördü. Bu ates, Misir'a kadar uzanip, Firavun'un evlerini yakti. Fakat sadece Kipti'lere zarar verdi, israilogullari ise kurtuldular. Uyaninca hemen kâhin ve müneccimlerden rüyayi tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; "israilogullari içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Misirlilarin helâkina ve senin kralliginin yok olmasina sebep olacak. Dogacagi zaman da iyice yaklasti."

    Bu haber üzerine telaslanan Firavun, israilogullarin'dan dogan bütün erkek çocuklarin öldürülmesini emretti. Kur'ân-i Kerim'de bu olay söyle anlatiliyor: "Firavun, memleketin basina geçti ve halki firkalara ayirdi. içlerinden bir toplulugu güçsüz bularak onlarin ogullarini bogazliyor, kadinlari sag birakiyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi" (el-Kasas 28/4).

    israilogullari arasinda is yapabilecek insanlarin azalmasi üzerine Kiptîlerin ileri gelenleri Firavun'a giderek, "Eger böyle öldürmeye devam ederseniz, ileride bizim islerimizi yapacak kimse bulamayacagiz" dediler. Firavun da erkek çocuklarin bir sene öldürülmesini, bir sene de öldürülmemesini emretti. Erkek çocuklarin öldürülmedigi sene Harun (a.s) dogdu. Öldürüldükleri sene ise Musa (a.s)...

    Musa (a.s) dogunca, annesi çok üzüldü. Allah Teâlâ ona korkmamasini, üzülmemesini vahyetti. Kalbine bir rahatlik verdi. Bu, Kur'an'da söyle anlatiliyor: "Musa'nin annesine: "Çocugu emzir, basina geleceklerden korktugun zaman onu suya (Nil'e) birak. Korkma, üzülme. Biz süphesiz onu sana döndürecegiz ve peygamber yapacagiz" diye bildirmistik" (el-Kasas, 28/7).

    Musa (a.s)'nin annesi de ilham edileni yapti ve yavrusunu bir muhafaza içerisinde suya birakti. Ablasina da, "Onu izle" dedi. Musa (a.s)'yi tasiyan sandik, Allah'in izniyle dalgalarla sürüklenerek, Firavun'un sarayina ulasti. Yikanmakta olan cariyeler, sandigi bulup Firavun'un karisina götürdüler. Allah Teâlâ, Firavun'un karisi Asiye'nin kalbine bu çocugun sevgisini koydu. Firavun çocugu görünce öldürmek istedi. Ancak Asiye, çocugu kendisine vermesini istedi. Çünkü hiç çocuklari olmuyordu. Kur'an-i Kerim, bunu söyle anlatiyor: "Firavun'un karisi: Benim de senin de gözün aydin olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydali olur, yahut onu ogul ediniriz" dedi. Aslinda isin farkinda degillerdi" (el-Kasas, 28/9).

    Hz. Musa (a.s) acikinca onu emzirmek icab etti. Fakat o kimseden süt emmek istemiyordu. Allah Teâlâ, bunu söyle zikrediyor: "Önceden, süt annelerinin memesini kabul etmemesini sagladik. Musa'nin ablasi; "size, sizin adiniza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkini tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece onu, annesinin gözü aydin olsun diye, ona geri çevirdik. Fakat çogu bilmezler" (el-Kasas, 28/12-13).

    Musa (a.s) böylece annesine dönmüs oldu. Üstelik Firavun'un sarayinda büyüdü. Firavun ailesinin sevgisini kazandi. Allah Teâlâ söyle buyuruyor: "Musa erginlik çagina gelip olgunlasinca ona hikmet ve ilim verdik. iyi davrananlari böyle mükâfatlandiririz" (el-Kasas, 28/14).

    Yetisip delikanlilik çagina gelen Musa (a.s) bir gün sehre indi. Ögle üzeriydi. Dükkanlar kapaliydi ve halk evlerinde istirahat ediyordu. Kur'ân-i Kerim'de, sehirde geçen hadise söyle anlatiliyor; "Musa, halkinin haberi olmadigi bir zamanda sehre idi. Biri kendi adamlarindan, digeri de düsmani olan iki adami dövüsür buldu. Kendi tarafindan olan kimse, düsmanina karsi ondan yardim istedi. Musa, onun düsmanina bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. "Bu seytanin isidir; çünkü o apaçik saptiran bir düsmandir" dedi. Musa, "Rabbim! dogrusu kendime yazik ettim, beni bagisla" dedi. Allah da onu bagisladi. O, süphesiz bagislayandir, merhamet edendir. Musa; "Rabbim! Bana verdigin nimete and olsun ki, suçlulara asla yardimci olmayacagim " dedi. sehirde, korku içinde, etrafi gözeterek sabahladi. Dün kendisinden yardim isteyen kimse, bagirarak ondan yine yardim istiyordu. Musa ona: "Dogrusu sen besbelli bir azginsin " dedi. Musa, ikisinin de düsmani olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Musa! Dün bir cana kiydigin gibi bana da mi kiymak istiyorsun? Sen islah edenlerden degil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun"dedi" (el-Kasas, 28/15-19).

    israillinin, olayi agzindan kaçirmasi üzerine, bütün halk Musa (a.s)'nin Misirliyi öldürmüs oldugunu ögrendi. Daha sonra bir adam kosarak geldi ve kendisini öldüreceklerini söyledi.

    "Musa korku ipinde çevresini gözetleyerek oradan çikti. Rabbim! Beni zalim milletten kurtar" dedi. Medyen e dogru yöneldiginde: "Rabbimin bana dogru yolu gösterecegini umarim ", dedi" (el-Kasas; 28/21-22).

    Musa (a.s) böylece yurdundan uzaklasti. Yanina yiyecek hiç bir sey de almamisti. Tam sekiz günlük yolu, agaç yapraklari yiyerek asti. Misir ile Medyen arasi sekiz günlük bir mesafedir. Allah Teâlâ'nin bu seçkin kulu, aç ve bitap düsmüs olarak bu uzun mesafeyi katetti ve nihayet Medyen'e ulasti. Kur'ân-i Kerim'de kissa söyle devam ediyor:

    "Medyen suyuna geldiginde, davarlarini sulayan bir insan toplulugu buldu. Onlardan baska, hayvanlarini sudan alikoyan iki kadin gördü. Onlara: "Derdiniz nedir?"dedi. "Çobanlar ayrilana kadar biz sulamayiz. Babamiz çok yaslidir (onun için bu isi biz yapiyoruz) " dediler. Musa onlarin davarlarini suladi. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim! Dogrusu bana indirecegin hayra muhtacim" dedi" (el-Kasas, 28/23-24).

    Ibn-i Kesir, El-Bidaye ve'n-Nihaye'de bu olayi söyle anlatiyor: "Medyen suyunda çobanlar koyunlari suladiktan sonra, kuyunun agzina büyük bir kaya koyarlardi. Bu iki kadin da artan sularla koyunlarini sulamaya çalisirlardi. Musa (a.s), kayayi kuyunun agzindan tek basina kaldirdi, su çekti ve kadinlarin koyunlarini suladi. Sonra tekrar kayayi yerine koydu. Bu kayayi ancak on kisi kaldirabilirdi. Musa (a.s) ise, on kisinin halledebilecegi bu isleri tek basina halletmisti. Kizlar babalarina gidip Hz. Musa'yi ve yaptigi iyiligi anlattilar. Kur'an-i Kerim'de kissa söyle devam ediyor:

    "O sirada, kadinlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çagiriyor dedi. Musa ona gelince, basindan geçeni anlatti. O: "Korkma! Artik zâlim milletten kurtuldun"dedi. iki kadindan biri: "Babacigim, onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarinin en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdir, dedi. Kadinlarin babasi bana sekiz yil çalismana karsilik bu iki kizimdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eger on yila tamamlarsan, o senden bir lütuf olur. Ama sana agirlik vermek islemem. insallah beni iyi kimselerden bulacaksin" dedi. Musa: "Bu seninle benim aramdadir. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayim, bir kötülüge ugramayacagim. Söylediklerimize Allah vekildir" dedi" (el-Kasas, 28/25-28).

    Ibn-i Kesir söyle diyor: "Kizlarin babasinin kim oldugu hakkinda görüs ayriligi vardir. Bunun Suayb (a.s), oldugu hususunda kanaatler vardir. Ulemanin çogunlugu da bu görüstedir. Hasan Basri, Malik b. Enes'den naklolunan bir rivayeti delil getirerek diyor ki: Hz. Suayb kavmi helâk olduktan sonra uzun bir ömür yasamis, tâ ki Musa (a.s)'a ulasmis ve kizini ona nikâhlamistir.

    Hz. Suayb (a.s)'in kiziyla nikâhlandiktan sonra Musa (a.s), Medyen'de kalip, haniminin mehri olmak üzere on yil koyun güttü. Bir rivayete göre, Peygamberimize tam olarak ne kadar çalistigi sorulmus; o da on sene oldugunu buyurmustur. Buradan anlasildigi üzere, tam on yil çobanlik yapmistir.
#15.03.2004 11:12 0 0 0
  • Hz. Musa (a.s) ya Peygamberliginin Bildirilmesi

    Musa (a.s) Medyen'de on sene kalip mehrini tamamladiktan sonra, Misir'a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlik ve soguk bir gecede yolu sasirdi ve dag geçidinin yolunu bir türlü bulamadi. Çakmak tasiyla bir seyler tutusturmaya çalisti, basaramadi. Soguk iyice siddetlendi. Kansi da hamileydi ve dogum zamani da yaklasmisti. Musa (a.s) ve ailesinin gerçekten yardima ihtiyaci vardi. Kur'an-i Kerim'de, bu olay söyle anlatiliyor: "Musa, süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çikti. Tür tarafindan bir ates gördü. Ailesine: "Durunuz, ben bir ates gördüm; belki oradan size bir haber veya tutusmus, bir odun getiririm de isinabilirsiniz" dedi. Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sag yanindaki agaç cihetinden: "Ey Musa! süphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'im " diye seslenildi. "Degnegini at!." Musa, degnegin yilan gibi hareketler yaptigini görünce, dönüp arkasina bakmadan kaçti. "Ey Musa! Dön, gel. Korkma. süphesiz güvende olanlardansin" denildi. "Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çiksin. Korkudan açilan kollarini kendine çek! Bu ikisi Firavun ve erkânina karsi Rabbinin iki delîlidir. Dogrusu onlar yoldan çikmis bir millettir" denildi. Musa: "Rabbim! Dogrusu ben onlardan bir cana kiydim. Beni öldürmelerinden korkarim. Kardesim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardimci olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarindan korkarim" dedi, Allah: "Seni kardesinle destekleyecegiz, ikinize bir kudret verecegiz ki, onlar size el uzatamayacaklardir. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir" dedi" (el-Kasas, 28/29-35).

    Tâhâ sûresinin ilk ayetlerinde, Allah Teâlâ ile Musa (a.s) arasinda geçen konusma, daha ayrintili bir sekilde verilir. su ayetler Allah Teâlâ'nin Musa (a.s)'yi rasul olarak görevlendirdigi zamanin anlasilmasinda yardimci oluyor: "Ben seni seçtim, artik vahyolunani dinle. süphesiz ben Allah'im. Benden baska ilâh yoktur. Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kil!" (Tâhâ, 20/13-14).

    Ve daha sonra Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya söyle buyuruyor: "Firavun'a gidin; dogrusu o azmistir. Ona yumusak söz söyleyin, belki ögüt dinler veya korkar" (Tâhâ, 20/43-44).

    Allah Teâlâ'nin, Musa (a.s)'ya bunu emretmesinden sonra, Musa (a.s) ile Firavun arasinda amansiz bir mücadele de baslamis oluyordu. Hak ile bâtil'in amansiz savasi. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras biraktiklari tevhid mücadelesi...

    Hz. Musa (a.s), Allah Teâlâ'nin bu emriyle Firavun'a gitti. Onu güzellikle Allah'a iman etmeye davet etti: "Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana Allah'a karsi ancak gerçegi söylemek yarasir. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, israilogullari'ni benimle beraber saliver" (el-A'raf, 7/104-105).

    "Firavun: "Musa! Rabbiniz kimdir?" dedi. Musa: "Rabbimiz, her seye ayri bir özellik veren, sonra dogru yola eristirendir" dedi" (Tâhâ 20/49-50).

    Firavun, bu davete icabet etmedi ve direndi. Musa (a.s)'yi zindana atmakla tehdit etti. Musa (a.s)'da Firavun'a, belki iman eder diyerek, ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasini yere atti, kocaman bir yilan oldu. Elini koynuna sokup çikardi, gözleri kamastiran bir günes parçasi oluverdi. Musa (a.s)'nin gösterdigi bu mucizeler karsisinda Firavun gerçekten korkmustu. Bunun üzerine o da sihirbazlarini toplayip, Musa'yi maglup etmeyi kararlastirdi. Ülkesindeki bütün ünlü sihirbazlari çagirtti ve onlardan Musa (a.s)'nin yaptiklarindan daha büyük bir sihir yapmalarini istedi. Onlarda hazirlandilar ve bir gün kararlastirdilar. O gün gelince de halkin gözleri önünde Musa (a.s) ile yarismaya basladilar.

    "Sihirbazlar: "Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalim" dediler. Musa: "Siz koyun"dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanlarin gözlerini sihirlediler ve onlari ürküttüler, büyük bir sihir yaptilar. Biz de Musa'ya: "Asani koyuver" dedik o da koyuverdi. Hemen onlarin uydurduklarini yutmaya basladi. Hak tahakkuk etti. Onlarin yaptiklari bosa gitti. iste orada yenildiler, küçük düstüler. Sihirbazlar secdeye kapanip: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandik" dediler" (el-A'râf, 7/115-122).

    Sihirbazlarin iman etmeleri, Firavun'u çok kizdirdi. Onlari öldürmekle tehdit etti. iste küfür, acizligini bu olayla bir kere daha ortaya koymus oldu.

    Gelisen bu olaylar, Firavun'u yola getirecegi yerde, onu daha çok azdirdi. Ve Musa (a.s) ile kavmini ortadan kaldirmadikça rahata kavusamayacagina inanip, bu arzusunu yerine getirmeye çalisti. Musa (a.s), Firavun ve kavmini, imana çagirmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe, Allah Teâlâ onun kavmine tufan, çekirge, hasarat, kurbaga, kan gibi çesitli azablar gönderdi. Ancak bunlarin hiç biri, Firavun ve kavmini yola getirmedi.

    Firavun, küfür ve inadinda, israr ve Musa (a.s)'nin davetine de icabet etmemeye devam etti. Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya israilogullarini bir gece Misir'dan çikarip Filistin diyarina götürmesini vahyetti. Bir gece Musa ve kavmi sehirden çikip, Süveys halici boyunca Kizildeniz'e yöneldiler. Firavun sehirde israilogullarindan hiç bir iz göremeyince, kaçtiklarini anladi ve bütün ordusunu seferber ederek, peslerine düstü. Firavun ordusunun çok kalabalik oldugu rivayet edilmektedir. Firavun iki gün sonra israilogullarina yetisti. israilogullarinin önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarinda kocaman bir ordu vardi. israilogullari "Yakalandik yâ Musa" diye yakinmaya basladilar. Kur'ân-i Kerim'de olay söyle anlatiliyor: "Musa: "Hayir, Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir"dedi. Bunun üzerine Biz Musa ya: "Degneginle denize vur" diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrildi, her parçasi yüce bir dag gibiydi. iste oraya geridekileri de yaklastirdik. Musa ve beraberinde bulunanlarin hepsini kurtardik" (es-suara, 26/62-65).

    "Firavun, ordusuyla onlari takib etti. Deniz de onlari içine aliverdi. Hem de ne alis!" (Tâhâ, 20/78).

    Kur'an-i Kerim'de Allah Teâlâ, bir zâlimin, kâfirin sonunu böyle anlatiyor; ve bir kavmi nasil kurtardigini da. iste Hak, Bâtil'in tepesine böyle inip, onu ortadan kaldirabiliyor.

    Firavun ordusu, bir tek kisi kalmamacasina yok oldu. Firavun ise, ölümün geldigini anlayinca iman ettigini açikladi: "Firavun bogulacagi anda: "israilogullarinin inandigindan baska tanri olmadigina inandim, artik ben de ona teslim olanlardanim" dedi. Ona: "simdi mi (inandin)? Daha önce baskaldirmis ve bozgunculuk etmistin"dendi" (Yunus, 10/90, 91).

    Bu olaydan sonra Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya kavmiyle birlikte Beyti Makdis'e yönelmelerini emretti. Yola koyuldular. Çölde su bulamayip, siddetli bir susuzluga kapildilar. Gelip Musa (a.s.)'a sitem ve sikayette bulundular. Allah, Musa (a.s)'a, âsâsini tasa vurmasini emretti. Vurunca tasin oniki yerinden su fiskirdi. Her Yahudi kabilesine bir göze düsüyordu. Onlar bu gözelerden kana kana içtiler, susuzluklarini giderdiler. Allah Teâlâ israilogullarina, gökten kudret helvasi ve bildircin eti de gönderdi. Fakat israilogullarinin o ikiyüzlülükleri, bütün bu nimetlere ragmen, kendini burada da ortaya çikardi. Bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylediler: "Ey Musa! Bir çesit yemege dayanamayacagiz. Bizim için Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdigi sebze, kabak, sarmisak, mercimek ve sogan yetistirsin" demistiniz de, "hayirli olani daha düsük seyle mi degistirmek istiyorsunuz? Bir sehre inin, orada süphesiz istediginiz vardir" demisti" (el-Bakara, 2/61).

    Sonra Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, Filistin'e gitmeyi emretti. Orada Heysanilerin kalintilari ve Kenanlilardan meydana gelen zalim bir topluluk ile karsilastilar. Musa (a.s) kavmine, buraya girip bu zalimlerle savasmalarini, ve onlari bu mukaddes beldeden çikarmalarini emretti. Fakat, israilogullari buna cesaret edemedi: "Ey Musa! "Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyecegiz. Sen ve Rabbin gidin savasin, dogrusu biz burada oturacagiz" demislerdi" (el-Maide, 5/24).

    Çünkü israilogullari, Firavun ülkesinde zillet ve adilige, asagilanmaya alismislardi. Onlar için bazi degerleri ele geçirmek için savasmak, bir manâ tasimiyordu. Allah'da onlari Tih çölüne atti ve yollarini sasirtti. Kavmine söz geçiremediginden yakinan Musa'ya, Allah Teâlâ: "Orasi onlara kirk yil haram kilindi. Yeryüzünde saskin saskin dolasacaklar. Sen, yoldan çikmis bir millet için tasalanma" dedi" (el-Maide, 5/26).

    Zamanla, bu zillet içinde yasayan nesil, yerini hürriyetle yetisen ve izzetle yasayan bir nesile terketti. Bunlar da bir müddet sonra Arz-i Mukaddes'e girmeye muvaffak oldular.

    israilogullari, bu kirk yil içinde çok çesitli sapikliklarda bulundular. Hz. Musa'nin Tur daginda kirk gün geçirdigi bir zamanda, Sâmirî isimli bir sahsin imal ettigi ve "iste sizin de Musa'nin da tanrisi" dedigi altindan bir buzagiya tapmaya basladilar. Musa (a.s) döndügünde onlari buzagiya tapinir görünce çok üzüldü. Harun (a.s)'a çikisti. israilogullari'ni buzagiya tapinmaktan vazgeçirmeye çalisti. israilogullari ise, her firsatta iki yüzlülüklerini sergilediler (Sâmirî olayi bak. Daha fazla bilgi için bk. Sâmirî mad.). Musa (a.s), hayati boyunca tevhid yolunda mücadele etti. Bu ugurda pek çok eziyetle karsilasti. Yurdundan çikarildi, ölümle tehdit edildi ve etrafinda kendisiyle beraber, inanan pek az insan bulabildi.

    Musa (a.s), Tih çölünde, Harun (a.s)'dan sonra öldü. israilogullarini Arz-i Mukaddes'e sokamadi. Öldügünde yüz yirmi yasinda idi. Buhârî, onun ölümü ile ilgili olarak sunlari rivayet ediyor: "Ölüm melegi geldiginde, Musa (a.s) onun yüzüne dikkatle bakti. Canini almaya gelen Azrail (a.s) korktu ve gözü karardi. Sonra: "Yarabbi, beni bir kuluna gönderdin ki, ölmek istemiyor" diye tazarru eyledi. Allah Teâlâ, o hali üzerinden kaldirarak, tekrar Musa'ya gönderdi: "Söyle, sayili olmak sartiyla istedigi kadar yasasin". Hz. Musa: "Yarabbi, sonra ne olacak?" dedi. "Öleceksin" buyuruldu. "Öyle ise ölüm simdi gelsin" niyazinda bulundu. Sonra Allah Teâlâ'dan, kendisini bir tas atimi Beyti Makdis'e yaklastirmasini, orada ölmesini ve oraya gömülmesini istedi. Ebu Hureyre (r.a) söyle diyor: "Rasulullah (s.a.s): "Eger ben sizinle beraber orada bulunsaydim, onun yol kenarinda ve kizil bir kum tepesinin yaninda bulunan kabrini size gösterirdim" buyurdu".
#15.03.2004 11:13 0 0 0
  • HZ. ISHÂK (a.s)

    Ibrahim (a.s)'in Hz. Sâre'den dogan ikinci oglu.
    Hz. Sâre'nin çocugu olmadigi için kocasina cariyesi Hacer'i hediye etmistir. Hz. Hacer Hz. ismail'i dogurunca, Hz. Sâre üzülmüstür. Hz. ibrahim yüz yirmi yasinda Hz. Sâre doksan yasinda iken Allah'in bir lutfu ve mucizesi olarak ishâk (a.s) dogmustur (bk. Hâkim, Müstedrek, 11, 556).

    Kur'an-i Kerim'de bu olay söyle anlatilir: "And olsun ki, elçilerimiz ibrahim'e müjde ile gelip; "Selâm", dediler. O da "Selâm" dedi ve eglenmeden gidip kizartilmis bir buzagi getirdi. Onlarin ellerinin buna uzanmadigini görünce hoslanmadi ve kalbine bir korku geldi. Onlar "korkma biz lût kavmine gönderildik" dediler. ibrahim'in ayakta duran zevcesi güldü. Biz de ona ishak'i ardindan da torunu Yâkub'u müjdeledik. Kadin "vay, kendim koca bir kari, su zevcimde bir ihtiyar iken ben mi doguracakmisim? Bu dogrusu pek sasilacak bir is" dedi. Melekler "ey evin hanimi. Allah'in rahmeti ve bereketleri üzerinize olmusken, nasil Allah'in isine sasacaksin. O Hamid ve Meciddir" dediler (Hûd, 11 /73).

    Ishâk (a.s)'in tarih kitaplarinda anlatilari semâili söyledir. Uzun boylu, kara gözlü, bugday benizli, yüzü güzel, konusmasi düzgün, saçi, sakali bembeyazdi. Siret ve sureti babasi ibrahim (a.s)'a benzerdi (Hâkim, Müstedrek, 11, 557). Hz. ishâk'in Yakub ve 'Ays adinda iki oglu olmustur. Yakub (a.s) daha güzel yüzlü, daha düzgün konusmali ve zarafet ve güzelligi daha çok olandi. Ays, Rumlarin yasadigi bölgede ikamet etmisti (Hâkim, Müstedrek, l l, 557).

    Ishâk (a.s) Kur'an-i Kerim'de de övülmüstür: "Ey Muhammed; güçlü ve anlayisli olan kullarimiz ibrahim, ishâk ve Yakub'u da an! Biz onlari âhiret yurdunu düsünen samimi kimseler kildik. Dogrusu onlar bizim yanimizda seçkin, iyi kimselerdir" (Sâd, 38/45-47). ishâk (a.s) babasinin ölümünden sonra Sam bölgesine peygamber olarak vazifelendirilmis, Allah'u Teâlâ onu seçkin ve hayirli bir insan eylemistir.

    "Ibrahim'e salihlerden bir peygamber olmak üzere de ishâk'i müjdeledik. Hem ona hem de ishâk'a feyz ve bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni de vardir, nefsine apaçik zulmedeni de vardir" (es-Sâffât, 37/112, 113).

    Hz. Ishak rivayete göre yüzaltmis yaslarinda bu günkü Filistin'in bulundugu bölgede Kudüs yakinlarinda vefat etmis, babasi ibrahim (a.s)'in Mezradaki kabrinin yanina defnedilmistir (ibnu'l-Esîr el-Kâmil fi't- Tarih, 1, 127).
#15.03.2004 11:15 0 0 0
  • Hz.YÛNUS (a.s)

    Adi Kur'ân'da geçen peygamberlerden biri.
    Soyu, Bünyamin vasitasiyla Ya'kûb (a.s)'a ve onun vasitasiyla de ibrâhim (a.s)'a dayanmaktadir. Bazi alimlerin naklettigine göre, isa (a.s) annesinin adiyla isa b. Meryem diye anildigi gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adiyla Yûnus b. Matta diye anilmaktadir. (ibn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdigi bilgiye göre ise, bu görüs yanlistir. Aslinda Matta, Yûnus (a.s)'in annesinin degil, babasinin adidir. Yani Yûnus (a.s), Yûnûs b. Matta diye anilinca, babasinin adiyla anilmis olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasari Tecridi Sarih Tercemesi ve serhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).

    Yûnus (a.s)'in Ya'kub (a.s)'in torunlarindan oldugu, Kur'ân'da söyle haber verilistir:

    "Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim ibrâhim'e, ismail'e, ishâk'a, Yakub'a, torunlarina, isa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmis ve Davud'a da Zebûr'u vermistik" (en-Nisâ, 4/163).

    Bu âyette ifâde edildigi gibi isâ (a.s), Eyyûb (a.s), Harun (a.s) ve Süleyman (a.s)'da Yunus (a.s) ile ayni soydan, Yakub (a.s)'in torunlarindandirlar.

    Yûnus (a.s)'in nüfusu yüz bini askin bir sehrin halkina uyarici ve tevhide çagrici bir peygamber olarak gönderildigi, Kur'ân'da söyle geçmektedir:

    "Ve onu yüz bin Insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).

    O'nun peygamber olarak gönderildigi bu yerin Ninova sehri oldugu nakledilmistir. Ninova sehri, Dicle nehrinin kiyisinda, simdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydi. Bu beldenin Insanlari küfrün içinde bulunuyorlardi ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onlari küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayi tevbe etmelerini, Yüce Allah'in varligina ve birbirine inanmalarini emretmek üzere gönderilmisti (ez-Zemahserî, el-Kessâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Misir 1326, II, 42).

    Yûnus (a.s)'in adi, Kur'ân'in çesitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmistir. Kur'an'in onuncu sûresinin adi, Yûnus sûresidir.

    Yûnus (a.s) milletini otuz üç yil Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebligde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kisi ona imân etti (ibn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).

    Milletinin bu sekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s)'in zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kizginligini ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkismasini söyle haber vermistir:

    "Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmisti. Bizim kendisini asla sikistirmayacagimizi zannetmisti. Nihâyet karanliklar içinde; "Senden baska hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).

    Bu âyette Yûnus (a.s)'dan Zünnûn diye bahsedilmistir. Zünnûn, balik sahibi demektir. Kur'ân'in baska bir yerinde de, Yûnus (a.s) bu lakabla anilmistir:

    "Sen Rabbinin hükmünü sabirla bekle. Balik sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmisti" (el-Kalem, 68/48).

    Hem bu âyette hem de yukaridaki âyette Yûnus (a.s)'in sabretmemesine, Allah'in emri olmadan milletini terketmeye kalkismasina isâret edilmistir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah söyle buyurmustu:

    "O halde, peygamberlerden azim sahibi olanlarin sabrettigi gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).

    Allah'in müsaadesi olmadan Yûnus (a.s)'in ayrilmaya kalkismasi, iyi netice vermemisti. Ninova'dan ayrilmak için bir gemiye binmisti. Geminin batmaya yüz tutmasi üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atilmasi gerekti. Kimin suya atilacagini tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da söyle haber verilmistir:

    "Gemide onlarla karsilikli Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).

    isin daha acisi, Yûnus (a.s) denize atildiktan sonra bir balik onu yutmustu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu söyle haber vermistir:

    "Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrildigi için) kendisi kötülüklerken, onu bir balik yuttu" (es-Saffat, 37/142).

    Burada Yûnus (a.s) hatasini anlamis ve nefsini kinamaya baslamisti. Baligin karnindaki karanliklarda:

    "Senden baska ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksin, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya basladi. Bu sekilde imân ve inançla Allah'a siginmasi neticesinde, Yüce Allah onu affetmisti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'in duasinin kabul edildigi ve Allah tarafindan bagislandigi, Kur'ân'da söyle dile getirilmistir:

    "Biz de onun duasini kabul ettik ve onu tasadan kurtardik. iste biz, Insanlari böyle kurtaririz" (el-Enbiyâ, 21/88).

    "Eger tesbih edenlerden olmasaydi, (Insanlarin) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karninda kalirdi" (es-Saffat, 37/143, 144).

    Gücü her seye yeten Yüce Allah, baligin karnindaki Yûnus (a.s)'i öldürmedi. Bir süre sonra balik onu agzi ile sahile birakmisti. Onun kurtulus ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da söyle haber verilmistir:

    "(Ama baligin karninda bizi andi, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde agaçsiz, bos bir yere attik ve üzerine (gölge yapmasi için) kabak türünden bir agaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).

    Yûnus (a.s)'in Allah tarafindan affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarilmasi, Kur'ân'in baska bir yerinde dile getirilmistir:

    "Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balik sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sikintidan yutkunarak (Allah'a) seslenmisti. Eger Rabb'inden ona bir nimet yetismeseydi, yerilerek çiplak bir yere atilirdi. Fakat (böyle olmadi), Rabb'i onun duasini kabul etti de onu salihlerden kildi" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).

    Yûnus (a.s)'i bu sikintilardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarildilar. Onlarin tevbe edip hakka dönüslerini ifâde eden âyetin meâli söyledir:

    "inandilar, biz de onlari bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).

    Yûnus (a.s)'in milletinin bu sekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmalari, Allah tarafindan övülmüs, methedilmistir:

    "Keske (azabi gördükten sonra) inanip da, inanmasi kendisine fayda veren bir memleket olsaydi! (Azabi gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar saglamamistir). Yalniz Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inaninca, dünya hayatinda onlardan rezillik azabini kaldirmis ve onlari bir süre daha yasatmistik" (Yûnus, 10/98).

    Yûnus (a.s)'in faziletli bir Insan oldugu, Yüce Allah tarafindan söyle haber verilmistir:

    "ismâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).

    Hz. Muhammed (s.a.v) de onu söyle övmüstür:

    "Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayirliyim derse, yalan söylemistir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).

    Yûnus (a.s) da, diger peygamberler gibi, Insanlari küfrün serrinden nehyetmis ve Allah'a imân etmeye davet etmistir. inanan Insanlar için, onun hayatindan alinacak çesitli ibretler vardir.
#15.03.2004 11:17 0 0 0
  • HZ. UZEYR (a.s)

    israilogullarina (Yahudilere) göre meshur bir peygamber olan Üzeyr (a.s)'in adi Kur'an-i Kerîm'de geçmektedir. Fakat Islâm'a göre onun peygamber olup olmadigi hususunda ihtilaf vardir.
    Üzeyr (a.s)'in adi hakkinda da alimlerin farkli yorumlari vardir. Bazi alimlere göre onun adi Arapça bir isimdir. Diger bazi alimlere göre ise, Üzeyr kelimesi Arapça degil, ibranicedir (el-Ukberî, imlau ma menne bihi'r Rahman, Misir, 1961, II, 7).

    ibranice'de Üzeyr kelimesinin karsiligi "Azra"dir. Tevrat'in bu dildeki nüshasinda böyle geçmektedir (Biblio Hobraica, nsr. Rud. Kittel, Stuttgart,1952; Esra, VII,1; Nehemio, VIII,13).

    Üzeyr (a.s), Harun Peygamber'in neslinden gelmektedir (es-Sa'lebî, el-Arais, Misir, 1951, 344).

    Üzeyr (a.s)'in adi, Kur'an-i Kerîm'de bir yerde geçmektedir: "Yahudiler. 'Üzeyr, Allah'in ogludur; dediler. Hristiyanlar da: Mesih Allah'in ogludur', dediler. Bu, onlarin agizlariyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden inkâr etmis(olan müsrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onlari kahretsin, nasil da (haktan batila) çevriliyorlar!.. Hahamlarini ve rahiplerini Allah'tan ayri rehber edindiler, Meryem oglu Mesîh'i de. Oysa kendilerine yalniz tek Tanri olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmisti. Ondan baska ilâh yoktur. O, onlarin ortak kostuklari seylerden münezzehtir" (et-Tevbe, 9/30, 31).

    Burada söz konusu olan Üzeyr (a.s) hakkinda çesitli rivâyetler vardir. En meshuru ibn Abbas'in rivâyetidir. Buna göre, Yüce Allah isrâil ogullarinin elinde bulunan Tevrat'i onlardan aldi. Tevratin içinde bulundugu sandigi kaybettiler. Ayni zamanda Tevrat zihinlerinden de silindi. israil ogullari buna çok üzüldüler. Bilhassa Üzeyr (a.s) Allah'a çok ibâdet etti; O'na yalvarip yakardi. Allah'tan inen bir nur, onun kalbine girdi. Unutmus oldugu Tevrat'i hatirladi. Ondan sonra Tevrat'i yeniden israil ogullarina ögretti. Daha sonra Tevrat'in içinde bulundugu sandik bulundu. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'in ögrettiginin aslina uygun oldugunu gördüler. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'i çok sevdiler. Fakat bu hususta asiri gittiler. "O, olsa olsa Allah'in ogludur" dediler (ibn Cerir et-Taberî, Camiu'l-Beyân, Misir,1951, X,111). Bu âyetler, onlarin bu hususta asiri gitmelerini ve Hristiyanlarin da, isâ (a.s) Allah'in ogludur diye söylemelerini reddetme mahiyetinde nazil olmustur. Onlarin bu sözlerinin batil oldugu anlatilmis ve Yüce Allah'in, onlarin bu iddialarindan münezzeh oldugu ifâde edilmistir (el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl ve Esraru't Te'vîl, Misir, 1955, I, 196).

    Yahudilerin bu hususta asiri gitmeleri, Kur'an'in baska yerlerinde de tenkid edilmistir. "Vay haline o kimselerin ki, Kitabi elleriyle yazip, az bir paraya satmak için, "Bu Allah'in katindandir. " derler. Ellerinin yazarligindan ötürü vay haline onlarin! Kazandiklarindan ötürü vay haline onlarin!" (el-Bakara, 2/79) mealindeki âyette Yahudiler kasdedilmektedir. Onlarin Tevrat'i tahrif ettikleri, ondan sonra kendileri tarafindan yazilan bir kitabi Allah'in kitabi diye tanitmalari söz konusudur. Onlar bu sekilde kitab yazmislar, Allah'in kelâmi olarak ileri sürmüsler ve bununla menfaat ile nüfûz saglamaya çalismislardir. Bu âyette, onlarin bu yaptiklari tenkid edilmektedir (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetu't-Tefâsir, istanbul, 1987, I, 71 vd).

    Asagidaki âyette de, Yahudilerin bu durumu tenkid edilmistir:

    "Onlardan bir grup, okuduklarini kitaptan sanasiniz diye kitabi okurken, dillerini egip bükerler. Halbuki okuduklari, kitaptan degildir. Söyledikleri Allah katindan olmadigi halde, "Bu, Allah katindandir. " derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âlu imran, 3/78).

    ibn Abbas (r.a)'dan nakledildigine göre, bu ayette de Yahudiler kasdedilmektedir. Buna göre, onlar Allah'in kelâmini kaybetmisler. Kendi uydurduklarini Allah'in kelami olarak tanitmaya çalismislar. Onlarin bu yaptiklari yalan ve uydurmadir (ez-Zemahserî, el-Kessâf, Kahire,1977, I, 182 vd.).

    Üzeyr (a.s) ile ilgili bulundugu söylenen diger bir ayet de söyledir;

    "Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin çatilari duvarlari üzerine çökmüs (yikik dökük olmus) issiz bir kasabaya ugradi. "Ölümünden sonra Allah bunlari nasil diriltir acaba!" dedi. Hemen Allah onu öldürdü, yüz sene sonra tekrar diriltti. "Ne kadar kaldin burada?" dedi. "Bir gün yahut bir kaç saat" dedi. Allah ona: "Bilakis yüz sene kaldin. Yiyecegine ve içecegine bak, henüz bozulmamistir. Bir de esegine bak. Seni Insanlar için bir âyet (ibret isâreti) kilalim diye (yüz sene ölü tuttuk sonra tekrar dirilttik). simdi sen kemiklere bak, onlari nasil birbiri üstüne koyuyor, sonra ona nasil et giydiriyoruz. " dedi. Durum kendisince anlasilinca, "süphesiz Allah'in her seye kadir oldugunu bilmeliyim" dedi (el-Bakara, 2/259).

    Bu ayette söz konusu olan zatin kim oldugu hususunda çesitli rivâyetler vardir. Fakat alimlerin ekseriyetine göre bu zat, Üzeyr (a.s)'dir (el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, I, 57).

    Hz. Muhammed (s.a.s), Üzeyr (a.s)'in peygamber olup olmadigi hususunda söyle buyurmustur: "Bilmiyorum, Üzeyr peygamber midir, degil midir?" (Ali Nasif et-Tâc, III, 302). Bundan dolayi Islâm inancinda Üzeyr (a.s)'in peygamberligi ihtilafli kabul edilmistir.

    Peygamber olsun veya olmasin, Üzeyr (a.s) Allah'a tam manasiyla inanmis, kamil imân sahibi olan bir zatti. Hayati boyunca, Allah'in rizasini kazanmak için serden kaçmis, hayra kosmustur. Çevresindeki Insanlari da bu sekilde inanmaya ve Allah'in emir ile yasaklarina riâyet etmeye davet etmistir.
#15.03.2004 11:22 0 0 0
  • Hz. ZULKIFL (a.s)

    Kur'ân'da adi geçen peygamberlerden biri.
    Kur'ân'da iki yerde kendisinden bahsedilmektedir: "ismâil, idris ve Zülkifl, hepsi sabredenlerdendi. Onlari rahmetimize soktuk. süphesiz onlar salih olanlardandi" (el-Enbiyâ, 21/85, 86).

    Âyette geçen "Zülkifl" adi degil lakabidir ve "nasib ve kismet sahibi" anlamina gelir. Fakat burada dünyevî zenginligi degil, onun üstün kisiligini ve âhiretteki derecesini kastetmek için kullanilmistir. Onun gerçek adi hakkinda çok farkli rivayetler vardir. Yahudiler O'nun, israilogullarinin esâreti sirasinda peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur irmagi yakinlarinda bir bölgede yapan Hereksel oldugunu iddia etmislerdir. Âlimlerin bir kismi da onun Eyyub (a.s)'in kendisinden sonra peygamber olan Bisr adindaki oglu oldugunu söylemislerdir. Fakat bu görüslerin hiç biri kesinlik derecesine sahip degildir.

    Zülkifl (a.s)'in peygamber olmadigi söyleyenler olmussa da, âlimlerin ekseriyetine göre peygamberdir ve makbul olan görüs de budur (el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 327 vd.; el-Alusî, Ruhu'l-Meânî, Beyrut t.y., XVII, 82; el-Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'ân, istanbul 1991, III, 327).

    Yüce Allah Eyyûb (a.s)'in kissasini arzettikten sonra, peygamberlerinden bazilarini anmis ve onlari övmüstür. insanlari tevhide çagiran, Allah'in sevgi ve övgülerini kazanan bu peygamberden biri de, Zülkifl (a.s)'dir. Bu konudaki âyetlerin meâli söyledir:

    "Kuvvetli ve basiretli kullariniz ibrahim'i, ishâk'i ve Yâkub'u da an. Biz onlari ahiret yurdunu düsünme özelligiyle temizleyip, kendimize halis (kul) yaptik. Onlar bizim yanimizda seçkinlerden, hayirlilardandir. ismâil'i, Elyesâ'i, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir" (Sad, 38/45, 46, 47, 48).

    Taberî'de yer alan bir rivayete göre Zülkifl (a.s) sam'da otururdu. Oradaki halki Allah'a inanmaya, O'na ibadet etmeye ve dürüst bir sekilde yasamaya çagirdi ve orada vefât etti (et-Taberî, Tarih, Misir 1326, I, 167).
#15.03.2004 11:27 0 0 0
  • ASHAB-I KEHF

    Ashab-i Kehf, Yahudiler'in "genç yigitler" dedikleri kisilerdir. Bunlara; "magara arkadaslari", "yedi uyurlar" adi da verilmektedir. Kehf sûresin onuncu âyetinden yirmi yedinci âyetin sonuna kadar Ashâb-i Kehf'den bahsedilmektedir.
    Ibn ishak'in naklettigine göre, Ashâb-i Kehf, isa aleyhisselâm'in dini üzere amel eden birkaç genç olup, bunlar kendilerini putlara taptirmak veya öldürmek için takip eden Roma toplumu ve bölge valisine karsi mücâdele ve dinlerini korumak üzere daga çikmis, magaraya gizlenmislerdi. Cenâbi Hak onlari düsmanlarindan korumak ve öldükten sonra dirilmeye ibret ve isaret kilmak için üçyüzdokuz yil magarada uyuttu. Uyandiklari zaman birkaç saat uyuduklarini sandilar. içlerinden birisi, bir seyler almak için kasabaya inince bir kaç asir önceki gümüs para, olayin anlasilmasina yol açti. Böylece topluma, öldükten sonra dirilmenin uygulamasi gösterilmistir (9-22).
#15.03.2004 11:27 0 0 0
  • Hak din olan İslâm'ın son peygamberi (Hicretten önce 53-H.11/571-632).

    Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği:

    İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.

    Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat ve belâğata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belâgatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış Benû Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibâren yürüttüğü İslâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi lâyıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkânını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış oluyordu.

    Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Hâşimoğullarının Mekke'deki itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması, onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kâbe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke toplumunda ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından görüp idrâk ediyordu.

    Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebu Talib'in yanında kalmıştır.

    Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib, İslâm kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı. Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak İslâm'ın doğuşunda Hristiyan rûhiyâtının etkileri olduğunu, Râhib Bahîrâ'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslâm'ı ortaya attığını iddia ederlerse de, İslâmiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan teslis * inancının aslâ bağdaşamaz bir karakterde oluşu, İslâm'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul etmesi, bu iddiânın ne derece asılsız ve gülünç olduğunun en açık delillerindendir (geniş bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi).

    Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke. dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir.

    Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlâksızlığından uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta tapmak içiri sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her hangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir puta tapmadığı gibi, onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını belirtmişti.
#15.10.2004 00:20 0 0 0
  • Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû Tâlib'e yardımcı olmak için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin hâkim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı ve meşakkatler O'nu rûhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların oynandığı, ahlâksızlıkların yapıldığı bu işret âlemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı.

    Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasında Ficâr Harbi vukû buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudûl ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zâlimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü.

    Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Tâlib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebû'l-Kâsım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lâkabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.

    Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmıştı Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, âdil ve âlicenâb davranışları, herkes hakkında iyimser davranıp elinden gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinden tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi hâline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kişi" lâkabını vermişlerdi.

    Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması meselesinde Mekke sülâleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temâyülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.

    Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlâksızlıklar, din adına icrâ edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O'nun gücü karşısında mahlûkatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, ictimâı, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu. İşte bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de eriştirdi.
#15.10.2004 00:20 0 0 0
  • Peygamberliği ve Mekke Dönemi:

    Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini getirdi. Artık Allah'ın Rasûlü, insanları hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi, âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurralıman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslâm'ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sâde, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslâm'ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslâm'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm'ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.

    İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine İslâm'ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslâm'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber, İslâm'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi.
#15.10.2004 00:21 0 0 0
  • Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif halkının horlayıcı tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak, Rasûlünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.

    Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * " adı verilmiştir.

    Hicret ve İslâm Devleti:

    Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla Hz. peygamber'i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldı.

    Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı'nin idâre merkesi, htikümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi ile muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu.
#15.10.2004 00:22 0 0 0
  • Hz. Peygamber, plânlı ve sistemli bir şekilde İslâm devletini teşekkül ettirmek için içte bu tedbirleri alırken, elbette ülke dışındaki güçleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri tanımak, İslâm varhgını onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi ilişkiler kurarak İslâm'ın yayılmasına imkân hazırlamak üzere Hz. Muhammed, çevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu. Bu arada müslümanlar Mekke'de evlerini barklarını, mallarını mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına rağmen İslâm'a kin ve husûmetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin düşmanca faâliyetleri, onlara yönelik bazı askerî seferler düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahûdi ve münâfık reislerine mektuplar ve haberler göndererek onları İslâm'a karşı kışkırtıyor, kendileriyle işbirliğine çağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı olmadıkları takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacakları, onlara yataklık ettikleri için gayri müslim de olsa Medine'deki herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve tehditler, sadece sözde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu. Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Câbir el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle birlikte Medine'nin dış meralarında otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kürz b. Câbir'i tâkibe çıkmış, bu tür tecâvüzlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri de almıştır. İşte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma çıktı ve kan döküldü (2/624). Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü: Harp için zaten fırsat kollayan Mekke müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada geliri ile harp masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan kervanının Hz. Peygamber tarafından tâkip altına alınması, Kureyş'in harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vukû buldu (2/624). Bedir harbi, müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslâm devleti azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslâm devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendileri ile anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı, din ve vicdan hürriyetlerini tanıdığı Yahûdi kabilelerinden Kaynukâ oğulları'nın serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir * savaşının sonucu karşısında duydukları üzüntü, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı öldürmeleri, Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu (2/624). Böylece İslâm devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve bir çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu.

    Bunu izleyen yıllarda vukû bulan ve İslâm tarihi kaynaklarının bütün teferruatı ile naklettiği Uhud *, Benû'n-Nadir *, Benül-Mustalık *, Hendek *, Benû Kureyza *, Hayber *, Mekke fethi *, Huneyn *, ve Tebûk * gibi büyük gazveler başta olmak üzere Hz.Peygamber'in bütün seferleri ile çıkarılan bir seri seriyye hep İslâm devletinin giderek daha da güçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca bütün bu seferler ve muhârebeler, Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta gücüne, büyük bir sevk ve idâre kabiliyetine, ölçülmez bir cesaret ve şecâata sahip olduğunu ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in hadislerinde: "...Ben rahmet peygamberiyim, ben harp peygamberiyim " (İbn Hanbel IV, 395; V, 405) şeklinde ifadesini bulduğu gibi, zaruri olduğu zaman harp peygamberi olan Hz. Muhammed, aslında sulhü harbe daima tercih ediyordu. Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu, hicretin altıncı yılı sonlarında Kureyş'le imzalanan Hudeybiye Musâlahası'nda Kureyş'in ileri sürdüğü, ilk bakışta müslümanlar açısından çok ağır görünen ve hattâ Hz. Ömer'in dilinde ifadesini bulduğu üzere Ashâbı kirâm tarafından "zillet" gibi kabul edilen bir takım şartlar O'nun kabûlünü gerektirmişti. Gerçekte bu şartlar daha sonra tamamıyla müslümanların lehine dönüşmüş ve Hudeybiye barış anlaşması "apaçık bir fetih"olmuştu (el-Fetih, 48/1 âyetinde bu hususa işaret olunmaktadır). Bu barış sayesindedir ki Kureyş'in İslâm'a düşmanlıkta baş çeken reisleri İslâm saflarında yer almaya başladı. Yine bu musâlaha sayesindedir ki, İslâm'ın sesi baştan başa Arap Yarımadası'na ulaştığı gibi Bizans, İran, Habeşistan ve Mısır gibi güçlü ülkelere iletitdi ve cihanşümül İslâm daveti hızla ilerlemeye başladı.

    Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve Mekke halkının tamamıyla İslâmiyet'i kabul etmeleri sebebiyle müslümanlara hac etme imkânı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hâlâ mevcut müşrik Araplar da kutsal bir ibâdet sayarak Mekke'ye hac yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında câhiliye âdetlerini irtikap edeceklerinden Hz. Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac yapmayı uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak başlarına Hz. Ebûbekir'i hac emîri tâyin etti. İşte böylece hicretin dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek üzere Medine'den yola çıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber'e Tevbe (Berâe) Sûresi'nin ilk otuzaltı âyeti nâzil oldu. Bu âyetler müşriklere verilecek bir ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac içinde olsa hiç bir gayri müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği, eskiden câhiliye döneminde Arapların yaptığı şekilde Kâbe'nin çırılçıplak tavâf edilmesi âdetinin kaldırıldığı; İslâm devleti ile andlaşması bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde sürdürüleceği, antlaşma süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya müslüman olmak ya da İslâm'a düşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya kalacakları, antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı bozmuş olan müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği, bu mühletin sonunda bu kabilelerin de ya müslüman olmayı ya da İslâm'a düşmanlığı kabul durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte bu hükümler, yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup müşrik Araplara, Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gönderdiği İslâm'ı tebliğ eden gruplara ve görevlilere İslâm'ı kabul ettiklerini bildirerek İslâm devleti'nin hâkimiyetine girdiler. Böylece Hz. Peygamber hicretin onuncu senesinde İslâm dinini ve İslâm hâkimiyetini baştanbaşa tüm Arap Yarımadası'na ulaştırmış, görevini lâyıkıyla yerine getirmiş oluyordu.

    Tamamlanan İslâm İnkılâbı ve Hz. Peygamber'in Vefatı:

    Zamana ve zemine uygun bir şekilde nerede nasıl hareket edeceğini gayet mükemmel hesap eden ve plânlı bir strateji uygulayan Hz. Muhammed, yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede tarihte eşine rastlanılmayacak büyük bir inkılâbı gerçekleştirmişti. Kırk yaşında peygamberlik görevine başladığı zaman yapayalnızdı,. güçsüzdü, maddi imkânları yoktu. Buna mukâbil, mücâdeleye giriştiği toplum, tasawur edilebilecek en aşağı seviyede bulunuyordu. Müşriklerin inanç ve ibadetleri son derece mantıksıı ve gülünçtür; ahlâk telâkkileri müptezeldi; hak, adâlet anlayışları zulmün göstergesiydi; menfaatler her şeyin üstünde tutuluyordu. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber'in yılmadan yorulmadan, büyük bir azim ve iştiyakla yürüttüğü İslâm daveti, yirmiüç senede öyle bir sonuç verdi ki; artık o dönemden "Asr-ı Saâdet" "Saâdet asrı" diye bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber gerçekleştirdiği bu büyük inkılâbın heyecanı ve görevini lâyıkıyla yapmış olmanın huzur ve mutluluğu içerisinde kendisine iman edenleri hicrî onuncu senenin hac mevsiminde hac yapmak üzere Mekke'de topladığı zaman, genellikle kabul edildiğine göre, etrafında 114.000 sahâbi vardı. Bu hac, Hz. Peygamber'in son haccı olduğu için ve yaptıkları konuşmalarında bir bakıma ashâbına vedâ ettiğinden "veda haccı" diye adlandırılmıştır. Bu haccın yerine getirilişi sırasında Peygamber Efendimiz, muhtelif ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında başlangıcından o güne kadar tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve prensiplerini öz ve veciz ifadelerle, etrafım çevreleyen ashâbının şahsında bütün ümmetine son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden "dinin artık tamam olduğu" mesajını alıyordu (el-Maide, 5/3).
#15.10.2004 00:22 0 0 0
  • Hz. Peygamber, Vedâ haccı'ndan Medine'ye döndükten sonra Üsâme b. Zeyd komutasında bir orduyu Bizans üzerine sevketmeye niyetlendi ve genç komutanını çağırarak gerekli tâlimâtı verdi. Ancak ordunun sefer hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber'in başlayan rahatsızlığı gün geçtikçe şiddetlendi ve O'nu bîtâb bir şekilde yatağa düşürdü. Hastalığının ilk günlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide çıkıp ashâbına namaz kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe günü akşam üzeri geçirdiği bir baygınlıktan sonra o günün yatsı namazından itibaren imamlık, Hz. Peygamber'in emri ile Hz. Ebûbekir'e havâle edildi. Hicrî onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi günü kuşluk vaktinde de kelime-i tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla: "... Yüce dosta!" diyerek Rabbine kavuştu.

    Hz. Peygamber'in cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi işlerini Hz. Ali, Hz. Abbâs, Abbâs'ın oğlu Fazl, Üsâme b. Zeyd gibi yakınını yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde defnolunacaklarına dair Hz. Ebûbekir'in rivayet ettiği bir hadis dolayısıyla, Hz. Peygamber'in vefat ettiği Hz. Âişe'nin odasında bir kabir kazıldı. Bu arada Ashâb-ı kirâm grup grup gelerek Rasûl-ü Ekrem için cenâze namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar halinde kılınan cenâze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz. Peygamber'in nâşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre indirilebildi.

    Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi.

    Hz. Peygamber'in Vücut Özellikleri:

    Hz. Peygamber, uzuna yakın orta boylu, pembemsi nûranî beyaz tenli olup iri yapılı idi. Ama şişman değildi ve göbeği göğüs hizasından taşmazdı. Uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olan Hz Peygamber'in başı irice olup O'na ayrı bir güzellik ve heybet veriyordu. Saçları kumral olup düz ile kıvırcık arasındaydı ve kulak yumuşağına kadar uzanırdı. Saçını çoğu zaman tam ortasından ayırarak iki yana doğru tarardı. Muntazam ve gür bir sakalı vardı. Saç ve sakallarındaki beyaz tel sayısı vefat anlarında yirmiyi bulmuyordu. Saç ve sakal bakımını aslâ ihmal etmez, yanında devamlı tarak bulundururdu. Kaşlarının arası hafif aralıklı, gözleri siyah, burnunun üst tarafı gayet itidâl üzere yüksekçe,dişleri muntazam ve tertemizdi. Devamlı misvak kullanırdı. Omuzlarının arası genişçe, omuz başları kalın, el ve ayakları enlice idi. İki kürek kemiği arasında, keklik ya da güvercin yumurtası büyüklüğünde tüylerle kaplı kırmızımtırak bir ben vardı; ki, bu ben, peygamberlik mührü idi. Yürürken adımlarını düzgünce kaldırarak atar, sanki yokuştan iniyormuşçasına önüne hafifçe eğilerek hızlıca yürürdü.

    Peygamber Efendimiz, bedeninin, giyeceklerinin, yiyeceklerinin ve çevresinin temizliğine büyük bir önem ve itinâ gösterirdi.

    Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve Ahlâkı:

    Peygamber Efendimiz, bedenen olduğu kadar ahlâk ve şahsiyeti itibâriyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlâk üzeresin " (el-Kalem, 68/4). Bizzat Hz. Peygamber; "Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur (Muvatta', Husnü'l-Hulk, 8). Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz çocukluğundan beri Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi altında idi. Bu sebeple O; "Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti" buyurmuş (Süyûti, el-Câmiu's-Sağîr I/14); hayatı boyunca gayri İslâmî ve gayri insânî hiç bir söz, davranış ve fiil ondan sâdır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü, dürüstlüğü, ahde vefası, yardımseverliği ve her türlü güzel ahlâkı ile takdirler kazanan ve Kureyşliler tarafından "el-Emîn = güvenilir kişi" ünvanına lâyık görülen Hz. Muhammed, peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur'an'la mü'minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlâkî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz. Âişe'ye Ashâb-ı kirâm'dan birisi Hz. Peygamber'in ahlâkını sorduğu zaman, Hz. Âişe; "O'nun ahlâkı Kur'an idi" diye cevap vermişti (Müslim, Müsâfirîn 136).

    Peygamber Efendimiz, Allah'ın Rasûlü ve İslâm devleti'nin başkanı olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevâzî ve samimi idi. Daima sâde bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm yaşayışı sâde idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir mürâcaatı boş çevirmez, meşrû istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecâat, sabır, azim ve ümit, müsâmaha ve iltifat, şefkat ve merhamet, O'nun belirgin ahlâkî özellikleri idi. Peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekâya, keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhâkeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenâb-ı Hakk'a tevekkül edirdi.

    İdâreci Olarak Hz. Muhammed

    Kur'ân-ı Kerîm'in ihtivâ ettiği âyetler ve İslâmiyet'in mâhiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslâm cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibâren varlık kazanan İslâm devleti'nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibâren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tâbilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde câhiliye döneminin aksine, tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir. Câhiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idâre eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı-haksız her hususta ona itâata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişâreyi kabul etmiş, Cenâb-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashâbıyla istişâre ederek durumu onların müzâkeresine açmıştır. Adâlet ve hakkâniyet ölçülerine uyma, O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adâlet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fâtıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buhârî, Hudüd 12; Müslim, Hudûd 8,9). Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tâyininde ehliyet ve liyâkat esasına riâyet eder; lâyık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itâat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itâat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itâatı gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilâkis onların içinden, aralarından biri idi.

    Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur'an âyetinde ifâde edildiği üzere (el-En'âm, 6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslâm idare sisteminde hâkimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idâre Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtivâ eden Kitâb'a, yâni Kur'ân-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrâil vâsıtasıyla Cenâb-ı Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenâb-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.
#15.10.2004 00:23 0 0 0